ahilik,ahi,ahi evran,islam,aşıkpaşa,kırşehir,ahmedi gülşehri,selçuklu,osmanlı,insan,güzel ahlak
SEVGİ DİLLERİ
Sevgi, evliliği ayakta tutan temel duygulardan biridir. Eşlerin birbirlerine sevgi duymadığı evlilikler, ya sağlıklı yürümez ya da biter. Evlilikte sevginin olması kadar, eşler arası iletişimde karşılıklı olarak ifade edilmesi ve her iki tarafında da buna algılaması da önemlidir. Çünkü bütün duygular gibi sevginin de ifade edilişi ve algılanması kişilerin karakterine, kişiliğine, alışkanlıklarına, yetiştirilme tarzına vs. bağlıdır. Kısacası sevginin de kişiden kişiye değişen dilleri, renkleri vardır. Sevginin ve sevgi dillerinin tohumları küçük yaşlarda atıldığı için, çocuğa sevginin ve sevgiyi ifade etmenin de öğretilmesi gerekir.
Yapılan bir araştırmada, mutlu evliliklerin üç özelliği tespit edilmiştir. Bunlardan biri beraber zaman geçirmek, diğeri takdir, yani onay sözcüklerini yeterli düzeyde kullanmak, üçüncüsü ise hizmet davranışıdır. Hizmet davranışına kadının, erkeğin bir ihtiyacını görmesini ya da erkeğin hasta olduğunda eşiyle ilgilenmesini örnek verebiliriz. Araştırmada çıkan üç ortak sonuç da, bir biçimde sevgiyi ifade etme dilidir.
Bir insanın, kendisine gösterilen sevgiyi algılayıp algılamadığını da, sevgi dili belirler. Mesela sevgi dili hediye almak olan bir kadın, eşine sevgisini ifade etmek için ona hediye alır. Erkek ise eşini sevdiği halde ona hediye almazsa, kadın sevilmediğini zanneder. Aynı kadın, aslında eşinin sevgi ifadesi olan onay sözcüklerini ise, iltifat olarak değerlendirebilir. Annesi babası tarafından dokunularak sevilen bir kişi, evlendiğinde fiziksel temasla sevilmeyi ister. Bu onun sevgi dilidir.
Şheaksper’in bir diyoloğu şöyledir “Kocam beni seviyor mu?” sorusunun cevabı, “Senin için yaptığı fedakârlıklara bak” şeklindedir = sevgi dili. Eşler sadece eşinin kullanacağı bir hediye alarak, hem kendinden hem de hediyenin fonksiyonelliğinden fedakârlık yaparak sevgisini gösterebilmelidir.
Eşinizle sizin sevgi dilleriniz farklıysa…
Karşı tarafın sevgi dili, fiziksel temas, hediyeleşmek, beraber zaman geçirmek, açık iletişim kurmak vs’den hangisiyse o dili fark ederek, o yoldan ilerlemek gerekir. Seni seviyorum’la sonuç alamayan eş b planına geçmelidir. Evlilik yüz kapılı saray gibidir, biri kapalıysa diğerleri mutlaka denenmelidir. Sevgi bazan sözle ifade edilemiyorsa davranışlardan çıkarsama yapılmalıdır.
Sevgi beyinsel bir ihtiyaçtır
Sevgiyi yaşama biçimi, kadın ve erkek fıtratına göre değişir. Erkek sevgisini cinsellikle birlikte yaşamak isterken, kadın cinsellikten ziyade göz temasına ya da fiziksel temasa öncelik verir. Erkeğin, cinsellik olmadan eşine sarılarak yatması, onunla göz teması kurması, “seni seviyorum” demesi, iltifat etmesi ve güzelliğini övmesi, kadınlar açısından önemli sevgi gösterme biçimleridir ve eşler iletişimde sevginin canlı tutulması için gereklidir. Çünkü insanın fıtratında bulunan sevgi beslenmezse, eşler arasındaki uyum ve iletişim ne kadar sağlıklı olursa olsun, zamanla körelir.
Nasıl ki bedenin giyeceklere ihtiyacı varsa, beynin de duyguları düzenleyen alanlarının sevgiye ihtiyacı vardır. Bu alanlar sevgiyle beslendiği için, sevgi olmadığı zaman beyinde bir boşluk hissi oluşur ve kişi sevilmediğini düşünür. Bu da kişinin yanlış adımlar atmasına, depresif bir ruh haline girmesine ve farklı arayışlara yönelmesine neden olur = duygusal ihmal. Erkek, eşini sevdiği halde ona sürekli ters davranıyor, bağırıp çağırıyorsa kadında sevilmediği şeklinde bir düşünce gelişir. Kadın sevildiğini bilse bile, kaçınılmaz olarak zamanla güvensizlik duymaya başlar.
KISKANÇLIK/GÜVEN/FEDAKÂRLIK
Sevgiden sonra, eşler arası iletişimi etkileyen en önemli duygular kıskançlık, güven ve fedakârlıktır. Bu duyguların iyi yönetilmesi gerekir.
Negatif bir duygu olan kıskançlığı yaşamak utandırıcıdır. Bu yüzden çok kıskanç kişiler, kıskanç olduklarını kabul etmek istemez ve bu duygularını karşı tarafa direkt olarak söyleyemez ve kişi devamlı eşini sorgular. Onun kendisini sevip sevmediğini test eder. Eşiyle arasında açık bir iletişim yoksa kadın, beyninde çeşitli senaryolar yazar ve kendisi de yavaş yavaş bunlara inanır. “Beni eskisi gibi sevmiyor, acaba hayatında başka biri mi var?” gibi düşünceler kadının psikolojisine hâkim olur. Sonuçta kadında eşine karşı güven duygusu zayıflar ve kıskançlık başlar. Böyle durumlarda eşteki ilgi azalmasını güven problemi haline getirmek yanlıştır. Bunun yerine “Eşim benimle eskisi kadar ilgilenmiyor, ilgisinin artması için ne yapmalıyım?” diye düşünerek çözüm yolları aranmalıdır. Karşı tarafın ilgisi yoğunlaştığı zaman sevgi de buna bağlı olarak artmaya başlayacaktır.
Kıskançlığa karşı açık ve net olun
Kıskançlık, eşleri, kardeşleri, arkadaşları birbirine düşüren önemli bir duygudur, ciddiye alınmalı ve akıllıca hareket edilmelidir.
Aşırı kıskanç eşe açık ve net davranmak gerekir. Örneğin, “Ben senin aklından geçen şüpheleri uyandıracak bir insan değilim. Bana güveniyorsan evliliğimiz devam etsin, güvenmiyorsan ayrılalım” şeklinde kararlı ve açık konuşulduğu ve davranıldığı zaman, bu tutum onda güven oluşturur. Yoksa, eşinin kendisine güven duymadığı bir evliliği sürdürmek her gün kızılcık şerbeti içmek gibidir.
Çatışmaya girmek yerine onunla sakin bir şekilde, ses tonunu yükseltmeden konuşmak gerekir. Kıskanç eşe “Sen beni sorguluyorsun ama bana güvenmiyorsan bunu ispatlaman gerekir” tarzında açık iletişim kurarak yaklaşılmalı ve kıskançlığının neden kaynaklandığı mutlaka öğrenilmelidir.
Kıskançlığın altından bazen cinsel açıdan kendine güvensizlik ve eşini tatmin edememe düşüncesi de çıkabilmektedir. Kişi aslında kendisini zayıf hissettiği için eşinin kendisini aldatacağı düşüncesine kapılarak basit bir mantık hatasıyla ‘eşim beni aldatıyor’ kanaatine gidebilmektedir.
Bir kıskançlığa bir iyilik
Kıskanç eş aslında karşısındakine “Bana önem ver, bana değer ver” mesajını aktarır. Sevgi dolu bir bakış, eşine değer verdiğini gösteren bir hareket, ufak bir hediye, kıskanan eşin kendisini sorgulayarak “Ben haksızlık yapıyorum galiba” diye düşünmesini kolaylaştırır. Yani açık iletişim ve net tavır koymak gibi, iyilik yapmak da kıskançlığı azaltır, inanç sistemimizdeki “Bir kötülük yaptığında zaman hemen arkasından iyilik yap. Kötülüğü gidermenin en güzel yolu budur” anlayışından hareketle yapılacak iyilikler, kıskanç eşin kendisindeki hataları fark etmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla eşlerin birbirlerine verebileceği en büyük hediye güven duygusudur. Güven duygusu ise fedakârlıktan ve sevginin canlı tutmasından beslenir…
Fedakârlığın da ölçüsü olmalı mı?
Fedakârlığın sınırı, fedakârlık yapılan tarafın kişiliğine göre ayarlanmalıdır. Karşımızdaki kişi nankör değilse, ona yapılacak fedakârlıkta sınır koymaya gerek yoktur. Bir kişi nankörse, küstahsa, hep kendi çıkarlarını düşünüyorsa, böyle bir kişiye yapılan fedakârlıkta mecburiyetin dışına çıkılmamalıdır. Çünkü bu kişiler hep kendilerine hayranlık uyandırmak ve almak isterler. Fedakârlık gördükleri zaman, bunu yapan kişiyi küçük ve saf gibi görmeye başlarlar. Böyle kişilere karşı fedakârlığa sınır koymazsak, o kişinin egosunu iyice şişirir ve kendini daha çok beğenmesine neden oluruz. Fakat genede kadın evliliğim devam etsin diye tek taraflı fedakarlığını biraz da çocukları için sürdürmek isteyecektir. Ancak bunlar Allah indinde de karşılığı olan şeylerdir. İnsan namazla almayacağı sevap ve makamı sabrı ile alır. Velilerden Beyazıt’ı Bistami hazretleri namaza dururken hem kendisi hem de cemaat kabe’yi görüp öyle namaza dururlarmış. Bir gün cemaat kabe’yi göremez olmuş. Sormuşlar, hocam ne oldu, bir şey mi var denilince, demiş ki, sormayın, eski bir hanımım vardı bana çok eziyet ediyordu, bende ona sabrediyordum, hem ben hem siz, kabeyi görüyorduk. Fakat şimdi o öldü. Yeni ve genç bir hanım aldım. Her sözümü tutuyor, bana da sabredecek bir şey kalmıyor, bu yüzden kabe de görünmüyor, demiş. Bir canlı örnek de bir akrabam olan eşimin teyzesinin beyi asker emeklisi Metin abiden. Metin abinin babası küçükken vefat eder ve beş kardeş ortada kalırlar. Anneleri büyük bir gayretle bu beş çocuğu büyütür meslek sahibi yapar ve evlendirir. Yaşlı teyze geçtiğimiz yıllarda öldü.aradan birkaç yıl geçince Metin abi rüyasında annesini görür. Rüyasında annesinin saçları up uzun olup yerlerde sürünmektedir ve diğer cennet kadınları onu ziyarete gelmişlerdir. Oğluna der ki, oğlum buraya namazsız gelinmiyor! İşte yetim yetiştirmenin Allah katındaki karşılığı cennettir. Eh, namaz da olursa daha garanti.
İşte dinin sabra teşvik ve mükafatı olmasa evlilikler daha çabuk bitebilir. Günümüzde namaz ve iman noksanlığını, bencillik, kolay elde etme, mücadelesiz hayat sürme isteği, her şeyi hazır bulma, en ufak bir anlaşmazlıklarda kişiyi evliliği kurtarmak için çaba göstermek yerine hemen ayrılmaya götürmektedir. Kolay bulunan kız arkadaşlıkları da çekici olmaktadır. Fakat asıl darbeyi çocuklar yemektedir. Eşimin ilkokulundaki sınıfında 22 öğrenciden 6 sı ayrılma modunda. Eşim şahsi gayretiyle ikisini bir araya getirdi. Diğer öğretmenlerin tavrı şu. Canım sorunlu koca çekilir mi? Ayrılsın gitsin. Toplumun bu affedilmez tavrını anlamak mümkün değil. Din, iki kişi arasını bulmayı sevap saydığı gibi bu konudaki birleştirici bir yalanı da hoş görür.
İş mi aile mi?
Sağlıklı bir aile yapısını bozan unsurlardan biri de, eşlerin iş bayatında hırslı olmasıdır. Çağımızda bireylerin iki önemli hastalığı vardır. Biri bencillik, diğeri de lüks düşkünlüğüdür. Erkekler, kendilerini iş hayatına kaptırıp aileleriyle yeterince ilgilenmeyerek farkında olmadan bencillik yaparlar. Kadınlarda ise her şeyin en iyisine sahip olma hırsı vardır. Tüketimde ve iş hayatında hırs, hem aileyi hem de eşlerin ruh sağlığını olumsuz etkiler.
Hemen her insanda, daha hızlı yaşama, daha mutlu olma, daha iyisini elde etme, başkalarının yapamadığını yapabilme arzusu vardır. Bu eğilim, insanoğlunun her alanda ilerleyebilmesi ve gelişmesi için şarttır. Burada bütün mesele, ölçüyü iyi ayarlamaktır.
Erkeğin önceliklerini şaşırarak, iyi baba, iyi eş ile iyi iş adamı olma arasındaki dengeyi bozması hırs sınırları içerisindedir. Aynı cümleyi kadınlar için de kurabiliriz. İş hayatına odaklanmış bir erkeğin veya kadının önceliklerini iyi belirlemesi gerekir. Eşlerin hedef piramidinin en üst noktasında, var oluş amacına uygun soyut idealleri olmalıdır. Bu idealin altında ise mutlu bir aile hayatı, iş hayatında başarı, insanlara faydalı olma gibi hedefler yer almalıdır.
Kendisini iş hayatına kaptıran kişi, vicdanına sık sık “Birkaç fabrikaya sahip olmak mı önemli yoksa topluma faydalı çocuklar ve gençler yetiştirmek mi?” diye sormalıdır. Ve bilmelidir ki iyi evlat yetiştirmekten daha büyük servet yoktur.
İLETİŞİMİN GÜCÜ / AİLEDE KRİZ YÖNETİMİ
Eşler, birbirleriyle iletişim kuramıyorlarsa ya da sürekli çatışmak bir iletişim içindeyseler, yapmaları gereken ilk şey birbirlerinin iletişim dilini öğrenmektir. Bu da, iki tarafın da “Şu ana kadar uyguladığım iletişim dili başarılı olmadığına göre başka bir alternatif denemeliyim” şeklinde kendini sorgulamasına ve çözüm için kafa yormasına bağlıdır. Eşler hep böyle zihinsel sorgulama içerisinde olurlarsa, doğru iletişim yolunu bulacaklardır. Mesela erkek, ailede güç ve kontrolün kendisinde olduğunu hissetmek ister. Bunun için eşinin kendisine “iyi ki varsın” diyerek yaklaşmasını bekler. Bu duyguyu alamadığı zaman, “güç ve kontrol bende” diyebilmek için sürekli eşini eleştirir. Eşi, eleştirilerinde haksız olduğunu söylediği zaman da, ”bu evde kimse beni ciddiye almıyor” yaklaşımını sergiler. Böyle bir durumda kadın, eşinin eleştirilerine “Haksızlık yapıyorsun eleştirilerin yanlış, sen de söylesin, böylesin” diye karşılık verdikçe, çalışmalı iletişimden kurtulmak mümkün olmaz. Bunun yerine, kadın, iletişim dilini değiştirerek, eşine önem verdiğini hissettirme yoluna giderse, erkek de eleştirilerini azaltacaktır.
Kadın, biraz Hürrem Sultan olmalı
Çatışma ve krizlerde taraflardan birinin biraz alttan alması ve diğer tarafı yönetmesi, yönlendirmesi çok önemlidir. Gerek kültürel yapımız, gerekse aile içindeki rol dağılımı bu konuda fedakârca davranmayı daha ziyade kadına yükler. Siyasi sonuçlarını bir kenara bırakırsak, Hürrem Sultan’ın Kanuni Sultan Süleyman gibi bir padişahı yönlendirebilmesini buna örnek verebiliriz. Bilindiği gibi Kanuni, Hürrem Sultan’dan doğan ve kendisine isyan eden oğullarından birinin idam edilmesine karar verir. Hürrem Sultan, oğlunu kurtarmak için Kanuni’ye “Sen ne biçim babasın, nasıl oğlunu öldürmeyi düşünürsün” demek yerine, “Yüksek ruhlarda kin barınmaz, sen yüksek ruhlu bir insansın, affet oğlunu” der. Kanuni de bu sözlerden etkilenerek oğlunu affeder. Yani Hürrem Sultan, Kanuni’nin olumlu özelliklerini ön plana çıkararak, beklenmedik bir şekilde onun kararını değiştirmeyi başarır.
Akşam sendromu
Tıpkı Hürrem Sultan gibi, eşler evlilikte yaşanan sorunları çözmek için sürekli çatışmaya girmek yerine; karşı tarafın olumsuz özelliklerini bir kenara bırakıp olumlu özelliklerine odaklanmalı ve duygularına hitap etmelidir. Birçok sorunu çözmek için, güzel söz söylemek bile yeterlidir. Çünkü güzel söz, sevgiyi artırır, insanın güzel konuşabilmesi için de önce güzel görmesi gerekir. Güzel gören güzel düşünür ve konuşur, güzel konuşan ise iyi ilişkiler kurar, çevresinde pozitif çekim oluşturur. İslam dininde de karı kocanın birbirine lütufkâr davranması esastır. Yani sadece kadının ya da erkeğin değil, ikisinin de birbirine lütufkâr davranması tavsiye edilir.
Dikkat eğitiminde kullanılan bir söz vardır; “Dur düşün, yap; dur, düşün, konuş.” Bazı insanlar düşünmeden konuşurlar. Önce söyler, sonra düşünürler. Böyle durumlarda karşı tarafın ruhu yaralanır. Ruhu yaralanan kişi sessiz kalmayı tercih eder, kimseyle konuşmaz.
Ailede krizler fırsattır
Çincede ‘kriz’ kelimesinin iki farklı anlamı vardır; tehlike ve fırsat. Bir çatışma yaşayan eşler kendilerine, “Bu bana ne öğretti? Ben nasıl bir hata yaptım da böyle bir çatışma oldu? Çatışmanın tekrarlanmaması için ne yapmalıyım?” gibi sorular sorarak olayı analiz ederlerse, krizi fırsata dönüştürebilirler. Çatışmalardan ders almaya yönelik bu tarz yaklaşımlar evlilik için faydalıdır. Bu yüzden eşlerin, çatışma olduğunda kriz yönetimi uygulamayı öğrenmesi gereklidir.
Kadın-erkek ilişkilerinde bir sorun olduğu zaman, kadın bunun hakkında konuşmayı, sorunları ifade etmeyi ister, erkek ise içine kapanarak düşünmeyi tercih eder.
Kilit nokta: Psikolojik ihtiyaçlar
Kadının önceliği çocuklarını iyi yetiştirmek ya da ev işleriyken, erkeğin önceliği ailenin ihtiyaçlarını karşılamaktır. Her ne kadar evliliğin ilk yıllarında romantik duygular ön planda olduğu için her iki taraf da ilgisini birbirine yöneltse de, çocuk olduktan sonra kadının ilgisi çocuğa, erkeğin ilgisi işine odaklanır. Eşlerin birbirine ilgisi zayıfladığı için, iki taraf da evliliklerinde sevginin azaldığını düşünmeye başlar. Bu da aile içi çatışmaların daha kolay yaşanmasına neden olur.
