Sevgili okurlarım,
İstanbul’da başlayıp ülkemizin bir çok yerine sirayet eden gösteriler hepimizi üzmüş olmalı.
Yıkmanın Asaleti
Yıkmadan Yapılmaz mirim. Bırak yıksınlar.
Bu yangına başbakan dahil herkes gaz bidonu ile gitti. Gençler bu yürüyüşler sırasında öyle mutluydular ki anlatamam. Ben üç tane cam kırdım ya sen kaç tane kırdın derken gözleri yaptığı kahramanlığa kilitlenmişti denilebilir. Zaten dersler de bitmişti. Anlaşılan her şey arka arkaya denk gelmişti. Yoksa külli irade mi devreye girmişti? Peygamber efendimiz bu gençler için “Gençlik Saradan bir şubedir” diyordu derken bir af gönlümüzden geçiyor. Rejimin dayanağı Laik okul ve Öğretmenler, mesleksiz din ve ahlak’tan yoksun gençleri Mustafa Kemalin askerleri olarak yetiştiriyorlar derken de bu gençlerin öğreticilerinin kulakları bükülmeli sözleri dilimden dökülüyordu. Ancak bu yıkma işini ALLAH’da yapıyordu. Depremler neydi? Bilinçli bir yıkım değil miydi? Yangınlar neydi? Kudüs’te yıkıldıktan sonra yapılmıştı. O halde insanlardaki yıkım isteği böylece teskinliğe mi dönüşmüştü. Bazen az polisi çok anarşiste gönderip polislerin dayak yemeleri de toplumsal bir tatmine yol açabilir miydi? Fakat Tayyip’in karamış gözleri bunları ve sevgiyi anlamıyordu. O kadar da uyarmıştı bu fakir. Ne peygamber tanıyordu ne Allah. Bunda hastalığının bir etkisi var mıydı?
Ahi Kul Ahmed yanılmaz.
Yaradanını unutmaz.
Unutur Tayyip unutur.
Sinirleri yatışmaz
Bu sitede Tayyip Bey’e halkına karşı sevgi ile davran diye sert bir yazı da yazmıştım. (Başbakan’a Mektup 6 sahifemizde yayında) bu uyarımız ilahi kaynaklı idi. lakin anlamadı. Kulağını açmadı. Çıkıp da korkmadan gençlerin arasına girip ” ya çocuklar ben de sizinle beraberim” deyip orada üç kuruşa beş köfte yeyiverseydi bu iş çoktan bitmişti. Çünkü gazap gazabı doğuruyor. Bu tür toplumsal olaylarda size sataşana siz de “sizinle beraberim doğru söylüyorsunuz” demeniz sosyolojik bir tespittir aslında. Fakat kavga etmekten buna fırsat bulamıyor ki mübarek.. Yıldırım Akbulut kendisi hakkında uydurulan fıkraların bir tanesini çıkıp söyleyiverdi. Anında herkes stop.. Danışmanları sadece bilgili namaz kılanlar olmalı. Halbuki ferasetli bilgili olması lazım ferasetli. Diyanet işleri Başkanı da sindi kaldı ( Diyanet İşleri Başkanı’na mektup 6. sahifemizde)
Allah’ü Teala her peygambere bir şekilde çobanlık yaptırmıştı. Neden irade böyleydi? İşin aslı koyun insana çok benzer davranışlarda bulunan bir hayvandı. Bir peygamber gençliğinde koyunları gütmeyi öğrenirse peygamber olduğunda insanları da yönetebilirdi. Çünkü koyunları bir yerden atlatırken önce hiçbiri atlamazken bir tanesi atlar atlamaz diğerleri de düşünmeden atlıyordu. O zaman kitle değil o kitleye ilk “vur” emrini veren suçluydu. Bir de, iki koyun alıp birini diğerinin yanında kessen öbürü anlamıyordu. Gerçekten bugünkü insanlar da arkadaşını veya babasını toprağa veriyor arkasından gelip aynı hayata devam ediyordu. Aynı koyun gibi. Solcu laikler de cenazeyi el üstünde camiye (Teşvikiye) getiriyor fakat kendisinin de oraya geleceğini düşünmüyor ve aynı laik sloganları bir başka arkadaşını gönderirken de tekrarlamaya devam ediyordu.
Bu gösterilerde dikkatimizi çeken şey, o gençlere vur emrini verenler değil, o gence “biz Mustafa kemalin askerleriyiz” diyen , dedirten laik elebaşları sorumlu. Bütün yürüyenleri belli bir partinin sempatizanı olarak düşünmek biraz haksızlık olur. Fakat Mustafa sempatizanı olmak joker gibiydi. ve insanlar bir inanç uğruna daha büyük kitlelere karşı çıkmak yerine kısa yoldan zamana uyum sağlayıp taraftar olup çıkar sağlayarak daha tatlıydı. Zira Dünya ve Mustafa peşin, Allah ve ahiret veresiyeydi değil mi?
Kes Bir Mustafa Kemal !
Mustafa kemal meselesi günümüz Türkiye’sinde hala yükselen bir değer. Öyle ki bir meselede sıkıştıysanız “ben Atatürkçüyüm” deyin çıkın içinden. Ne sağ ne sol asla bu kavramdan uzağım demiyor diyemiyor. Konu böyle olunca çok farklı nedenler için bile olsa şemsiyeniz hazır. Gökte kuşlar uçuyor. Bazıları da yerde…
Bu Mustafa zor bir aile hayatı geçirdiği kuşkusuz. Bu girdaplarla bezeli bozuk hayat onu aslında psikolojisi bozuk fakat hırslı ve bunları gerçekleştirecek fırsatçı oportünist bir insan yapmıştı. Ancak fırsatçılığı onun asıl amaçlarını gerekli vakte kadar daima gizlenmesi gerektiğini gösteriyordu. o da zaten öyle yapıyordu. ne tesadüf kimse de zaten söylemediği sırlarını anlamıyordu. işte işin sırrı kiminle nereye kadar gideceğini iyi bilmendi. Herkesi satılacağı yerde satmak gerekiyordu. Bu; ilkesiz ilkeler onun ömür boyu dayanıp yükselip çıkar sağladığı şifreler olacaktı. Kız kardeşine diyor ki “ben ne dersem onu yapacaksın” Öyle ki bu hitabet ilerde onun “kuvvetler birliği” meselesine kuvvetli taraftar hatta despot olmasına kadar giden kişilik yansıması olacaktı. Osmanlı’da genelkurmay başkanı olamamıştı ama Enver Paşa onun Çanakkaledeki iki atağından dolayı albaylık süresi bitmeden onu paşa yapacaktı.
O yıllarda o kadar dindardı ki 22 nisan perşembeyi daha bereketli olsun diye Cuma’ya kaydırarak 23 nisana alacaktı. İlk meclis her şeyi belirleyen en yetkili bir meclisti. Yetkiler dağınıktı ve halka yansıyordu ve dini liderler etkisindeydi. Kontrol edemiyordu. İkinci mecliste önce dini liderler alaşağı edilerek Mustafa Kemalin askerleri çıktı geldi. İşte ilk askerler bunlardı. Bunlar tipik itaatkar, fikirsiz, evetçi, sepetçileriydi. İşte bunlara ilk yaptırdığı iş İslam’ın yolunu kestirmek oldu.
Onun altı prensibi vardı. Laiklik başta geleniydi. Batılılaşma ise İslam’ın boşalttığı boşluğu doldurmanın adıydı. Artık mecelle gibi 150 yıllık Hanefi fıkhı gitmiş yerine tercüme İsviçre’den Medeni Kanun, İtalya gibi despot bir ülkeden acımasız bir ceza kanunu (İsyan edeceğini bildiği halkı adam ederek rejimi koruyacak), sermaye temerküzü hızlı bir Alman vergi kanunları özellikle rejime hizmet için seçilecekti. Onun milliyetçiliği de vardı ki Dersim’de 30 000 kişinin canına kibrit suyu sıkınca, dedenin yediği erikten torunun dişi kamaşacak ve PKK ile biz de bir 30 000 kişi kaybediyorduk. Her ölenin arkasından arkasından bir de şehit demeyi ihmal etmiyorduk. Halbuki Kürtler de Müslümandı Türkler de. İslam’a göre iki Müslüman devlet olsun olmasın organize şekildeyse bu bir FİTNE SAVAŞI’ydı. ortada şehit mehit yoktu aslında. Ve diğer Müslüman ülkelerin araya girip bu savaşa son vermeleri gerekiyordu. Fakat bu üç tarafı denizlerle çevrili ülkenin dört tarafı düşmanlarla çevriliydi. Bunlar Mustafa’nın ve Mustafa’cıların milliyetçiliği için bulunmaz fırsattı.
Bu Cumhuriyeti İngilizler mi kurdu?
İngilizler sineğin yağını çıkaran bir millettir. Osmanlı’nın o üç kıtaya yayılan topraklarında oluşacak yirmiden fazla ülkenin sınırlarını dahi tek tek belirleyenler de onlardı. Elbette küçük bir Türk ülkesini de onlar belirledi. Şöyle ki; Türk ve İslamların kuvvetinin kırılması için şu üç şeyden koparılması gerekirdi. Bunlar:
1-PARA (Doğal kaynaklar)
2-Nüfus (Türki cumhuriyetler)
3-İSLAM
Bu üçlüyü şöyle gerçekleştirdiler: Türklerin ilan ettiği MİSAK-I MİLLİ içinde elbette doğal kaynaklı SURİYE; MUSUL KERKÜK vardı. Fakat İngilizler buna asla müsaade etmediler, özellikle LOZAN’da Churchill “gerekirse savaşırız” diyecek kadar işi sıkı tuttu. Çünkü yeni bir Osmanlı istenmiyordu ve Avrupa’nın güvenliği açısından zayıf olmalıydı. Bunun için kaynakları şimdiden kurutulmalıydı veya eline verilmemeliydi. Bu oldu..
