ahilik,ahi,ahi evran,islam,aşıkpaşa,kırşehir,ahmedi gülşehri,selçuklu,osmanlı,insan,güzel ahlak
A) NEDEN FAKİRLİK? ALLAH FARKLILIĞI DİLEDİ, FAKİRLİĞİ DEĞİL.
Fakirlik insanoğlunun varlığından beri olan bir olgudur. İnsanları Allah eşit yaratmamıştır. Bu fiziksel özelliklerinde olduğu gibi onun rızkında da sözkonusudur. Fiziksel özelliklerindeki farklılıklar, Allah’ın kudretinin delillerindendir. Öyle ki hiç bir insan bir başka insana benzemez. Bu ta, DNA ve RNA’dan gelen bir özelliktir. Allah ben rızkı dilediğime, ilmi ise isteyene veririm buyurmuştur. Yine bir ayette şayet Allah rızkı herkese bol bol verseydi şüphesiz bir kısmı azardı buyurmaktadır. Yine ayetle sabit olduğu üzere Allah’ın bu farklılığı yaratmasından bir başka maksat da, insanların birbirine iş görmesini sağlamaktır. Eğer herkes patron olursa işi kim yapacaktır? Madende kim çalışacaktır? Çöpleri kim alacaktır? Bu çerçevede akıl ve kabiliyet de farklı farklı ölçülerde verilmiştir. Bu sayede kimi ilim yaparak buluşlara imza atmış ve bunu insanların istifadesine sunmuştur. Biraz akıllılar toplum yönetimine talib olmuştur. Bu sayede toplumun çeşitli olan ihtiyaçları yine farklı kabiliyete sahib kişilerce sağlanmıştır. Allah’ü Teala bütün bu farklılıkları bir kenara atar, değer vermez ve yalnızca kişinin kalbine, niyetine bakarak, takvasının insanlar arasında farklılık yaratacağını bildirir. Camide bile bütün insanlar, zengini fakiri, amiri memuru, hep aynı saftadır ve farklılık yoktur. Öyle ki sabreden bir fakir, zengine göre Allah’a daha sevimli gelir ve Allah fakirleri cennete zenginden 500 sene önce koyacağını bildirmiştir.
Bütün bunlara itiraz ederek mutlak bir eşitliği savunmak anlamsız ve ütopiktir. Bir başlangıç eşitliği diğer adıyla fırsat eşitliği sağlasanız bile, çalışkanlıklardaki, yahut kabiliyetteki yahut mizaçlardaki farklılıklar bu eşitliği kısa sürede tekrar bozar. Eğer kabiliyet ve çalışkanlığa prim vermezseniz bu kez verim azalır istenen fayda sağlanmaz. İşte son yüzyıllarda uygulama alanı bulan ancak 70 senede fıtrata uymadığı için çöken komünizm Karl Marks’ın mutlak eşitliğe yakın bir kuramının ürünüdür ve iflas etmiştir.
Onun karşı tarafında diyebileceğimiz kapitalizm ise verimi dikkate alarak mülkiyeti öngörmüş olmasına rağmen bu kez patronu frenleyen bir şey olmadığı için bir başka zülüm olarak karşımıza çıkmıştır. Üretim araçlarının sahibliği ona artı bir değer kazandırmakta ve bu değer belli ellerde toplanmakta, toplumun diğer kesimi bu refah arışından yeterince istifade edememektedir.
İşte İslam, ifrat ve tefritin tam ortasında yer alarak mülkiyete evet derken diğer taraftan hakça bölüşümü emreder. Bu noktada hem ahiretlik emirler serdederken bir taraftan da bu gelir farklılığına, yani fakirliğe çözüm olarak Zekat müessesesini getirmiş ve bunu fakirin hakkı olarak ilan ederek zenginin o artı değeri fakire aktarmasını mecbur tutmuştur. Bütün semavi dinlerde zekat vardır. Hz Musa’da, İsa’da, İbrahim’de v.s. Ancak son din olarak İslam’da uğrunda savaşılacak kadar ciddi tutulmuştur. Bir yıl bekleme şartı, bir ataleti cezalandırma olarak düşünüldüğünde onu üretime katılmaya mecbur tutması, onu ekonomik bir tedbir olarak karşımıza çıkarır. Manevi olarak da malın bereketlenmesine, artmasına ve korunmasına vesile olur. Verilmediği zaman da bu dünyada malın bereketi ve korunması kalkar. Ahirette verilmeyen altın ve gümüşün zekatı için, o madenler kızdırılarak kişinin alın ve sırtının dağlanacağı belirtilir. Hayvanların zekatı verilmemişse, o hayvanlar sahibini toslar ve çiğner. Hakça bölüşümde de işçi ücreti konusu gündeme gelir ve aşağıda belirtileceği üzere geçimine yetecek bir ücreti mecbur tutar.
B) ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLERİN DURUMU;
İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.
İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:
Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.
Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek birşey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmıyan ve açlığı gidermiyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında birşey bırakmıyordu.
On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.
Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.
İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.
Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.
Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.
Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.
Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.
Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili olmadı. Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.
Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azad etmeyi sevaba bağlayarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve kölelerde istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur. Fakat bunun yerine işçinin hakkının verilmemesi bir çeşit modern kölelik olarak zamanımızda zuhur etmiştir.
Biz aşağıda konuyu ta sistem boyutundan ele alalım dedik ve sistemleri birbiri ile kıyaslıyarak üstünlüklerini ortaya koyalım ve zekatın daha iyi anlaşılmasına yardım edelim dedik.
C) KAPİTALİZM (= HIRSIN GALİBİYETİ)
Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.
Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; üretim aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır.( Ergin, François Perroux, le Capitalizm’den naklen.)
Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.
Bir toplumda sermayenin bir güç haline gelebilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
a) Ferdî hak ve hürriyetler az-çok gelişmelidir.
b) Kapitalist ekonomik sistemde üretim vasıtalarının mülkiyeti ve yönetimi özel kişilere ait bulunmalıdır.
c) Toplumda adalet ve hürriyet anlayışı ileri bir merhaleye ulaşmış olmalıdır. Aksi halde yatırımcı çekingen hareket eder ve mülkiyet hakkından tam olarak yararlanamaz.
d) Piyasada paranın hakim rol oynadığı ve finansman kaynaklarının rahat işlediği bir ortamın oluşması gerekir.
Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.
Kapitalizmin temsil ettiği zihniyetin geçmişi çok eski olmakla birlikte sistemin asıl güç ve ihtişamı “birinci sanayi devriminin” üretim bünyesinde yaptığı değişikliklerden sonra meydana gelmiştir. 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin dış ticareti gelişmiş ve iş adamları makine kullanarak fazla kazanmanın mümkün olabileceğini anlamışlardır. Kömürün yakıt ve buharın hareket ettirici güç olarak kullanılması üretimde yeni ufuklar açmıştır. Ancak bununla birlikte sanayi kalkınması birtakım mücadeleleri gerekli kılmıştır. Çünkü bir taraftan işçiler ve diğer taraftan resmi makamlar makineleşme hareketini baltalamışlardır. Makine kullanan işçiler bir aralık kamuoyunda birer suçlu gibi gösterilmiştir. Devletin müdahaleci ekonomik politikası sermayedarları liberalizm davasını benimsemeye sevketmiştir.
Kapitalizmin özellikleri:
a) Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.
b) Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.
c) Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.
d) Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.
e) Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.
f) Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.
g) Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937′de ABD’de sanayi üretiminin %34 ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21′i bu işyerlerinde çalışıyorlardı.
D) LİBERALİZM (=HIRSIN GALİBİYETİ)
Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith, devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. İnsanı “homo economicus” olarak tanımlar ve “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.
Başka bir iktisatçılar grubu olan Fizyokratlar(Bunların temsilcisi François Ouesnay (1694-1774) 1758′de telif ettiği “iktisadi Tablo” büyük ilgi toplamış ve birçok tartışmalara yol açmıştır) ekonomide “tabii düzeni savunur. Onlara göre bu düzen dünyayı yaratan güç tarafından kurulmuş olup, devlet iktisadi hadiselerin akışına müdahale etmezse, herşey kendiliğinden ahenk ve düzen içinde yürür. İktisadın başlıca amacı, bu tabii düzenin kanunlarını incelemekten ibaret olmalıdır. Bunlar ayrıca tarıma ön sırada yer verirler.
Adam Smith de ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte, böyle ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.
E) KOLLEKTİVİST SİSTEM (Komünizm) (=HASEDİN GALİBİYETİ)
Özel mülkiyeti reddederek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.
Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların işletilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.
Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askerler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve dilediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.
1924′te Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mübadele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir.
Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928′den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayinin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca mücadele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir.( John K. Kessup, The Strory of Marxism, Its Men, It’s Marc’tan naklen Ergin )
Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.