Evliliğin ilk yıllarından 40′lı yaşlara kadar olan dönemde iş hayatı, erkekler için bir güç ve statü göstergesidir. Erkek çalışarak egosunu tatmin eder. Ancak bir erkeğin mutlu olabilmesi için iş adamı, baba ve eş rollerini yaşaması ve uygulaması gerekir. En ufak bir çatışmada eşine, “Yediğin önünde, yemediğin arkanda, daha ne istiyorsun, sana rahat batıyor” diye yaklaşan bir eş varsa, aslında bu, kadının ve erkeğin psikolojik ihtiyaçlarının çatışmasıdır. Kadının psikolojik ihtiyacı paylaşmaktır. Kadın-erkek ilişkilerinde sorun olduğu zaman, kadın bunun hakkında konuşmayı sorunları ifade etmeyi ister, erkek ise içine kapanarak düşünmeyi tercih eder. Erkek eve geldiği zaman eşine vakit ayırmıyorsa, onunla konuşmuyorsa, kadının psikolojik ihtiyaçlarının farkında değil demektir. Bu durumda kadın duygusal ihmal yaşar, zamanla duygusal travma ve ardından depresif durumlar gelebilir.
Siyaset ve iş hayatında eşle olan ilişki düzeyi önemlidir. Her başarışlı eşin arkasında ona mutluluk veren, onu destekleyen bir eş vardır. İslam’da danışma vardır ve eşlerle de yapılabilir. Hac yapmak isteyen Hz. Muhammed’e müşrikler izin vermemişler, bunun üzerine peygamberin geri dönüşe razı olmasına taraftar olmayan sahabi söz dinlemeyince eşi ona “Ya Rasulüllah sen kurbanını kes ve dön onlar seni takip edeceklerdir” demiş, bunun üzerine sahabi de uymak zorunda kalmıştır. Halk arasındaki eşine sor ve tersini yap anlayışının dinle bir alakası olmayıp tamamen safsatadır.
Danışarak ortak karar almak hem kararın uygulamasını kolaylaştırır, hem de fikrinin sorulması kişiye değer verildiğini gösterir, mutluluk kaynağı olur.
Sevgiyi çekim odağı yapmak
Erkeğin iş adamı rolünü, baba ve eş rollerinin önüne koymasının yanı sıra, ailesiyle vakit geçirmemesi de evlilikte psikolojik ihtiyaçların giderilmesine engel olur ve çatışmaları körükler, işten evine dönen erkeğin, ailesiyle vakit geçirmesini engelleyen en önemli faktörlerden gece geç saatlere kadar dışarıda vakit geçmeye sebep olan kahvehane kültürüdür.
Son yıllarda, televizyonun etkisi ile kahvehane kültürü biraz zayıflasa da, yine de canlılığını korumakta ve birçok erkek, bu alışkanlık yüzünden ailesini ihmal etmektedir. Kahvehane alışkanlığı olan erkeği bundan vazgeçirmek için kadının akıllıca hareket etmesi gerekir. Elbette erkeklerin bazıları sessizliği, yalnızlığı, bazıları ise muhabbeti, sohbeti sever. Kadın, eşinin neyi sevdiğini bilir ve ona göre hareket ederse; örneğin eşine “Sen ne biçim erkeksin, çocuklarınla ilgilen, kahvehaneye gitme” diyerek yüklenmek yerine, evi çekim odağı haline getirmenin yollarını ararsa başarılı olur. Önemli olan karşı tarafta “işim bitsin de bir an evvel evime gidebileyim” duygusunu uyandırabilmektir.
Burada da, kadın ve erkeğin biyolojik yapılarından kaynaklanan psikolojik ihtiyaçlarındaki farklılıklara göre hareket edilmelidir. Araştırmalar gösteriyor ki, kadın eşinin fiziksel güzelliğinden çok evinin güzel olmasını ister ve cinselliği değil de dostluğu arzular. Erkek için ise cinsellik ön plandadır ve ev ortamının fiziki görüntüsünden çok huzurlu bir yuvaya sahip olmak önemlidir, iki taraf da birbirine doğru adımlar atarak, yaradılıştan gelen farklılıkları bir noktada buluşturmayı başarmalıdır. Sürekli şikâyet ve iletişimsizlik, evi çekim merkezi olmaktan çıkarır. Unutmamak gerekir ki, en büyük çekim odağını sevgi oluşturur.
Eşler arasında ortak değerler ne kadar fazla olursa, paylaşım da o kadar sağlıklı olur. Bu nedenle iletişimi canlı tutmak isteyen taraf, eşinin değerlerini öğrenip kendi değerleriyle ortak olanlara odaklanabilir. |
İlgi alanlarınızı tespit edin
Ailede eşlerden birinin iletişim kurmak istemesine karşın, diğerinin duyarsız davranması da krizlere neden olur. Bir bayan danışanım, kendisiyle konuşmadığı için eşine o kadar yüklenmişti ki, eşinden “Beni sağır ve dilsiz kabul et” cevabını almıştı.
Kadınlar yapıları gereği sorunları konuşarak çözmek isterler. Ortada bir sorun yoksa bile, eşleriyle sohbet ederek, paylaşma duygularını tatmin etme yoluna giderler Kadınların erkeklerden çok konuşmasının nedeni budur. Hatta anne karnında iken kız çocuklarının dudakları erkek çocuklara göre iki misli daha fazla hareket eder. Erkekler ise bir problem olduğunda daha çok kendi kabuklarına çekilip sessiz kalma eğilimi sergilerler. Bazı erkeklerde bu eğilim daha da belirgindir. Eşinin bu yönünü anlayamayan kadın ise kendisini yetersiz ve değersiz hisseder; kendine güvenini kaybeder.
Kadın, eşinin içine kapanma eğilimini çözmek istiyorsa, önce buna saygıyla yaklaşmalıdır. Eşiyle sözlü iletişim kurma ve paylaşma çabalarını frenlemeli, onun ilgi alanlarına dahil olmayı denemelidir. Bunun tersine, eşine kendi ilgi alanına çekmeye çalışırsa, onun savunmaya geçmesine neden olabilir. Dolayısıyla eşinin ilgi alanı neyse o konuda konuşmaya çalışmalı; örneğin eşi politikayla ilgiliyse, evin içindeki sorunlardan bahsetmek yerine güncel siyasi olaylar hakkında konuşmayı denemelidir.
Eşler arasında ortak değerler ne kadar fazla olursa paylaşım da o kadar sağlıklı olur. Bu nedenle iletişimi canlı tutmak isteyen taraf, eşinin değerlerini öğrenip kendi değerleriyle ortak olanlara odaklanabilir. Bu, eşleriyle iletişim kurmakta zorlanan erkekler için de sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Eşlerin ortak değerlerinin fazla olmadığı bir birliktelikte, konuşma ve iletişimin daha az, krizler daha çok yaşandığı unutulmamalıdır.
YAYGIN İLETİŞİM HATALARI
Tartışma olmayan, iletişim kazaları yaşanmayan evliliklerin olduğunu düşünmek gerçekçi değildir. Evlilikte eşler arası iletişim hataları ve krizler en çok romantik duyguların hâkim olduğu dönemden sonra gelen kişilik ve güç çatışmalarının kendini gösterdiği evrede yaşanır. Genellikle bu dönemdeki çatışmalar, eşlerin ilgilerinin birbirlerinden başka alanlara (çocuk, iş hayatı gibi) yönelmesiyle bağlantılıdır. Kadın ve erkekte kişiliğin üç ana özelliği olan düşünce kalıpları, iletişim tarzı ve iletişim yöntemindeki farklar, romantik dönemden sonra ortaya çıkarak güç çatışmaları şeklinde kendini gösterir. Çünkü herkesin çocukluğunda yazılmaya başlanan hayat senaryosu içerisindeki aktörler, evlilikle beraber yerini yeni aktörlere bırakır. Fakat aktörlerin rol modelleri, kişilikleri aynı değildir dolayısıyla farklı davranırlar. Bu yüzden eşler ezberlerindeki hayat senaryosunu değiştiremedikleri zaman “Eşim benim istediğim gibi davransın, benim kurallarıma ve şartlarıma uysun” şeklinde düşünmeye başlarlar. Bu da eşlerin birbirini değiştirmeye çalışmasına neden olur. Eşler arasındaki yaygın iletişim hatalarının temelinde bu tarz kişilik çatışmaları vardır.
Evlilikte eşler arası iletişim hataları ve kriter en çok romantik duyguların hâkim olduğu dönemden sonra gelen kişilik ve güç çatışmalarının kendini gösterdiği evrede yaşanır. |
Eleştiri, sevginin düşmanıdır
Eşinin ihtiyacını, beklentilerini arayıp bulmak, orta noktada buluşmak yerine, kendi hayat senaryosunu karşı tarafa empoze edenler, suçlu ya da suçsuz olduğunu düşünmeden müvekkilini körü körüne savunan avukatlar gibi davranırlar. Oysa evlilikte hâkim gibi olmak, yani ortada bir problem olduğu zaman “Acaba eşim haklı mı?” diye düşünebilmek sağlıklı bir iletişim için şarttır, ilişkilerde “Seni seviyorum”dan daha güzel bir söz varsa o da “Sen haklısın” diyebilmektir. Eşlerin gerektiğinde sorunlar karşısında birbirlerine “Sen haklısın” diyememesi zıtlaşmayı körükler ve sorun ne olursa olsun, taraflar birbirinin kişiliğini sorgulamaya başlar.
Erkek ve kadının, kadın-erkek iletişiminden beklentisi birbirinden farklıdır. Erkek bir sorun olduğunda kabuğuna çekilerek, düşünür ve çözüm üretir, demiştik. Yani erkek çözüm odaklıdır. Kadın ise sorunu çözmeyi hedeflemez, onu eşiyle paylaşmak ister. Erkek iletişimin bilgi aktarımı; kadın ise yalnızlığı giderme ve paylaşma boyutunu önemser. Bir başka deyişle, iletişimde erkeği sonuç, kadını ise süreç ilgilendirir, iki taraf da birbirinin bu yönünü dikkate almazsa, ilişkide sürekli iletişim hataları meydana gelir. Örneğin erkeğin yaptığı sekiz işten üç tanesi yanlış ise, kadın yapısı gereği yanlış olanlara yönelir ve bunları eleştirir. Erkek ise hatalarının söylenmesinden, kendisiyle buyurgan bir edayla konuşulmasından rahatsız olur.
Kadının ise bir sorun olduğu zaman konuşarak rahatlaması adeta şarttır. Bu yüzden, evde bir sorun yaşandığı zaman erkek eşini mutlaka dinlemelidir. Sorun çözülmeyecekse bile, rahat rahat konuşabilmek kadının psikolojik ihtiyacının karşılanmasını sağlar.
Eşler arası iletişimde hatalara odaklanarak eleştirel bir dil kullanmak ve karşı tarafı yeterince dinlememek sevgiyi azaltır. Doğru yapılan işleri takdir etmek yani olumlu olana vurgu yapmak ise sevgiyi artırır.
Eşinizin kişiliğini hedef almayın
Eşler genellikle, eleştiriyi kişiliklerine yapılmış bir saldın olarak algılarlar. Eleştirilen taraf, “Eşim beni sevmiyor, aşağılıyor, küçük görüyor” diye düşünmek yerine, eleştirilen davranışı neyse onu düzeltmeye çalışmalıdır.
Eleştiride dikkat edilmesi gereken hususlardan biri, karşıdaki insanın kişiliğini hedef almamaktır. Örneğin kadın, çocukları ihmal eden eşine “Sen gaddar bir babasın” diyerek onun kişiliğini hedef almak yerine, “Çocuğumuzla birlikte vakit geçirmen önemli, onu ihmal etmek doğru değil” tarzında yaklaşmalıdır.
Problemleri çözmeye çalışırken kullanılan dil de önemlidir. Eşinizle ‘sen diliyle konuşmak, onun savunmaya geçmesine neden olur. Bunun yerine ‘ben’ dili tercih edilmeli; “Şu durum beni incitiyor” ya da “Böyle davranman beni kırdı” gibi ifadeler kullanılarak çözüm aranmalıdır. ‘Sen’ dilini kullanarak eşinizi değiştirmeye çalışmak, hem onun savunmaya geçmesine sebep olur hem de sorunu kişilik çatışmasına dönüştürür.
Eşler karşı tarafı değiştirmeye çalışmak yerine, önce kendilerini değiştirmelidir. Sorunlar karşısında “eşim benim istediğim gibi olsun” yaklaşımıyla hareket etmek, onu değiştirmeye çalışmaktır ve insan, doğası gereği her zaman değiştirilmeye tepki verir. Bu da, problemleri içinden çıkılmaz hale getirir. “Bize vakit ayırmalısın, bu senin görevin” gibi zorunluluk ifade eden cümleler kullanmak, uzun vadede olumlu sonuç vermez. Bu tarz bir hitaba maruz kalan kişi, sorun çıkmasın diye birkaç kere gönülsüz olarak eşinin istediğini yapar ama bunu devamlı hale getirmez. Eşinin değişmesini isteyen kişinin, “Birlikte nasıl vakit geçiririz?” diye düşünerek, buna uygun ortamlar hazırlaması yani önce kendisi şartları hazırlayıp ondan sonra karşı taraftan özveri beklemesi daha sağlıklı bir iletişim tarzıdır. Ortada bir sorun varsa, kişi önce kendisini değiştirmeli ardından da eşinin değişmesini beklemelidir. Özellikle erkekler, kendilerine bir şeyi yapmaları gerektiğinin söylenmesinden hoşlanmazlar. Bu yüzden kadın, eşine yol göstermek yerine zemin hazırlama yolunu seçmelidir.
Eşler genellikle, eleştiriyi kişiliklerine yapılmış bir saldırı olarak algılarlar. Eleştirilen taraf, “Eşim beni sevmiyor, aşağılıyor, küçük görüyor” diye düşünmek yerine, eleştirilen davranışı neyse onu düzeltmeye çalışmalıdır. |
Keşke’ demek çözümsüzlüktür
Sık sık yaşanan sorunlar, kadında ya da erkekte zaman zaman pişmanlık duygusu doğurabilir, insanın ruh sağlığını bozan, problemler karşısında elini kolunu bağlayan duyguların başında pişmanlık gelir. Sürekli ‘keşke’ diyen bir insanın ruh sağlığının bozulmaması mümkün değildir. Bu kelime, insanın psikolojik enerjisini geçmişe dağıtarak boşa harcamasına neden olur. Sorun yaşanan evliliklerde özellikle kadınlar, pişmanlık duygusuna daha çok kapılırlar. Çünkü toplumsal nedenlerden dolayı evlilikten vazgeçmek onlar için daha zordur, bu da çaresizlik duygusuna ve beraberinde pişmanlığa yol açar. Ayrıca kadınlar yapıları gereği çözüm yerine sorun odaklı düşündükleri için, problemlerin düzelmeyeceği hissine kapılarak, evlendiklerine daha çabuk pişman olurlar. Sadece evlenme konusunda pişmanlık duymak değil, ortaya çıkan diğer sorunlara karşı da, “Keşke şöyle yapsaydım/yapsaydı, eşimle sorun yaşamaz, şimdi daha mutlu olurduk” diye düşünmek insanın enerjisini boşa harcamasına, sorunlar karşısında pasif kalmasına neden olur. Pişmanlık duyup ‘keşke’ demek yerine sorun ya da sorunların nedenini bulup adım atmak gerekir.
Evlilikte eşleri pişmanlık noktasına getiren sorunların temelinde, birbirlerine karşı sevgi, ilgi ve saygının (bunlara nezaket de eklenebilir) azalması yatar. Özellikle kadın için sevgi, ilgi ve incelikten yoksun bir evlilik adeta kabustur. Bu üç unsurun iyice zayıfladığı bir evlilikte, kadın ya da erkeğin atacağı adımlar önemlidir. Eşler “Ne yaparsam sevgiyi arttırırım?” sorusunun cevabını ne kadar çok düşünürlerse pişmanlıktan o kadar uzaklaşır, evliliği yoluna koymaya yaklaşırlar. Kişi istedikten sonra, eşinin psikolojik ihtiyaçlarını, ilgi alanlarını ve evdeki dengeleri gözeterek sağlıklı bir diyalog kurmanın yolunu bulur, insan olaylar karşısında çaresiz, güçsüz, aciz değildir. Eşlerin ‘keşke’ kelimesini çok kullanmaları kadar, sorunlar karşısında ümitsizliğe düşmeleri de tehlikelidir.
Evlilik test edilmez/Kendini gerçekleştiren kehanet kuralı
Eşlerin yaptığı en önemli iletişim hatalarının biri de, tartışmaları ve sorunları evlilik testlerine dönüştürmektir. Evlilikte her çatışmayı tartışmaya dökerek evliliği bitirme tehdidinde bulunmak ciddi şekilde kumar oynamaktır. Tartışmalarda taraflar dürtüleriyle hareket eder ve birbirlerinin sadakatini test etmek için boşanmayı gündeme getirirler. Tartışma esnasında taraflardan birinin, “Ben gidiyorum, evi terk ediyorum” ya da “O zaman ayrılalım” şeklinde bir tavra bürünmesi genelde onun gerçek niyetini temsil etmez. Bu sadece karşı tarafa, “ayağını denk al” ya “beni kaybedebilirsin” mesajını vermektir.
Tartışmalarda sürekli bu tarz bir yaklaşım sergilemek ‘kendini gerçekleştiren kehanet kuralı’nı işletmeye başlar. Bu kurala göre söylenen söz veya ifade edilen durum samimiyetle dile getirilmemiş olsa bile bir müddet sonra gerçekleşir, insanın söylediği söz ok gibidir, ağızdan bir kere çıktıktan sonra artık kontrol sahibinde değildir ve nereye gideceği kestirilemez. Bir söz beyinde üretildikten sonra sık sık tekrarlanırsa, beyin o söze uygun başka mesajlar da üretmeye başlar. Sonra da insanın kendisi, ilk başta gerçek amacı farklı olan o söze inanmaya başlar. Mesela çalışkan bir çocuğa sürekli tembel derseniz, bir müddet sonra o çocuk, buna gerçekten inanmaya ve tembel rolüne girmeye başlar. Bu yüzden bırakın tartışmaları, normal bir iletişim anında dahi şaka bile olsa “boşanalım, ayrılalım” gibi sözleri kullanmak doğru değildir.
Eşler “Ne yaparsam sevgiyi arttırırım?” sorusunun cevabını ne kadar çok düşünürlerse pişmanlıktan o kadar uzaklaşır, evliliği yoluna sokmaya yaklaşırlar. |
Eşinizin sırdaşı mısınız?
Muhakkak eşlerin başka hiç kimsenin araya giremeyeceği, kendilerine özel bir alanlarının olması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de de eşlerin odasına çocukların bile izinsiz girmemesi, kapıların kapalı olması tavsiye edilir. Bu ilkeden, eşler arasında başkalarının hatta çocuklarının bilmeyeceği özel bir alanın olmasının gerekliliği şeklinde bir sonuç çıkarılabilir.
