ahilik,ahi,ahi evran,islam,aşıkpaşa,kırşehir,ahmedi gülşehri,selçuklu,osmanlı,insan,güzel ahlak
Sevgili Okurlar,
Başıma gelenleri sormayın. Dil konusunu biraz kaşıyınca başıma neler geldi neler. İşbirlikçi, hain v.s. Büyük iltifatlar bunlar. Zevkle dinledim.
Bizlerin inançlı bir ilim adamı olarak hür fikirli, herkesi kucaklayan insanlar olmamız beklenmelidir. Toplumun bir kesimini ikinci sınıf vatandaş olarak göremeyiz. Bizler her fikri tartışmaya açmaktan da korkmayız. Bizim demokratlığımızı korkularımız belirlemez. İnanç ve adaletimiz belirler. Aklı selimimizi en üst düzeyde tutamazsak sizlere nasıl yol ve yön gösterebiliriz?
Bizim de sizler gibi bu ülkeyi sevdiğimizden şüphe edilmemesi gerekir. Sadece önerdiğimiz yöntemler değişiktir. Ben başka türlü sevebilirim. Kimisi döverek sever, kimisi söverek. Bir çocuğu kucağınızda da tutabilirsiniz, elinden tutarak da yürüyebilirsiniz. Siz sürekli kucağımda dursun ve bağırmasın diyorsunuz. Halbuki o sıkılıyor. Oysa ben; o sıkılmıştır, bırak biraz gezsin dolaşsın gene gelir diyorum, o kadar. Önemli olan maneviyatta bağlı olmak yani sevgi, kabul ve senin caydırıcı gücün etkisiyle bağlı olmaktır. İnsan ve toplumun sosyolojik yapısını tanımayanın, artık korkuları devrededir. Lütfen şuraya bakın:
Osmanlı Örneği
Osmanlı, emrindeki bütün memleket halklarını din, dil, ırk, kültür, hatta hukukun alt bölümlerinde serbest bıraktı. “Mecelle” alt hukukta bazı serbestiyetler tanımıştı. Makul bir vergi ile adaleti tam uyguladı ve vali tayin etti o kadar. Ama güçlüydü. O korkutuyordu. Gelişmiş olduğu dönemde kırk beylerbeyliği vardı. Üç kıtada at koşturuyordu. 16. ve 17. yüzyıllarda ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı (ve 1553′te Fas kıyıları’na) doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi‘ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna‘nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen‘e kadar uzanıyordu.
İnişli çıkışlı da olsa bu hakimiyet, altı yüz sene sürdü. İşte bu serbestiyetler, düşük vergi ve adalet olmasa idi bu kadar halkları bir arada tutabilir miydi? Ne zaman ki, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ulus devletler ortaya çıktı, halklar uyandılar, o zaman artık tutamaz oldu. Doğal sınırlara ulaşmış ve halkı da bozulmuştu. İbni Haldun: “ülkeler canlı organizmalar gibidirler, doğar gelişir ve ölürler” der. Kuran’da da “her ümmete bir ömür biçildiği” belirtilir.
Biz Osmanlı’yı körü körüne taklit edelim demiyoruz. Aklı selimi tecrübeye vuruyor, sorguluyor ve bir yararlı sonuç elde etmeye çalışıyoruz.
Her lisan ilahidir, Allah vergisidir. İcat değil, vahyen verilmiştir.
Dil bir ülkeyi millet yapan temel iletişim unsurudur. Halk bütün kültürünü ona yükler. Onunla gelecek nesillerine birikimlerini aktarır. Hz. Adem a.s. yaklaşık bin lisan bilirdi ve bunu bütün çocuklarına bunları ayrı ayrı öğretti. Yani lisan, insanların birilerinin bir vadide değerlerinin diğer vadide önce işaretle sonra bazı simgelerle sonra da seslere yükledikleri anlamla oluşturdukları bir kültür değildir. Bu materyalist bir görüştür. Bunu kabul edemeyiz. Alak suresinin ilk beş ayetini iyi incelemek gerekir. “Allah insana bilmediğini öğretti” ayeti çerçevesinde bunu düşünmeli. Rahman suresinde ise “Allah insana konuşmayı (beyanı) öğretti” buyurdu. Bu ne demek?Lisansız bir konuşma olabilir mi?
Kültür değişmelerinde asla devrim yapılamaz.
Cumhuriyetin hedeflerinden biri de Osmanlı’dan gelen Türk – İslam sentezini inkar edip, onu Batı medeniyetine katmaktı. Yani özneden nesneye. Geçmişle bağların kesilmesi için dil öylesine bir hızla değiştirildi ki dede – baba – torun birbirinden koptu ve geçmiş geleceğe bir şey veremez oldu ve arabesk bir toplum ortaya çıktı. Bunun gerekçesi ise “hakiki Türkçe’ye dönüyoruz” gibi yaldızlı fakat ülkeyi, halkı nereye götüreceği bilinmeyen bir slogandı. Duygusal Arapça düşmanlığı Türkçe’yi kısırlaştırdı. Şimdi ise, lisanımızı batı kelimeleri işgal ediyor, değişen ne?