F) KARL MARKS VE ARTI DEĞER KAVRAMI
Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Almanya – 14 Mart 1883 Londra) 19. yüzyılda yaşamış filozof, politik ekonomist ve devrimci. Komünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto‘nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de “devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı” siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.
Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır.
Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir. ( Alman İdeolojisi)
Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya’da Ekim Devrimi‘ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir.
Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx’ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx’ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.
Eleştiriler
Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels’in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçiçi bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx’ın emek değer kuramını eleştirir. [26]Ayrıca Sovyetler Birliği‘nin çöküşü, Berlin Duvarı‘nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.
Bazı eleştiriler de tarihsel materyalizm kavramı konusunda toplanır. Yazılı tarihteki olayların ve sınıfların üretim biçimlerinden kaynaklandığını söyleyen bu görüşü eleştirenler “Üretim biçimi nereden gelir?” biçiminde bir soru yöneltir. Murray Rothbard şöyle der “Marx hiçbir zaman bu soruya bir yanıt vermeye çalışmamıştır, aslında veremezdi de çünkü teknolojik değişimleri ya da teknoloji devletini bir insana, bireye atfederse bütün sistemi çöker. Böyle bir durumda insanlık bilinci ya da birey bilinci üretim biçimini belirleyen faktör olur ve başka bir yol da mümkün değildir.” [27] Ancak Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı da şöyle der:”Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.” [28] Marx burada bu üretim biçimlerinin insanın “kendi iradelerine bağlı olmayan” bir biçimde geliştiğini söyler ve bu gelişmenin sosyal doğasını açıklar. Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi‘nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı “İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır.” olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi “üretim ilişkilerine bağlı olarak” ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır
Komünizm veya Ortakçılık, sosyal örgütlenme üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Komünizm, sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx‘ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir.Komünizm’in temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için “ütopya” olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır.
“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“, Karl Marx`ın 1875 tarihli Gotha Programı’nın Eleştirisi çalışmasında yer alan dize, komünizmin önemli sloganlarından biridir. Bu düşünce özet olarak, komünist sistemde, her bireyin yeteneğine göre üreteceğini ve her bireyin yeteneğine bakılmaksızın bu üretimden faydalanacağını söyler. Gelişmiş bir komünist toplumda, burjuva mülkiyeti ortadan kalktığı için mal ve hizmetler bu düzende birbirinden ayrılabilir. Böylece herkes ihtiyacına göre olabildiğince memnun edilmiş olur.
Marks iktisadi görüşlerine üst yapıyı da katarak, üst yapıyı üretim ilişkilerinin belirlediğini söyler ve bu bağlamda insanın dini ve dolayısıyla Allah’ı kendisinin yarattığını iddia eder. Bu yönüyle bakıldığında bir dinsizlik projesi olarak karşımıza çıkar. Bu ise insanda var olan üstün bir güce inanma ihtiyacına aykırı olarak kabul edilir. Yani Marks’ın görüşlerinin bir artı değer kavramından yola çıkması, bir insanın deneme yanılma ya da düşünerek bazı şeyleri tesbit edebileceğini göstermekte fakat vardığı nokta bir aşırılık, hasedden gelen ütopik bir mutlak adalete varma isteği, insanda varolan fitri özellikleri inkar ederek temelsiz bir ilişkiler bütününde toplumu boğmuştur. Zaten sonuç da 70 yılda iflas etmiştir. Fakat milyonlarca insanı da inancından etmiş ve ateizmin kucağına itmiştir.
G) ARTI DEĞER KAVRAMI
Artı-değer kavramı Marks’tan önce keşfedilmiş ve zaten kullanılan bir kavramdır. Genel anlamda, gerekli-zorunlu olandan daha fazlasının üretilmesi anlamındadır. Klasik İktisatçılar olarak bilinen Adam Smith ve David Ricardo gibi isimlerde bu kavramın kullanımda olduğu görülür. Ancak Marx’a gelindiğinde, bütün klasik iktisadın kavramlarına yapıldığı gibi bu kavramda da tamamen başka bir yol izlenmeye başlandığı görülür. Nitekim Marks, bu Klasik İktisatcılara olan borcunu reddetmemekle birlikte onların neden ve nasıl burjuva düşünüş biçimi içinde kaldıklarını açıklar ve buna bağlı olarak ekonomi-politiğin kapitalist sistemin bir ögesi olarak kaldığını belirtir.