Oysa genç evliler, evliliklerinin ilk yıllarında: annelerine ya da yakın bir akrabalarına başkalarıyla; paylaşılmaması gereken meseleleri anlatabilirler. Bu durum bir şekilde diğer eşin kulağına giderse, bu kez oda eşine karşı doğal davranamaz hale gelebiliyor.
Ev, bir eş için psikolojik olarak rahatlayabileceği, doğal davranacağı bir sığmak olmazsa, diğer eşle kurulacak iletişim de sağlıklı olmaz. Bu nedenle özellikle evliliğin ilk yıllarında, karşılıklı güven duygusu üzerine kurulu, sadece eşlerine mahsus özel bir alan oluşturmak ve onu korumak gerekir.
Bir âlim iyi bir evlilik için “Cennet bahçelerinden bir bahçe olur” der. Evliliği güzel bir bahçe haline getirmek demek, ilk yıllarından itibaren hayata, olaylara, sorunlara benzer bakışla bakmayı başarmak demektir. Bu ise öğrenilerek kazanılır, iyi eş olmak, insanın genlerinden gelen bir özellik olmayabilir. Eşleşme/cinsellik biyolojiktir ama evlilik kültürel bir olgudur. Dolayısıyla sorunlar yaşayan eşler, evliliklerini nasıl sağlıklı yürütebileceklerini öğrenebilirler. Sorunlu çiftler mutlaka bu konuda tecrübeli kişilerden ya da profesyonel danışmanlardan evliliklerini nasıl güzel bir bahçeye dönüştürebilecekleri konusunda destek alabilirler. Evliliğe kafa yormamış, iyi bir eşin nasıl olması gerektiğini düşünmemiş bir insanın, evlilikte mutlu olmasını beklemek, kişinin bilmediği bir alanda ticaret yapıp başarı olmasını beklemesi gibidir.
Aşkın, sevginin amacı iki kişinin bir olmasıdır. Aslında varoluşun amacı da, bu ‘bir olma’yı gerçekleştirmek yani insanın Yaratıcısı’yla kendisi arasındaki sınırları ortadan kaldırmasıdır. Kişilik sınırlarının ortadan kalktığı, evrenle bütünleştiği düşüncesini taşıyan kişiler üzerinde yapılan araştırmalarda bu kişilerin beyinlerinde normalden daha fazla mutluluk kimyasalı salgılandığı ortaya çıkmıştır. Bunun için inançlı insanlar, evliliklerinde karşılaştıkları sorunlar karşısında Yaratıcı’ya yönelir ve en kötü durumlarda bile ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmezler.
Dördüncü Bolüm
EVLİLİKTE ZOR ANLAR
MANTIĞI DUYGULARIN ÖNÜNE KOYACAK
Eskiler eşler arasındaki kavgaları “evliliğin tuzu biberi” olarak görür ve ilişki için gerekli olduğunu söylerlerdi. Bir bakıma, kavgası gürültüsü olmayan evlilikler pek hayra alamet yorumlanmazdı. Günümüzde ise evliklerin geneli fazlaca tuzlu” ya da “biberli.” Eşlerin birbirine “Artık bu iş burada biter” dediği, kavgaların, tartışmaların yaşanmadığı evliliklerin olmadığını söylersek abartmış olmayız.
Ekonomik şartlar, şehir hayatının olumsuzlukları, sosyal nedenler, bireyin toplumda yalnızlaşması gibi nedenler evliliklerde derin krizlerin yaşanma sıklığını artırdı. Bu aynı zamanda çiftleri kriz anlarına hazırlıklı olmaya ya da ilişkideki sorunları krize dönüştürmeden önleme yollarını öğrenmeye mecbur bıraktı.
İnsanlar olaylar karşısında çoğu zaman hisleriyle tepki verirler. Evlilikte yaşanan sorunların, krizlerin en önemli nedeni de eşlerin birbirine olması gerektiği gibi değil de hissettikleri gibi davranmasıdır. Bunu özellikle doğu toplumlarında görmek mümkündür. Doğu kültürünün insanları genelde fazla duygusal oldukları için olaylara objektif bakamaz ve duygusal davranırlar.
Lokman Hekim’e “ilminin hikmetini neye borçlusun nereden öğrendin?” diye sorduklarında, “Körlerden öğrendim. Körler elleriyle yoklamadan hiçbir şeyi kabul etmezler ve kontrol etmeden adım atmazlar” demiş. Yani Lokman Hekim, sorgulayarak, muhakeme ederek, kontrol yaparak ilmini geliştirmiş. Aile içi ilişkilerde de kişinin düsturu bu olmalıdır. Kişi her olay karşısında zihinsel sorgulama yapmalı, olayın nedenine bakarak hareket etmelidir. Evliliklerinde zor anlar yaşayan eşler, duygusallığın olayları objektif bir bakış açısıyla değerlendirmeye engel olduğu unutulmamalıdır. Bu yapılmadığı zaman, en küçük sorunun bile krize dönüşmesi kaçınılmazdır…
İnsanlar olaylar karşısında çoğu zaman hisleriyle tepki verirler. Evlilikte yaşanan sorunların, krizlerin en önemli nedeni de eşlerin birbirine olması gerektiği gibi değil de hissettikleri gibi davranmasıdır. |
ALDATMA
Evliliklerde eşleri birbirine bağlayan en önemli etken sadakattir. Eşler, evlenirken ömür boyu her konuda birbirlerine sadık kalacaklarına dair söz verirler. Buna karşın evliliklerde sadakati ortadan kaldıran veya zayıflatan durumlar her toplumda yaşanabilir. Bunların başında ise cinsel aldatma gelir. Cinsellik insan için özel biriyle paylaşılacak bir durumdur. Çünkü sosyal bir varlık olan insanın, hayvanlar gibi üreme dürtüsüyle rastgele cinsel ilişkiye girmesi doğasına aykırıdır. Bu yüzden evlilikte cinsel ilişki eşler için son derece özel, özel olduğu kadar da önemlidir. Eşlerden birinin diğerini aldatması, bu özel ve önemli birlikteliğe vurulan bir darbedir. Tüm toplumlarda cinsel aldatmanın, evliliğin anayasasına aykırı bir davranış olarak kabul edilmesinin nedeni de budur.
Cinsel aldatmayı önemsemeyen birinin hiç evlenmemesi daha iyidir. “Hem evlenirim hem de başkalarıyla cinsel ilişkiye girerim” tarzında bir yaklaşım sergileyen kişinin evliliğini sürdürmesi imkânsızdır.
Günümüzde cinsel aldatma çoğu toplum için sosyal bir sorun haline gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde eşlerin birbirini aldatması, modern dünyadaki kadar yaygın olmamıştır. Örneğin Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre evli her 100 kadından 25′i en az bir kere başka bir erkekle cinsel ilişkiye giriyor. Yine evli her 100 erkekten 70′i de başka bir kadınla eşini aldatıyor. Cinsel aldatmanın bu kadar yaygın olması elbette boşanma oranlarına da yansıyor. ABD’de 1955′te boşanma oranları % 10 iken, 1995′te bu oran yüzde 52′ye çıkmıştır. ABD’de ve bazı Batılı ülkelerde son yıllarda kadın ve erkeğin istediği kişiyle cinsel ilişkiye girmesi şeklinde tanımlaman ‘açık evlilik’ler giderek yaygınlaşıyor. Tarafların evliyken başka birileriyle cinsel ilişkiye girmeyi kabullenmesi aslında bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü bu durum, evliliğin anlamına, genetik yapısına terstir. “Evlilikte duygusal bağ daha önemli, duygusal aldatma olmadığı sürece cinsel aldatma önemli değil” yaklaşımının geçerli olması mümkün değildir. Çünkü cinsel aldatma, duygusal bağlılığa zarar verir ve bunun duygusal aldatmadan bağımsız olduğu düşünülemez. Sevgilisi olan erkek ya da kadın giderek ailesinden uzaklaşır, fatura da çocuklara dolayısıyla topluma çıkar.
Cinsel aldatmayı önemsemeyen birinin hiç evlenmemesi daha iyidir. “Hem evlenirim hem de başkalarıyla cinsel ilişkiye girerim” tarzında bir yaklaşım sergileyen kişinin evliliğini sürdürmesi imkânsızdır.
Erkektir aldatır
Birçok toplumda erkeğin eşini aldatması daha yaygındır. Ancak Batı toplumlarında, giderek kadınların erkeği aldatması da yaygınlaşmaktadır. Türkiye’de ise erkeklerin eşlerini aldatması aile kurumu için önemli bir sorundur. Bunun temelinde geleneksel aile anlayışımızın erkeğe adeta aldatma özgürlüğü vermesi yatar. “Erkektir, elinin kiridir, yapar ama döneceği yer yine evidir” düşüncesinin geleneksel aile modelinde hâlâ geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Ancak eğitim seviyesinin giderek yükselmesi ve çekirdek aileye geçişle birlikte erkeğin eşini aldatması da artık boşanma nedeni olarak daha sık karşımıza çıkmaktadır. Yani erkeğin eşini aldatması artık kadın tarafından eskisi gibi kabullenilmemektedir.
Aslında erkeğin aldatmaya meyilli olması onun doğasından yani biyolojik yapısından kaynaklanır. Erkekte neslini devam ettirebilmek için en iyi avantajı/eşi bulma eğilimi kadına göre güçlüdür. Bu da çok sayıda üreme hücresi (sperm) demektir. Kadının vücudunda bulunan yumurta sayısı dört-beş bin arasındadır ve hayatı boyunca kullandığı yumurta sayısı yaklaşık dört yüzdür. Ancak erkekte sadece bir santimetreküp menide beş ila on milyon arasında sperm hücresi bulunur. Bu da erkeğin, neslinin devamı için kadına göre daha fazla cinsel beraberliğe girme eğiliminde olduğu anlamına gelir. Korkuya direnci nispeten daha zayıf olan kadında ise, annelik ve şefkat duygusu ön plandadır. Dolayısıyla kadının anneliği iyi yapabilme ve kendi genlerini aktarabilme eğilimi daha güçlüdür. Bu yüzden kadın, eş seçiminde biyolojik olarak en iyi avantajı yakalayabilmek için cinselliği ikinci planda tutma eğilimindedir.
Aldatma gibi ciddi bir konuda zanla, ihtimalle hareket edilemezi somut delillerin olması gerekir. Somut bir durum varsa, oturup soğukkanlı bir şekilde sorunu masaya yatırmak Katta üçüncü bir kişiden yardım almak lazımdır.
Duygusal aldatma/cinsel aldatma
Biyolojik olarak erkeğin kadına nispeten cinsel ilişkiyi ön planda tutması, elbette aldatmanın tek nedeni değildir. Çünkü evlilik sadece cinsel ilişki üzerine kurulmaz. Bu yüzden, erkeğin eşini aldatmasının nedenleri arasında biyolojik eğilim dolaylı bir etken olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda bahsettiğimiz geleneksel “erkektir yapar” anlayışının yanı sıra, modern hayatın cinselliğe bakışı da erkeği hatta kadını aldatmaya teşvik etmektedir.
Cinsel mutluluğu hayatın merkezine koyan anlayış, bireyi cinsel mutluluğu sınırsız yaşamaya teşvik ederken, bireyleri özellikle de erkekleri bu konuda kontrolsüz davranmaya itmektedir. “Dünyaya bir kez geldim, istediğim gibi yaşayacağım” anlayışı, soyut hedefi, inancı olmayanlar için mantıklı ve cazip görünebilir. Cinsel öğelerin ilgili ilgisiz her alanda, özellikle de reklam sektörü ve medyada kullanılması da bu anlayışı güçlendirmektedir. Duygusal aldatma ile cinsel aldatma arasında önemlilik-önemsizlik sıralaması yapmak da cinsel aldatmanın kılıfı olarak kullanılmaktadır. Bu anlayış cinsel özgürlüğü sevginin önüne koymakta, eşler arasındaki bağların yok sayılmasına izin vermektedir. Erkeğin cinsel anlamda özgürce hareket etmesi kadını sadece cinsel bir obje olarak görmesi demektir. Üstelik yukarıda da belirttiğimiz gibi kadın erkek ilişkilerinde cinsel aldatma-duygusal aldatma ayrımı yapmak mümkün değildir. Tek gecelik cinsel ilişkilerde bile, erkek ertesi gün yaşananları unuturken, kadın en azından bir telefon bekler…
Aldatmaya karşı kadın ne yapmalı?
Evlilikte erkeğin eşini aldatmasına biyolojik özelliklerinden daha çok, eşiyle yaşadığı sorunlar, “Ben erkeğim, ” aldatırım” bakış açısı ya da cinselliğe duyulan zaaf neden olmaktadır.
İş hayatında, bakımlı ve kozmetik sanayinin desteğiyle bir şekilde sevimli görünen kadınlarla karşılaşan erkeğin, evde kendisine ilgi göstermeyen bir eşi varsa, evlilikte olumsuz hava oluşur. Böyle bir durumda erkeğin, inancı da zayıfsa, cinsel sadakatini devam ettirmesi güçleşebilir. Evde sürekli gerilime neden olan sorunların yaşanması, eşlerin çocuklar konusunda sürekli tartışması ya da kişilik çatışmaları erkeği evden ve eşinden uzaklaştırır. Sorunlar karşısında gösterdiği, sığınacak güvenli bir liman arama özelliği, onu farklı arayışlara iter. Kadının erkeği kendisinden uzaklaştıracak böyle durumların farkında olması gerekir. Bu açıdan kadının, evin içindeki farklı sahalarda üstlendiği roller çok önemlidir.
Kadının rollerinden birini fazlaca önemseyip, eşine karşı duyarsızlaşması da aldatma nedeni olabilmektedir. Genellikle evlilikte bu durum çocuklar olduktan sonra çok yaşanır. Anne olan kadının öncelikleri, biyolojik özelliklerinin etkisiyle değişir. Kadın bütün dikkatini çocuklarına ya da ev işlerine verir, eskisi gibi ilgilenemediği, sevgisini veremediği ya da sevgisine karşılık gösteremediği eşini ihmal etmeye başlar. Elbette ki bu durum erkeğin yeni arayışlara girmesini haklı göstermez. Bu durumda erkeğin yapması gereken, sorunu çözmeye çalışmak, kendi hatalarını ve eşinin eksikliklerini analiz etmek ve bunların düzelmesini sağlayacak adımlar atmaktır. Ama birçok erkek doğru olanı yapmak yerine, kendini anneliğe kaptırmış eşini kendi haline bırakıp, yeni arayışlara girmeye, eksik kalan duygularını aldatma yoluyla tatmin etmeye çalışmaktadır. Bu yüzden kadının anne ve eş rolleri arasındaki dengeyi gözetmesi önemlidir.
Evlilikte erkeğin eşini aldatmasına biyolojik özelliklerinden daha çok, eşiyle yaşadığı sorunlar, “Ben erkeğim, aldatırım” bakış açısı ya da cinselliğe duyulan zaaf neden olmaktadır.
Cinsel sadakatsizlik geliyorum der!
Aldatmanın ilk belirtisinin tarafların birbirine duyduğu ilgisinin azalması olduğu düşünülür. Eşler, ilginin azalmasını en kötü ihtimale yorarlar, ilgi azalması durumunda, “Eşim benimle ilgilenmiyor, demek ki hayatında başka biri var” gibi bir senaryo yazılır ve bu senaryoya göre hareket edilmeye başlanır. Bu son derece yanlıştır. Çünkü aldatma gibi ciddi bir konuda zanla, ihtimalle hareket edilemez; somut delillerin olması gerekir. Somut bir durum varsa, oturup soğukkanlı bir şekilde sorunu masaya yatırmak hatta üçüncü bir kişiden yardım almak lazımdır. Bunu yaparken de, aldatılan taraf sadece eşini suçlamak yerine, sorunun kendisine değen, kendisinden kaynaklanan yanları olup olmadığını anlamalıdır.
İlgi azalması yanı sıra, eşini seven bir insan aldatıldığını ya da aldatılacağım mutlaka anlar. Çünkü evlilikte sevgi önemli bir güçtür. Dolayısıyla eğer somut bazı belirtiler varsa, aldatılan taraf durumu öngörüp bunun önüne geçebilir. Çünkü cinsel aldatma bir süreçtir; genelde birdenbire gerçekleşmez ve ne kadar çabuk fark edilirse geri dönüşü o kadar kolay olur.
Cinsel aldatma üç aşamalı bir süreçtir. Birinci aşama hoşlanma duygusu, ikinci aşama sevgililik, üçüncü aşama ise cinselliktir. Uyanık ve mantıklı davranan kişi, henüz hoşlanma aşamasındayken eşinin durumunu fark edip aldatmasını engelleyebilir. Ancak bunu yaparken kıskançlık duygusuyla hareket edip, pire yüzünden yorgan yakmaya varacak tarzda davranmamak gerekir. Örneğin bir erkek, gerek olmadığı halde işyerindeki kadın çalışma arkadaşlarıyla sık sık yemeğe çıkıyorsa, eşi bu durumdan hoşlanmadığını ona net bir şekilde hissettirmeli ama bunu bir sopa gibi kullanıp evliliği yaşanmaz hale getirecek biçimde de davranmamalıdır. Kadın eşine, “Benim bu duruma alışmamı bekleme, zaten alışmam da doğru değil. Evliliğimiz bu durumdan zarar görür. Kendini benim yerime koy ve aynı şeyi ben yapsam, sürekli erkeklerle yemeğe çıksam sen bunu nasıl karşılarsın bir düşün” diyerek duruma müdahale etmelidir. Yani eşini düşünmeye, empati kurmaya sevk edecek şeyler söylemeli, “Senin hissettiğin hoşlanma duygusunu ben de hissedebilirim” mesajını vermelidir.
Aldatan eş, yere düşen mücevher gibidir
Aldatmanın cinsellik konusundaki zafiyetten kaynaklandığı durumlarda, aldatan kişi ciddi manada pişmanlık duyar. Bir erkeğin, özellikle iş hayatında ve sosyal çevresinde bir araya geldiği kadınlarla eşini aldatması, çoğunlukla onun bu konudaki zaaflarından kaynaklanmaktadır. Bu tür aldatmalarda erkek pişman olduğu halde, kadın, en ufak bir tartışmada ya da herhangi bir sorunda kinayeli konuşarak, laf atarak evvelce yaşanan aldatmayı sürekli sopa gibi kullanırsa ya da o konuyla ilgili ayrıntıların üzerine giderse, eşinin kendisini aldattığı kadının ekmeğine yağ sürmüş olur. Aldatan eşini affeden kadınların en çok yaptıkları hata, sürekli geçmişi deşmektir.
Kadınlar genellikle aldatmayı affeder ama unutamazlar. Zaten aldatılan kadının kendisine yaşatılan sadakatsizliği unutmasını beklemek doğru değildir. Ancak kadının sürekli aldatıldığını düşünmesi, hem depresyona girerek kendisinin mutsuz olmasına hem de bu durumun yansıdığı eşinin “Bu kadın değişti, artık beni mutlu edemez” düşüncesine kapılarak başka arayışlara yönelmesine neden olur.