Benzer bir durum Çin’de de yaşandı. Mao kültürel bir devrimle seküler bir konfüçyüzmi (neo konfüçyizm) uygulamak istedi fakat başarılı olamadı. Çünkü çok güçlü ve oturmuş bir medeniyetleri vardı. Halk havza şeklinde medeniyetlerini devam ettirmiştir. Kendi medeniyetlerinin disiplini ile kapitalizmin ekonomik artılarını birleştirerek dünya ekonomisinde ciddi şekilde küresel bir özne oluşturdu.
Kendi kültürlerini koruyarak Batı’nın ekonomik kurallarını alıp kullanan Çin’in başarısını biz ülke olarak gösteremedik. Ülkemizin bunu aşamamasında kültürel olarak tercihlerini yanlış kullanmasının rolü vardır.
Dinin Demokratlığı
Hz. Peygamber’in 622 yılında en rahat ve güçlü olduğu bir dönemde, zorlamayla değil, serbest iradeyle; Yahudiler, paganlar ve Müslümanlar arasında yaptığı ilk yazılı anayasa kabul edilen “Medine Sözleşmesi” ile 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin konu ile ilgili sadece bir kaç boyutuna sosyolojik olarak değiniyoruz:
Makul kelimesi Medine Sözleşmesi’nde çok geçer ve bir uzlaşıyı ifade eder. Ben bu kelimeyi çok severim. İyi bir rehberdir, kişiyi dayatmadan, adalete getirir.
Medine Sözleşmesi Çok Hukuklu Sistemin Temellerini Atıyor
Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, farklı hukuklara ve inançlara saygı göstermektedir. “Herkesin dini kendisine” algısıyla farklı dindeki insanlara empati yapılmaktadır. Medine Sözleşmesinde “Benim gibi yaşayacaksın, benim gibi düşünmeyen tehdittir” yorumlaması görülmez. İnsan Hakları Beyannamesinde bile bu husus bu kadar açık ifade edilmemektedir.
Medine Sözleşmesi Tek Tip İnsana Karşı Çıkıyor
Geleneksel hukuklara ve geleneksel birikimlere saygı gösterildi. Bu kural da bize Medine Sözleşmesinin tek tip hukuk ve tek tip insan oluşturma çabasının olmadığını gösterir. Her kavmi olduğu gibi kabul etmekte ama bir kamu düzenini oluşturmayı hedeflemektedir.
“Genel düzeni bozmadığı sürece herkes kendi içersinde özgür hareket edebilir” anlayışının bu sözleşmede bulunması, çağının çok ötesinde bir anlaşma ve vahiy kaynaklı olduğuna delil olarak gösterilebilir.
Başka bir maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri kendilerine” şeklinde açıklama vardır. Bu madde de çağın çok ilerisinde bir yaklaşımdır. Kendinden olmayanı düşman ve tehdit olarak gören ve yok etmeye çalışan, tek tip insan yetiştiren kültür, 20. yüzyılın ideolojisidir.
20 Yüzyılda Tek Tip Kişilik
Hangtinton’un kültürler savaşı teorisine göre batı medeniyeti üstün ırk, diğerleri ise değişip batıya benzemesi gereken ötekiler olarak kabul edilir. Beyaz Anglo Sakson Protestan (WASP) ırk özne olmuş, dünya da özne olmayı terk edip nesne olmuştur. Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir.
Cumhuriyetin başında kendi kültürel benliğini bırakan Türk milleti özne olmaktan vazgeçerek batıya nesne olan ve onu taklit eden kültür haline geldi. Devletin resmî ideolojisi, “batı kültürüne benzemek modernliktir; benzememek gericiliktir” tarzında sunuldu. Fakat bu kimlik halkla doku uyuşmazlığı yaşadığı için toplum kabul etmemiştir. Bir tarafı doğu diğer tarafı batı olan karışık bir kimlik.? Bu durum kültür politikalarında devrim olmayacağını gösterdi. Bu günkü sıkıntıların kaynağı bunlardır.
SONUÇ
Din, dilin Molla Kasım’ıdır.
Hürriyetler adaleti, adalet de bağlılığı getirir, geri döner. İşte huzur ve barışı, demokratlığı yine din öneriyor. Bu;Üzerinde düşünülmesi gereken bir “makuliyet” olmalıdır.
Demokratlığınızın sınırını korkularınız mı belirliyor?
Yoksa inanç ve adalet aşkınız mı?
İşte bu, sizin hem insanlığınızın ölçüsü, ve hem de imanınızın ölçüsü olacaktır.
Meydan sizin!..