Marx’a göre, kapitalist ekonominin temel düzenleyici ilkesi, “emek-deger yasası“dır; bunun anlamı ise, toplumun temelini oluşturan ögenin canlı emek gücü olmasıdır. Artı-değer burada, başkaları tarafından el konulmak üzere, emek gücünün gerekli-zorunlu-ürünün ötesinde, belirli bir ücret ile satın alınarak fazla üretim yapmasıdır. İşçi, belli bir ücret karşılığında, emek gücünü satabiliyor olmak için, artı-ürün ya da artı-değer üretmek durumundadır.
İşçiye, yalnızca yaşaması (çünkü ertesi gün yine çalışacak birine ihtiyaç vardır) için gerekli olan ürün verilir, artı-değere ise elkonulur. Dolayısıyla, artı-değerin nasil üretildiği, kimler tarafından nasıl el konulduğu, ve sonra neye dönüştüğü meselesi, belli bir anda belirli bir toplumsal yapının niteliğini gösterir.
Gerekli olan ürün ya da üretimin fazlası anlamında artı-değer kavramı, Marks’ın bu ekonomi-politik elestirişinin ana noktalarından birisidir.
H) İSLAM EKONOMİSİ
İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaati olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.
İşte İslâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.
İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getirilmistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:
a) Vahiyle gelen İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.
b) İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.
Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.(Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191)
c) Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun (1332-1406 Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.) devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.
Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.
d)İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmıştır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir. Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.
İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)
e) Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.
Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”(Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556)
İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,( [1] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.) yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.
f) İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.
g) Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.
h) Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.
i) İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.
k) islamın ekeonomideki insan davranışları tamamen ayet ve hadislerle desteklenen islam ahlakına dayanır. Bu ahlakın gerçekleşmesi için namaz, ve zekat temel unsurlardır. Allah korkusu ve kul hakkı esası asıl mihenk taşını oluşturur. Dengelerdeki bozulmalarda devletin
müdahalesi de sözkonusu olabilir.
l) İslam toplumunda zengin ve fakir ayrımı vardır. Allah’ü Teala insanlara birbirine iş gördürebilmek için bu farklılıkların varlığını kabul eder ancak sermaye sahiblerinin artı bir değer kazandıkları fikrinden hareketle bu farkın zekat olarak fakirin hakkı şeklinde belirleme yapar ve ona ayağında ödenmesini zengine şart koşar.
I) GENEL DEĞERLENDİRME VE ZEKAT
Yukarıda görüleceği üzere toplumlar ilk olarak ilkel ve geleneksel üretim ve toplum yapılarından gelişerek bu günkü ikili komünizm ve kapitalizm olan sistemlere kadar dayanmıştır. Bunlardan mülkiyeti kişiselden ortak mülkiyete ve merkezi planlamaya getiren kominizm, en büyük temsilcisinin (Sovyetlerin) özellikle verimsizlik nedeniyle çökmesiyle büyük darbe yemiştir. Ancak 70 yıl dayanabilen bu sistem insan tabiatındaki çalışmanın temel müşevviklerinden olan mülk edinme esasını ortadan kaldırması, insanın tembelleşmesi veya verimsizleşmesi ile sonuçlanmış, ihtiyaçların merkezi olarak planlanması ise bir ekonomide sürekli olarak dengesizlikler yaratmıştır. Prim esasına dayanan fabrika üretimlerinde primin miktara göre ayarlanması kolay üretilen örneğin büyük boy çivilerin üretimini, sayıya göre ayarlanması küçük boy çivilerin sınırsız üretimini ve atıl stokları gündeme getirmiştir. Talebe dayanmayan bu durum, zamanla merkezden artık yönetilemez hale gelmiştir. İnsanlar sahibi olmadıkları bir işi, nasıl olsa alacağı maaş değişmeyeceği için umursamamış ve verimlilikleri çok aşağılara inmiş ve gayri safi hasıla düşmüştür.