Eğer eşi gerçekten pişman olmuşsa, kadın da “Aramızdaki sevgi bağını arttırmak için ne yapmalıyım?” diye düşünülmelidir, insan değerli bir şey kaybettiği zaman onu hemen unutmaz, tekrar bulmaya çalışır. Evlilik de böyledir. Aldatan eş, yere düşen mücevher gibidir. Mücevheri yere düştü diye çöpe atmak yerine, yerden alıp temizlemekte fayda vardır.
Ancak kadın, aldatan eşini affederken ona mutlaka “Bir daha yaparsan sonuçları evliliğimiz için kötü olacak” mesajını vermelidir. Çünkü aldatan erkeğin hemen affedilmesi, hiçbir şey olmamış gibi davranılması, onun bu olayı “bir şey olmadı” şeklinde yorumlamasına ve aynı hatayı tekrarlamasına neden olur.
Aldatmanın cinsellik konusundaki zafiyetten kaynaklandığı durumlarda, aldatan kişi ciddi manada pişmanlık duyar.
Aldatılanın ve aldatmanın psikolojisi
Depresyona etki eden olaylar arasında aldatmanın zannedilenden daha büyük yeri vardır. Hatta depresyona sebep olan en önemli olayların başında cinsel sadakatsizliğin geldiğini söyleyebiliriz. Ondan sonra ise eşin ölümü gelmektedir. Yani eşin aldatması, onun ölümünden daha çok psikolojik yaralanmaya neden olmaktadır. Aldatılıp da depresyona girmeyen az sayıda insan vardır.
Eşinin başka birine ilgi duyduğunu ya da kendisini aldattığını öğrenen kişi, çok öfkelenir, kendini değersiz ve sevgiye layık olmayan biri gibi hisseder. Bu ruh hali, onun misilleme yapmasına neden olabilir. Cinsel aldatma yaşayan kişilerin en çok yaptıkları hata budur. Aldatılan kişinin “Madem sen beni aldattın, ben de seni aldatırım” düşüncesiyle hareket etmesi, yanlışı düzeltmek değil, bilakis başka bir yanlış daha yapmaktır. Geleneksel aile yapımızda aldatılan kişinin, ki bu genellikle kadındır, bu şekilde intikam aldığı pek görülmez. Genelde kadınlarımız aldatmaya karşı duygularını bastırır ve olayı sineye çeker ya da evliliği bitirirler. Erkeğin pişman olduğu ve evliliğin sürdüğü durumlarda bile, kadın, kendisini beğenilmez hisseder ve eşinin diğer kadında ne bulduğunu sorgular.
Aldatma için sevgi azalması, yani kişinin eşine eskisi gibi ilgi duymaması bir bahane olarak dile getirilebilir. Eşini aldatan birçok erkek, “Ben artık sana karşı bir şey hissetmiyorum, onu seviyorum” gerekçesiyle hareket eder. Halbuki sevgi değişkendir, bir dönem hayat arkadaşına karşı bir şey hissetmemek, ömür boyu bu şekilde gidecek anlamına gelmez. Ayrıca insanın hoşlandığı kişiye yönelmesi, yani “Çıkarıma olan şey iyidir, doğrudur” düşüncesiyle hareket etmesi, bir anlamda çocukluktur. Zevklerinin peşinde koşan insan olgunlaşmamıştır ve mutlu olamaz. İnsan gerçek mutluluğa eriştirecek olan soyut ideallerinin gerçekleşmesidir. Somut ve gündelik zevklerin yanı sıra, soyut idealleri de dikkate alarak yaşayan insan, hata yapsa da bundan pişman olur. Bu nedenle evlenecek kişilerin hayat felsefelerinin, kültürlerinin ve hayat piramitlerindeki ideallerin birbiriyle örtüşmesi çok önemlidir.
Yaşam felsefesi sadece dünyevi zevklere odaklı insanların evliliklerinde aldatmalara daha çok rastlanılır. Bu tür evliliklerde iş hayatı ve bireysel zevkler ailenin önündedir. Kırklı yaşlara doğru biraz da maddi birikime ve çevreye sahip olununca “Dünyaya bir daha mı geleceğim, bir çiçekle bahar olmaz” düşüncesiyle cinsel zevkin peşine düşülür. Daha çok erkeklerde görülen bu tip davranışların sonucunda, kadının tepkisine göre, evlilik ya devam eder ya da biter. Halbuki insan, evliliğin sadece cinsel beraberlik anlamına gelmediğini, kutsal bir yönünün olduğunu da düşünüyorsa zaten aldatmaya yönelmez. Zaaflarına yenilip buna yönelse bile, hata yaptığını anlayıp evliliğini kurtarmak için kendini yeniden toparlar.
Chat’te aldatma: Sevginin sanal tatmini
Son yıllarda internette masum arkadaşlıklar şeklinde başlayan, ancak sonu fiziksel aldatmaya ve ailelerin dağılmasına varan ilişkilerin bir hayli yaygınlaştığını görü’ yoruz. Internetteki sohbet ortamları, evlilikte iki önemli psikolojik ihtiyaç olan beğenilme ve sevilme ihtiyacı karşılanmayan kadın ya da erkeğin sığınacağı limanlardan biri haline geldi. Chat arkadaşlığının neden cazip olduğunu gösteren güzel bir örnek var: Ürdün’de boşanan bir çift, farkında olmadan internette chatleşmeye başlıyor ve sanal ortamdaki ilişkileri ilerleyince birbirlerine uygun kişiler olduklarını düşünüp yüz yüze görüşmeye karar veriyor. Tabii buluştuklarında şaşırıp kalıyorlar. Bu örnekte de görüldüğü gibi, birbirlerini daha önceden çok iyi tanıyan kişiler bile, chat odalarında gerçek yüzlerini gizleyip kendilerini farklı biri olarak tanıtabiliyorlar.
İnsanlar, sanal ortamda, olmak istedikleri kişiliği yansıtır ve karşı tarafla sadece yazı ya da görüntü yoluyla iletişim kurdukları için, kendilerini olduklarından daha farklı biçimde anlatırlar. Bunun nedeni, chat anında insanın içindeki düşünce ve duygu obsesyonlarına kolaylıkla kendini kaptırmasıdır. Düşünce obsesyonu, beynimizin bir bölgesinin istem dışı yanlış düşünce üretmesidir. Bir ablanın kardeşini gezdirirken, onu bir arabanın önüne iteceğini, kısa süreli olarak düşünmesi gibi. Bu düşüncenin bir veya iki kere akla gelmesinin bir zararı yoktur ancak bunlar sık sık tekrarlanır ve abla kardeşini sokağa çıkarmaktan korkmaya başlarsa bu bir obsesyon halini alır. Bir erkek, izlediği bir filmde gördüğü ya da sokakta karşılaştığı bir kadını eşinden daha fazla sevi-yormuş gibi hissedebilir. Bu da bir çeşit duygusal obsesyondur. İnsanda bu ve benzeri ani düşünce ve duyguların oluşması doğaldır. Önemli olan, insanın mantığının ve vicdanının bu düşünceleri onaylayıp onaylamadığıdır.
İnsanın içindeki düşünce ve duygu obsesyonları, chat-leşme esnasında kontrolden çıkar. Kişi o anda hiç düşünmeden, süzgeçten geçirmeden aklına gelen her şeyi yazı ya da ses yoluyla karşı tarafa aktarır. Arzular ve dürtüler ile mantık ve kurallar arasındaki denge, arzular ve dürtülerden yana bozulur. Ayrıca chatleşmede, kişiler karşı tarafa kendilerini istedikleri şekilde, yani olumsuz yönlerini bastırarak ya da olmadıkları bir kişilik portesi çizerek tanıtırlar. Bu nedenle chat ortamı, aldatmanın birinci safhası olan ‘hoşlanma’ için iyi bir zemin oluşturur. Cinsel aldatma gerçekleşmese bile, chat yaptığı kişiye âşık olma, daha doğrusu âşık olduğunu zannetme gibi duygusal aldatma durumları yaşanır.
İnternetteki sohbet ortamları, evlilikte iki önemli psikolojik ihtiyaç olan beğenilme ve sevilme ihtiyacı karşılanmayan kadın ya da erkeğin sığınacağı limanlardan biri haline geldi.
Başta da belirttiğimiz gibi chatleşme ihtiyacı, kişinin beğenilme ve sevilme duygularının tatmin edilmemesinden kaynaklanır. Eğer eşlerden birinde chat yapma bağımlılık haline gelmişse, diğeri, “Yanlış yapıyorsun, sen ne yaptığını zannediyorsun?” diyerek onun üzerine gitmek yerine, eşinin bunu neden yaptığını, bu ihtiyacın arkasında hangi duyguların olduğunu anlamaya çalışmalıdır. Eşi chat bağımlısı olan kişinin, onun beğenilme ve sevilme ihtiyacını karşılayacak adımlar atması gerekir.
ikinci eş ya da ‘kendini aldatma’
Son yıllarda, dini açıdan cinsel aldatmayı yasak kabul eden muhafazakâr kesimde de, çok eşli erkekler sık sık gündeme gelmektedir. Çok eşliliği, muhafazakâr kesimdeki erkeklerin ekonomik olarak daha iyi duruma gelmesine bağlamak ya da çağ dışılık, kadın haklarını hiçe saymak gibi argümanlarla tartışmak yerine, dini, sosyal ve psikolojik açıdan ele almak daha doğru olacaktır.
Bilindiği gibi, islam dininde ikinci evliliğe ruhsat vardır. Ancak islam, çok evlilik için eşler arasında adaletli davranmak gibi -ki bu oldukça güçtür- bazı şartlar getirir. Dinimizde erkeğin poligami yani çok eşlilik eğilimi göz önüne alınarak, cinsel duygularını kontrol edemeyen erkekler için ikinci evliliğe izin verilmiştir. Ancak bu izin ruhsattır, teşvik değildir, islam’ın tavsiyesi tek eşliliktir. Mesela Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin ikinci evlilik yapmasını istememiştir. Bütün islam âlimleri, tek eşlilikte sadakati teşvik etmiş, çok eşlilik durumunu ise bir izin olarak görmüşlerdir. Günümüzde ise, dinine bağlı bazı erkekler biraz para kazanınca, cinsel isteklerine aldanarak “Bu hayat benim değil mi, istediğimi yaparım” düşüncesiyle hemen ikinci evliliğe girişmektedirler. Halbuki bu dünyada, insanın bütün duygularını istediği şekilde tatmin etmesi mümkün değildir. Üstelik, cinsellik gibi sadece dakikalar süren bir zevkin, insanın hayatına yön vermemesi gerekir. Cinsellik insanı yönlendirmemeli; insan bu duyguyu yönlendirmelidir. Bunu yapamayan erkekler, ikinci evliliğe yönelmektedirler. Yani bir manada uzun vadeli düşünmeden, cinsel duygularına aldanarak, ikinci evlilik kararını almaktadırlar.
Aslında ekonomik açıdan rahatı yerinde olup da ikinci evliliği yapan birinin, hayal ettiği mutluluğa ulaşması neredeyse imkânsızdır. Çünkü ikinci eş, ister istemez kendi sorunlarıyla birlikte erkeğin hayatına girmekte, erkek ise “Hayatım daha güzel, daha renkli olacak” diye düşünürken, bir ailenin daha sorumluluğunu omuzlarına aldığını hesap etmemektedir.
İkinci eşle mutlu olan yoktur
Erkek, maddi imkânlarını vs. kullanarak, bir şekilde ilk eşini ikinci evliliğe ikna edebilir, ilk eş de, çocuklarını düşünerek, evliliği bozulmasın diye buna razı olabilir. Ancak bu, bütün sorunların çözüldüğü anlamına gelmez.
İkinci eş ister istemez, erkeğin ilk eşini tamamen aradan çıkarıp, eşini sadece kendisine ait kılmaya çalışır. Çünkü kendisi ‘ikincil’ konumda hissetmektedir. Bundan duyduğu rahatsızlığı ve ezikliği ev eşyaları, giyim kuşam gibi konularda aşırı tüketimle gidermeye çalışır. Erkek ise, çocuklarının annesi ve onca yıllık hayat arkadaşı olan ilk eşini silip atamaz. Bir müddet sonra, “Benimle az vakit geçiriyorsun, ona çok gittin, bana şunu almadın, ona bunu aldın, benim resmi nikâhım yok…” şeklinde şikâyetler peş peşe gelir. Sonuçta ne erkek, ne ilk eş, ne de ikinci eş mutlu olabilir, iki eşli olup da bedel ödemeyen, huzuru kaçmayan, acı çekmeyen birini bulmak pek mümkün değildir.
Cinsellik gibi sadece dakikalar süren bir zevkin, insanın hayatına yön vermemesi gerekir. Cinsel’ lik insanı yönlendirmemeli; insan bu duyguyu yönlendirmelidir.
BOŞANMA
Eşler arasındaki sorunların boşanmayla sonuçlanmasının çok çeşitli nedenleri vardır. Ancak en çok bilineni ‘şiddetli geçimsizliktir.’ Şiddetli geçimsizlik, eskiden pek sık zikredilen bir boşanma nedeni değildi. Bugün şiddetli geçimsizliğin boşanmaların en başta gelen nedeni olması, eşlerdeki aile bilincinin zayıflamasından ve evli çiftlerin yaşadıkları sorunlarda çevreden yardım görememelerinden kaynaklanır. Büyük aile yapılarının hâkim olduğu eski zamanlarda, eşler anne ve babalarından yardım alabiliyor ya da akrabaları sorunlar karşısında onları bir arada tutmak için gayret sarf ediyor, yol gösteriyordu. Yani aile içinde tecrübeli, yol gösterecek, sorun olduğu zaman müdahale edecek bireyler olduğu gibi, akrabalık ilişkileri de eşlere yardımcı olacak kadar güçlüydü. Büyükler danışmanlık yaparak eşleri yönlendiriyorlardı. Böylece eşler arasındaki problemlere büyümeden çözüm üretiliyordu.
Zamanla modem hayat, rekabetçi ortam, maddi kaygılar gibi nedenler aileleri bağımsız yaşamaya itti. Bugün anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek ailelerde çıkan sorunlarda, akrabaların ya da aile büyüklerinin pek yardımı görülememektedir. Kendi sorunlarını kendileri çözmek durumunda kalan eşlerin psikolojik yardım almaları seçeneği ise maalesef göz ardı edilmektedir. Bu yardım alınabilse, özellikle birbirini seven ve iyi niyetli olduğu halde geçinemeyen çiftlerin sorunları problem küçükken çözülebilir ve boşanma büyük oranda engellenebilir.
Boşanmaların bedelini en çok çocuklar öder. Boşanmış ailelerin sayısının artması ile çocuklar arasında suç işleme oranlarının yükselmesi ve uyuşturucu madde kullanımında artış yaşanması gibi olumsuz gelişmeler arasında önemli bir bağ vardır. Elbette ki boşanma tek başına bu olayların nedeni olarak gösterilemez, ancak boşanma sonucunda çocukların ya anne ya da baba ilgisinden büyük oranda mahrum kaldıkları da bir gerçektir.
Ailede yaşanan sorunların boşanma ile noktalanmaması için bireylere aile olma bilincinin kazandırılması, sorunların neden kaynaklandığı, nasıl çözüleceği, ailede kriz yönetimi gibi konularda eğitim verilmesi çok önemlidir. Çünkü eşleri boşanma aşamasına getiren tek bir nedenden bahsetmek mümkün değildir. Boşanma, bir sürecin sonunda gelinen noktadır. Bu süreçte ilişkiyi olumsuz yönde etkileyen unsurlar birikir ve bardağı taşıran son damla boşanmanın nedeni olarak karşımıza çıkar. Eşler arası iletişimde ‘son’ damlanın ne olacağını kestirmek güçtür. Bu yüzden çiftlerin, boşanma aşamasına gelmeden sorunlarını çözmeyi öğrenmesi, boşanmaya neden olacak iletişim hatalarının farkına varması gerekir.
Tahammül ve ‘altın orta nokta’
Günümüzde ‘kolay yoldan en iyiyi elde etme’ anlayışıyla yetişen gençler, tahammül etmeyi öğrenmeden hayata atılıyorlar. Emek vererek kazanmak yerine, toplumda kabul gördüğü ve onaylandığı şekliyle ‘köşeyi dönme’yi düşünüyorlar. Sadece hedeflerine ulaşma noktasında değil, sorunlarla karşılaştıkları zaman da mücadele etmek yerine vazgeçmeyi tercih ediyorlar. Bu düşüncede olan gençler evlendikleri zaman da, sorunlar karşısında mücadele etmek yerine kolay yolu seçip boşanmayı çözüm olarak görüyorlar. Halbuki hayatın gizli kanunlarından biri emek vermeden, yorulmadan, çile çekmeden güzel şeylerin elde edilemeyeceğidir. Bu sadece maddi şeyler için geçerli bir kural değildir, ilişkiler için de geçerlidir. Evliliğin sorunsuz olması için, zor zamanlarda eşlerin gayret göstermesi şarttır. Emek verilmeyen bir evlilik, tıpkı bakımı yapılmamış bir bahçenin yabani otların istilasına uğraması gibi her geçen gün güzelliğini kaybeder ve sonunda kurur.
Elbette eşlerin sorunlar karşısında birbirlerine taharri’ mül göstererek evlilikleri namına emek sarf etmeleri için, eşler arası iletişimin kurallarını bilmeleri, kadın ve erkek psikolojisi hakkında az çok bilgi sahibi olmaları gerekir. Zaten eşlerin, aralarında sorun olsun ya da olmasın, bu konularda bilgi sahibi olmaya çalışmaları, sağlıklı ilişki için gayret göstermenin yarısıdır.
Boşanma, bir sürecin sonunda gelinen noktadır. Bu süreçte ilişkiyi olumsuz yönde etkileyen unsurlar birikir ve bardağı taşıran son damla boşanmanın nedeni olarak karşımıza çıkar.
Daha önce de değindiğimiz ve eşler arası iletişimde vazgeçilmez bir yeri olan ‘altın orta nokta kuralı’, boşanma sürecine girmiş çiftlerin evliliklerini kurtarmada önemli bir rol üstlenebilir. ‘Altın orta nokta kuralı’ eşlerin iletişimlerinde kriz ya da sorun yaşadıkları anlarda, birbirlerine doğru birer adım atarak orta noktada buluşması şeklinde tarif edilebilir. Örneğin, erkeğin hemen her gece arkadaşlarıyla zaman geçirerek eve geç saatlerde gelmesi, eşine ve çocuklarına yeterince zaman ayırmaması evlilik için önemli bir sorundur. Kadın, erkeğe çıkışarak onun bu alışkanlığını tamamen bitirmeyi denemek yerine,
“Çocuklar seni özlüyor. Haftanın üç dört günü eve erken gelip onlarla vakit geçirirsen çok mutlu olurlar” şeklinde yaklaşırsa, bu öneri erkeğe de mantıklı gelecek ve ikisinin de çıkarı ‘altın orta nokta’da buluşmuş olacaktır. Eşler, kriz anlarında altın orta nokta kuralını uygularlarsa, hem evliliklerini bitirme noktasından uzaklaştırır hem de birbirlerine tahammül etmeyi öğrenirler. Nasıl ki bina yaparken tuğlaları üst üste koymak aynı şeyi tekrarlamak değil, binayı sağlamlaştırmaksa, bu kural da tekrarlandıkça evliliği sağlamlaştırır.