İkincisi Nüfus idi. Türkler onlara göre 250 milyonluk bir kitleydi ve parçalanıp birleştirilmemesi gerekiyordu. Rahmetli Kazım Karabekir doğu meselesini üzerine alınca hızla Ermenilerin üzerine gitti ve onları Osmanlı’nın İran sınırına doğru sürdü. Kendisi siyaset bilmeyen saf bir insan olduğu için Ermenilerin Türkiye’nin Azarbeycan bağlantısını kesecek şekilde geri çekildiğini anlayamadı. İşte Türki Cumhuriyetlerle bağlantımız böyle kesildi. K. Karabekir bir yılda doğuyu bitirirken Batıda ise Mustafa 3 yıl siyasetle oyalıyacaktı. 1990′dan sonra da hala geliştirilemedi. Rahmetli Özal’ın ölümü de Bu cumhuriyetlere seyahatinden hemen sonraya rastlamıştı zaten. bu ülkeler arasında ekonomi ve para birliği sağlanamaz mı?
Üçüncüsü ise İSLAM’dan koparmaktı. Bunun için en temel süreçli öge LAİKLİK idi. İstanbul’un işgalini boşaltmadan bu pazarlığı yaptılar. Mustafa ve avanesi ise ZATEN BİZ DE LAİKLİKTEN YANAYIZ diyerek cup diye atladılar. Gerçekten laikliğin ilanı ile İstanbul’un işgalinden vazgeçilmesi bu sıraya göredir. Yani önce önce laiklik ilan edilmiş daha sonra ise İstanbul’dan vazgeçilmiştir.
Çanakkale’de ölenler için Churchill ” olsun, savaşı kazanamadık ama Osmanlı’nın çok büyük bir elit tabakasını yok ettik derken İslam alimlerini kastediyordu. Sultan Vahdettin ülkeden ayrılırken kendi saray alimlerinden de bir gemi oluşturmuş ve ne enteresandır ki bu gemi daha Çanakkale’yi çıkmadan batırılmıştır. Bu gemide Benim babamın öz dayısı olan Saray Müderrisi Amahafızın Hakkı dayımız da vardır ve şehit olmuştur. Allah Rahmet Eyleye..
Türklerin son şansı Sovyetlerde 1917′deki Ekim Devrimi’dir. İlginç olan şu ki Osmanlı, Çarlık ile baş edemeyince ona rakip olarak kıpırdayan Lenin’e önemli bir destek verdi. Osmanlı’nın şartı gayet basitti. Sovyetler, Doğudan çekilecekti. Gerçekten devrim olur olmaz Lenin doğu sınırlarımızdan çekildi. Doğu sınırlarımızda açtıkları petrol kuyularına beton dökerek…
Sovyetler’de rejim değişikliğinin ikinci faydası bu rejimin Kapitalizme düşmanlığından dolayı Sovyetlerin kontrol edilmesi gerektiği şeklinde oldu. Diğer tedbirler yanında Sovyetlerin güneyden Türklerle kontrolü de iyi olabilirdi. Ancak buranın Osmanlı’nın merkezi olması da tehlikeliydi. O halde Parasız, az nüfuslu, Cihad ruhu olmayan (İslam’dan kopmuş) ZAYIF bir ülke olarak da başarabilirdi bunu.
Eğer ihtiyacı olursa bir şeye biz onu temin edebiliriz ve hem de bu yolla ekonomisini bize bağlı hale getirebiliriz dediler. böyle de oldu.. geriye bir tek Yunanlılar kalmıştı. Ona da bu ülkenin gücü yeter demişlerse de Yunanlıların Sakarya İstikametine çekilmesine de İngilizler müdahale etmişler ve Yunan Genelkurmayı’nın Sakarya istikametine çekilme emrini verdirmişlerdi. Elbette Geyve çok acı bir makastı ve oraya gömüldüler. Elbette İngilizler Katolik bir dünyanın karşısında kuvvetli bir Yunanistan ülkesi ve güçlü bir Yunan merkezli ORTADOKS kilisesi de istemiyorlardı aslında. Ve bu Cumhuriyetin en temel özelliklerini böylece İngilizler belirlemiş oldu..
İmparatorlukların müşevvikleri ve gelişme sürelerinin kıyaslanması
Ve biliyor musunuz bu cumhuriyet kurulalı yaklaşık 90 sene oldu. Hala belimiz doğrulmuş değil. Belimiz doğrulmadığı gibi küçücük bir atak da yapmış değiliz. Maliyetli Kıbrıs dışında. Mustafa Kemal’in bile Musul ve Kerkük’ü alma planları vardı. Zamanını Rahmetli Özal denk getirdi aslında. Lakin kontrol edilen bir ülkede seçim kazanılabilir fakat tam iktidar olunamazdı. Bu iyi bir kontroldü. Yaşasın bizden hainler.
Emeviler 100 senede tap nokta yapan yeryüzündeki tek ülke. Saltanat olmasına rağmen yine de İslam’ı canlı tuttular ve Allah için BATI’yı batıdan kuşattılar (Osmanlı daha etkili ve doğudan kuşatacaktı) ve bir kültür ülkesi olan ENDÜLÜSE İSLAMIN DAMGASINI VURDULAR. Osmanlı tap noktayı saltanatla ve İslam ile yaklaşık 250 yılda yakaladı ve Batı’yı doğudan kuşattı ve etkişli de oldu.
Romalılar tap noktayı 300 senede bulabildi çünkü ateist idi sadece vatandaşlık dürtüsünü kullanmıştı. Ne acı ki biz de şimdi vatandaşlık numarası çekiyoruz ve tap noktayı bulmamıza daha 210 yıl var demektir. Bakalım kim yutacak. İçimizde zaten şu kadar laik ateistler yeteri kadar varken İslam’ı Mushaf’tan çıkaracak bir Genelkurmay Başkanı arıyorum. Şimdilik Ateistlerle devam edebiliriz. Değilse bu ülkenin ilerlemesi ahirete kalacak. Bu ülkenin Laiklikle kontrol edilmesine el ovuşturan İsrail ve avanesi Amerika ile İngilizler. Onlar şimdi nasıl olsa Türkler kendi kendini kontrol ediyor diyorlar. Ama yine de Lions ve Rottary kulüpleri yoluyla akademisyenleri, işadamlarını ve bürokratları ve siyasileri kontrol etmek hiç de fena olmaz değil mi??İlahi huzurda gördük ki Kürtlere siyasi bir yelpaze açtığın gün Amerika güneydoğuya cuk diye oturuyor.. haberiniz olsun. PKK ile şeytan kılıklı İsraillileri beraber gördük.
Bu ülkenin muhasebeciliği Mustafa’ya mı kaldı? İçeriyi Düzenleme: Cahiller Cumhuriyeti…
Yukarıdaki üç temel çatı ülkeyi biçimlendirmeye ve Batının avucuna vermeye yeter de artardı bile. Bundan bizimkiler henüz Türki Cumhuriyetlerin önemini anlamamışlardı. onu sadece rahmetli, 90 000 kişiyi Sarıkamış’ta kırdıran Enver Paşa bilecek ve ölümü de zaten oralarda olacaktı. Geriye bu ülkenin muhasebeciliği Mustafa’ya kalmıştı..Şapka muhasebeciliği gibi. Fakat adı şapka devrimi diye abuk subuk bir devrim olacaktı.. Fakat geçmiş Müslüman birikimini de kırması gerekiyordu. Evlat dedeyi anlamamalıydı ki yeni materyalist laik düzen yürüyebilsin. Yaşasın latin alfabesi… Bir günde 17 milyon insanı CAHİL konumuna düşürüyordu. CAHİLLER CUMHURİYETİ..
Cahil diye İslam’da dinsize derler. Dili kaybeden DİNİ de kaybeder. Çünkü Allah Kuran’ı ARAPÇA İNDİRDİK diyerek rahmetini Arapça lisanı içinde yerleştirerek verdiğini açıkça bildirdi zaten. Demek ki Türkçe okursanız sadece verilen emrin ne olduğunu şöyle böyle bileceksiniz, fakat o emrin rahmetini bereketini boyutunu gerçek manasını nerede hangi durumda nasıl yapabileceğinize ilişkin ilahi işaretlerden hiç birini almanız mümkün olmayacaktır. Örneğin biz Kuran okurken bazı sırlara vakıf oluruz. Eğer bir ölmüş kişinin arkasından Kuran okuyorsak o kişinin ahiret hali bize malüm olabiliyor.
Yahut bir padişahın arkasından 10 sahife Kuran’ı 10 gün okursak o padişahın zalim mi yoksa alim mi olduğunu gördüğümüz de olabiliyor nasibi ilahi olarak. Ama hiç bir zaman meal okurken böyle bir malüm olma olayı hiç bir zaman olmadı. Sonuç olarak Din hem Arapça hem Meal, tefsir ve İslam alimi kitabı eşliğinde yürütülmeli. Ben mealden okudum Kuran’da şöyle yazıyordu diye abuk subuk ortaya atlamamak gerekir ki söz ehli olan İslam alimine düşsün ve fitne çıkmasın. Elbette İslam alimi de cesaretle İslamı savunacak bilgi ve beceri içinde olmalı. Sahi sağa bakıyorum kimse yok, sola bakıyorum kimse yok, herkesle beraber Alimler de sinmiş mi olmalı (Diyanet İşleri Başkanı dahil). Toprakları bol olsun…
Mustafa’nın Diğer Yaramaz İşleri
Atıf Hocama Mustafanın zulmü
Uymayan için zaten en sert ceza kanunu vardı. 1932 de ezanın Türkçeleştirilmesi kararını aldı. 33’te de uyguladı. Müslümanlar için acılı yıllar başladı. İskilipli Atıf Hoca’yı şapka kanunundan önce yazdığı “batının neleri alınır neleri alınmaz” konusunu işleyen küçücük bir risalesi yüzünden Ulucanlar Cezaevinde idam ettirdi. Sanıyorum Atıf hoca çıkarmadığı ve özür de dilemediği için şapkaya karşı simge olmuş olmasından dolayı suç unsuru bulunmamasına rağmen idam edildi (Allah Rahmet Eylesin)
İşin aslı Atıf Hocam duruşma için bir kaç gün Ulucanlar Hapisanesindeki soğuk hücresinde uğraşıp itirazlarını kaleme almıştı. O gece bir rüya görür. Rüyasında Rasulüllah Efendimiz ona şöyle der. “ya Atıf bizim yanımıza gelmek istemiyor musun?” Ve sabah uyanır uyanmaz bütün müdafaası ile ilgili yazılarını yırtar. Duruşmaya çıkınca da “savunma yapmıyorum. Bildiğinizi yapın” der…
Bu parağraf yazılır yazılmaz Atıf Hoca’nın ruhaniyeti bir nur eşliğinde direk karşımızdan parlak bir cübbe giymiş halde geldi ve yanaklarımdan öptü. Ben ellerini öpmeye uzanmak istedim fakat anında yüzü yine bana dönük olarak yani arkasını dönmeden ve yükselerek uzaklaştı. Gelirken ki nuru bu yazının bütününü aydınlattığı için onun rızasının ve öpüşünün bu yazının tamamına ilişkin bir kutlama ve doğruluk ve güzellik tasdiki olduğunu anladım. Arkasını dönmeden geri çekilmesini gelecekte de yüzümüze bakacağını ve destekleyeceğini ve bize yol göstereceğini anladım. Noktaya dönüşmesini ise onun ilmine bağladım. zira ilim noktadır, onu cahiller çoğaltmıştır vesselam.