Komünizmin felsefesinde bulunan üretim ilişkilerinin üst yapıyı belirlediği savı, uç noktada Allah’ı da insanın yarattığı fikrine götürmüş ve insanın tabiatında var olan üstün bir güce inanma isteği de karşılanamamıştır. Genel olarak insanlar bu sistemden memnun olmamışlar, ancak sisteme itiraz eden milyonlarca insan Lenin ve Stalin dönemlerinde öldürülmüşlerdir. Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçışların temelinde de bu memnuniyetsizlik vardır ve Berlin Duvarının yıkılmasıyla sistemin çöküşü tescillenmiştir. Bazı cumhuriyetlerin ayrılması da herşeye rağmen ırki özelliklerin korunduğunu göstermektedir. Bu özellik de siyasi bir çöküş olarak parçalanma şeklinde kendini göstermiştir. Hırıstiyanlık ve müslümanlık da yavaş yavaş parlamaya başlamış olmakla beraber misyonerlerin yanlış olan Hırıstiyanlığı yaymaktaki gayretleri onbinlerce misyonerle had safhaya ulaşmış ve bugün müslüman olan bir Türk veya Kazak iki ay sonra Hırıstiyan oldum diyebilmektedir. Müslümanların gerek devlet olarak ve gerekse fert olarak pek bir şey yaptıklarından sözetmek mümkün değildir. Kısmen sivil toplum kuruluşu olarak cemaatlerin yurt ve okul çalışmalarından bahsedebiliriz.
Komünizmi insan tabiatı yönünden incelersek, 18. yüzyılda sanayi devriminin had safhaya ulaştığı, işcilerin bu gelişmeden fazla bir pay alamadığı ve kötü çalışma ve hayat şartları ve düşük ücretlerin verildiği bir döneme rastlaması, bir tepki olarak oluştuğunu, bir diğer adla da “HASET” duygusunun öne çıktığı görülür. Ancak bu haset duygusu olduğu yerde kalmamış, kuramsal felsefesini oluşturan Yahudi Karl Marks, yine bir Yahudi olup M. S. 325 yılında İznik Konseyinde İsa’yı ilahlaştırıp insanları şirke düşüren Pavlus gibi, üretim ilişkileri üst yapıyı belirledi, Allah’ı da insan yarattı diyerek milyonlarca insanı ateizmin kucağına itmiştir.
Sovyetler Birliğinin yıkılması, temelde, İran gibi dini bir karşı çıkış şeklinde olmamış, insanlar mideleri doymadığı için verimsizliklerini ortaya koyarak pasif bir direniş yapmış sayılabilirler. Bu da ahlakın, midenin doymasından sonra olabileceğini göstermesi açısından ilginç bir gelişmedir. Türkiye’de de esnaf ilk defa yaklaşık onbeş sene önce meydana gelen ekonomik kriz nedeniyle, yani mideleri için yürüyüş yapmışlardır. Halbuki İslam temelde vahiy için cihadı emreder. Bu yüzden insanların inanışlarında cennet sevgisi ve cehennem korkusu için iman ettiklerini söylemek pek de yanlış olmaz. İnsanların, Allah’ın emrinin üstün tutulması diye bir sorunu yoktur. Hayır yaparken bile ahirette alacağı karşılığı düşünür. Böylesine menfaate dayalı bir din anlayışı toplumun uyuştuğunun da bir göstergesidir. Tarihte İmamlar, saltanatın İslam’a uygun olmadığını söyleyerek, İslam hukuku için canlarını vermişlerdir. İmam-ı Azam da bunların başında gelir. Tarihte dinlere ilk inananlar da ilginç bir şekilde fakirler olmuşlardır. İlahi dinler, çünkü adalet getirirler ve o adalete en çok ihtiyacı olanlar da fakirler ve ezilmişlerdir.
Yukarıda belirttiğimiz üzere İslam, özel mülkiyeti kabul eder. Ancak asıl mülkün sahibi Allah’tır. O zaman geriye mülkiyetin, emanet olarak yani zilyed olarak kullanılması kalmaktadır. Her ne kadar tapuda adınıza bir gayrimenkul tescil ettirmeniz mümkünse de bunu emanet olarak bilmek ve tasarrufunda istediğiniz gibi hareket etme imkanınız yoktur. En yararlı bir şekilde israf etmeden kullanmak ve zekatını vermek zorundasınız. Bu malda, elbisede, ev eşyasında, arabada hatta oğullarda da böyledir. Emanet ve koruma görevi. İsraftan uzak bir sorumluluk. Bu bilinci ilimle bütünleşmiş bir iman ve salih ameller kavi hale getirebilir.
