ahilik,ahi,ahi evran,islam,aşıkpaşa,kırşehir,ahmedi gülşehri,selçuklu,osmanlı,insan,güzel ahlak
Kullarını seven Rahman’a şükreder ve Onun rahmet peygamberine salatü selam ederiz.
Son günlerde Tunus’ta başlayıp domino taşlarının yıkılışı gibi Mısır’da devam eden isyan, başkaldırı ya da dini nitelikten ziyade sosyal bir patlama olarak görülen gelişmelerin arkasında yatan faktörler neler diye düşündüğümüzde karşımıza bir kaç temel faktörün çıktığını görüyoruz.
Birincisi gittikçe artan gıda fiatlarının tetiklediği yoksulluklar baskın gen olarak görünmektedir.
İkincisi ise yaklaşık 30 yıldır iktidarda olan Bin Ali ve Mübarek’in iktidarlarında yaptıkları yolsuzluklar ve adaletsizliklerin halkın dimağında yarattığı isyan ve itiraz duyguları görünmektedir.
Üçüncüsü ise her iki rejimin de bir baskı rejimi olarak halka yaşanamaz bir hayat yaşatmasıdır.
Siz bütün bunlara ilave olarak Batı ülkeleri, Amerika ve İsrail’le rejimin içli dışlı olmasının halk nezdinde yarattığı gurur kırgınlığını ve kızgınlığını da ekleyebilirsiniz.
Kuzey Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından karşılaştıkları en temel konulardan birisi kalkınma sorunu. Bu sorun, üzerinde oturulan milyarlarca dolarlık zengin doğal kaynaklara rağmen toplumun bütün kesimlerine yansımayan bir zenginlik olarak az sayıdaki aristokrat bir kesime hizmet ediyor. Kaynakların önemli bir kısmı Amerika ve İsviçre bankalarında faize yatırılıyor ve ülkedeki kalkınma için gerekli yatırımlar gerçekleşmediği için şehirleşme ve artan nüfusun da etkisiyle %14’lere varan bir işsizlik olarak bugünkü sosyal patlamanın temelini oluşturuyor.
Yoksulluk da bu işsizliğin bir diğer ayağı. Geliri olanların yaklaşık %40’a yakını günde 2 dolarlık bir gelirle yaşam savaşı veriyor. Dolayısıyla sosyal patlamadaki ikinci kitleyi bunlar oluşturuyor.
Yukarıda sözkonusu ettiğimiz iki kitleye ilave olarak %30-40 oranında artan gıda fiatlarının da etkisiyle orta kesimden de önemli bir kitlenin bu hareketlere aktif olarak katıldığını görüyoruz.
Geriye sadece %10-15 oranında mutlu bir dar azınlık kalıyor ki bunların yaşamına baktığımızda milli gelirden aslan payını onların aldıklarını, toplumdan tamamen tecrit olmuş bir halde etrafı duvarlarla çevrilmiş, alışveriş merkezlerinden yüzme havuzuna kadar her türlü imkanın olduğu ve çocuklarının Batı tarzı eğitim veren kolejlerde okuduğu bir ayrı dünyayla karşılaşıyoruz. Özellikle Suudi Arabistan’da adına Compound denen bu siteler Cidde ve Riyad’da çok var. Ve İslam’a aykırı olan bar, bikinili girilen havuzlar oldukça yaygın.
Bizde de gittikçe yaygınlaşan devasa siteler toplumun diğer kesimlerinden gittikçe kopan bir yapı sergiliyor. Eskiden toplumumuzda özüretim vardı ve zengin konağı ile fakir damı yan yanaydı. Birinden birine bir parça et giderse diğerinden de ona bir kase yoğurt gelirdi. Şimdi ise zenginler ve fakirler birbirinden koptu. Fakir en ucuzu 400 bin liralık dubleks evlerin oturduğu evlere yaklaşamaz oldu. Onun gecekondusunu da zengin ziyaret etmiyor. Yardımlaşma koptu. Bu yüzden aracı olarak İHH benzeri sivil toplum kuruluşlarına olan ihtiyaç gittikçe artıyor. Bencilleşmeden ve çok tüketmeden arta kalan bir kırıntı olursa belki sadaka niyetine fakire gidiyor. En iyi müslüman zekatımı veririm gerisi beni alakadar etmez diyebiliyor. Sonuç olarak bizim toplumumuzun da sosyal depremlere açık olduğunu söyleyebiliriz.
Ülkemizde 15-35 yaş arası 57 milyon genç var. İşsizlik oranı artan büyüme ile %13’lerden yüzde 11,4. lere anca gerileyebildi. İş bulup da çalışan yaklaşık 3 milyon talihlinin aylık geliri asgari ücret. Ve bunlar beyan edilen muhtasar beyannamenin %45’ini oluşturuyor. Milli gelirden aslan payını nüfusun %20’si alıyor. %80 oranında bir fakirlik var. Orta düzey gittikçe eriyor. Şehirleşmeyle gelen yeni toplum yapısı artan nüfusla birlikte iş için sokağa çıkıyor. Bütün bunlara rağmen Türkiye’de neden sosyal patlama olmuyor?
Birinci olarak aile yapısı gittikçe çekirdek aileye dönüşsede hala yakınlıklar ve yardımlaşmalar devam ediyor. İkinci olarak padişahlıktan gelen bir yönetim şeklinin getirdiği itaat duygusu hala baskın gen. Üçüncü olarak İslam’ın itaata daha yakın olan emirleri. Parlementer sistemin insanlardaki itiraz duygularını karşılayarak hafifletmesi. Ve son olarak gittikçe yaşanabilir bir siyasi ve ferdi özgürlüklerin bulunması bu patlamayı hafifletiyor.
