ahilik,ahi,ahi evran,islam,aşıkpaşa,kırşehir,ahmedi gülşehri,selçuklu,osmanlı,insan,güzel ahlak
Aslında Avrupa’nın merkez ülkelerinin tartıştığı şey tam da bu noktada şuydu: Kamu harcamaları fazlaydı ve bu yüzden bütçe açıkları ortada bir likit fazlalığını da işaret ediyordu.
Bankalarda ve sermaye piyasalarındaki likit rahat durmuyordu. Ortada bir ürün fazlası olmamasına rağmen pirincin tonu 200 dolardan 700 dolara, petrolün varili 100 dolardan 145 dolara çıkabiliyordu. Gerekçeler arasında Çin ve Hindistan’ın artan talebi vardı ama terörist faaliyetler, savaşlar, teknik sıkıntılar yanında spekülatif hareketler ise gözden kaçmıyordu. Bu durum, “kumarhane kapitalizmi” olarak adlandırılıyordu. Asıl sorun ürün miktarı ile finansın eşit olmaması idi. Bu yüzden finansa bazı kısıtlamalar getirilmeliydi. Bu çerçevede Almanya, sermaye piyasasında açıktan satışları yasaklamak ve bankalara da bir sürü kısıtlayıcı tedbir almak, bu çerçevede sermaye yükümlülüğü getirmek ve onları biraz daha vergilendirmek gereği duydu.
Yapılan iş deneme yanılma yoluyla mal = para eşitliği noktasında düğümleniyordu. Gerçekte fazla likit bir yatırım imkanı da sunmuş, istihdam artışı gerçekleştirmiş idi. Fakat iktisatta marjinal değer kavramı diye bir kavram vardı. Bu, son gelen değerin etkisinin ne olduğunu ifade ediyordu. İşte likitteki son fazla daima mal talebinin aşıldığını, ve dolayısıyla enflasyon benzeri hastalıkları işaret ediyordu. İlginç olan ise, bazı iktisatçıların “en iyi ekonominin sıfır faizli bir ekonomi” olduğunu açıktan söylemeleri idi. Faiz, riski tek tarafa yüklüyor ve maliyetlerde ve dolayısıyla fiatlarda bir artışın da kaynağı oluyordu.
İşin ilginç yanı İslam’ın bazı iktisadi unsurları dikkatle incelendiğinde, yapılan tespit ve alınan kararların İslam’a doğru bir kayış anlamına geldiği anlaşılıyor. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haram yollarla yemeyiniz. Ancak karşılıklı rızaya dayanan, meşru bir ticaret yoluyla olması durumu müstesnadır.[1] Allah alış-verişi helâl, ribayı (faizi) ise haram kılmıştır.[2] Buradan anladığımız iki husus var. Alış verişin serbest olduğu. İkincisi ise paranın bir mal gibi alınmasının dolayısıyla kullanımının kirası olan faizin yasaklanmasıdır. Durum böyle olunca kimse sizin elinize para tutuşturmayacak fakat bir mal veya makina alımınız, vadeli olarak da olsa finanse edilebilecektir. Bugün finans kurumlarının da yaptığı budur. Burada vade farkını faiz gibi düşünmemek gerek. Vade farkı kişinin ticaret yapılsaydı edilecek karın karşılığı anlamına gelen bir farktır ve İslam alimlerince makuliyet şartlarında meşru olduğu ifade edilmektedir.
Faizin yasaklanmasının karşısına getirilen alternatif çözüm ortaklık yapmaktır. Bu, sermayelerin bir araya gelmesiyle olabileceği gibi mudaraba denilen emek – sermaye ortaklığı şeklinde de olabilir. Nitekim finans kurumları böyle çalışır. Siz sermayeniz olan mevduatınızı finans kurumunuza yatırırsınız, o da işleterek %80’e 20 gibi bir oranla payınız oranında kar olarak dağıtır. Başlangıçta size ne kadar kar payı verileceği söylenmemiştir, ancak geçen ay ki oranlarımız şuydu, bu ay da muhtemelen buna yakın bir rakam olabilir derler. Arızı bir durumda hiç kar payı almamanız da muhtemeldir.
Mudaraba ortaklığının bir diğer uygulama alanı, örneğin ihracat yapacak bir kuruluşun hammadde ihtiyacının finans kurumu tarafından sağlanarak imal ve arkasından ihracattan elde edilecek kazancı paylaşılması şeklinde olabilir. İslâm’da Mudârabe ortaklığı uzun veya kısa vadeli herçeşit krediyi temin etmek için elverişli bir ortaklık çeşididir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, Mudârabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir, ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Bunun için tek sorun karşılıklı güvendir. Bu ise İslam’ın sağlam bir iman, Allah korkusu ve kul hakkının geri ödeme yeri olan ahiret inancıdır. Şüphesiz devlet de ortakların haklarını koruyucu yasal güvenceleri sağlamalıdır.