Ayrıca elini vermemesini de benim bu dünyada biraz daha rızkım olup burada kalıp çalışmam (İslam’a hizmet etmem gerektiğini) için olduğuna yordum. Eğer elini vermiş olsaydı Rabb’ime tezelden bir gidiş yolu açılacaktı demek ki. Bu kutsal vakte, yani Şeb’i Aruz’uma (düğün gecesi) biraz daha vakit var anlaşılan. Oysa ben Rabb’imi çok özlemiştim. Allah’ü Zül’celal Geri kalan ömrümü de hayırlarla tamamlayarak Sevgili Rabbime kavuşmayı nasib ve müyesser kılsın. Amin..
Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması ve Aleviler
İşte bu isyankar dindar halka da bir gözdağı idi. Zaten tekkeler zaviyeler ve bunlarda yer alan bütün ünvanlarda silinmişti. Bunun sosyolojik anlamı dindar Müslümanlar arasındaki iletişimi kesmek ve ilmi sadece kontrol ettiği laikleştirilmiş okullara vermek ve kastettiği İslam olmayan BATI TİPİ ÜLKE yapmak büyük amacındaydı. Tazyikler üzerine kalktı tekke ve zaviyeleri bir düzelmeden sonra yeniden açacağım dediyse de inanmayın bu bir ayak oyunuydu. Çünkü rejimin düşmanları buralardaydı ve etkisizleşmesi için kapanmalıydı. Alevileri Laik bir Cumhuriyete teminat gibi düşünmüştü aslında. Fakat tekkelerden en çok onlar etkilenmiş üstüne üstlük Dersim’de kıtır kıtır kesmişti. Fakat düşman ilahlaşmış ve aleviler bütün bunlara karşı cemevlerinde onun resmini anıyorlardı. neden böyleydi acaba? Sünnileri yola getiren laiklik olduğu için sünni alevi mücadelesinde buna çok ihtiyaçları vardı demek ki.
Alevilerin gerçekten din anlayışları da laik olabilir miydi? Orucu tutmazlar, namazı kılmazlar, gel iki kadın kız karışık dönelim eyvallah eyvallah.. Bir çok alevi ataizme kayıyordu. Acaba bu neden böyleydi? Onlardaki imanı koruyucu ve besleyici formel ibadetler olmadığından mıydı? Allah ve Peygamber onların bu ala bula tavrından dolayı destek vermiyor muydu onlara? Onlar biz aleviyiz diye ahirete gittiklerinde gerçekten Ali Efendimiz onlara şamar mı vuracaktı? Çünkü onun dediğini ve yaptığını yapmıyorlardı. Ali efendimiz namaz kılıp oruç tutmuştu. Bunlar bunu yapmıyorlardı. o halde nasıl bir tabi olmaktı.
Halbuki seven sevdiğine tabi olmalıydı. Tabi olmadıklarına göre sevdik diye yalan mı söylüyorlardı. Cevabı biz verelim: EVET. Çünkü ahirette toplaştıklarında kendilerini kurtarmak için “Biz Ali’den yanayız” diyecekler. Ali efendimiz onların perişan haline bakıp “Ben onlardan değilim” diyecek. (gelsinler bir de bana sorsunlar) Neden 6 guruba bölünmüşlerdi? Hangisi doğruydu? Allah selamet versin…Fakat Laikliğin teminatı olarak her hükümet de bunları kullanacaktı. Onlar ise çoğunlukla CHP’yi tercih edecekler çünkü rejimi savunan bu partiydi. Ancak gel gör ki CHP’nin solculuğunu da benimsemekten geri durmayınca zaten noksan olan imanları da büyük yara alacaktı. İçlerinden ne kadar hızlı bağıran Lenin’ciler de çıkmıştı. CHP ise darbelerin gölgesi hariç sürekli muhalefette kalınca doğrusu iş bulamazlar gibi görünse de muhasebecilikle iş adamlarının vergi hırsızlığına ortak olacaklar ve bürokrasi de çok okuyarak elleri birbirine kenetli daima laik bir koltuk bulacaklardı..
Aktif Genç Müslümanları Laik MHP mi Kontrol Ediyor?
MHP yaklaşık %15 civarında taraftar bulabilen bir parti olarak yaşamını sürdürüyor. Bu partinin içi genellikle genç, canı kaynayan kitleden oluşuyor. Eğer bunlar kontrol edilmezlerse bu ülkede İslami Devrimi yapacaklar da bunlar olabilirdi. Dindar görükenler paspal payeydi ve bunların cihad kabiliyeti kalmamıştı. Fakat bu gençler tehlikeliydi. Bunların İslam’dan arındırılması gerekiyordu. Laik söylemler gittikçe teşkilatta yaygınlaştırılıyordu. “dininizi söyleyip riya yapmayın” gibi. Rahmetli Muhsin başkan aslında MHP’deyken oraya İslami bir kimlik vermek istediği için görevden alınmış o da Özal’ın karşı çıkmasına rağmen ayrı bir parti kurmak için yardımını da talebetmişti. İşte bu İslam’ın partiden dışlanmasıydı.
MHP ırkçı bir parti olup Kuran’a aykırıydı. Fakat Mustafa’nın bir prensibi de milliyetçilikti. Gerçekten milliyetçilik kaynaştırıcı bir rol üstlenebilir miydi? Çünkü Almanya ve İtalya gibi ülkelerde ırkın üstünlüğü esasına dayandığı için “Ne mutlu Türküm diyene” “Ey Türk milliyeti, …………” gibi söylemler bu amaçla söylenen şeyler olarak nihayet bu yıllarda eleştiri alır oldu. Çünkü Kürt problemi çözülemiyordu. Fakat laiklik yüzünden bir türlü din kardeşlerine çıkılamıyordu. Zira yeteri kadar yetişmiş bilinçli fakat akıbetini düşünmeyen aktif İslam düşmanı vardı. Aslında bunlar da müslüman olduklarını ya da müslümanlığa karşı çıkmadıklarını söylüyorlardı. Fakat devlette olmasın diyorlardı. Oysa Hz. Peygamber İslamın yaşamın her alanında olduğunu söylüyor ve kendisi dindar olarak ordu komutanlığı, savaşta toplu korku namazı kılıyor, dindar olarak anayasa (Medine Sözleşmesi) , dindar olarak devlet başkanlığı, dindar olarak mahkeme başkanlığı, dindar olarak ilim yapanlara (Ehli Suffa) rektörlük yapıyordu… Dolayısıyla bu açıklamalara göre her laiklik sözü tam bir küfür olmuyor muydu?
MHP bir beşeri ideolojiydi. Her beşeri ideoloji TAGUT’tu Kuran’a göre ve Allah’ın görevlerini üstlenerek ŞİRKE sebebiyet veriyordu. İslam’da din kardeşliği vardı ve Hucurat süresinde (10) Allah “Müminler kardeştir” diyordu. Halbuki milliyetçiler arasında şamanlar, hırıstiyanlar ve ateistlerde vardı. Oysa Allah bunları reddediyordu.. Bu parti içindeki herkes Allah’a şirk mi koşuyordu? Bu partinin başında bulunanlar aslında namaz kılıyorlardı. Bu nasıl olacaktı? İslam’a göre bunlar namaz da kılsalar da konumları TAGUT olup ahirette ATEŞ cübbesi giyeceklerdir demezsek bunları korkutamayız ve islamın tebliğ gücünü yükseltemeyiz.
MHP’nin dayandığı Kuran ayeti “Biz sizi kavim kavim kavim yarattık ki birbirinizi tanıyasınız diye” şeklinde. Efendimiz daha sonra kalktı asabiyetin (ırkçılığın) yasak olduğunu söyledi. Sahabi bu hadisten korktu ve dedi ki, “Ya Rasulüllah kavmimizle hiç mi ilgilenmeyeceğiz” deyince. Dedi ki; elbette onların ihtiyaçları ve sorunları ile ilgilenebilirsiniz” dedi. Bu kadar. Çünkü Rasulüllah Ümmeti kıracak her alt birliği kırıyor ve yardımlaşma ve dayanışmayı bütün dünyadaki müslümanlar boyutuna çıkarmak istiyordu. Siyaset sadece Ümmeti Muhammedin en üst boyutunda olmalıydı. Yani bugünkü Avrupa Birliği anlayışını aslında Efendimiz 1400 sene önce seslendirmişti. Müthiş bir tespit. Bu ancak ona yakışır.
Şimdi gel sen deki Allah kavim dedi diye, o halde ben de kavim diyorum diye ortaya çık ve müslümanları, Kürtleri ve daha niceleri böl. Edepsiz. Namazlarınız sizi çarpsın.. Arapların Baasları da senden farklı davranmadı zaten. İslam, Laik mustafa’larla Milliyetçi Devlet’lerin Baas’ları altında bir FETRET devleti yaşıyor diyebilirsiniz.
İslam’da parti yoktur. Demokrasi yoktur. Cumhuriyet ve seçim vardır. Seçimde seçmenin oyunu yönlendirecek deleğe ve partinin seçip seçmenin önüne koyması gibi engeller asla yoktur. Herkes fert olarak bölgesinden seçilir gelir, kardeş olur ve İslamı ve ihtiyaçlarımızı nasıl karşılarız diye birleşirler. Var olan bütün partiler bir ideolojiyi temsil eder ve TAGUT’tur. İnsan sadece seçim vakti geldiğinde hangisi ehveni şer ise ona gidip oy verebilir. Eğer bu laik partilere üye olursa partinin laik özelliğini ve ideolojisini de kabul etmiş olur ki küfre ortak olmuş olur. Makul olanı seçim zamanı biter bitmez bu siyaset işinden uzak durmak fakat hükümeti kontrolden uzak durmamalıdır. Asıl önemli olan halkın bu denetimini İslam’da olduğu gibi %50-%50 seviyesine getirebilmektir. Her yönetim öğüde ihtiyaç duyar der Siyasetname yazarı Nizam-ül Mülk. İşte öğüdü halk vermeli.