İslam’da üretim araçlarındaki bu mülkiyetin getirdiği üstünlük, ya da iktisadi adıyla artı değerin, zekat olarak fakire bir hak olarak iade edilmesi zorunluluğu, esasta sermaye gücünün bir üstünlüğünün kabulü anlamına gelir. İşte bunu İslam artı değer olarak tanımlamaz fakat bunu bir hak olarak nitelemesi aynı anlama gelir. Karşı taraf işci olarak gözükse de asıl ihtiyaç sahibi fakirdir ve asgari ücretli bir işciye de bugün zekat verilebilir. Bununla Allah’ın insanları bilerek farklı kabiliyet ve özellikte yaratması ile dünya işlerini birbirine gördürmeye çalışması bir zorunluluk olmakla bereber, sonuçta fakirliği de beraberinde getirir. Fakat buna ilişkin kesin çözümü de yine kendisi zekat olarak emreder, şartlarını özellikle kime verileceğini belirler ve mecbur tutar, dünyalık ve ahiretlik cezalarla uymaya zorlar. İslam’da zekat dikkatle incelendiğinde fakirliği geçici olarak geçiştirme amacında olmadığı, tam tersine fakiri üretir hale getirmeyi amaçladığı görülecektir. Belli bir deve sayısının zekatı verilirken bir dişi deve vermeyi şart koşması, onun sütünden de yararlanma ve doğurganlığından istifade ettirmeyi amaçlar.
Liberalizm ya da bir diğer adıyla kapitalizm, yukarıda uzun uzun bahsedildiği üzere özel mülkiyeti kabul eder fakat buna bir sınırlama getirmez. Kişinin “benim” demesi kendinde var olan menfaat ve sahiblenme duygusunu körükler ve ihtiyaç duyulan verimliliğin de kaynağı olur esasında. Fakat bu duygu frenlenmezse rekabetin öngörüldüğü piyasa şartlarının da olumsuz olması durumunda işçilerin aleyhine, hatta fiatların belirlenmesinde bütün toplumun aleyhine bir hal alabilir. Yani hakem görmezse ortamda müsaitse serbest. Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de önceki yıllarda küçük beyaz kare fayanslar maliyetinin dokuz katı fiatına satılmıştır. Fayanscılar bu sayede kazançlarını ona yüze katlamışlardır. Sermaye sahibleri paranın verdiği hakimiyet gücü ile siyaseti de etkileyerek yasaları kendi lehlerine çıkarmakta ve daha da haksız bir düzen kurmaktadırlar. Demokrasi de halkın kendi kendini parlementerler aracılığı ile yönetimi olmasına rağmen, onlar belli kesimlerin dalkavukları olarak parlementoya girmekte ve hukukun ustünlüğü kenarda kalmakta ve siyasi partiler yoluyla toplum birbirine düşman kamplara ayrılmaktadır.
Kalkınmanın sermaye birikimi ile olabileceği fikri bir devlet politikası olarak yerleşmekte ve zengin daha da zengin yapılmaya çalışılmaktadır. Halbuki İslam haksızlık noktasında adaletten yana bir tavır alır ve zenginin kayırılmasına karşı çıkarak, üretim kadar hakça bölüşümü de savunur. Hakça bölüşüm, temelde fakirin harcama oranının yüksekliği nedeniyle alım gücü olarak ortaya çıkar ve ticari canlılığı da beraberinde getirir. Üretimin %90’ı bugün KOBİ’ler tarafından sağlanmaktadır. İlla büyük sermaye oluşturulmak isteniyorsa borsaya açılmış ortaklıklar şeklinde sermayenin tabana yayılmasının yolları denenmelidir. Japonların SONY firması böyle bir kuruluştur. Büyük şirket kuruluşuna devlet de öncülük edebilir ve zamanla bunu halka açabilir.
Kamu harcamaları için vergi kanunları vardır fakat teşvik anlaşılabilir bir şey olmasına rağmen optimal faydadan ziyade israf noktasına kadar gider ve haksız bir sermaye birikimi de sağlar. Bir taraftan özelleştirme yapılırken diğer taraftan bunun ücreti kredi olarak devlet tarafından ilgili özel kişi yada kuruluşun diğer cebine verilir.
İşte İslam, sermayenin ona üstünlük sağlayan artı değerini ondan alıp, yanında daha zayıf olan işçi ve fakir kesimlere aktararak hem onları korumak, hem tükettirerek yine zenginlerin mallarının alımını sağlamak, kişisel olarak da veren kişiyi cimrilik gibi bir hastalıktan koruyarak toplumsal yardımlaşma ve dayanışma fikri ile fakirdeki kin ve haset duygusu ile zengindeki hırs duygusunu törpülemek ve böylece toplumsal barış ve huzuru sağlıyarak bir çok amacı birlikte gerçekleştirmek ister.