Emek verilmeyen bir evlilik, tıpkı bakımı yapılmamış bir bahçenin yabani otların istilasına uğraması gibi her geçen gün güzelliğini kaybeder ve sonunda kurur.
Boşanma kararı almadan önce
Eşler evliliğin sürmesi için gösterdikleri bütün çabalara rağmen boşanma kararı alma aşamasına geldilerse, bu aşamada da mantıklı hareket etmelidirler. Boşanma kararı insanın hayatındaki kırılma noktalarından birisi olduğu için, bir anlık heyecanla evliliği sonlandırmak seçeneğini hemen düşünmemek gerekir. Boşanma kararından önce taraflar şu kritik soruları kendilerine sormalıdırlar:
l- Evliliği kurtarmak için elimden geleni yaptım mı? Bu soruyu sormadan alınan ayrılık kararı, insana sonradan “keşke” dedirtir.
2- Mutsuzluğumun sebebi gerçekten evliliğim mi, yoksa kendimden kaynaklanan sebepler de var mı? Günümüzde hâkim olan yaşam şartları nedeniyle, insanlar genellikle mutsuz ve depresif durumdadırlar. Başka nedenlerle yaşamdan zevk almayan insanlar, zaman zaman “Evliliğim biterse mutlu olurum” düşüncesine kapılabilirler. Bu nedenle boşanma kararı almadan önce, kişinin mutsuzluğunun nedenini iyice analiz etmesi gerekir.
3-Ayrıldıktan sonra ortaya çıkacak sorunlarla baş edebilir miyim? Boşanma kadın ve erkek için yeni bir başlangıç demektir. Eşler boşandıktan sonra, tek başına hayatın üstesinden gelip gelmeyeceklerini hesap etmelidirler. Uzun yıllar süren evlilikler de boşanma kararı alınmadan önce, bu soruyu tekrar tekrar düşünülmelidir. Çünkü yıllardır birbirlerine alışkın eşler, boşanmanın ardından yalnız kalacaklardır.
4-Boşanma kararı çocukları nasıl etkileyecek? Çocuklar boşanmanın kendisinden çok, boşanma esnasında yaşananlardan etkilenirler. Bu da çocuğun ruhsal gelişimine zarar verir. Ayrıca boşanma kararı, özellikle küçük yaştaki çocuklar için anne ya da babadan birinin olmadığı bir evde büyümek demektir ki bu durumda çocukların sağlıklı gelişim göstermeleri için daha çok dikkat sarf etmek gerekir.
Kâr-zarar hesabının doğru yapıldığı durumlarda boşanma iyi bir çözüm gibi gözükebilir. Ancak bilinmelidir ki bu, geri dönülmeyecek bir karardır ve ‘keşke’ denilmeyecek şekilde bir karar alınmalıdır.
Dostça boşanmak mümkün mü?
Boşanmanın kendisinden çok, boşanma aşamasına gelene kadar yaşananlar eşleri yıpratır. Boşanma öncesi yaşananları hem erkek hem de kadın kolay kolay unutmaz. Ama çocukların iyiliği için, boşanma aşamasında anne ve babanın bazı duygularından fedakârlık yapmasından ve mantıklı hareket etmesinden başka çözüm yoktur. Genelde eşler boşandıktan sonra öç alma duygusu yaşarlar. Çoğu zaman da, bu öç alma duygusu ile çocukları kendi taraflarına çekmeye çalışır ve onlara birbirlerini kötülerler. Kadın ya da erkeğin bu psikolojiye girmemesi için, boşandıktan sonra kendisini yalnız hissetmemesi çok önemlidir.
Kâr-zarar hesabının doğru yapıldığı durumlarda boşanma iyi bir çözüm gibi gözükebilir. Ancak bilinmelidir ki bu, geri dönülmeyecek bir karardır ve ‘keşke’ denilmeyecek şekilde bir karar alınmalıdır.
Ayrılık en çok kadını yıpratır
Boşanmada, çocuklardan sonra en büyük bedeli ödeyen taraf kadındır. Hem annelik duygusu, hem sosyal nedenler hem de psikolojik yapısı nedeniyle, boşanma kadını erkekten daha çok yıpratır. Boşanma sonrası yaşanan en belirgin psikolojik rahatsızlık olan depresyon, kadınlarda erkeklere göre iki üç kat daha fazla görülür. Depresyon kadınlarda doğrudan, erkeklerde ise kendini içkiye sigaraya verme, sinirlilik, unutkanlık gibi dolaylı yani örtülü biçimde yaşanır.
Toplumun boşanmış bir kadına ve erkeğe bakışı farklıdır ve bu yanlış bakış da kadını yorar. Çoğu zaman boşanmış bir kadın olmak, toplum tarafından ayıplı bir etiket gibi algılanır ve sorgulanır. Bu durum, kadın üzerinde baskı oluşturur. Erkek içinse böyle bir sorun yoktur. Bu nedenle erkekler boşanmadan sonra daha rahat hareket eder ve boşanmanın olumsuz etkilerinden çabuk kurtulurlar.
Boşanmanın erkek ve kadında farklı yaşanmasında, beynin çalışma özellikleri de belirleyicidir. Erkeklerin beyni sorunları takıntı haline getirmeme eğilimindedir ve bunda da başarılıdır. Bu avantaj sayesinde, boşanma sonrasında erkekler duygularından çok mantıklarıyla hareket eder ve yaşananları kolay unuturlar. Kadınların beyni ise sorunların üzerinde tekrar tekrar düşünmeye meyillidir. Bu yüzden kadınlar yaşadıkları sorunlar üzerine düşünmeyi bırakıp hayatlarına devam etmekte zorlanırlar. Ayrıca çocukların durumu da, annelik duygularıyla hareket eden kadını daha çok etkiler. Kadının bu iki özelliği, boşanmaya duygusal bakmasına neden olur çünkü kadın için duyguların yerine mantıkla hareket etmek daha zordur. Boşanma sonrasında duygusal ihmal yaşayan kadın, bu meseleyi tarn olarak zihninden çıkarmakta güçlük çeker ama sorunu hallettikten sonra yine güçlü bir şekilde hayatına devam edebilir. Erkek boşanma acısını aşmak için bir birim, kadın ise iki ya da daha çok birim çaba harcar, dersek durumu özetlemiş oluruz.
Eşler birbirlerinden boşanabilir ama annelikten, babalıktan boşanamazlar. Çocuğun bu gerçeği anlaması için, anne babanın ona hayatı boyunca yanında olacaklarını hissettirmesi gerekir.
Anne babalıktan boşanılmaz
Kimi zaman çok zor olsa da, her iki taraf da önünde sonunda boşanmanın etkilerinden kurtulup yeni bir hayata başlar. Ancak anne baba arasında olan biteni anlayacak yaşta bir çocuk, boşanma ve boşanma sürecinde yaşananlardan ömür boyu etkilenir. Çünkü çocuğun sevgi, nefret, acı, endişe gibi duyguları depolayan duygusal hafızası, boşanma sürecinde yaşananları da -ki bunlar genelde olumlu duygular değildir- kaydeder. Anne babanın olan biten konusunda yeterince açıklama yapmaması, çocuğun kişilik gelişimini olumsuz etkileyebilir. Bu yüzden, çocukların anne babalarının boşanmasını duygusal travmaya neden olmayacak şekilde atlatması gerekir. Çocuk ailede yaşananları anlayacak yaşta ise, anne baba boşanmayı saklamak yerine, gerçekleri uygun bir dille ona anlatmalı ve aradaki gerginliği mümkün olduğu kadar çocuğa yansıtmamaya özen göstermelidir. Eğer bu yapılmazsa, çocuk, anne babasının ayrılmasının nedeni olarak kendisini görecek ve “Boşanmaya ben sebep oldum” diye düşünecektir. Boşanma sürecinde anne babanın, çocuğa karşı kullanacağı dil ve yaklaşım şu şekilde olmalıdır:
“Ortada bir problem var ve bu problemin kaynağı sen değilsin, biziz. Sen canını sıkma, biz bir yolun bulup bu problemi çözeceğiz. Belki ileride bir arada yaşamayabiliriz ama her zaman ikimiz de senin yanında olacağız… Şu anda üzülebilirsin ama önünde kocaman bir hayat var. Bu tür olaylar uzun vadede insanı güçlendirir…”
Boşanma sürecinde, çocuklar güvende olmadıkları hisseder ve gelecek korkusu yaşarlar. Bir de anne babanın, olumsuz duygularını çocuğa yansıtarak, ona ümitsizlik ve karamsarlık vermesi halinde çocuk depresyona girebilir. Bu nedenle ebeveynlerin, ne yapıp edip uzlaşarak ayrılma yolunu bulması, çocuğun sağlıklı ruhsal gelişimi için çok önemlidir. Eşler birbirlerinden boşanabilir ama annelikten, babalıktan boşanamazlar. Çocuğun bu gerçeği anlaması için, anne babanın ona hayatı boyunca yanında olacaklarını hissettirmesi gerekir. Anne babanın ayrılmasında bedel ödemeyen çocuk yoktur. Bunu iyi bilmek gerekir.
Hem boşanma sürecinde hem de boşanmadan sonra, ebeveynlerin yaptığı en büyük yanlışlardan biri, çocuğu kendi tarafına çekmeye çalışmaktır. Çocuğu kendi taraflarına çekmek için ona rüşvetle yaklaşan anne babalar, boşanmanın gündeme gelmesiyle bir anda eşini kötülemeye başlayan kişiler bilmelidirler ki bu yaptıklarının bedelini yine çocuklar öder.
Çocuğa güven duygusu verilmeli
Toplumumuzda boşanma sürecinde aile büyükleri genellikle çocuklar için devreye girerler. Anneanneler, babaanneler ya çocukların bakımını üstlenir ya da en azından bir süre için onlarla ilgilenirler. Bu sayede çocuklar boşanmanın olumsuz etkilerini en az zararla atlatırlar. Bu önemli bir avantajdır. Aslına bakılırsa, şu anda anneanne ve babaanne olanlar, zamanında çile çekmiş bir neslin üyeleridir. Çocuklarını güçlükle yetiştirmiş, şimdi de torunlarına bakımını, çocuklarının ailesinin yükünü omuzlamalardır. Onlar bir bakıma bireyselleşmeye kurban gitmiş toplumun üzerindeki yükü hafifletmektedirler.
Boşanma sonrasında çocuklarda görülen en büyük problem, duygusal ihmale uğramış olmalarıdır. Çocuklar çoğunlukla kendilerine değer verilmediğini, önemsiz olduklarını hissederler. Boşanma sürecinde veya sonrasında çocuklarda bu duyguların ortaya çıkmasını anne ya da babanın engellemesi güçtür. Çünkü zaten onların kendilerinin yardıma ihtiyacı vardır ve çoğu zaman çocuklarının içinde bulunduğu durumun farkına varamazlar. Dolayısıyla anneanne, babaanne, dede gibi yakın akrabalar çocukta bu duygunun ortaya çıkmaması için özen göstermelidir. Boşanma sonrasında çocuğa kendisine değer verildiğini, güvenildiğini, en önemlisi de sevildiğini hissettirmek gerekir. Çocuğa bu duygular ve bazı sorumluluklar verilerek onun sağlıklı bir kişilik geliştirmesi sağlanabilir. “Annenle baban ayrıldı, bu istenmeyen bir şey ama bir arada yaşasalardı sürekli tartışacaklar, birbirlerini inciteceklerdi. Böyle bir beraberliğin sürmesi daha kötü olacaktı. Bu nedenle ayrılmaya karar verdiler. Ancak biz senin yanındayız, sana güveni- yoruz ve senin sorumluluk sahibi bir yetişkin olacağına inanıyoruz” şeklinde bir yaklaşım onun duygusal açıdan çökmesini engelleyeceği gibi, boşanmayı mantıklı bir biçimde değerlendirmesini ve hayata gerçekçi bakmasını sağlayacaktır.
GELİN – KAYINVALİDE İLİŞKİLERİ
Özellikle geleneksel aile yapısına sahip çiftlerin evliliklerinde kritik anlar yaşamasına neden olan en önemli etkenlerden biri gelin ve kayınvalide arasındaki gerginliklerdir. Gelin-kayınvalide ilişkisi üzerine söylenmiş atasözleri, deyimler, fıkralar ve kinayeli sözler; kadının, kayınvalidesi ile iletişiminin eşiyle ilişkisi için ne kadar önemli olduğunu anlatan göstergelerdir. Birçok evliliğin, gelin-kayınvalide ilişkisinde sudan sebeplerle çıkan tartışmalar yüzünden boşanmayla sonuçlandığı hatta bu ilişkinin kimi zaman aile içi cinayetlere veya yaralamalara neden olduğu düşünülürse, meselenin önemini daha iyi görülecektir.
Gelin-kayınvalide ilişkisinin temelinde, her iki tarafın birbirlerine önyargıyla yaklaşması yatar. Eşler arasındaki iletişim hataları bölümünde bahsettiğimiz “kendini gerçekleştiren kehanet kuralı” gelin ve kayınvalide arasında da çok yaşanır. Oğlunu evlendiren kayınvalide, “Gözüm gibi büyüttüğüm çocuğumu bir genç kadın elimden alıyor”, gelin ise “Bir kalpte iki kadın olmaz, annesinden koparamazsam eşime sahip olamamam” düşüncesiyle hareket ederse, kendini gerçekleştiren kehanet işlemeye başlar. Bunun gibi duyguların her iki tarafta da olması doğaldır. Ancak bunların zamanla davranışlara yansıması, gerçekleşmelerine neden olur. Çünkü düşünceler dile getirilmese bile beden diline yansır, iletişimde davranış dilinin etkisi sözel dilden daha fazladır ve insanın davranışlarını bilinçli beyin değil, bilinçaltı yönetir. Yani bir kimsenin beden dili, onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini ele verir. Mesela oğlunun elinden alınacağını düşünen kayınvalidenin bunu bakışlarına yansıtması çok kuvvetli bir ihtimaldir. Bu bakışları algılayan gelinde de, “Kayınvalidem bana hain hain bakıyor” hissi uyanır. Bunun gibi davranışlar, gelinin eşini annesinden uzaklaştırma çabalarını körükler ve ortada hiçbir sebep yokken tartışmalar çıkar. Sonuçta da kayınvalidenin istemediği olur ve erkek annesine karşı tavır alır.
Her konuda olduğu gibi aile içi iletişimde de püf nokta, tarafların niyetidir, ilişkilerde esas olan, tarafların birbirlerine hüsnü zanla yaklaşmasıdır. Gelin kayınvalide ilişkisinde problemlerin olmaması için, en azından birinin iyi zanla, art niyetsiz hareket etmeye başlaması gerekir. Gelin iyi zanla hareket ederse, davranış dili kayınvalidesini de olumlu yönde etkiler ve o da daha pozitif davranmaya başlar, iyi zan kuralını kayınvalide başlatırsa, bu kez de gelin ona uyum sağlar. Unutmamalı ki kaygı ve korkunun arttığı yerde güven zayıflar, güvenin zayıflaması ise iyi niyeti ortadan kaldırır.
‘Dostumun dostu, dostumdur’
Şüphesiz insanın önyargılarından kurtularak karşısındaki kişi için iyi zanda bulunması kolay değildir. Önyargıların değişmesi için bazı somut nedenler gerekir. Söz konusu nedenler de karşı tarafa iyi davranarak sağlanabilir. Örneğin imkânı olduğu halde hep eski giysilerle dolaşan bir arkadaşınızın cimri olduğunu düşünüyor olabilirsiniz, ancak bu arkadaşınızın size birkaç kez yemek ısmarlaması, onun hakkındaki önyargınızı değiştirir. Gelin-kayınvalide ilişkisinde de önyargıları ortadan kaldırabilecek davranışları doğru yorumlamak gerekir. Mesela gelin, kayınvalidesinin kendisinin eşiyle baş başa kalmasına izin vermediğini düşünüyorsa, yanlarına gelmediği bir gün kendilerini rahat bıraktığını değil de küstüğünü ya da naz yaptığını düşünebilir.
Gelin-kayınvalide ilişkisinde önyargıları ortadan kaldıracak en önemli neden ortak menfaatlerdir. O da gelin için eşinin, kayınvalide içinse oğlunun mutluluğu ve öncelikleridir.
İlişkilerde esas olan, tarafların birbirlerine hüsnü zanla yaklaşmasıdır. Çetin kayınvalide ilişkisinde problemlerin olmaması için, en azından birinin iyi zanla, art niyetsiz hareket etmeye başlaması gerekir |
Gelin, kayınvalidesinden hoşlanmıyor olabilir ama ona “Eşimin annesi, eşime emek vermiş, onu yetiştirmiş. Eşimi seviyorsam, onun sevdiği insanlara da/ annesine de değer vermem gerekir” şeklinde düşünmelidir. Bu saygı duyma, kendini ezdirmeme-karşı tarafı ezmeme dengesine oturmalıdır. Aynı şey kayınvalide için de geçerlidir. O da oğlunun sevdiği ve tercih ettiği kişiye yani gelinine saygı duyması ve değer vermesi gerektiğini hatırından çıkarmamalıdır. “Oğlumu ben büyüttüm ama o bana ait bir varlık değil. Çocuğumun mutlu olması için eşinin de mutlu olması lazım. Ben de buna katkı sağlamalıyım” düşüncesiyle hareket etmelidir. Oğlunun mutlu olmasını isteyen kayınvalide, gelinini mutlu etmeye çalışmalıdır.
Erkek herkesin iyiliği için objektif olmalı
Önyargıların yıkılmadığı ilişkilerde, kayınvalide genellikle kinayeli konuşmalarla gelini maniple etmeye çalışır. Bunlar ilkel, olgun olmayan tepkilerdir. Bu tepkilere gelinin de karşılık vermesi ise aile içinde krizlere davetiye çıkarır.
Sık sık yaşanan krizlerde, olan iki kadın arasında kalan erkeğe olur.
Gelin-kayınvalide arasındaki zıtlaşmalarda, genellikle erkek de rolünün gereğini objektif bir şekilde yerine getiremez ve annesini eşine karşı körü körüne savunur. Kimi zaman da bunun tam tersi olur. Erkek eşine, “Annem iyi biri ama zayıf yanlan var. Bu yaştan sonra onu değiştirmek zor. Onu incitmeyelim” mesajıyla yaklaşmalıdır. Böyle yaklaşması, eşini, “Kayınvalidem bana kötü davranıyor ama hiç olmazsa eşim beni anlıyor” noktasına getirir. Erkek, eşine bu şekilde yaklaşmayıp, doğrudan annesini savunursa, eşi iyice gerilir ve anlaşılmadığını düşünür.