Müslümanlık ve Müslümanların yumuşatılması
……………………………..
…………………………….
işleyebiliriz inşaallah
Rejimin İlahı Mustafa
Rejim bütün insafsızlığı ile bodoslama gidiyordu. Rejimin bir İLAHA ihtiyacı vardı. O da hem askeri başarıları olan hem de siyasi etkinliği ele geçirmiş bulunan, her kararı içki masasında bile olsa anında alabilen, her duruma önce uyum sağlamış sonra durumu kendine uydurmuş, her kağıda takılır bir jokerr olan Mustafa Kemal’di. Olursa bu kadar olurdu. Fakat gözünün şaşılığı, sesinin kadın sesi gibi inceliği, kahveyi şekerli içmesi enterasandı. Oysa Osmanlı keskin görüşlü, kalın ve tok sesli ve kahveyi sade içerdi. böyle bir liderin anlamı neydi?
Kişi dindar olsa bile laikliğin ne olduğunu idrak edemiyordu. Zaten yaşayışı Osmanlı’nın son dönemindeki toplumsal bozulma ile eşdeğerdi. İnsanlar doğrudan Allah’a değil menfaatini ilgilendiren kanunlara bakıyorlardı. Mustafa Kemal’in bir kozu da askerdi. Onların rejimi koruyucu olarak kullanılması gerekiyordu. ilişkisini kesmedi. Ve öylede oldu.. şimdiye kadar geçirdiğimiz darbeler için sanıyorum bir vasiyetname belki yazmadı. Ama yetiştirdiği sadık …… leri onun arzu ettiğinden daha ilerisini yaptılar. Bugünkülerinin üçte birini ilahi huzurda ülkeye sadık olarak gördük. Geriye ne kadarı kalmıştı? Kim kimi eler sahi şimdi? Hangi sistemi uyguluyorsunuz? Gücü gücü yetene sistemi..
Türkçe Ezan
Nitekim halk sadece ezanın Türkçeleştirilmesinde tavır koydu. Ya camiye gitmedi, giden de sarığı boğazına bağlanarak sürüklendi. Asker ve jandarma görevini iyi yapıyordu. Bütün kararlar fütürsuzca alınıyordu. Hiçbir engel yoktu. Mehmet Akif’e Türkçe Kuran Meali bilinen amaçlar için verilmişti. Arkasından Elmalılı Hamdi Yazır bir çok önemli karara fetva verdikten sonra (Sultan Abdülhamid’in Hal edilmesine icazet veren de buydu) bilinen tefsirini yazdı. Bu tefsir ne kadar içi teknik bilgi ile dolu olursa olsun, CİHAD ruhundan yoksundur. Cihad ise İslam’ın temel ruhu’dur. Çünkü siparişi verenler böyle istiyordu. O da öyle yazmıştı zaten. daha sonra bu durumu üstü kapalı olarak ifşa da edecekti)
Dini, Laiklikle ve Laik Kitleler Yetiştirerek Kontrol Etme
Sonuçta Mustafa Kemal İslam’dan uzak kalmamış gibi görünmesine rağmen esasta dini kendine uydurmak, kullanmak ve onu zayıf düşürerek etkinliğini azaltmak amacında olduğu imanı kavi Müslümanlarca anlaşılabilecektir.. Zira laiklik şartına bağlanmış bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapacağı, bütün Müslümanların şuurunu laikliğe çekmek ve bulandırmak olacaktır. Bir tefsir ve Buhari tercemesi meclis kararıyla olmuş, ancak oralarda yer alan tercüme dini bilgileri hiç bir zaman devlette kullanmamıştır. üstüne üstlük askere bile 281 sahife (Ahmet Hamdi Akseki’ye) din kitabı hazırlatmış ancak verilen talimat LAİKLİK olduğu için bunların hiç kimseye devlette karı olmamıştır. Bütünüyle cihaddan yoksun kitapların insanlar üzerinde kalıcı ve aktifleştirici etkisi olmamıştır.
Diyanetin kuruluş yasası ve anayasaya konulacak maddesi önce “kendi kuruluş kanununa göre uygular” şeklindeydi. Lakin Celal Bayar bunu yeterli bulmaz ve kıraldan çok kralcı hesabıyla “… Laikliğe göre uygular” diye çevirir. Aynen bugünkü gibi. Müslüman görünüp kafir gibi karar vermek ve benzeri ikilemler bu uygulamanın en belirgin özelliğidir. Camide Müslüman, işinde kafir gibi, evde zalim tiplemeleri İslamın her yere sirayet ettirilmemesinden kaynaklanan vazgeçiremediğimiz pisliklerdir.
Efendimizin sünnetleri evinde kıldığı bilindiği halde buna riayet eden bir Müslüman bulamazsınız. Her şey camide başlar ve biter. Eve, dükkana, yola, dağıtılacak, hayatın içine zerkedilmiş bir zikir kalmaz.
Neden hiç bir Diyanet İşleri Başkanı hapis yatmıyor? Ne oldu, ne oldu, yeni bir Vahiy geldi de İslam ile Laiklik barıştı da bizim mi haberimiz olmadı diye bu günkü başkana yazdık. Kısmet bunaymış na’palım?
Allah’ı Yaratan Mustafa
Mustafa Kemal 1934 te Kütahya’daki konuşmasında “Allah’ı insan yarattı” dedi çıktı. Bu beklenen bir şeydi. Batıdaki inkarcı akımların kitapları da Türkçe’ye tercüme edilmiş ve ihtiyaç duyanların eline kutsal kitap olarak verilmişti. Bunlar Oryantalistlerdi ve pozitivist akım bütün dünyayı kavuruyordu. Bunları da… Görmediğime inanmam derseniz bütün mana alemini inkar edin gitsin.. onlar da öyle yaptılar. Dinleri madde, ilahları da mustafa Kemal’di ki ne kadar çok taraftar bulmuştu? Neden böyleydi?
Osmanlı bize az mı Müslüman devretmişti? Yoksa her isteyenin istediğini görüp bulacağı bir oportünist (fırsatçı) bir ilah tiplemesi (Mustafa) bizi ateşe o mu götürüyordu.? Acilen Mehdi’ye ihtiyaç vardı. neden İslam alimleri toplu çıkış yapamadı.? hem dinini hem ülkesinin geleneklerini meczeden bir tek Mehmet Akif’miydi. Yoksa Çanakkale ve İngilizlerin batırdığı gemilerdeki İslam alimlerinin telef olması yüzünden Mustafa’nın işleri de kolaylaşmış mıydı? Gerçekten bir pis canı için sinip de İslam’ı savunmayan alimlerin CANI ÇIKSIN. Çünkü alimin en önemli vasfı doğru bildiği İslami bir bilgiyi zalim devlet adamına karşı söyleyebilmesidir.
Cinsini bilen düşmanını da bilir. Cinsinden ayrılan düşmanının kucağına oturur
Benim akrabalarım bile O’nu (Mustafa’yı) öylesine seviyorlar ki, dedikleri tek şey “O bir kahraman. ülkeyi o kurtardı. onun sayesinde yaşıyorsun, onun sayesinde namaz kılıyorsun vs. vs.. ” bunu diyenlerin İslam ile bağına bakıyorum=Namaz kılmıyorlar. Bunun anlamı şu olsa gerek: Ceylan kendi ait olduğu cinsinin özelliklerini bilir ve yaşar. Sonra döner benim canıma kim kastediyor der ve onu tanıyıp (çita) ondan uzak olan açık alanlarda yayılmayı tercih eder. bu ideal bir düşünüş ve ona uygun yaşayıştır. Şimdi bu örneği insana uyguladığınızda namaz kılmamak demek Müslümanlar kitlesine dahil olmamak anlamına gelir. İmamı Azam “namaz kılmayan kafir olmaz ama kafir de namaz kılmaz” diyerek çok açık bir cevap vermiştir zaten.
İşte siz Müslüman olmayınca düşmanınızın kim olduğunu da bilmenize imkan yoktur artık. varın gidin düşmanınızın kucağına oturun ve onu ilah sayacak kadarlık bir sevgiyle sevin. İşte Allah’ı aciz bırakıp “O bizi kurtardı” diye tapının durun.. Ancak ALLAH’ın daima bir B planı vardır ki sizin belinizi kırar.. fakat biz sizi son nefesinize kadar Allah’ın dostlarını sevip düşmanlarından kaçmaya davet ediyoruz. lakin şart hakiki Müslüman olmaktır. yani ALLAH’a ŞİRKSİZ DOST OLMAKTIR. ama siz hem Allah’ı hem şirkimi severim diyorsunuz. Ne şiş yansın ne kebap??Bize de bir kebap söyleyin?
Mustafa’yı Kaybettik, Yaşasın “Kaybettiğimiz Mustafa”
Mustafa Kemal sirozdan hastalanıp da Dolmabahçe’ye sıkışıp kalınca 22.10. 1938 de bir son nefes çıkışı yaparak birdenbire Müslüma kesilir ve ölümün etkisiyle “ İslam dinimiz devlette ve her yerde uygulanmalıdır” anlamında bir çıkış yapar. Başında bekleyen doktorların arasında Yahudi olanlar da vardır ve kendi yetiştirdiği yerlilerin de katılımıyla ipi çekilir. Halbuki aynı yıllarda Avusturya’da siroza ilişkin etkili ilaçlar geliştirilmişti aslında. Bu ilaç hiç duyurulmaz ve bilinen son 9. 11. 1938’de gerçekleşir. (saat 2 veya 3 sularında ölmesine rağmen ) bu saklanır.