İslam bu arada şehirlinin köylüyü yolda karşılamasını yasaklamasıyla da (hadis) borsayı işaret eder.
Bir malı aldığında onu teslim almadan satma diyerek (hadis) hem riski bertaraf eder ve hem de düzenli bir alışverişi öğütler.
Faizi yasaklayarak riskin tek kişide kalmasını ortadan kaldırarak, riski kullanana değil sermaye sahibine yükler ve ortaklıklara önem verir. Parası olup bilgisi olmayanla, bilgili müteşebbisi %80 sermaye, %20 emek şeklinde mudaraba ortaklığı olarak bir araya getirir, bu yolla kredi sağlar ve ticari hayatı canlandırır.
Zaten zekat, temelde üzerinden bir yıl geçme şartı getirerek iktisadi kıymetlerin atıl kalmasını cezalandırır ve onları ekonomiye katılmaya, bir şeyler yapmaya zorlar. Ayette yetimlerin mallarını dürüstlükle çalıştırın buyrulmuştur. Şayet olduğu gibi kalırsa her yıl %2,5 eriyecektir.
Faizin yasak olması aynı zamanda para arzı ile talebi arasında da bir denge kurar. Çünkü kimse sizin elinize para tutuşturmaz. Sadece mal veya makine alacaksanız bu vadeli olarak bankalarca karşılanabilir. Dolayısıyla talep fazlalığı aşırı likidite olmayacağı için enflasyon da olmaz. İslam’da para bir mübadele aracıdır, meta değildir. Meta olduğu zaman kirası sözkonusu olur ki yasak olan da budur ve adı faizdir. Ayrıca faizin yasak olması ve teslim almadan satış yapılamaması, bugün borsalarda açıktan mal alma ve satma olarak nitelenen hayali satışları da engeller. Çünkü faizle verilen fazla krediler ve açıktan satışlar bir likidite fazlası ve suni talep meydana getirir ve fiatların manupile edilmesine yani suni fiat artışlarına yol açar. Batı’nın 2008 krizi bir likit sorunundan kaynaklanmıştır. Onlar bu durumu, “Kumarhane Kapitalizmi” olarak değerlendirerek bir özeleştiri de yapmaktadırlar. Almanya buna önlem olarak açıktan satışları yasakladı ve askeri ve bürokratik harcamaları = israfı disiplin altına aldı. Bu aslında deneme yanılma yoluyla bir devletin İslami bir tedbiri uygulaması anlamına gelir. İşte birilerinin, hem siyasilerin ve hem de ilim adamlarının, yazarların bunu çıkıp söylemesi gerekiyor!
Aslında kapitalizm sürekli kriz geçirmektedir. Faturası da çalışanlara ve devlet yoluyla tüm vergi mükelleflerine yüklenmektedir. Alternatif artık İslam’dır. Fakat onun inanç sistemini de içermesi işi din noktasına getirmekte ve makamını kaybedeceğini düşünen kardinaller, papazlar bu işe engel olmaktadırlar. İslam, ilimde kendini kanıtladığı gibi (bing beng teorisi) ekonomide de kanıtlayacaktır. İşletmeler ya da patronlar artık işçilerine servetini dağıtarak onların kin tutmadan daha verimli çalışmasını sağlamanın yollarını aramaktadırlar.
Bu arada Marks’ın iddia ettiği işçinin ürettiği artı değere, ona sadece yarın tekrar gelebilmesi için asgari bir tutarın verilip geri kalanına el konulduğu ifadesine İslam ne cevap verebilir acaba?
İslam’da işcinin hakkının alnının teri kurumadan verilmesi gerektiği hadislerde ifade edilir. Burada hem bir zamanlama ile işçinin zaruri ihtiyacının bir an önce karşılanması ve hem de miktarı üzerinde bir haktan sözedilmektedir. Ancak hakkın ne olduğu konusunda bir hadisi şerife rastladık bunu alıyoruz (yukarıda D) e) bölümünde mevcuttur):
“Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)
İşci ücreti konusundaki bu hadis bir işçi ücretinin ne olması gerektiği konusunda bir fikir vermektedir. Bugün uygulanan asgari ücretle bu faydaların hepsinin sağlanabilmesi hemen hemen imakansızdır. Bu yüzden bir işletmenin bilançosu değerlendirilirken yalnızca kar hanesine bakılmamalı, çalıştırdığı işçinin evlenmesi halinde hatırı sayılır bir yardımı yapabilmeli, ev almasında işçi koopertif parasını ödeyebilmelidir. Yani şu kadar kişiye iş vermek ve üretimle şu ihtiyacı karşılıyoruz diyerek toplumsal faydayı öne çıkarabilmek de başarılar arasına dahil edilmelidir. Bugün bu ücreti bürokrasi kendi çıkarını kollayarak almakta ve onlar da alsın denildiğinde “benim okumam nereye gidecek” diyerek yaklaşık da olsa bir eşitliği kabul etmemektedir. Halbuki fiziki ihtiyaçlar bellidir ve üç aşağı beş yukarı eşittir. İşte burada da yani yönetimde din ve ahlak (özellikle adalet) gerekli olmakta ve kişinin yüreği başkası için, hizmet için çarpabilmelidir.