Erkek böyle durumlarda objektif olmadığı takdirde, her kriz bir bumerang gibi dönüp dolaşıp kendisini bulur. Mutlu olmak isteyen erkek, annesi ve eşiyle ilişkisini dengede tutmalıdır.
Önyargıların yıkılmadığı ilişkilerde, kayınvalide genellikle kinayeli konuşmalarla gelini maniple etmeye çalışır. Bunlar ilkel, olgun olmayan tepkilerdir |
Gelin, şartlarını dayatmamalı
Hepimizin çocukluk dönemlerinde yaşadığımız olaylar, hayat senaryoları vardır. Bir genç kız evlenene kadar, babası ya da ağabeyiyle kurduğu ilişkiler yoluyla, beynine erkek modeline dair bazı davranış ve düşünce kalıpları yazılır. Evlendiği kişiden de, buna benzer düşünce kalıpları bekler. Annesiyle kurduğu iletişim şeklinin beyninde oluşturduğu düşünce ve davranış kalıbını da kayınvalidesinden bekler. Böyle bir beklenti gerçekçi olmadığı gibi, mümkün de değildir. Çünkü gelin de kayınvalide de iki farklı ortamda yetişmiş, ayrı kişilik yapılarına sahip bireylerdir. Yeni evlenen genç hanımlar bu gerçeği genellikle göz ardı ederek, kayınvalidelerini kendi şartlarına, kendi standartlarına uydurmaya çalışıyorlar. “Ben evlendim, eş benim eşim, kayınvalidem benim standartlarıma uymak zorunda” düşüncesiyle hareket etmek, evlilik adına yapılan en büyük hatadır. Bu anlayışın kişilik ve güç çatışmasına neden olmaması mümkün değildir. Zaten gelininin oğlunu elinden aldığını düşünen, duruma böyle yaklaşan bir kayınvalide, gelininden de yukarıdaki gibi bir yaklaşım görürse, ona tepki olarak negatif düşünmeye ve davranmaya başlar. Halbuki sağlıklı bir ilişki için karşı tarafı değiştirmek yerine onu anlamaya çalışmak gerekir.
idare eden, ‘idare’lik olur
Bir de huzursuzluk olmasın diye kayınvalidesinin her istediğini sorgulamadan yapan, her çıkışını alttan alan gelinler vardır. Bu tip insanlar kendilerine zarar verirler.
Geleneksel yapıya sahip ailelerin kız çocukları “idareci ol, aman alttan al, fedakâr ol, kızlar fedakâr olur” tavsiyeleriyle yetiştirilirler. Bu mesajları alan genç kız da evlendiği zaman ezilir ve ruhsal sarsıntı yaşar. Buna örnek olacak bir danışanım vardı, çok ağır depresyonla gelmişti. Kadının üç çocuğu vardı ve kayınvalidesi de onlarda kalıyordu. Başta danışanın depresyonuna bir neden bulamadık. Kayınvalidesiyle problem yaşayıp yaşamadığını sorduğumuzda “Hayır, hiç şikâyetim yok, çok iyi biri” cevabını veriyordu. Sonra hastaneye yatırıldı, tedavi başlayınca gelinin bastırdığı duygular ortaya çıktı. Kayınvalide kontrolcü yapıdaydı ve gelini üzerinde psikolojik baskı kuruyordu. Danışanımız çocuklarını bile kayınvalidesinin yanında sevemiyordu. “Aman kızım idare et, iyi geçin, alttan al, kayınvalidene karşı çıkma, fedakâr ol” gibi tavsiyelerle yetiştirilen kadın, ilişkinin zaten böyle olması gerektiğini düşündüğü için, bize kayınvalidesinin tutumunu anlatma gereği bile duymamıştı. Halbuki bu kişiye, “Kayınvalidene saygısızlık etme ama kendini de ezdirme” tarzında eğitim verilmiş olsaydı, bu durumlar yaşanmayacaktı.
Kayınvalide yanlış bir şey yaptığı ya da söylediği zaman “Ben böyle düşünmüyorum, benim için doğrusu budur” diyerek sınırları koyabilmek, doğru duruş gösterebilmek gerekir. Bunu yaparken üslup, seçilen kelimeler, ses tonu, beden hareketleri çok önemlidir. Eğer bir insan, karşı tarafı incitmeden kendi kişilik sınırlarını çizmeyi başarırsa, iki taraf da birbirini daha rahat tanır. Duygulan bastırıp biriktirmek ise, örneğimizdeki gibi kişinin psikolojik rahatsızlıklar yaşamasına neden olur. Bu nedenle, sorun olduğu zaman açık açık konuşulursa, hatası olan kendisini düzeltmeye çalışır. Eğer ortada bir hata yoksa da, iki taraf birbirini daha iyi tanımış olur.
Geleneksel yapıya sahip ailelerin kız çocukları “İdareci ol, aman alttan al, fedakâr ol, kızlar fedakâr olur” tavsiyeleriyle yetiştirilirler. Bu mesajları alan genç kız da evlendiği zaman ezilir ve ruhsal sarsıntı yasar.
Fiziksel olarak ayrı, duygusal olarak bağlı
Türk toplumunda aile bağları Batı toplumlarındakinden daha güçlüdür, İngilizcede amca ile dayı ve teyze ile hala tek kelimeyle ifade edilirken, bizde bu hitaplar oldukça zengindir. Bir toplum neye önem verdiyse onunla ilgili terimleri daha çok üretir. Örneğin Arapların yirmiye yakın deve tarifi vardır. Kızılderililer de kanla ilgili çok terim kullanmışlardır…
Aile bağları bizler için önemli olmasına karşın, son iki yüzyıldır Batılı kültür değerleri ve şehirleşmenin etkisiyle değişime uğradı. Bu süreçte, bir tarafta anne babaya ‘of bile dememeyi öğütleyen anlayış sürerken, diğer tarafta anneanneyi, babaanneyi, büyükbabayı dışlayan aile modelleri ortaya çıktı. Yani aileler, ne Batıdaki gibi bağımsız ayrı bir birime dönüştü, ne de Doğudaki gibi geniş bir yapıda kaldı.
Dolayısıyla özgür ve bağımsız olmak isteyen gençler, ailelerinden de tamamen kopamadılar. Böyle iki arada bir derede kalan ailelerde gelin-kayınvalide çatışmalarının daha çok yaşandığı gözlenmektedir. Bu türden ailelerde herkesin mutlu olabileceği en iyi çözüm, büyüklerden fiziksel olarak kopmak ama duygusal bağları sürdürmektir. Tabii anne babaların da çocuklarını uzaktan sevmeyi başarması, evlenen iki gencin kendilerinden ayrı özel bir hayatlarının olduğunu kabul etmesi gerekir.
AİLE İÇİ ŞİDDET
Eşlerin birbirine sözel ya da fiziksel şiddet uygulaması, evlilikte zor anlar olarak değerlendirebileceğimiz krizlerin en önemlisidir. Şiddeti kısaca bir insanın hak aramak için veya bir sorunu çözmek için fiziksel veya duygusal zorlamalara başvurması olarak tarif edebiliriz. Şiddet deyince insanların aklına sadece fiziksel zorlama gelir. Halbuki duygusal ihmal, çalışan bir insanın maaşını vermemek, birine sinirlenip bir eşyayı kırmak, kadının eşi tarafından cinsel ilişkiye zorlanması gibi davranışlar da bir tür şiddet uygulamasıdır. En ağır şiddet ise, bedene yapılan zorlamadır. Fiziksel şiddetten sonra eşyaya ve hayvana yapılan şiddet ile ekonomik ve duygusal şiddet şeklinde bir derecelendirme yapılabilir. Bir kişinin eşine sevgi göstermemesi, onu ihmal etmesi de kimi tanımlamalara göre şiddettir.
Günümüz toplumları için aile içi şiddet önlemeyen önemli bir sorundur. Sadece Türkiye gibi ülkeler değil, eğitim seviyesi ve yaşam standardı yüksek ABD, Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde de aile içi şiddet vakaları giderek artmaktadır. Bütün dünyada şiddete maruz kalan kadın sayısı içinde eğitimli kadınların ve şiddet uygulayan erkek oranlarının yüksek olması, konunun Türkiye’de algılandığı gibi sadece eğitim seviyesi ve gelişmişlikle ilgili olmadığını göstermektedir. Üstelik Türkiye’de resmi rakamlara yansıyan şiddet olayları hiçbir zaman Batılı ülkelerdeki rakamlara ulaşmamıştır. Bu görüşe, “Türkiye’de kadınların haklarını arama bilincinin gelişmemiş olması, şiddet vakalarıyla ilgili istatistikleri aşağı düşürüyor” şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak burada asıl mesele, konuya ideolojik bakış açılarıyla yaklaşmadan, aile içi şiddetle mücadele etmektir.
Araştırmalar aile içi şiddetin en önemli nedenlerinden birinin alkol olduğunu göstermektedir. Toplumdaki genel şiddet olaylarında, alkol kullanımı % 67 oranında etkilidir. Alkol, otokontrolü zayıflattığı için, kişinin agresifleşerek dürtüleriyle hareket etmesine, depresyon puanının yükselmesine neden olur. Sadist eğilimleri olan yani acı çektirmekten zevk duyan biri, alkol kullanırsa, o kişinin şiddet uygulama ihtimali çok yükselir.
Şiddete karşı öfkenizi eğitin
Ailede şiddet uygulayan kişinin bu eğilimi psikolojik bozukluklardan kaynaklanıyorsa mutlaka tedavi görmesi gerekir. Ancak aile içi şiddetin nedeni psikolojik olmaktan daha çok, sorun çözmeyi bilmemek, iş hayatındaki stresle başa çıkamamak sonucu ortaya çıkan öfkeye hâkim olamamaktır. Öfke insanın içindeki vahşi bir köpek gibidir. Onu eğitirseniz, o size bekçilik, koruyuculuk yapar ama eğitmezseniz kendinize de zarar verir.
Öfke, erkeklerde kalp krizini özellikle üç kat arttırmaktadır. Kontrol edilemeyen öfke sadece kişinin sağlığını değil, insanlarla, eşiyle ve çocuklarıyla olan ilişkisini de etkiler.
Fiziksel ya da duygusal şiddeti arttıran etken, eşler arasındaki önyargılardır. Şiddeti engellemenin çözümü diyalog ve hoşgörüdür. Eşler arasında şiddet yaşanıyorsa, ortada bir problem var demektir ve bu problemi çözmek için kullanılan yöntemlerin de doğru olması gerekir. Eşlerin, kullanacakları yöntemler içinde şiddetin asla yeri olmadığını kabul etmeleri, şiddetin hiçbir türünü bir seçenek olarak düşünmemeyi öğrenmeleri gerekir.
Toplum olarak sorunlara yaklaşım tarzımız çözüm odaklı değil, tartışma odaklıdır. Bu özelliğimizi anlatan güzel bir fıkra vardır: Bir Alman, bir Fransız, bir Amerikalı ve bir Türk’ten filler konusunda tez hazırlamaları istenir. Alman, ‘fil ilmine giriş’ adlı bir tez hazırlar. Fransız, ‘fillerde cinsel yaşam’ konusunu işler. Amerikalı, ‘filler ve kapitalizm’ üzerine çalışır. Türk ise ‘Ne olacak bu fillerin hali?’ konusunu seçer. Eşlerin problemlere yaklaşım tarzı bu fıkradaki Türk gibi olursa, sorunlarına çözüm bulamazlar. Şiddete başvuran erkek ve şiddet gören kadın tartışmak yerine, çözüm odaklı davranışlarda bulunursa, mutlaka bir çıkış yolu bulunur.
Araştırmalar aile içi şiddetin en önemli nedenlerinden birinin alkol olduğunu göstermektedir. Toplumdaki genel şiddet olaylarında, alkol kullanımı % 67 oranında etkilidir.
Şiddet çocuğa nasıl anlatılmalı?
Hayvanlara şiddet uygulayan çocuklar veya kendisini yaralayan yetişkinler üzerinde yapılan araştırmalar, bu kişilerin anne babaları arasında şiddetin daha çok yaşandığını göstermektedir. Aile içinde şiddet; sorun çözme, hak arama aracı olarak kullanıldığında öğrenilmiş bir davranışa ve alışkanlığa dönüşür. Anne baba şiddet uygulama eğilimindeyse, çocuk (5-6 yaşında veya daha büyükse) bunu doğal kabul eder ve ailesinden öğrendiği bu ‘doğal çözüm yöntemi’ni ileride uygulamaya başlar. Çünkü hayatı tanımayan çocuk, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kavramları çevresini gözlemleyerek öğrenir.
Anne baba asla şiddete başvurmamalıdır. Ancak öfkesini yenemeyip bu tür bir davranış gösterdiğinde, bunu çocuğa “Yaptığım doğru değil ama kendime hâkim olamadım” diyerek anlatırsa, o zaman çocuk en azından ortaya konan davranışın doğru model olmadığını anlayabilir, şiddete meyletse bile bir süre sonra davranışını değiştirebilir. Burada çocuk açısından önemli olan, anne babanın şiddeti yöntem olarak benimsememesidir.
Önemli olan, çocuğun şiddeti bir yöntem olarak benimsememesi için önlem almaktır. Çocuk şiddetin ne olduğunu, sonuçlarını, yanlış yönlerini öğrenirse, ileride isteklerini gerçekleştirmek için onu bir yöntem olarak benimsemeyecektir.
Maalesef bir ailede şiddet yaşanabiliyor, bazen kapılar çarpılıyor, bazen bir eşya fırlatılıyor, bazen sağa sola tekme atılıyor. Ancak anne baba, kavga ve şiddeti bir yöntem olarak benimserse, sürekli gerilim ve sözlü ya da fiziksel şiddet evde bir iletişim tarzı olarak benimsenirse, çocuk bundan olumsuz etkilenir. Bununla birlikte, “Aman çocuğumuz, kavga ettiğimizi görmesin, bağırmayalım bundan kötü etkilenir” düşüncesiyle fazla korumacı bir yaklaşım benimsemek de doğru değildir. Çocuğun, kavga ve gerilimden sonra, anne babasının yeniden barıştığını görmesi, hayatın gerçeklerini öğrenmesi bakımından önemlidir. Nasihatlerden ziyade yaşadıklarından etkilenen çocuk, anne babanın barışmasından uzlaşmayı öğrenir. Zaten doğru olan da, ona nasihat vermekten çok model olmaktır. Başka bir ifade ile çocuğa emir vermek yerine fikir vermek gerekir.
Anne baba, çocuğun çevresinden etkilenerek şiddete yönelmesi durumunda da benzer bir tutum sergilemelidir. Günümüzde, çocuğu bir yetişkin olana kadar şiddetten uzak tutmaya çalışmak mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Çünkü şiddet hayatın bir gerçeğidir. Anne baba ne kadar korumacı olursa olsun çocuk bu gerçekle yüzleşecektir. Burada önemli olan çocuğun şiddeti bir yöntem olarak benimsememesi için önlem almaktır. Çocuk şiddetin ne olduğunu, sonuçlarını, yanlış yönlerini öğrenirse, ileride isteklerini gerçekleştirmek için onu bir yöntem olarak benimsemeyecektir. Bunun için insan odaklı düşünerek, şiddetin öğrenilen bir yöntem olduğunu, kimi zaman da istenilmeden benimsendiğini kavramak gerekir.
AİLE TERAPİSİ
Eşler arasında yaşanan sorunların ve krizlerin temel nedeni, evlilik hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaktır. Eğitim sistemimiz de bu konuyu ailelere bırakmıştır. Fakat bugünkü toplum yapısında, aileler eskiden olduğu gibi evliliğe katkıda bulunamamakta ve hakemlik görevini üstlenememektedir. Eskiden bir sorun olduğu zaman, aile büyükleri yeni evlenen gençlere yardım ederdi. Çünkü babaanne, büyükbaba, anne, baba ve yeni evli çift arasındaki ilişkiler çok daha yakındı. En azından bir mekân ortaklığı vardı ve aile fertleri birbirlerine destek oluyorlardı. Oysa bugün, sevecen ve şefkatli anneanneler, babaannelerle olan iletişim yok denecek kadar azaldı.
Eşler arası iletişimde doğru yöntemlerin neler olduğu ve bunların nasıl kullanılacağı, eşlerin kişilik yapılarının ve iletişim tarzlarının tespit edilmesine bağlıdır. Bunları en iyi şekilde tespit edecek olan da bir ummandır.
Kısacası, günümüzde evli çiftler, yaşadıkları aile içi sorunlarda uzmanlardan yardım almak yolunu seçmektedirler. Aile terapistliği alanında profesyonelleşmiş uzmanların çalıştığı merkezler de bu ihtiyacı karşılamaktadır. Aile terapisi denilince, akla sadece sorun olduğunda çözüm üretmek gelmemeli. Aileye rehberlik ederek muhtemel sorunların çıkmasını engellemek de, aile terapisi ya da danışmanlığı içindedir. Aile terapisinin bilimsel adı ‘çift terapisi’dir ve sadece eşlerden biriyle değil, her ikisinin de katılımıyla yapılır.
Daha önceki bölümlerimizde değindiğimiz gibi, eşler arası iletişim kendine has bazı teknikler gerektirir. Bir insanın ne söylediği kadar bunu nasıl söylediği de önemlidir. Hatta bazı durumlarda, bir şeyin nasıl söylendiği kendisinden de önemli olmaktadır. Sağlıklı bir iletişim için sözün ya da davranışın nasıl olması gerektiği, iletişimcilerin uzmanlık alanına girer. Eşler arası iletişimde de, bir doğruyu farklı şekillerde söyleyebilmeyi başarmak gerekir. Eşler genellikle “Benim kalbim temiz, dobra dobra konuşuyorum” diye düşünür ve nasıl konuştuklarının önemli olmadığını zannederler. Gerçekten de bu yaklaşım, ilk anda insana doğru gibi gelebilir ancak üslubu göz ardı eden bir iletişimin ilişkiye zararı yoksa bile -ki çoğu zaman vardır- faydasını görmek mümkün değildir. Bu, kalçadan yapılması-gereken bir iğneyi ağızdan almak gibidir, insan iyi niyetli olsa bile, isteklerini ve beklentilerini karşı tarafa doğru yolla aktaramazsa sonuç alamaz. Bu, iyi niyetin tek başına yeterli olmadığı anlamına gelir. Eşler arası iletişimde doğru yöntemlerin neler olduğu ve bunların nasıl kullanılacağı, eşlerin kişilik yapılarının ve iletişim tarzlarının tespit edilmesine bağlıdır. Bunları en iyi şekilde tespit edecek olan da bir uzmandır.