Çünkü O’nun ilah olması kadar bu ilaha hürmet ve hizmet edeceklerin mesai saatına uygun bir ölüm saati olmalı ki insanlar işlerine saat 9′da gelir gelmez saygılarını rahatlıkla sunabilsinler ve bu ölüm sürekli ve uygun saatte devamlı anılarak fikirleri ve yaptıkları ölümsüzleşsin. Saat 9′u 5 geçe. ne kadar stratejik bir karar değil mi? işte şimdi bir türlü öldüremediğimiz mustafanın ilahlığa itiliş serüveni. demek ki O kendi elleriyle yarattığı canavarlar önce onun canını almışlar, arkasından da O’nun ilah olmasından büyük menfaatler bekledikleri için ilahlaştırmanın eksik ve devam eden ayaklarını kurmuşlardı.
Ve bu ayaklardan menfaat edinme inanın hala devam ediyor… Yukarıda yazdığımız onun son İslami söylevini Allah kabul etmiş olabilir veya olmayabilir. O hakettiğine ulaştığı için dinen bir şey söylemek yanlış olur. Hazreti Rasulüllah Efendimiz böyle buyurdu. Ancak O’nun ilahlığı bu gün de taraftar toplayarak Müslümanları küfre götürüyor. Acı olan da bu… Dolayısıyla sizin yaşadığınız şu anda ve gelişen şu durumlarda yani karşınıza çıkan bu veriler karşısında sizin ne yaptığınız önemlidir artık.
Mustafa’nın mezarında yatamaması, yahut toprağın onu dışarı atması gibi anlamsız cahil saldırıları okumuş insanlar arasında bile taraftar buluyor. Bu çok yanlış. İlah oldu ya, uzun süre ilaçlarla korunmaya çalışılınca patlayıp durdu. Baktılar ki ilaçla baş olmayacak artık altını kazıp toprağa verdiler üzülerek. Hitler mübarek onun beyni karşılığında ne büyük paralar teklif etmişti de İlahımız diye vermemişlerdi bu mübareği…. Zira kişi bu günkü belaları tamamiyle bu tanımlamayla Mustafa’ya yükleyince “Günah Keçisi” bulunmuş oluyor ve kişi artık kendi yapması gereken şeyleri de atlayıp ondan dolayı oldu deyince artık oturup kalıyor. kendine şimdi düşen sorumlulukları unutuyor ve artık “Kahrolsun Mustafa” şarkısıyla avunup İslami görevlerinden sarfınazar ediyor. Bu yüzden bu tür abuk subuk düzme hikayelerden toplumu uzak tutup insanları yapması gerekenlere yönlendirmek daha akıllı ve imani bir görevdir. Unutmayınız…
TEVHİD, Cumhuriyetin küfrünü söylüyor, lakin duyuracak cesaretli alim kalmadı. Niye mi? Küfür tedrisatı kendine göre değiştirerek kendi laik tercümanını geliştirdi. Yaşasın laik İlahiyatlar.. Yaşasın Laik ve yumuşak İslamiyet…
Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. Önce dindar mısınız yoksa öylesine bir hayat mı yaşıyorsunuz? İslam’a gönül vermemişseniz bunları okumanın bir manası yok.
Biraz da tevhidden bahsedelim. TEVHİD: Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla bitmez. Allah’a kural koyucu olarak “boyun eğmek”de gerekir. Bu İslam’dır ve VAHİY bütün hayatı kapsar. Kim inanmaz, veya eskidir, eksiktir, yetersizdir, sorunlara cevap vermez derse imanı yarelenir ve şirke yol alır.
Her beşeri ideoloji TAGUT’tur ve ALLAH’ın yerine geçerek ŞİRKE sebebiyet verir. örneğin ülkeyi filanca kurtardı demek Allah’ın kudretini o insana vermek demek olur ve o kişi kendi ideolojisi içinde zaten sahte bir ilah olduğundan şirk oluşur. Bu ise tam bir küfürdür. kişi Allah’tan af dilemezse bu sahte ilahla ahirette haşrolur ve beraberce yanar. Bu yüzden bir kişinin daha başlangıçta laikim demesi İslamı inkar anlamına gelir ve kişi dinden çıkar. üstüne üstlük bir de filanca kurtardı derse küfrü pekişir. Artık gider ve manasını idrak etmediği bir cuma kılar ve gelenekselleşmiş bir cuma Müslümanlığı ile cennet arar. Halbuki miracı Mustafa’yadır. ona bir söz edecek olursan seni orada öldürür, konuşturmaz. Baba ise evladını evden kovar..
Görüleceği üzere İslam’ı yalnızca cami ve eve hapsedip devletten dışlamak tam bir küfür örneği. Siz sanıyorum Allah’a inandık demekle iş biter sanıyordunuz değil mi? Allah yücedir o yüksekte dursun ancak ben kendi işimi kendim yapayım diyordunuz değil mi? Yükselterek dışlama…
Yok öyle dava. O, bütün mülk benim demiyor mu? Benim hükmüm geçer demiyor mu? “Mülkün ve bütün makamların sahibi ancak o’dur. … O kalplerdeki gizli ve açık olanların hepsini bilir” (AYET) Emrimi tutmayanlar zalim, kafir demiyor mu? (Maide suresi) Peygamberime itaat edin demiyor mu? Peygambere itaat eden bana itaat etmiştir demiyor mu? Peygamberi Medeine’de bir anayasa yapmadı mı? Bu devlet içinde dindar bir peygamberin siyaseti ve devlet kurması değil mi? Dindar ama komutan değil miydi? Savaşın içinde hem de toplu namaz kıldırmadı mı? Sonra ayette “sen atmadın O attı” deyip galibiyete sahip çıkmadı mı? Savaşın içine giren bir Allah ve siz Allah’sız (Laik) bir devlet istiyorsunuz.. Dindar ama devlet başkanı değil miydi? Din ve devletin ayrıldığını görebiliyor musunuz burada?
Cihad İslam’ın en büyük kozu. Bütün oyunlar bizi bu kozdan uzaklaştırmak üzerine oynanıyor fakat bizim safların haberi yok. Namaz kılarak bilinçle İslam için mücadele etmeyi göze alarak ümmet olmamış bir insan nasıl cihad edecek? Yanisi şu ki; bu cumhuriyetin bir amacı yok ki uğruna cihad etsin!!! İçi kokuşmuş laiklerle dolu. İman küfre dönmüş. İnsanlar Yaratanı bırakmış yaratılana tapar hale gelmiş. Modern Batı’dan şu üç tehlikesi ya da tuzağı ciğerimize saplanmış:
1-Allah dursun, insan öne çıksın (Kendine iyi bak!!)
2-Vahiy dursun, akıl öne çıksın (Akıl=Laiklik)
3-Din dursun, ilim öne çıksın (Sosyoloji, determinizm, bir şey bir şeyin sebebidir, Allah’a gerek yoktur)
Batı’nın küfrü kahrolası laiklik
Batı’da ortaçağda Hırıstiyanlık bozulunca kilise de güçlenince ilmi gelişmelere papazlar da karşı çıkınca bu bozuk dini insanlar terkettiler. Yani o dini terkettiler ve adına Laiklik dediler. Fakat bizim dinimiz bozulmadı ki onlara bakıp neden terkedelim?Laiklik adına dini terketmek KÜFÜRDÜR.
Ben size şimdi soruyorum. Laik misiniz? Müslüman mısınız? Siz diyeceksiniz ki “Ben hem Müslümanım hem laikim” değil mi? Yok öyle dava. Yok öyle üç kuruşa beş köfte… Yemezler aslanım..
Sonuç olarak Laiklik İslam’ı her yerden silmeye çalışan bir pisliktir. Rakiptir. Dinsizliktir. Ve Küfürdür. Devlet bizim dışımızdaki başka insanlar ya da olaylar neticesinde laik olmuş olabilir. Ancak siz laikim diye ortaya çıkarsanız bu küfürden yana olduğunuz ve İslamın heryerde uygulanması için bir çaba da göstermiyeceğiniz anlamına gelir ki bu en azından münafıklığın bir şubesi sayılır (Hadis)
Allah Kuran’ı Kerim de 4 ayrı kelime ile kendi askerlerini anlattı. Hizbullah, cundullah gibi. Demek ki onun da askerleri vardı. O da kendisi için savaşacak yürekli dostlarını arıyordu. Bu kardeşiniz iyi bir Allah askeridir. savaşlar kazanmıştır gülüm..
Eğer laikseniz doğrudan doğruya Mustafa Kemal’in askeri olmuş olmuyor musunuz? Mustafa Kemalin askeri iseniz laik olmuş olmuyor musunuz? Laik iseniz Küfür üzere olmuş olmuyor musunuz? Bu halinizi düzeltmeden giderseniz sizi bir ateş bekliyor olmasın?
Müslümansanız Allah’ın askeri olmuyor musunuz? Müslümanlığa rağmen hala Mustafa kemal’in askeri olmakta devam mı ediyorsunuz bre gafiller. Çünkü ülkeyi Allah değil o zat kurtardı değil mi? İki de tercüme yaptırdı o halde onu izleyebiliriz artık, velev ki o tercümeleri devlette uygulatmasa bile değil mi? Zaten siz de düşündüğünüzü yaşamıyordunuz değil mi? “Ben inanıyorum ya bu yeter. Mustafa’dan da ayrılmam Allah ayrılmam. onsuz yapamam. Zaten ben gördüğüme daha çok inanırım. Mustafa peşinci Allah veresiyeci!!!”
İşte çatlak burada sevgili okurlar.. Müslüman ım deyip de laik olmak. Öyle ki müslümanın düşünce tekniğini bile İslam’dan koparıp materyalist düşünce tekniğine getiriyor laiklik. İnsan DİNLİ olmaya yatkın yaratıldı. Laiklikte din olmayınca yerini materyalizm dolduruyor. Buna Müslümanlar da dahil. İlk yüzde yirmi beşe CHP laikliği desek. Geri kalan % 75′in üçte biri MHP içinde laiklik kontrolünde desek. Ak Parti’ye oy verenler arasından da %25 desek. Böylece bu ülkenin %75′i LAİK ya da sempatizan olabilir demektir. İşte hiç bir siyasetçinin göze alamadığı laik seçmen ihtiyacı bunu gösteriyor.