Bankalar kredi olarak para vereceklerine sanayi kuruluşlarına iştirak ederek de yardımcı olabilirler. Özellikle İş Bankası’nın bu konuda pek çok iştiraki bulunmaktadır. Bu iştirakin bir başka çeşidi ise sermaye piyasasına açılmak ve halka arz yoluyla finansman temin etmektir.
AB’nin geldiği bir başka husus; teslim yapılmadan yeni bir satışa izin verilmemesidir = İslam’ın kabzdan önce satış yasağı. Yani bir kimse satın aldığı bir malı teslim almadan tekrar satamaz. Allah elçisi; “Bir gıda maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe başkasına satmasın”[3] buyurmuştur. Batı borsalarında (Almanya’da) şimdi yasaklanan hususlardan birisi “açıktan satışlardır” Açıktan satış; elinde ne bir malı ne de parası olan birinin geleceğe ilişkin bir taahhütte bulunarak örneğin iki ay sonra gelecek bir malı şimdi satmasıdır. Bunu bir nevi kumar olarak da düşünebilirsiniz. Almanya işte bunları yasaklamış bulunuyor. Ortada olmayan bir mal satışınının yasaklanması. Bunun temel etkisi hayali mal arz ve talebi yapılarak gerçek fiat oluşumunun engellenmesinin önüne geçmektir.
İslam’da stokculuk yasaktır ve ihtikar olarak adlandırılır. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur. “Kim – insan ve hayvana yem olabilecek – yemeği, kırk gecede stok ederse, gerçekte Allah Teala’dan beri olmuştur. Ve Allah Teala’da, onun hakkındaki güveni kaldırmıştır. Herhangi bir mahalle ahalisi arasında aç bir kimse uyuyorsa, gerçekte Allah Teala’nın zimmet ve güveni, onlardan beri olmuştur.” İşte böyle yapan hadisi şerifin tehdidi altına girmiştir. Buradan bizim çıkardığımız sonuç; fiatın belirlenmesindeki etkiye karşı çıkarak, fiatın serbestçe oluşmasına imkan tanımaktır. Ayrıca da halkın genel yararı da ön plana alınmış olmaktadır. Bu, yiyecekte olabileceği gibi, çimento ya da demirde de aynı şeyler geçerlidir. Batı’ da aynı konudan muzdaribtir ve yukarıda sözünü ettiğimiz Küresel Balans Vergisi bununla ilgilidir.
İslam’da mal emanettir ve toplum yararına satışa sunulmalıdır. Batıda ise malın mülkiyet olarak değerlendirilmesi kişiye istediği gibi hareket etme imkanı verir ve fiatlar düşüyor diye malı denize döker. İslam ise israfı yasaklayarak malın halkın yararına sunulmasını emreder. İşte siz malı mülkiyet olarak gören birine israfı anlatamazsınız! İsraftan sakınmanın emredilmesi aynı zamanda batının tüketim toplumu oluşturma fikrine zıt bir anlam ifade eder. İslam’a göre ihtiyaçlar sınırsız değil, tam tersine sınırlıdır. Hz. Peygamber İslam’ın genişleyerek ganimetlerin çoğaldığı bir sırada eşlerinin yeni taleplerine karşı çıkmış ve vahiy de eşlerini azarlayarak dilerse Allah’ın ona daha temiz eşler verebileceğini bildirmiş ve Peygamber efendimiz sade yaşamını ölümüne kadar sürdürmüştür. Ancak bugünkü müslümanın hali içler acısı olup malın, paranın emanet olduğunu istediği gibi harcayamayacağını unutmuş ve dünyevileşmiştir? Herşeyi, oğulları, mal ve mülkü, parayı mülkiyet olarak görmektedir. Bu onun hayır yapmasını da engellemekte, oğlunu kazada kaybeden bir baba ağır buhrana düşmekte, ya da zarar veya iflas eden bir ticaret erbabı sinir krizleri geçirmektedir. Halbuki emanet bilme anlayışı her şeyi kolaylaştıracak ve hayatın zorluklarına göğüs germeyi sağlıyacaktır. Söylenecek ifade şudur: “Allah verdi. Allah Aldı”