Aile Terapisi Nasıl Uygulanır
Aile terapisti eşlerin kişiliklerinin analiz eder; güçlü zayıf, olumlu-olumsuz taraflarını, sorun çözme stillerini iletişim stillerini, olaylara bakış açılarını, duygu düşünce ve davranış kalıplarını ortaya koyarak kişilik profillerini çıkarır. Ailede sorun kaynaklarının neler olduğunu belirler. Örneğin, birbirini seven ama sürekli tartışan bir çift, aile terapisine geldiğinde, önce yaşadıkları sorunun ana nedeni araştırılır, ilk seanslar, terapiyi uygulayan kişinin tarafları tanımasıyla geçer. Her iki tarafın kişilik profilini çıkaran terapist, sorunu tespit ettikten sonra, eşlerin çözüme yönelik farklı bakış açılarını ortaya koyar. Örneğin evde tartışmaya sebep olan konuların listesini çıkarır. Danışanlara, eşinin hangi davranışlarının kendisini sinirlendirdiğini madde madde yazdırır. Genelde ilk seanslarda üç-beş madde zor yazılır. Ama ilerleyen seanslarda eşler birbirlerinin farkına varmaya, birbirlerini gözlemlemeye başladıkça, liste yirmi-otuz maddeye kadar uzar. Bir problem çıktığında, olayı analiz etmeden hisleriyle tepki veren eşlere, sorunlara nasıl daha farklı bakabilecekleri gösterilir.
Eşler arası iletişimi bozan unsurlar düzeldikten sonra, ailenin dinamikleri ele alınır. Hatta birçok durumda çocukları da terapiye katmak gerekir. Mesela ‘aile içinde koalisyonlar var mı’, ‘eşler arası ilişkiye çocukların veya aile büyüklerinin müdahale düzeyi ne kadar’ gibi sorulara cevap aranır. Bunların sonucuna göre de terapiye yön verilir ve tedavi planı yapılır. Ailenin özelliklerine göre kimi durumlarda stres azaltma odaklı çalışmalar yapılır, kimi durumlarda da olumsuz düşünce kalıplarını yok etmek için kognitif (bilişsel) çalışmalar yapılır.
Tavsiye değil, yol gösterme
Eşlere “Şunu yapın, bunu yapmayın” tarzında tavsiyelerde bulunmak, doğru bir terapötik yaklaşım değildir. Terapide akla kapılar açılır ama eşlerin iradesi ellerinden alınmaz. “Şu kapıdan girerseniz muhtemel sonuçlar budur. Başka bir kapıdan girerseniz sonuçlar şunlar olur…” şeklinde, izlenebilecek yollar ve bunların ortaya çıkaracağı sonuçlar sıralanır ama hangi yolun seçileceği eşlerin kendilerine bırakılır. Terapistin ‘evlenme’, ‘boşan’, ‘bir süre ayrı yaşayın’ gibi tavsiyelerde bulunup üzerine sorumluluk alması profesyonelce değildir. Terapistin nötr olması gerekir. Zaten terapi sadece evliliği kurtarmak için yapılmaz. Aile terapisinin asıl amacı, evlilikte iki tarafın doğru karar vermesini sağlamaktır. Bazen boşanmak üzere olan çiftler aile terapisine gelir, terapiden sonra birbirlerini yanlış tanıdıklarını kabul ederek yollarına devam ederler. Bazen de “Bir arada yaşayamayacağımızı anladık” der ve en iyisinin ayrılmak olduğuna karar verirler. Bu da aile terapisinin sonuçlan arasındadır ama terapist ailenin bütünlüğünü ön planda tutmalıdır. Klasik Batı yaklaşımında “Eşler anlaşamıyorsa, herkes kendi hayatını yaşasın, evliliği yürütmek gerekmez” şeklinde bir anlayış vardı. Hatta ABD’de boşanmaların artma sebeplerinden birisinin aile terapistleri olduğu söylenmektedir. Bir terapistin, evliliklerdeki başarı oranının düşük olmasından hareketle çiftlere evliliklerine yatırım yapmamayı tavsiye etmesi, kendini inkâr etmesi demektir. Aile terapisinde iki tarafın da birbirini doğru tanıyarak anlamasını, sağlıklı kararlar vermesini sağlamak amaçlanır.
Eşlere “Şunu yapın, bunu yapmayın” tarçında tavsiyelerde bulunmak, doğru bir terapötik yaklaşım değildir. Terapide akla kapılar açılır ama eşlerin iradesi ellerinden alınmaz.
Terapist seçerken…
Çiftler aile terapistini seçerken kültürel uyumu önemsemelidirler. Aslında profesyonel bir terapist sahip olduğu kültürü, aile kurumuna ve hayata bakışını uygulamalarına yansıtmamayı başarmalıdır. Buna rağmen, kendileriyle aynı kültüre sahip terapistlerle görüşen danışanlar, daha iyi ve daha çabuk sonuç alırlar. Çünkü eşlerin kültürüne yakın olan bir terapist, onların sorunlarını daha iyi anlar ve daha etkili çözümler üretir. Bir arkadaşımın yaşadıkları, bu konunun önemini iyi anlatacaktır. Bir arkadaşım, Batılı hayat tarzına sahip ve orada eğitim almış bir aile terapistine gitmiş ve eşiyle arasındaki problemleri anlatmış. Terapist, arkadaşımın eşini tanıdığı için, “Onunla ” yaşamak zordur, sen en iyisi ayrıl” tavsiyesinde bulunmuş. Arkadaşım buna çok sinirlenmiş… Bana geldi ve “Ben eşimin zor birisi olduğunu biliyorum ama terapistim bana çözüm yerine boşanmayı önerdi” diyerek dert yandı. Arkadaşım ve eşi daha sonra kendi kültürlerine yakın bir uzmandan çift terapisi aldı, bir süre sonra evlilikleri yoluna girdi.
Psikolojinin tanımı üç ayaklıdır; akıl, beyin ve kültür. Kültür ayağı olmayan bir psikolojik yaklaşım eksiktir. Bir insan için en doğru bakış açısını, onun yetiştiği ortamı, toplumu bilen bir uzman ortaya koyabilir.
Bazen boşanmak üzere olan çiftler aile terapisine gelir, terapiden sonra birbirlerini yanlış tanıdıklarını kabul ederek yollarına devam ederler.
Terapiden kaçan erkek
Ailede yaşanan sorunları ilk algılayan ve bundan rahatsızlık duyan kişi genellikle kadındır. Çünkü kadınlar genetik olarak korkuya karşı daha hassastırlar, insan neslinin devamı için annenin çocuğunu koruyabilmesi gerekir, bu da onun erkeğe nispeten daha tetikte olmasına yani daha çok şeyden korkmasına, endişe duymasına yol açar. Erkeğin dikkati ise ailenin ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanmıştır. Başka bir anlatımla, evdeki iç gerçeklik -iç hâkimiyet kadının kontrolünde, dış gerçeklik ise erkeğin kontrolündedir. Bu genetik bir rol paylaşımıdır. Yapılan araştırmalarda da, çocukların iyi yetişmesi konusunda kadınların daha çok kaygı duydukları saptanır.
Aile içi sorunlara karşı da daha dikkatli ve duyarlı olan kadın, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu zaman, bunu erkekten önce fark eder. Bu yüzden de aile terapistine gitme ihtiyacını da ilk önce kadın dile getirir. Erkek, kadının bu isteğine genelde “Evham yapıyorsun”, “Ne gerek var?” gibi tepkiler verir. Çünkü birçok erkek tedaviye gitmeyi zayıflık olarak algılar.
Erkeğin terapiyi reddettiği durumlarda, önce sadece kadınla tedaviye başlanır ve ortaya konan verilerle erkeğin de, eşiyle kendisi arasındaki iletişimin sorunlu yanlarını fark etmesi sağlanır. Örneğin erkeğe, eşinin beyin görüntülemesi, test sonuçlan gösterilir; kadının ilaç kullanması gerekiyorsa, eşi de bu durumdan haberdar edilir, varsa ilaçların yan etkileri olduğu anlatılır. Bunun gibi adımlarla, erkek, eşinin durumunun daha iyi olması için aile içindeki sorunların çözülmesi gerektiğine ikna edilir. Yani erkeğin, durumun farkına varması sağlanır. Böylece o da, eşine değer vermekle tedaviye katılma arasında bağ kurarak ikna olur.
Beşinci Bölüm
AİLEDE YENİ BİR DÖNEM:
HAMİLELİK VE ÇOCUK SAHİBİ OLMAK
ÇOCUK AMA NE ZAMAN?
Geleneksel aile anlayışımızda çocuk sahibi olmak, bir bakıma evliliği tamamlayan bir aşamadır. Eskiden yeni evlenen çiftler, çocuk sahibi olmak için zaman ayarlaması yapma ihtiyacı hissetmezlerdi. Ama annenin çalışması, ekonomik şartlar gibi nedenlerden dolayı, çiftler artık planlanmış zamanlarda çocuk sahibi olmayı tercih ediyorlar.
Çocuk ruh sağlığında, bir çocuğun özgeçmişi öğrenilirken, gebeliğin planlı olup olmadığı özellikle sorulur. Çünkü çocuğun isteyerek ya da istenmeden dünyaya getirilmiş olması onun ruh sağlığını etkilemektedir. Anne baba için sürpriz olan çocuklarda, ebeveynlerin çocukla ilgili yaklaşımlarına önyargılar daha çok hâkim olur. Eğer anne baba planlayarak çocuk sahibi olmuşsa, anne babalık olgunluğu daha fazla gerçekleşir. Bu nedenle gebeliğin planlı olması idealdir. Elbette istenmeyen gebeliklerde çocuk aldırılmalı demek istemiyoruz. Kastettiğimiz, anne babanın çocuk isteyip istemediklerini, kendileri için çocuğun uygun olup olmadığını hesap etmeleridir. Zaman planlaması yapmadan çocuk sahibi olacaksalar, birtakım risklerle karşılaşacaklarını bilmelidirler. Bunun farkında olan anne babalar, istemeden çocuk sahibi olmanın dezavantajlarını daha kolay ortadan kaldırabilirler.
Çocuk ruh sağlığında, bir çocuğun özgeçmişi öğrenilirken, gebeliğin planlı olup olmadığı özellikle sorulur. Çünkü çocuğun isteyerek ya da istenmeden dünyaya getirilmiş olması onun ruh sağlığını etkilemektedir.
Çocuk kötü giden ilişkiyi kurtarmaz
Kimi zaman eşler, farklı nedenlerle çocuk sahibi olmaya karar verebilirler. Bu nedenlerin başında ise kötü giden evliliği kurtarmak gelir. Genelde birbirleriyle geçinemeyen çiftlere, çevreleri tarafından “Çocuğunuz olduğunda ilişkiniz düzelir” ya da “Çocuk evin neşesidir, çocuk yapın” şeklinde tavsiyelerde bulunulur.
İyi gitmeyen bir evliliğin düzelmesi için çocuk yapmak adeta kumar oynamak gibidir. Evlilikte yaşanan sorunun kaynağını ve nedenini bilmeden çocuğu bir kurtarıcı gibi görmek o sorunu daha da büyütebilir. Çünkü çocuk aileye sorunlarıyla gelir ve yeni sorumluluklar yükler. Evet, bir bebek evliliği daha hoş, daha sevimli ve güzel hale getirir ama ilişki kurmayı becerememiş çiftlerde, çocuğun ağlaması ya da bakımı gibi konular bile başlı başına bir sorun ve tartışma konusu olur.
Ayrıca sorunları olan evlilikte, çocuk, kadının ilgisinin eşinden çocuğa yönelmesine neden olacağı için, mevcut sorunlarla birlikte erkeği daha çok rahatsız eden bir duruma yol açabilir. Erkek bunu düzeltmek için girişimde bulunur fakat başarılı olamazsa, o zaman kendisini işe verir. Zamanla da eşiyle arasında psikolojik bir duvar örülmeye başlar. Böyle bir durumda, eşlerin ortak zaman geçirmesi ve paylaşımları arttırması gerekir, ilgisini çocuğu yönelten kadın, “Eşimle biraz zaman geçireyim, onunla olumlu ya da olumsuz yönleriyle hayatı paylaşayım” düşüncesiyle hareket etmelidir. Kadın eşiyle ortak paylaşım alanlarını açık tutuğu müddetçe, çocuk yapmak da dahil, her şeyi fırsat haline dönüşebilir.
Eşler ilişki kurma becerisini geliştiremedikten sonra, birbirlerini sevseler bile aralarında çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır. Sevginin bile engel olamadığı bir çatışmayı, sorunlarıyla birlikte aileye katılan bir bebeğin engellemesini düşünmek mantıklı değildir. Bu nedenle çocuk evlilikte sorun çözen bir unsur olarak düşünülmemelidir.
Anne baba olma isteği içgüdüsel olduğu kadar, düşünülerek verilecek bir karar olmalıdır. Eşler mutlaka bu kararı ortaklaşa vermeli, yeni bir insan ve yeni bir hayat için gerekli sorumluluğu en doğru şekilde taşıyıp taşıyamayacaklarını hesap etmelidirler. Planlı bir şekilde çocuk sahibi olmak, hem hamilelik döneminde hem de sonrasında eşlerin muhtemel zorluklara hazırlıklı olmalarını sağlar.
Bebek istenmediğini anlar
Gebeliğin planlı olup olmaması çocuğun ruh sağlığının nasıl olacağı ile de yakından ilişkilidir. Çünkü çocuğun psikolojik sağlığını, annenin onu isteyip istememesi önemli ölçüde belirlemektedir. Genel kanının aksine çocukta duygusal hafıza daha anne karnındayken, kalbinin atmasıyla oluşmaya başlar. Bebek anne tarafından istenip istenmediğini, sevilip sevilmediğini duygusal hafızasına kaydeder. Annenin bebeği istememesinden dolayı duygularında meydana gelecek yoğun değişimler (pişmanlık, üzüntü, yüksek kaygı gibi), kan kimyasındaki değişimlerle çocuğun sinir sistemini de etkiler. Böylece dünyaya gelecek çocuğun zihinsel gelişimi normal bir hamileliğe göre sağlıklı olmayacağı gibi, çocuğun ileride güven sorunu gibi problemler yaşamasına da neden olabilir. Annesinden pozitif duygular alan bebek ise, hem bedenen hem de zihnen sağlıklı gelişir. Dolayısıyla anne istemeden hamile kaldıysa, “bebeği istemiyordum” duygusunu bir kenara bırakmalı ve artık bebeği bir sorun olarak değil bir birey olarak kabullenmelidir.
İstenmeyen gebelik yaşayan bazı anneler, çocuk dünyaya geldikten sonra onu sevseler de zaman zaman çocuğa “Zaten seni istememiştim” duygusunu yaşatırlar. Özellikle çocuğu kariyeri için bir engel olarak gören kişilerde bu düşünce ister istemez çocuğa yansır. Böyle bir durumda çocuk sevilmediği düşünür ve içe kapanıklık, güvensizlik gibi davranış sorunları yaşar.
Annenin bebeği istememesinden dolayı duygularında meydana gelecek yoğun değişimler kan kimyasındaki değişimlerle çocuğun sinir sistemini de etkiler.
HAMİLELİK PSİKOLOJİSİ
Anne adayının, hem fiziksel hem de psikolojik açıdan sorunsuz bir hamilelik geçirmek ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirmek için yaşayacağı değişimler hakkında önceden bilgi edinmesi önemlidir. Tabii baba adayının da bu süreçte eşine destek olması için, eşinin yaşadığı psikolojik ve fizyolojik değişikler hakkında fikir sahibi olması gerekir. Bu nedenle eşlerin uzman yardımı alması sürecin sağlıklı atlatılmasını kolaylaştıracaktır.
Birçok kadın hamilelik döneminde psikolojik sorunlar yaşar. Anne olma ve doğacak çocuğun sağlıklı olup olmayacağı kaygısı anneyi ister istemez strese sokar. Hamilelikte stresin boyutu kişiden kişiye ve koşullara göre değişse de, bazen ciddi tedavi gerektirecek psikolojik sorunlara da neden olabilir. Gebeliğin ilk üç aylık döneminde, anne adayı bir dizi psikolojik ve fiziksel değişiklik yaşar. Anne adayında yorgunluk, bulantı-kusma gibi fizyolojik belirtilerin ve depresif (inişli çıkışlı) bir ruh halinin olması doğaldır. Hamilelikte etkili bir rol oynayan östrojen ve progesteron hormonları anne adayının büyük sevinç ve üzüntü halleri arasında gidip gelmesine neden olur. Anne adayı küçücük bir nedenle gözyaşlarına boğulur ya da nedensiz yere mutlu olur. Bu dönemde çocuğun sinir hücrelerinin gelişimi gerçekleştiği için, annenin ruh sağlığında problem olmaması çok önemlidir. Hamilelikte, bebeğe zararlı olabilecek gıdalara karşı beyinde de bir tepki programlanmıştır. Vücut, anne adayı farkında olmadan kusma duygusu ile bazı gıdaların alınmasını önler. Bu, beyinde genetik olarak kodlanmış bir bilgidir. Bazen çay gibi her zaman tüketilen gıdalara karşı bile kusma tepkisi verilir.
İstenen bir gebelikte kadının psikolojisini bozan başka olumsuz etkenler yoksa, mutluluk hormonu diğer zamanlardakinden daha fazla salgılanır. Hamile kalan kadınlar bu nedenle kendilerini rahat ve mutlu hissederler. Kadının ailesi ile ilişkisi, iş durumu, hamileliğin yaratacağı beklenti ve stres gibi etkenler sürecin nasıl yaşanacağını belirler. Örneğin ikinci ve üçüncü ayda kusma devam ederse anne adayının psikolojik yapısı bundan mutlaka etkilenir. Bu tür durumlarda, kadının çocuksu bir kişiliğe sahip olması ya da eşiyle arasında belirgin kültür farklılıklarının olması gibi nedenlerin de belirleyici olduğu bilinmektedir.
Anne adayında yorgunluk, bulantı-kusma gibi fizyolojik belirtilerin ve depresif (inişli çıkışlı) bir ruh halinin olması doğaldır.
Her anne adayı, az ya da çok, hamilelik ve doğum sırasında bir şeylerin ters gitmesinden korkar ve endişe duyar. Bu, süreçle ilgili bilgi sahibi olan ya da ikinci-üçüncü çocuğunu dünyaya getirecek anne adayları için bile geçerlidir. Annenin karnındaki bebekle konuşması, ona müzik dinletmesi, kitap okuması gibi davranışlar, hem anne ile çocuk arasında duygusal bağ kurulması hem de annenin endişe ve korku seviyesini indirmesi açısından faydalıdır. Ayrıca bu tür davranışlar çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimine de katkıda bulunur.
Hamilelikte depresyon ve unutkanlık
Anne adayının geçmişinde depresyon vakası varsa, bu durum hamilelikle tekrar ortaya çıkabilir. Bu riski taşıyan annelerin mutlaka doktor kontrolünde olması gerekir. Çünkü depresyon yaşayan anne adayının beyninde bazı kimyasal maddeler ortaya çıkar ve bu maddeler çocuğa zarar verir. Önceleri tıpta, gebelik döneminde anneye depresyon ilaçları vermeme eğilimi vardı. Ancak beyinde üretilen bu maddelerin, çocuktaki büyüme hormonunun salgılanmasını bile etkilediği ortaya çıktı. Depresyon ilacı verilmediğinde ortaya çıkan risk, verildiği zamankinden daha fazla ise, gebelik döneminde bazı anti-depresan ilaçların kullanılması söz konusu olabilir. Ancak bu ilaçlar muhakkak doktor kontrolünde kullanılmalıdır.