Konuşmanıza dikkat edin Tayyip Efendi. Diyanet İşleri Başkanı bile insanları kurtarmak adına “Laiklik İslam’da yoktur” diyemiyor. Çünkü canı tatlı Allah’ın belası. İnsanlar ateşe gitmiş önemli değil. Biz siyasi iktidarla uyum içinde çalışmalıyız diyor da İslam’a uymak zorunda olduğunu hatırlamıyor bile. Allah “Müminler kardeştir” dedi fakat “mümin olmayanlar kardeştir” demedi. Sen ise zorla herkesi kardeş yapmaya çalışıyorsun. Halbuki Müminin en önemli 10 özelliği ibadetler manzumesidir Müminun suresinde sayılır. Sen otur önce ibadet etmemenin cezasını gençlere bir anlat da biraz korksun ve fing atmaktan bir edep yoluna girsinler. İşte insanlar Allah’ın bu ayeti gereğince artık kardeş olurlar sen merak etme ciğerim…
Eğer bu laiklerin bir ayakları çukura girmeden akılları başlarına gelmezse ahiretleri “yandı gitti gülüm keten helva” Onun için ben Laiklerin yaşlanmışını severim.
Doğruları bilmek ve doğruların yanında olmak rejimin reklamlarından sizi korur. İnsanlar doğruyu bildikleri halde gider yanlışla beraber olur. Şu bize Kırşehir yolunda Süha Turizm’de nasib olan şiire bakın..(kısaltılmıştır)
Hakka kulluğa bir adım yazsaydı felek
Kullara kullukta bin adım kazdı felek
Kula tabiat kul ola riyadır felek
Zalim yabana kel dura revadır felek
Kına yakasın el uzat deccale felek
Seni yakasın el mehdi deccal ne felek
Kim ki deccalin en yakın dostudur felek
Lakin söylenir en düşman deccaldir felek
Kaçtır taptığın bir Allah vareste felek
Cümle ilahın bir senden habersiz felek
Ata kurtardı san iman yareler felek
Hakka garazdır bil şirke savrulur felek
(bu beytin manası: Atatürk kurtardı ülkeyi sanıyorsan bu senin imanını yaralar,
Bu hareketin Allah’a garaz olup seni şirke savurur bunu bil )
Allah hakkıdır tüm, Sezar hak etmez felek
Sezar hakkına yaz diyen çarhetmez felek
Tevhid kaplasın bu ruhu “illa”dır felek
Felek yarandır bu nefse kaç “la”dır felek
Bilir insanlar kim doğru duruyor felek
Lakin toplaşır bin yanlış yerde “la” felek
(Bu beyt insanların doğruya rağmen eğrinin yanında
toplaştığını ifade eden sosyolojik bir tespittir.)
“la” yı bilip de bir “illa” demezsin felek
“İlla” imandır bir Allah demezsin felek
Ahi ahmedin tek derdi tevhiddir felek
Felek kulların tek aşkı şeytandır felek
Ya Rabb canımı al, yazma mihnette felek
İman yarimi sal cana cananla felek
Aksi halde: Adamın biri cennete gitmiş. fakat bir müddet sonra sıkılmaya başlamış. Yan taraftaki cehennemden de şarkılar türküler oyun havaları sesleri geliyormuş ve insanlar da oynuyormuş. Bunu duyup dururken meleğe demiş ki “ben öbür tarafa geçebilir miyim” deyince. Melek de bunu kabul ederek “yalnız geri dönemezsin” demiş. o da kabul edip yollanmışlar beri tarafa. fakat oraya varınca bir de ne görsünler. insanlar sacların üstünde yana yana bağıra bağıra zıplıyorlar. bizimki meleğe dönüp, ama benim gördüğüm başkaydı deyince. melek şöyle demiş. “O GÖRDÜĞÜN REKLAMLARDI”
Şimdi nasıl üzülmezsin 16 yaşındeaki çocuklara da tanımadığı görmediği bir adamın askerliğinden dinsiz laikliğine, laiklikten gelecekteki toplu dinsizliğe… Tepişen katır babalarını artık feda ettik gitti. Siz kaybettiklerimizden olmayın. Bana gelin.. Ben iyi bir Allah askeriyim (hem de savaş kazanmış) sonra imamıyım sonra da aşığıyım, sonra kalemiyim: size feda edecek en değerli zenginliğim GÖNLÜM VAR…buyurun… (Bizim irşadımız şiirlerimizledir. Okuyanlarını önce teskin eder, sonra imana yol açar. Hangisini okursanız okuyun Allah’ın izniyle bu böyledir inşaallah. Test edilmiştir)
Aşağıda bir Ahilik konuşmasına giriş prototipini bulacaksınız.
Burada size bilgi vermeye çalışmayacağım, Ahiliği sevdirmeye çalışacağım. Bunun için de önce beni sevmeniz gerek. Bu iki türlü olur. Önce benim yüzüme ve elbiseme bakmalıydınız imkan olsaydı. Sonra konuştukça önce konuşmamdaki sevecenliğe, sıcaklığa, tavra bakmalıydınız. Daha sonra anlatım metodu ve kullandığım malzemelere ve en sonunda da ne anlattığıma bakabilirsiniz. Bu anlatımın da düzenli olması gerekir ki gereken etkiyi göstersin ve sistematik olması ise onu kolay anlaşılabilir kılacaktır. Konunun önemi ise en sona gelmelidir. Anlatımın bir mesaj verebilir şeklinde anlatılması da ilgi için gereklidir. Bu eğer günümüz sorunlarıyla da içiçe anlatılırsa ayağı yere basar ve ilgiyi tekrar zorlar. Konunun dinleyenin ya da okuyanın ilgi alanıyla da bağlantılı olması gerekir. Bu noktada konuyu ya sevmelisiniz ya da merak etmelisiniz. İşte bu noktada konuşmacanın kişisel başarısı çok önemlidir. Sonuçta ya sevmiş ya da ilgisiz olarak, ya da tarihte bir şeyler olarak yargılayarak ayrılacaksınız. İşte bu aşamada eğer ilgisiz kalmaz da severseniz sizden bu öğrendiklerinizden çıkarsamalar yaparak tavır, bakışlarınızda ve hareketlerinizde bir değişiklik yapmanızı beklemek konuşmacının bir hakkı olacaktır. Nefsini biraz terbiye etmiş bir konuşmacı alkış ya da teşekkür beklemez. İşte bunları bekler. Kişi zaten Allah rızası için konuşmuştur ve sizin hareket ve ahlakınızdaki her iyileşmeden aynı sevabı o da alır. İşte katlamalı kazanç budur. Bunu siz de başkalarıyla paylaşırsanız artık ve kar size de gelir ve toplam fayda geometrik bir dizi olarak artar. İşte Ahilik de, önce fertleri mükemmele götürerek ondan mükemmel toplum inşa etmeyi hedefler. Onu hangi yönden incelerseniz inceleyin bütün kapılar insana çıkar, ona hizmete çıkar. İşte ona İnsanlık Sanatı dememizin anlamı budur. Bu insanlık sanatından istifade edebilmemiz için hem aklınızı hem kalbinizi açmanız gerekir. Bunun için de dua etmelisiniz. Dua hem idraki açar, hem kalbi açar. Çünkü bunların yöneticisi Cenab-ı Allah’tır. O zaman o yöneticiye yönelmek gerekir. Dua, bir niyeti de beraberinde içerir. İşte dua, niyetin de halis olmasını otomatik olarak mecbur tutar. Niyetteki bu güzelleşme ise Cenab-ı Allah’ın kulunda aradığı en önemli şeydir. Çünkü niyetiniz neyse, alacağınız da o’dur. O halde asıl olan niyetleri doğru ve güzel yapmakla beraber, bunun dua ile, içiçe geçmesi ya da duaya dönüşerek Cenab-ı Allah’ı muhatap alarak olması, niyetin faydasının ilahi ikrama dönüşmesini sağladığı gibi, yapılan işin de iman ışığında doğru anlaşılmasına ve bundan bir çıkarsama yapılmasına yani öğüt(doğru öğüt) alınmasına yol açar ve artık daha sonra bunun harekete(güzel ahlaka) dönüşmesi beklenebilir. Bu, artık adım adım bir kemale yol alıştır. Bütün bunların gerçekleşmesi için kalbinizin tevazulu, eşitlikçi, hatta aşağıda tutucu ve boş olması gerekir. Yalnız bu boşluğu doldururken seçici olmaktan geri durmamalısınız. Öncelikle genel bir konu itibariyle seçici olmalısınız. Buradaki temel kriter, fayda esasıdır. İşe yarayacağını düşünmediğiniz bir konuya iltifat etmemelisiniz. Diyelim konuyu uygun buldunuz, arkasından konuşmacıyı ya da kitap yazarını fazla yüceltmemelisiniz. Çünkü onu yüce görürseniz aşırı itimat ve güven doğurur ve kişiyi sorgulamacı bir yaklaşımdan uzaklaştırır ve dogmatik kabullere yol aldırır. Bu ise, ilmin gelişmesini ve muhalif fikirlerin ortaya çıkarak ileri sürülen iddiaların sıhhate kavuşmasını engeller. Buradaki temel prensip Aristo mantığı ya da septik şüpheciliğe dayalı, temelde bir anlamaya yönelik iyi niyetli bir sorgulama olmayıp, yıpratmaya ya da kendi doğrularını kabul ettirmeye yönelik bir sorgulama olduğu için bundan uzak durulmalıdır. İslam’ın fıtri aklı ise fiilen deneme imkanının olmadığı, fakat sonuçlarının görülmesi nedeniyle aklın kabul edebileceği şeyleri inkar etmeyen akıldır. İşte İslam’ın bu fıtri aklını rehber edinebilirsiniz söylenen şeyleri artık sorgulamanız ve İslam’a ya da adalete uygun ve makul sayılan şeyleri kabul etmemiz ve hatta bunu içselleştirmeniz kolaylaşır. Bu zaten doğru olanların sizin doğrularınız haline gelmesini de sağlar ve verim artar. Sağlam fikirleri alan bir elek kullanmışsınızdır. Tabii olarak kabul etmedikleriniz de olacaktır elbette. Bu noktada ihtiyaç duyacağınız şey açıklıktır. Yani açık olup, takıldığınız ya da itiraz edip kabullenmediğiniz şeyleri tartışmaya açmalısınız. Doğal olarak bu da medeni cesaret gerektirir. Bu tartışma yapılmazsa ya yanlış bir yargıya gitmeyle sonuçlanır ya da fikirlerin ucu açık kalır kişiyi sürekli acabalar içinde bırakır ve rahatsız eder. İşte açıklık ve net olmak ve bunun zemini olan medeni cesaret ya da kendini ifade edebilme yeteneği; arkadaşlık, evlilik ve iş hayatındaki ilişkilerde de son derece önemlidir ve her türlü yanlış anlamayı giderir. Sonuç olarak buradaki can alıcı anahtar kelimeler; dua, niyet, İslam’ın fıtri aklıyla sorgulama, konuşanı ya da kitabı (yazarını) kendiyle eşit görme, kendine güven (bende böyle bir şeyler yazabilirim diyebilme ya da bir fikir serdedebilme gücü), açık ve net olmak, medeni cesaret sahibi olarak kendini ifade edebilme gücü üzerinde dikkatle durulması gereken önemli kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlatılanların tersi ise, önce kişiyi Allah’ın yardımından uzaklaştıracak, niyette bir sapma ve menfaate bir kayışa yol açacaktır. Bu durum ise; Allah’ın “bana yönelmedin ki benden ne istiyorsun?” sorusuna muhatap olmaya yol açacak ve ilahi ikramdan kişiyi tekrar uzaklaştıracaktır. İslam’ın fıtri aklını terk ederek, Aristo mantığına ya da septik düşünceye (kötü niyetli) yöneldiği için dar alanda sınırlı deneyebildiği şeyleri belki kabul ederken diğer taraftan deneyemediği fakat sonuçları ortada olan bir çok şeyi inkara yöneltir ve bu, onu inancından bile edebilir. Hatta bilimsel bir çok gerçeği de kabulden uzaklaştırır dar bir alana sokar.