İslam rızkın Allah’tan olduğunu, malı, mülkü Allah’ın verdiğini bildirir. İlim de öyledir. Verilmiştir. Bu anlayış kişiyi şükre götürür, tevazuya iter, ve paylaşımı, işleri uzlaşma ile halletmeyi beraberinde getirir. İşcinin hakları konusunda işverene hakkının alnının teri kurumadan verilmesi gerektiğini bildirir. Buradaki iki nokta; birincisi, bir hakkın hakkaniyet ölçü alınarak tesbit edilmesi, ikincisi ise bunun acele olarak verilmesidir. Bir İslâm toplumunda emeği ile geçimini sağlayanlar için öngörülen hayat standardı bir hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir: “Kim bizim bir işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o hilekârdır yahut hırsız.”[4] Buna göre, işçi ve memurlar maaşlarından yapacağı tasarruflarla mesken edinebilmeli, bekârsa evlenebilmeli, sosyal çevresi hizmetçi istihdamını gerektiren bir meslekte çalışıyorsa hizmetçi edinebilmeli ve gerektiğinde bir araç satın alabilmelidir. İşçilerin bu belirtilenler dışında aşırı istekte bulunması, ya işverenleri iflâsa sürükler veya piyasa fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açar. Bu ise uzun vadede emeği ile geçimini sağlayanların da aleyhine olur. Batının işci ücretleri konusundaki görüşü çatışmacıdır. Bir iş gücü arz ve talebi olmakla beraber işçi sınıfı vardır ve örgütlü olarak haklarını aramalıdırlar = grev hakkı. İslam’i toplumlarda işci sınıfı oluşmamıştır. Bu yüzden emeğin değerini belirlemek önce işverene, sonra da bu konudaki haksızlıkları önlemek devlete ait bir hak ve görevdir.
Burada amacımız İslam’ı bütün unsurları ile anlatmak değil. Bu yüzden zekat müessesesine değinmedik. Şüphesiz zekat sermayeyi törpüleyerek gelir adaleti sağlamasının yanında fakirlerin piyasaya alıcı olarak girmesi yine zenginlerin malının satışını artıracağı ve piyasayı canlandıracağı söylenebilir. Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkelere borç verirken “benim malımı almalısın” taahhütü ile yapmaları, yardım yaparken de “yüksek gelir seviyesine gelsinler ve bizim pahalı teknolojik ürünlerimizi alsınlar” saptaması ilginçtir.
İslâm toplumunda piyasa normal işlediği, arz-talep dengesi kurulabildiği ve fiyatlar serbest rekabetle güvenli bir ortamda oluştuğu sürece devlet müdahaleci olmamalıdır. Ancak tröst ve kartel benzeri tekelcilikler oluşur ve toplum bunlardan zarar görmeye başlarsa, devlet bunların üzerine cesaretle gitmeli ve tabii piyasa şartları oluşuncaya kadar esnaf, tüccar ve sanayici üzerinde varlığını hissettirmelidir. Devlet bunu yaparken İslâm’ın “iyiliği emir ve kötülükten nehiy”[5] prensibini uygulamış olur.
Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun[6] devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.[7]
Sonuç olarak İslam, insanı batıya göre farklı tanımlayarak ahlak, hukuk ve ekonomiyi bir bütün olarak ele alır ve buna göre farklı normlar geliştirir. Bu yüzden batı ile karşılaştırma yaparken aynı lisanın kullanılmaması uygun olur. Kapitalist ekonominin sürekli kriz geçirmesi, onları deneme yanılma yoluyla yeni kararlar almaya itmektedir. İşte burada gelinen noktanın İslami prensibleri göstermesi ilginçtir. Birilerinin bunu çıkıp söylemesi gerekiyordu. Arzu ederdik ki Sayın Başbakan bu konuda bir kaç kelam etsin. Laik sistem herşeyi laikleştirmiyor. Madem ki akılla yol bulmaya çalışıyor. İşte burada olduğu gibi deneme yanılma ve aklı selim, dinle aynı noktayı gösterebiliyor. Bu vurgunun yapılması gerek.
[2] Bakara, 275.
[3] Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Nesâî
[4] Ebu Davud, imare, 10; A. b. Hanbel, Müsned, IV, 229.
[5] bk. el-Maide, 54,105; Ali İmran,110; A’raf, 181; Tevbe, 71, Hacc, 41; İbrahim, 19,20
[6] İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.
Tunus ve Fas’ta çeşitli memurluklarda bulunmuş ve bir ara elçilikle ispanya’ya gitmiştir. Uzun süre Kahire’de hocalık yapmış ve Samda Timur’la tanışmıştır. Kendisi tarihin kaydettiği en büyük ilim ve fikir adamlarından biridir. Çeşitli eserleri vardır. “Kitabu’l-lber” adlı eserinde yalnız vakaları anlatmakla kalmamış, bir tarih felsefesi kurmuş ve iktisadi görüşlerini anlatmıştır.
[7] Ergin, a.g.e, s. 40.