Anne adaylarının yaşadığı en önemli problemlerden biri de aşırı unutkanlıktır. Bu durum birçok anne adayının hayatını olumsuz etkiler ve sıkıntılara neden olur. Önemli randevuların, tanınan kişilerin isimlerinin unutulması, unutkanlıktan dolayı işyerinde performansın düşmesi, gidilecek yönü şaşırmak ve sokakta kaybolmak gibi durumlar anne adaylarının hayatını olumsuz etkiler. Unutkanlığa neyin yol açtığı tam olarak bilinmemekle beraber, bu duruma hormonlardaki değişimin neden olduğu düşünülmektedir. Hamile kadınlar unutkanlıkla; zihinsel egzersizler yaparak, durumun geçici olduğuna dair kendilerine telkinde bulunup üzülmeyerek, arkadaşlarıyla bol bol sohbet ederek, randevu ve yapılacak işleri not alarak baş edebilirler.
Biyolojik değişikliklerin yanı sıra, gebelik psikolojini belirleyen önemli etkenlerden biri de beslenmedir. Bebek, annesinin mineral ve vitaminlerini adeta emer. Mesela annede kansızlık ortaya çıksa bile, bebekte bu sorun yaşanmaz. Anne adayının hamilelikte dengesiz beslenmeden dolayı sağlık sorunları yaşaması psikolojisini de etkileyecektir. Bu nedenle hamilelikte dengeli beslenme çok önemlidir.
‘Hamile’ babalar
Hamilelik dönemi kadın için olduğu kadar erkek içinde kritik bir süreçtir. En sorunsuz hamilelikte bile, anne adayının yaşadığı fiziksel ve psikolojik değişimlerin eşler arasındaki ilişkiye yansımaması mümkün değildir. Baba adayı, eşinin hamileliği sırasında mümkün olduğu kadar ona destek olmalı, eşinin ruh sağlığını bozacak davranışlardan kaçınmalı ve iletişim hatalarını en aza indirmenin yollarını aramalıdır. Erkek, eşine karşı sorun çıkaran değil onu rahatlatan, güven ve imkân sağlayan bir rol üstlenmeli, anne adayının güven duygusunu hissetmesinin çocuğun rahat gelişimi için önemli olduğunu unutmamalıdır.
Baba adayları, özellikle ilk çocukta, hamileliğin ilk üç ayında anne adayının yaşadığı duygusal değişimleri pek anlamazlar. Kadının duygusal çalkantılar, hamilelik stresi ya da endişesi yaşaması karşısında ne yapacaklarını bilemedikleri için genelde geri çekilip olan biteni izlemeyi tercih ederler. Sürekli olarak sevgi ve ilgiye ihtiyaç duyan anne adayı ise kendisini boşlukta hisseder ve içine kapanır. Oysa eşin vereceği destek ve güven, kadının bu durumdan rahatça çıkmasına yardımcı olacaktır. Hamilelikte çiftler diğer zamanlardan daha fazla birbirleriyle konuşmalı ve duygularını paylaşmalıdırlar. Bu, eşleri bebek üzerinde kaynaştıracağından, aile içindeki huzura da tesir eder ve anne karnındaki bebek, oluşan pozitif ortamdan olumlu yönde etkilenir.
Baba adayı, eşinin hamileliği sırasında mümkün olduğu kadar ona destek olmak, esinin ruh sağlığını bozacak davranışlardan kaçınmalı ve iletişim hatalarını en aza indirmenin yollarını aramalıdır.
‘Couvade Sendromu’
Hamilelik sürecinin koşullarından etkilenen baba adayları, bazen eşlerinin yaşadığı gebelik belirtilerini, yani fiziksel ve duygusal değişimleri doğrudan hissedebilirler. Baba adayında aş erme, mide bulantısı, baş dönmesi, bacak ve belde ağrılar, yorgunluk gibi belirtiler görülebilir. Tıp dilinde bu duruma ‘Couvade Sendromu’ denir. Hamileliğin 3. ayına doğru ya da doğumun yaklaştığı dönemde, baba adaylarının yaklaşık % 10 ile % 65′inde Couvade Sendromu görülebilmektedir. Anne adayıyla özdeşleşme isteği, kıskançlık, baba olmaktan ve eşinin duygularının değişmesinden endişe etmek, ekonomik nedenlerden kaynaklanan stres gibi etkenler, baba adayının eşinin yaşadıklarına benzer belirtiler göstermesine neden olabilir. Bu sendromu yaşayan baba adayı için, eşini dışarıdan gözlemlemek yerine onunla birlikte bu süreci yaşamaya çalışması çözüm olabilir. Bununla birlikte hamilelik süreci ve bebek bakımı ile ilgili kitaplar okumak, bilgi sahibi olmak da tavsiye edilebilir.
Anne adayıyla özdeşleşme isteği, kıskançlık, baba olmaktan ve eşinin duygularının değişmesinden endişe etmek, ekonomik nedenlerden kaynaklanan stres gibi etkenler, baba adayının eşinin yaşadıklarına benzer belirtiler göstermesine neden olabilir.
LOĞUSA PSİKOLOJİSİ
Zorlu bir süreç olan hamilelik, çocuğun dünyaya gelmesi ile birlikte yerini mutluğa bırakır. Ancak zorluklar anne için tamamen bitmemiştir. Çünkü loğusalık dönemi, kadının hem fiziksel açıdan hem de psikolojik açıdan en zayıf olduğu dönemdir. Nedeni tam olarak bilinmese de, araştırmalar loğusa kadınların beyinlerinde ciddi değişikliklerin olduğunu göstermektedir.
Loğusalık depresyonu
Bu dönemde, mutluluk hormonu olarak bilinen serotoninin azaldığı, dopamin maddesinin ise çoğaldığına dair bulgular vardır. Ayrıca doğumdan sonra öströjen ve progesteron hormonlarında düşüş görülmesi de duygusal dalgalanmalara neden olur. Her kadında farklı yaşanan bu biyolojik değişiklikler, annenin depresyon yaşamasına neden olabilir. ‘Loğusalık sonrası (puerperal) depresyon’ denilen bu tabloda, anne gelip geçici ağlama nöbetleri, güçsüzlük, halsizlik, sıkıntı, üzüntü yaşayabilir. Bazen de bebeğe karşı ilgisizlik gösterir. Yeni doğum yapmış kadınların % 80′inde benzer duygusal değişimler, az ya da çok, kısa süreli olarak yaşanır.
Loğusaların % 10 ila 25′inde olduğu gibi, doğumdan sonra l ila 3 ay içinde karamsarlık, üzüntü, yetersizlik, hiçbir şeyden zevk alamama, çocuğa, ev işlerine bakamama gibi haller yaşanırsa, bu durum loğusalık depresyonuna işaret eder ve tedavi gerektirir.
Loğusalık depresyonuna yukarıda bahsettiğimiz biyolojik nedenlerin yanı sıra, genetik faktörler, kişilik özellikleri, daha önce yaşanan depresyon, istenmeyen hamilelik, kariyer endişesi, çocuğa bakamama korkusu gibi etkenler de eşlik eder. Daha önce depresyon yaşamış bir kadının doğum sonrası depresyon yaşama ihtimali yüksektir. Bu nedenle doğum sonrası için önceden tedbir almak gerekir.
Anne fazla mükemmeliyetçi ise “Çocuğuma bakamayacağım”, “Annelik yapamayacağım” korkusuna kapılır ve birçok şeyi takıntı haline getirir. Mesela çocuk ağladıkça paniğe kapılır ve “Çocuğuma bir şey olacak, ben hata yapacağım” düşüncesiyle suçluluk duymaya başlar. Bu da depresyonu tetikler. Çalışan kadının, çocuğunu kariyerine engel olarak görmesi de depresyona neden olan bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın kariyer endişesiyle, istemediği bir hamilelik yaşadıysa, doğum sonrası depresyon yaşama riski de artar.
Doğumdan sonra öströjen ve progesteron hormonlarında düşüş görülmesi de duygusal dalgalanmalara neden olur. Her kadında farklı yaşanan bu biyolojik değişiklikler, annenin depresyon yaşamasına yol açabilir.
Doğum sonrası anne yalnız kalmamalı
Doğum sonrasında anne, hem fiziksel olarak güçsüz kaldığı için hem de yukarıda bahsettiğimiz psikolojik nedenlerden dolayı yalnız bırakılmamalıdır. Özellikle ilk çocuğunu dünyaya getiren genç hanımlar, tecrübesiz oldukları için, bu dönemde mutlaka bir aile büyüğünden yardım almalıdırlar.
Çünkü anne ne kadar deneyimli ve kendine güvenen biri olursa olsun bebek bakımı çok meşakkatli bir iştir. Böylesine yoğun günler yaşayan anne için kalkıp bir bardak su almak bile büyük bir külfettir. Ya da evdeki basit günlük işleri yapmak için her zamankinden daha fazla enerji ve zaman harcamak zorunda kalır. Tabii evdeki rutin işleri yapayım derken çocuğuyla gerektiği gibi ilgilenmesi mümkün değildir. Bunu yapan çok güçlü kadınlar vardır ama onlar istisnadır ve kendilerinden ciddi anlamda fedakârlık ederek bu işlerle başa çıkmaktadır.
Geleneksel anlayışımızda, yeni doğum yapmış anne, aile büyükleri tarafından yalnız bırakılmaz. Ancak anneye refakat eden kişi ile anne arasındaki bu genelde kendi annesi ya da kayınvalidesidir- çocuk bakımı ve ev işlerinin nasıl yapılacağı konusunda (loğusalık psikolojisinin etkisiyle de) tartışmalar, gerginlikler yaranabilmektedir. Anne, kendisine refakat eden kişiye hata yapma hakkı tanımalıdır. O kişi için, “işini gücünü bırakmış, bana yardım etmeye gelmiş, destek olmak istiyor” diye düşünmelidir. “Çocuk benim çocuğum” diyerek başkalarını dışlamak, olgunlaşmamış bir ruh halinin işaretidir. Yeni anne, bu süreçte kendisine yardım etmeye çalışan kişilere karşı anlayışlı olması gerektiğinin farkında olmalı; ona destek verenler de, loğusalık psikolojisinin kişiyi zaman zaman kırılganlaştırabileceğini unutmamalıdırlar.
Doğum sonrasında anne, hem fiziksel olarak güçsüz kaldığı için hem de yukarıda bahsettiğimiz psikolojik nedenlerden dolayı yalnız bırakılmamalıdır.
ÇALIŞAN ANNELER
Nasıl ki yemek içmek insan bedeni için vazgeçilmez bir ihtiyaçsa, insan ruhunun da bazı gıdalara ihtiyacı vardır. Bunlardan biri, bağlılık duygusu yani aile içerisinde birlikte yaşama ihtiyacıdır. Çocuk için de, evde anne babayla birlikte olmak onun en büyük psikolojik gıdasıdır. Çocuklar sevgi, saygı ve güven bağını aile ile birlikte yaşamadıkları zaman eksiklik hissederler. Günümüzde hâkim olan yaşam biçimi ve ekonomik şartlar kadını çalışmaya mecbur bıraktığı için, kadının annelik kimliği daha zorlu bir hale gelmekte ve bazen çocuk bu gıdadan mahrum kalabilmektedir.
Doğumdan önce ilgi ve sevgiye ihtiyaç duyan, istenip istenmediğini algılayan çocuk için 3-4 yaşına kadar anneyle teke tek ilişki kurmak, onun kişiliği ve ruhsal ve zihinsel gelişimi açısından çok önemlidir.
Çocuk, doğduktan sonra kendisini annesiyle özdeşleştirir. Önceleri onun için sadece “annem ve ben” varken daha sonraları “annem, ben ve diğerleri” kavramı şekillenir. Bu dönemde çocuğun beyninde kişiliği ile ilgili tohumlar atılmakta, adeta ileride göstereceği kişilik yapısını belirleyecek bir network ağı oluşmaktadır. Bu süreç, 4-5 yaşına kadar büyük oranda tamamlanır. Bu kritik dönemde çocuğun annenin ilgisini, şefkatini hissetmesi, onunla duygusal alışveriş ve paylaşım içinde olması, özgüven sahibi bir kişilik geliştirmesi için gereklidir. Eğer ilk başta atılan sevgi tohumları iyi ve güzelse, bunlar ilerleyen yaşlarda gelişerek daha da mükemmel hale gelir.
Eskiden 40 gün olan doğum izinlerinin bugün dört aya, ücretsiz iznin ise altı aya çıkarılmasının nedeni, çocuğun gelişiminde annenin rolünün anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
Anne çalıştığı halde çocuğa yeterli sevgi, şefkat ve ilgi gösterebiliyorsa çocuğun gelişiminde önemli bir problem yaşanmaz. Ama genellikle çalışan anneler, çocuklarını ihmal ettiklerini düşündükleri için suçluluk hissederler. Bunu telafi etmek için de akşam eve gelirken ona birçok şey alır, her dediğini yaparlar. Çocuğu şımartmaya yönelik bu tür yaklaşımlar, çocuk açısından faydadan ziyade zarara sebep olabilir, çocuk çift kişilik geliştirebilir.
Bakıcı tanıdık olmalı ve sık sık değişmemeli
Anne çalışmak zorundaysa, onun yerine geçecek bakıcının kararlı, tutarlı ve annenin yerini doldurmaya yakın birisi olması gerekir. Bizim toplumumuzda, çalışan anneler bakıcı açısından Batıdakilerden biraz daha şanslıdır. Anne çalışıyorsa çocuğa genellikle babaanne, anneanne, teyze gibi akrabalar bakabildiği için, bu yönde bir tercih, çocuğun anneye olan ihtiyacının daha kolay telafi edilmesini sağlar. Bir anneanne torununa annesi gibi sevgi ve şefkatle yaklaşır, bakıcı ise ne kadar iyi niyetli ve tecrübeli olursa olsun bu duygulan çocuğa vermekte zorlanabilir. Ancak burada önemli bir noktanın altını çizmekte fayda vardır:
Büyükanne ve büyükbabalar, torunlarına duydukları yoğun sevgiden ötürü sevgi-disiplin dengesini, disiplin aleyhine bozabilirler. Oysa bir çocuğun kişilik gelişiminde disiplin de önem taşır. Çocuk, büyükanne ve büyükbabasının yanında kalacaksa, annenin bu kişilerle disiplin anlayışından taviz verilmemesi konusunda anlaşması yerinde olacaktır.
Yakın akraba alternatifi yoksa ya da profesyonel bakıcı veya yuva tercih edilecekse de çocukla ilgilenecek kişinin sık sık değişmemesine özen gösterilmelidir. Bakıcının sık sık değişmesi çocuğun duygu alışverişinde bulunacağı, teke tek ilişki kuracağı belirli birinin olmaması demektir. Bu durum çocukta depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilmektedir.
Çocuğuna 3-4 yaşlarına kadar bakan annenin çalışmaya başlaması, çocuk için yeni ve alışılması zor bir durum olabilir. Çocuk bu yeni durumu annesinin kendisini terk ettiği şeklinde yorumlayabileceği gibi, suçluluk hissine de kapılabilir. Bu yüzden anne, yetişkin bir insanla konuşuyormuş gibi, neden çalışmaya başlaması gerektiğini açık ve anlayabileceği bir dille izah etmelidir. Çocuğun suçluluk duymaması için de, çalışmaya başlamasının ondan kaynaklanmadığını özellikle vurgulamalıdır.
Anne, yetişkin bir insanla konuşuyormuş gibi neden çalışmaya başlaması gerektiğini açık ve anlayabileceği bir dille izah çocuğa etmelidir.
Akıllı erkek eşini mutlu eder
Evlilik bir hayat ortaklığıdır ve bu ortaklığın en güzel hediyesi çocuktur. Çocuk üzerinde eşlerin ortak karar verme yetkisi vardır. Geleneksel anlayışımızda, evlilikte iç hakimiyet yani çocukların bakımı, eğitimi ve ev idaresi kadının, maddi konular ise erkeğin sorumluluk alanındadır. Ancak bugün, söz konusu görev paylaşımının aynen devam etmekte olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Bizim bu kitaptaki konumuz, kadının çalışma hayatının içinde olduğu gerçeğinden hareketle, bu durumu aile içi iletişim bağlamında değerlendirmektir. Günümüz koşullarında erkeğin, eşinin çalışmakta olduğu gerçeğini kabul edip, ona destek olması gerekir. Çünkü çalışmak zorunda olan kadının evdeki rolü değişmez. Gündüz işte çalışır, akşam evde yine çocuklarına annelik yapar ve ev işleriyle ilgilenir. Bir anlamda çift kariyer yapan kadın, belli bir süre sonra yaşının getirdiğinden fazlaca yıpranır. Genelde kadının yıprandığı dönemde erkek de orta yaş krizine girer ve evlilik çatırdamaya başlar. Bunun önüne geçmenin en iyi yolu, erkeğin kadının ev işlerinde ve çocuk bakımındaki sorumluluğunu paylaşmasıdır. Erkek, annenin çalışmasından kaynaklanan boşluğu doldurmak için ve çocuğun yeni aile düzenine uyum sağlaması için çaba harcamalıdır. Babanın da çocuğun sorumluluğunu hissetmesi, en azından annenin bu dönemi daha rahat atlatması için emek vermesi gerekir. Unutmamak gerekir ki akıllı erkekte eşini mutlu etmenin yollarını bulur.
Çalışsın ya da çalışmasın, kadının ekonomik olarak özgür olması psikolojisi açısından yararlıdır. Kendini ekonomik olarak özgür hisseden kadının kaygıları olmaz. Özellikle boşanmanın arttığı, manevi değerlere sahip erkeklerin bile eşlerine karşı yanlışlar yapabildiği düşünülürse, ekonomik bağımsızlığa sahip olmamak, ister istemez kadının aklında soru işaretleri oluşmasına yol açmaktadır. Bu da, kadını kendini garantiye alma arayışına sokar. Erkeğin bu boşluğu doldurma imkânı varsa, eşinin ekonomik özgürlüğünü sağlamasına katkıda bulunması aile mutluluğu için önemlidir, imkânları yoksa da, ailesini ihmal etmeyen bir kadının çalışmasına engel çıkarmaması gerekir. Zaten ailedeki mutluluğun olmazsa olmazlarından biri, kadının evde kendini ekonomik olarak da mutlu ve özgür hissetmesidir.
Erkek, annenin çalışmasından kaynaklanan boşluğu doldurmak ve çocuğun yeni aile düzenine uyum sağlaması için çaba harcamalıdır.
————————————————
Not: Her kim bu sitede yer alan islami bir emirle amel ederse; o kişiye duamız vacip olmuştur. Şifa bulur veya işi olur ve imanla göçer ve ahirette şefaatimiz vacip olur bi iznillah. Bu bir dua’dır. İlgili yazıyı okuyunuz lütfen (Derdi olan, imanla ahirete göçmek isteyen, ahirette bi iznillah şefaat duası talep eden her kim var ise; bu yazıyı okuya,) yazısı..