Batı’da işçi sınıfı ücretin belirlenmesinde grev ve lokavt esaslı çatışma esasını esas almıştır. Fakat İslam toplumlarında işçi sınıfının olmaması bu çatışma ortamını tam olarak oluşturamamış, fakat din, devlete ve işverene işçi hakkının ödenmesini bir uzlaşı olarak şart koşmuştur. Yeni anayasa değişikliklerine bu konuda bazı maddelerin konulması eksik de olsa olumlu bir gelişme olarak algılanmalıdır. Ne devlet ne de özel sektör dinin tam içinde olmadığı için mecburen Batının çatışma esasına yönelinmektedir. İslam’da ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız prensibi hatırlanıldığında çatışma esası şimdilik çıkar bir yol olarak kanaatimizce pek de aykırı bir yol olarak görünmemektedir.
İ) SONUÇ
Fikirlerin serbest ortamlarda çarpışması halinde ayak bağlarından kurtulan aklı selim, çarpışan fikirlerden sağlam temellere oturanı, bir başka deyişle fıtrata uygun olanı tercih edecektir.
Her krizden bir İslami tedbirin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Fakat İslam’ın kendine has bir iktisadi ve ahlak nizamının olması, onu kendi şartlarında düşünmeye mecbur eder. Bu yüzden ana mihenk taşlarında biz bir kıyaslama yaparak da olsa temelde İslam’ı tevhidden sonra adalet ve ahlak üzerine oturtarak bir değerlendirme yapmaya çalıştık ve diğer sistemlere olan üstünlüğünü kanıtladık. Kapitalizmi hırsın galibiyeti, komünizmi ise hasedin galibiyeti olarak gören görüşü çok yerinde bularak katıldık[1]. Ancak ikisi de zaten İslam’da yasaklanan şeyler olduğu gibi temelde insan fıtratına uymadıklarını, birinin ifrata diğerinin de tefrite yol açtığını ortaya koyduk. Ancak iktisadın felsefi boyutunda dinin de olması, işi din boyutuna getirmektedir. Krizlerden İslam’ın çıkması, siyasiler ve ilim adamları ve yazarlar tarafından da dile getirilmelidir. Din değiştirmede ayak bağı olarak ırk, dini yöneticiler- papazlar, kardinaller- ana babalar ve onların etkisinden gelen din anlayışı bir türlü aşılamamaktadır. Fakat gene de İslam zamanla hem iktisadi sistem olarak hem sosyal bir barış fikri olarak kendini kanıtlayacak ve insanların hem dünya ve hem de ahiret kurtuluşuna vesile olacaktır. Bunun için de bir müslümanın imanının içini iyi doldurması, yaşaması, ve iddia etmesi yani cihad etmesi, kalemiyle, basınıyla, parasal yardımıyla v.s. gerekir. Üstün olan tevhid olmalıdır. Maddi ve manevi mutluluk ise sonra gelecektir eminiz.
Zekat, İslam’da fakirliği kökten ortadan kaldırmaya yönelik toplumsal bir barış projesidir. Dünya ve ahiret sevap ve cezalarıyla desteklenmekte ve büyük önem verilmektedir. Hikmetinin iyi anlaşılması buna itaati de kolaylaştıracaktır eminiz. Biz ise Cenab-ı Allah’ın emirlerinin hikmetini öğrenir ve ona aşık oluruz zaten. Çünkü tam teslim olmuşuzdur. Allah’a teslim olan Allah dışında her şeyden hür olur, hürriyetini kazanır, fakat Allah dışında başka şeyleri seven herşeye kul köle olur, esir olur ve hürriyeti kalmamıştır, herşeyden korkar kale gelir.
Hürriyet güzel şey.