Ak Parti, gittikçe kısır milliyetçilik sendromuna giriyor, değişimi terkediyor ve merkezi bürokrasiyle uğraşarak enerji ve zaman kaybediyor. Bir miktar kalkınma ve büyüme sorunlarıyle ilgilenmiş görünse de, paylaşım sorunları hala ortada duruyor. Birçok varsayıma dayalı bir milli gelir hesabının arkasından bunu nüfusa bölerek “kişi başı milli gelirimiz 10 000 doları buldu” demek ne kadar doğru? Muhafazakarlığın temelini oluşturan İslam, mülkiyete verdiği serbestiyet yanında zekattan başlayarak paylaşımı da ana hedefler arasına koyar. Bugün asgari ücretten bile vergi ve sigorta pirimi alıyorsunuz. Bu adalet mi?
Erbakan’nın adil düzeninin iki ayağı vardı. Bunlardan birisi kalkınma ve diğeri ise paylaşım. 28 şubat deneyimi ise ona hürriyetler yönünde “yaşanabilir bir Türkiye”’nin de ayrı bir unsur olarak hesaba katılması gerektiğini hatırlattı. Şehre göçün temsilcisi olan MSP, MNP, RP, FP’nin de kısmen o tabakaların temsili ile dar gelirlinin tansiyonunu azalttığı söylenebilir.
Bir hadisi şerifte Peygamber efendimiz bir devletin küfür üzere ayakta durabileceğini fakat zulüm üzere ayakta kalamayacağını ifade ediyor. Bu yönüyle bakıldığında bu zalim yönetimlerin yıkılması Allah’ın en hassas olduğu zulüm karşıtlığı ile açıklanabilir. Bu toplumlar umarız ki özgürlükleri kendi çıkarına kullanan kapitalizmin bir değişik versiyonunun ağına düşüp bacadan kovduklarını kapıdan geri almazlar.
Tarihte Emevi’lerde ve Abbasi’lerde isyan edenler hep toplum değil imamlar olmuştur. Hz Hüseyin’de bunlardan biridir. Fakat bütün isyan edip etrafında bir miktar insan bulunan imamlar ya o insanların terketmesiyle (Hz Hüseyin’de böyle oldu) ya da ağır ve kanlı bir bastırmayla idam edildiler. O zaman ki yönetimlerin dediği şey şuydu: dinini yaşa fakat siyasi yönetime karışma. Fakat hilafet meselesi sürekli birilerinin isyan etmesine yol açıyordu. Bizde de hilafet kaldırıldı zannediliyor fakat gerçekte ise TBMM’nin uhdesine verildi.
Muhafazakarlık kendi iktisadi ve paylaşım ile özgürlüklerini kurgulayarak sistemini kapitalizme alternatif olarak oluşturamadığı sürece fakirler ve zenginlerin yeni ayrışmalarından sosyal depremlerin yeni biçimleri patlamaya devam edecektir. İşbaşına geçecek her zaman yeni bir zalim bulunacaktır: “Ben kralsam yaşasın krallık”
Aşağıda eski medeniyetlerdeki fakirlerin haline şöyle bir göz atalım:
ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLER VE ZENGİNLER
İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.
İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:
Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.
Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek bir şey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmayan ve açlığı gidermeyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında bir şey bırakmıyordu.
On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.
Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.
İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.
Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.
Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.
Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.
Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.
Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili de olmadı.
Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.
Kölelik
Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsaade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azat etmeyi sevaba bağlayarak, hizmeti belli bir yılla sınırlayarak ve efendisi ile farklılığını ortadan kaldırarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve köleler de istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur.
Fakat toprağın işlenmesi için kölelik, Amerika’nın keşfinden sonra yine canlanmış ve uzun yıllar acılarla sürmüştür. Bugün bile siyahlar Amerika’da ikinci sınıf vatandaş olarak görülmektedir. Bunu beyaz vatandaş yapmaktadır. Bunlar bizim oradaki (1989’da Amerika’da bulunduk) şahsi gözlemlerimiz arasındadır. Başkan Obama, toplumsal empati için bir şanstır. Onun bu şansı iyi kullanması gerekir.
İkinci Sınıflar
İkinci sınıf vatandaşlar ya da toplumlar ise dünyanın her yerinde daima olagelmiştir. Toplumsal dayatmalar ülkemizde de zaman zaman şu veya bu neden adı altında görülebilmektedir. Coğrafi sınırlar ile ırk ve kültür sınırlarının çakışmaması ve baskın halkın parçalanma korkusu, onu ötekileştirdiği ve zayıf gördüğüne zulüm yapmaya itmektedir. Halbuki en demokrat ve müsamahakar olanlar dinlerdir. Kişi kendi dininin farkında olmak yerine, gelenek ve ırki özelliklerle hareket ettiği için evde ya da ülkede baskıcı tavırlar ortaya çıkmaktadır ve bir türlü de önlenememektedir. Siyasi iradelerin hürriyetlerden yana tavır almaları, kültürel kimliklerin rahatlamasını sağlıyacak, huzur ve barış ortamını getirecek ve parçalanmayı değil, zorla içiçe değil yan yana birlikteliği getirecektir diye düşünürüz.
İşçinin Hakkının Verilmemesi
İşçinin hakkının verilmemesi ise günümüzde bir çeşit modern kölelik olarak zuhur etmiştir. Günde 2 dolara ya da asgari ücretle nasıl yaşanır? Marks şunu diyordu. Ölmeyecek kadarla yaşa ki bana tekrar çalışabilesin. Nerde HAK ve alın teri kuruması? En iyisi; camide müslüman, evinde zalim, işinde kafir değil ama kafir gibi.