Bu anlatılanların yanı sıra, konuşanı ya da yazanı eşit değil de, üstün görme anlayışıyla konuya yaklaşmak ise, kişiyi otomatik bir kabule götürür ve sorgulamadan uzaklaştırır. Bu durumda eğer konuşan ya da yazan kişi iyi ise kişi de iyi olur, konuşan ya da yazan bu sefer kötü ise kişide kötü olur. Yeni oluşacak fikirlerde %50 risk oluşur. Bu tür durumda olan ve kendini aşırı aciz gören, fikirsiz kişilerin kitap seçmeleri için güvenilir birinden tavsiye almaları uygun olur. İyi adamın, iyi kitabı tavsiye edeceği normal olarak umulur. Eşit görememe zaten kendine olan güvensizliğin de bir sonucudur. Bu yüzden insan her şeyi bilemeyebilir fakat sağlam iman ve adalet ve İslam’ın fıtri aklı gibi temel anahtarları edinirse, bilmediği bir alanda bile ferasetiyle bir sorgulama yapabilir ve aklı ve kalbi ile anlatılan ya da okunan fikirleri elemeye tabi tutabilir. Argo tabirle artık kolay kolay yutmaz. Örnek vermek gerekirse; Karl Marks’ın meşhur komünizm sloganı “Herkes kabiliyetine göre, herkes ihtiyacına göre”prensibidir. Ne kadar adil ve cazip görünüyor değil mi? Fakat bunun için her şeyi ortaya koyarsan, hepimizi bir ideal ülkü ile harekete geçirmen lazım ki böyle bir şey elinde yok. Sonra bir şey konusunda fedakar olabilmem için o şeye benim diyebilmem lazım. Sevmem için de bana ait olması lazım değil mi? Ülkü dersen, doğru ya da yanlış bir tarih yorumu getiriyor ki, bu da, sonuçta benim Allah inancımı kaldırıyor. Ben korktuğumda bile bir üstün güce inanmak isterim. Çok aklım olmasa bile, üretim ilişkileri üst yapıyı belirledi mi, belirlemedi mi, bunu bilmesem bile, benim inanma ihtiyacımı sağlamıyorsan bunda bir hata vardır diye düşünürüm. İşte böylece beni çalıştıramıyorsan, ortada bir pasta yok ki paylaşmaya kalkıyorsun demezler mi adama. İşte çok akıllı olmadan basit ve temel süzgeçlerle de insan bazı doğruları bulabilir, yanlışları olayların sonuçlarına bakarak anlayabilir.
Ya kapitalizme ne dersiniz? ”Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değil mi Adam Smith’in sloganı. Ona göre bir “gizli el” her şeyi düzeltecektir. İnsan da ona göre “home ekonomicus” yani ekonomik insandır ve çıkarlar sonuçta toplumsal faydaya dönüşür ve oluşan refah ve büyüme herkese yansır. Basit düşünceli fakat aklı selim sahibi bir insan şöyle düşünebilir pekala. Aslında Adam Smith de ekonomide üretim aracına sahip olanların emek gücüne göre, 60 kiloya göre 90 kiloluk bir pehlivan olduğunu görmemiş midir? Kural koymazsanız ya da eşitliği sağlayacak tedbirler almazsanız fakirin, işçinin ezileceği açık değil midir? Ayrıca insanlarda hoşgörü, adalet, yardımlaşma sağlamazsanız menfaatler çatışmaz mı? Bu çatışma refeha mı yol açar yoksa güçlünün güçsüzü ezdiği kaos ve zulme yol açmaz mı? Öldürücü rekabetler belki verimsizi temizler fakat zayıflarda arada ezilir ve ezen tek kalır ve bu sefer rekabeti unutup tekelciliğe başlar ve istediği fiatı uygular ve zulüm başlamaz mı? Yani menfaatlerin çatışmasından büyüklerin menfaatleri çıkmıştır. Bu noktada hem kurallar yanlış konmuş ya da kuralsızlığa terk edilmiş ve bir fırsat eşitliği başlangıçta sağlansa bile sürekli eşitsizlikler meydana geleceği için sürekli düzeltme yapmanız gerekecektir. İşte burada, ahlakı da yaptırımlı hale getirmelisiniz ki yardımlaşmayı ferdi, hatta kuramsal hale getirip mecbur tutmalısınız. İşte ahlakın kurala bağlanmış hali İslam’da Zekattır. Ferdi olarak da bir çeşit yardımlaşmadır o. Ya da güzek ahlaktır o. Zekat da sonuçta bir güzel ahlaktır ve karşılıksız bir fedakarlığı temel alır. Bazı insanlar belki korku ile bunu verir, fakat ihlaslı iman sahipleri ise Allah’ı severler ve onun için de yaratılanı sevince, vermesi kolay olur ve severek verirler.
Sonuç olarak kuralları önce doğru koymak yanında, kişinin güzel ahlaklı olmasını da sağlamak da gerekir. Sonuç olarak hiçbir sistem ahlak olmadan başarıya ulaşamaz. Nitekim ünlü bir düşünür de aynı şeyi söylüyor. Ahlak olmadan hiçbir sistem başarılı olamaz, mutluluk getiremez. Çünkü ekonomik bir sistemde başarılı olsanız bile, örneğin herkese belli gelir düzeyini garanti etseniz bile bununla insanların mutlu olacağını düşünmeniz bile maddeci, kapitalist bir görüştür ve böyle bir mutluluk olup olmadığını anlamak için insanlara sormanız gerekecektir. Gelişmiş ülkelerde binlerce maddi durumu iyi olan kişiler üzerinde yapılan bir araştırmada çok tüketerek mutlu olanların oranını, toplam deneklerin %30 unu oluşturduğu görülmüştür. Belki en alt gelir grubundaki bulunan insanların da gelir azlığından mutsuz olduğu varsayılabilir belki. Nitekim Hz. Peygamber efendimiz “isyan ettirecek fakirlikten ve şımarttıracak zenginlikten Allah’a sığınırım” demiştir.
Daha çok tüket mutlu olursun fikri kapitalizmin şeytanca bir tuzağıdır ve sonuçların hiçte öyle olmadığı yukarıda gösterilmiştir. İşte bu noktada gelir farklılıklarını düzeltmek için güzel ahlaklı yardımlaşmanın devreye girmesi, zenginde hırsı, fakirde kin, garaz ve hasedi yok edecek ve önce vermekten dolayı ilahi rıza, kişi de mutluluğa dönüşecektir. “Vererek mutlu ol” işte İslam’ın güzel ahlak şiarıdır ve İslam güzel ahlakın sahibidir, temelidir. Yani güzel ahlakın temeli dindir. Onun ikram ve kul hakkı çerçevesi ona bir anlam katar. Burada şöyle bir soru sorabilirsiniz. Dini olmayan biri de ahlaklı olamaz mı? Şüphesiz ahlaklı olmak, zamanla gelişen toplumsal bir kültür olarak da anlaşılabilir.(Bize göre her kültürün ahlak anlayışı yine dinlerden kaynaklanır) Fakat dinin güzel ahlakı dayandırdığı, gerek bu dünyada ve gerekse ahiretteki ilahi ikramlar ve kötü ahlak oluşursa ilahi ceza ve bağışlanmayan kişisel hak (kul hakkı) ve bunun ödeşme zorunluluğu gibi müeyyideleri vardır. Fakat dinin özünü kavrayabilen ve Allah’a ve dolayısıyla onun kullarına muhabbet duyan ihlaslı insanlar bu sevgi dolayısıyla üstün bir merhamete ulaşırlar ve dervişvari dediğimiz, malın yarısını vermek gibi davranışlar sergileyerek diğer insanlar üzerinde de etkili olurlar. Yani din, güzel ahlakı; ikram, korku ve sevgi olarak gerçekleştirir ve sağlam temellere oturtur. Burada, ahlak dini olmalıdır dediğimiz gibi, dine yönelenlerin de tevhidden sonra güzel ahlakı öne çıkarmaları gerekir. İbadet, kişisel bir borç iken, güzel ahlak toplumsal bir davranış olarak ortaya çıkar ve herkesi iyiyse iyi, kötüyse kötü etkileme gücü vardır. Sadece bir ilave yapmak gerekirse; ibadetin, güzel ahlaka götüren duyguları, canlı tutmaya onu beslemeğe teşvik edebileceği söylenebilir.
Son bir tartışmamız gereken konu, iyilikle adalet arasındaki sıralamanın nasıl olacağıdır. Fukuyama adlı ahlak yazarı “Etik” adlı eserinde önce iyilik sonra adalet diye bir sıralama yapmaktadır. Ona burada şunu sormak gerekir. Bir işveren işçinin parasını vermezse ya da borçlu borcunu ödemezse nasıl güler yüzlü olunacak ki, ya da hak ödenmezse iyiliğin ne anlamı kalır? Kuran-ı Kerim’de de adalet iyilikten önce sayılır. Fukuyama Kuran’ı okusaydı bu önceliği görebilirdi belki. İşte bu, adalet önceliği, insan davranışlarını da olumlu etkiler ve kişiyi iyi davranış ya da verim bekliyorsa önce onu işçi ücretini veya borcunu ödemek gibi olumlu bir davranışa iter. Böylece barışın temeline adalet oturmuş olur. İşte makuller adalet çizgisinde oluşur.
Yukarıdan beri işlemeye çalıştığımız konu, hiçbir sistemin güzel ahlak ile tamamlanmadığı taktirde başarıya ulaşamayacağı gerçeğidir. Başlangıçta doğru konulması gereken kurallar ise temelde, adaletin işlevini üstlenirler. İşte Ahilik temel olarak önce kuralları doğru koymayı hedefler. Bu, adaletin kurallaşması olarak da algılanabilir şüphesiz. Örneğin faiz yasağı önemli bir yasaktır ve riski kullanandan daha güçlü gördüğü sermaye sahibine yüklerken aslında bu yasağın temel işlevi piyasaya mal-para dengesini bozacak bir likit fazlasının çıkmasını engellenmesidir. Bu sayede fakirden zengin kesime bir değer aktarımı anlamına gelen enflasyon hastalığı da oluşmayacaktır. Son yıllarda Amerika ve Batı’da petrol ve benzeri emtia fiyatlarındaki aşırı artışların temelinde; aşırı emisyonlar %0.25 – 1 faiz oranlı krediler, Hedge fonları, Batı’nın emeklilik fonlarının paraları, bütçe açıkları ve vadeli işleme izin vererek olmayan parayla, olmayan malın satıldığı vadeli işlem piyasalarında oluşan likit fazlası ve onların kontrol dışına çıkmalarıdır. Bunun gibi kar ve maliyet oluşumunda fiyat dengesi için Ahilikte birkaç sınıf da olsa, mutlaka kaliteli mala özen gösterilmesi ve maliyetlere bir makul sanatkar karı ilavesi, güzel ahlakın davranışlarda yaptığı değişiklik olabilecek bir kanaat ilavesi ile fahiş fiyattan uzak durulmasıydı. Rekabet Ahilikte de var, fakat karşı karşıya bir rekabet değil, kendi kendine bir rekabettir ve kimseyi yıkmayı hedef almaz. Öyle ki, fiyatların düşmesi de engelleniyor ve zayıf esnaf korunuyordu.
Sevgili okurlar Ahilik gerçek bir insanlık sanatıdır ve bugünkü küreselleşen dünyada şeytani kapitalizmin çarklarından bizi koruyacak olan yine kendi öz değerlerimizin en önemlisi olan AHİLİKTİR.
Merak etmeyenlerin ve onu gericilik olarak gören aptalların çok tüketerek malüm kulluklarına devam etmeleri beklenen şeydir. Ancak ben müslümanım ya da ben bir Ahiyim diyebilen birinin derhal israfı terk edip, tasarrufa yönelerek bunun da bir kısmını fakir kardeşleriyle paylaşması umulmalıdır. Bir şeyi eskimeden yenilemek isteyene, ya da sayısını üçe beşe ona çıkarana, ya da moda takip edene bir Ahi aspirini veriyorum. Bu aspirin bir kalp aspirinidir. İşte onlar Ahiliğin güzel ahlak prensipleridir.
Sağlıcakla kalın.
Sevgili Hemşerilerimiz,
Tarihte Kırşehir’imiz (o zamanki adı Gülşehir) bir ilim ve kültür merkezi idi. En büyük değerlerimiz; Arapça ve Farsça’nın kullanıldığı bir ortamda “Garipname” adlı eseriyle güzel Türkçemizi savunan Aşıkpaşa, yine “Felekname” ve diğer eserleriyle gönülleri fetheden Ahmedi Gülşehri, Kırşehir’de doğup büyüdüğü tespit edilen gönül eri Yunus Emre, Süleyman Türkmani, Hacı Bektaşı Veli, Osmanlı’ya fikir
babalığı yapan Şeyh Edebali, Gök Medresede astronomi, tahsil ettiren Emir Cacabey ve en önemlilerinden biri olan Selçuklu ve Osmanlı’nın yüzyıllara ve Batı kavimlerine ışık tutan ahlak ve çalışma esaslarıyla İslam’ın nasıl uygulanacağını süper sivil toplum örgütü Ahiliği kurarak gösteren Ahi Evran-ı Veli bu şehrin en değerli kültür hazineleridirler.
Bunlar arasında Ahi Evran-ı Veli Hazretleri’nin çok ayrı ve özel bir yeri vardır. O, Orta Asya’dan kalkıp Anadolu’ya gelerek bu güzel coğrafyayı yurt edinen kural tanımaz göçebe bir toplumu (Türkmenleri), medeni bir şehirli yapmış, ona karnını doyurması için ticaret ve sanat öğretmiş, bunu yaparken çırak, kalfa, usta gibi bir hiyerarşi ile birbirini sevgi ve saygıya bağlamış, bununla yetinmeyip kaynağını Orta Asya kültüründen alan fakat İslam’ın tevhid ve güzel ahlakıyla bezenmiş fütüvvet teşkilatını Ahi teşkilatı olarak bu ülkeye kazandırarak onun tevhid ve güzel ahlak prensiplerini halkın hem öğrenmesini hem de ticaretine ve özel hayatına uygulaması için zaviyeler kurarak insanları buluşturup konuşturmuş ve eğiterek kaynaştırmış ve bir ülkü etrafında mutlu bir toplum yapmıştır. Son derece sağlam, ilkeli ve güzel ahlaka dayalı, temiz toplum anlayışına hizmet eden, hemen hemen devletin Belediyecilikten halkın emniyet ve huzuruna, kurduğu Ahilik birlikleriyle Moğollara karşı yurt savunmasına, padişahları dahi Ahi yapıp onlara güzel öğütler vererek ülke yönetimine kadar bir çok alanda Selçuklu ve Osmanlı’ya sayısız hizmetler vermiştir.
Önce kuralları doğru koymuş, insana hizmeti esas alarak kişinin sanat ve ticarette geleceğini güvenceye alarak onu rahatlatmış, her akşam tefsir, hadis, sohbet ve ilmi çalışmalarla halkı sürekli bir iman ve ilim ile eğitmiş, öğrendiği bu iman ve güzel ahlak prensiplerini sanat ve ticaret ile gündelik yaşamına uygulatarak bunların yaşama geçmesini sağlamış, topluma başkasını kendine tercih ettiren, fedakar, yardımsever, güler yüzlü insanlar olmalarını sağlamış bir insanlık fatihidir. Bir Batılı yazar şöyle söylüyor: “Hiçbir ekonomik sistem ahlak olmadan başarıya ulaşamaz” Ahilik, bir güzel, mükemmel insan oluşturma kültürüdür ve yalnız esnafı değil bütün toplumu ilgilendiren genel bir örgütlenme ve bir erdemler sistemidir.
Hileli iş yapanı, dedikodu ve gıybet edeni dışlayarak temiz insanlarla yola devam etmesi, onun uzun yıllar yaşamasını sağlamıştır.
Hem üretimde, hem de tüketimde bir dengeyi gözeterek israfı yasaklamıştır.” Nefis için asgari tüketim,…” diyerek bugün “daha çok tüketerek mutlu olmaya çalışan” kapitalizmin şeytanca tuzağına düşen bizlerin, bu maddeci zihniyetini ta o zamandan reddederek, kanaati ve tasarrufu emrederek sonrasında bu tasarrufun bir kısmının mutlaka hayır olarak dağıtılmasına kurumsal olarak öncülük etmiştir.
Dünyevileşme hastalığı bugün toplumumuzu içten içe kemirmektedir. Özellikle şehirli halkımız, sürekli olarak aşırı tüketime yönelmekte ve yardımlaşmaya para kalmamaktadır. Sistem, bizi reklamlarıyla şartlandırmakta ve paranız olmazsa bu sefer borçlandırarak tükettirmekte ve böylece gelirler sürekli olarak bir şeylere harcanmakta ve tasarruf ve devamı olan yardımlaşmaya para kalmamaktadır.
Zaviyelerde usta ile çırağı, cahil ile alimi bir araya getirip eşitlemiş ve birbirini sevdirip saydırmıştır. Bugün toplumumuzun sürekli bir kesimi bir diğer kesimini kendine eşit görmüyor ve aşağılayarak ötekileştiriyor. Bu toplum bu haliyle bir şizofreni yaşıyor. Bu toplumu bir makulde buluşturarak uzlaştırmak ve barıştırmak için insanlara Ahiliğin güzel ahlak ve fedakarca yardımlaşma ve eşitliğe dayalı sevgi saygı prensiplerini anlatmak zorundayız.
Ticarette güvensizlik had safhada. Kimse kimseye karşılıksız borç vermiyor. O eski güven ve saygı sevgi ortamını yeniden oluşturmak zorundayız. Herkes elini taşın altına koymak zorundadır.
Sonuç olarak Ahilik, bu toplumun bugünkü sorunlarını da çözebilecek güç ve vizyona fazlasıyla sahiptir. Günümüzü geçmişimizle aydınlatmak zorundayız. Sadece onun iyi anlaşılmaması ve nasıl uygulayabiliriz sorusu bu toplumu yönetmeye talip olanların sorumluluğuna ve gözüne bakıyor.
Bu yüzden Kırşehir nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğunun farkında bile değildir. Batı, bu hazineyi fark etmiş ve Ahilik prensiplerini buralara kadar gelerek almış ve kendine göre adapte etmiştir.
Ahiliğin bu ülkenin bir çok sorununa çözüm üretebileceği kuvvetle beklenmelidir. Bunun için Ahiliğin bütün ülkeye tanıtılması da gerekir. Bu tanıtım senede bir hafta esnafın bile katılmadığı sözde esnaf bayramlarıyla yapılamaz. Bu yüzden Kırşehir bir sorumluluk üstlenmeli ve Ahi sözcüğünü isminin başına çakmalıdır. Kahramanlar, Gaziler, Şanlılar varken bir ahlak mesajı verebilecek Ahi neden olmasın? Bu sayede bütün 72 milyon sizi Ahi ismiyle anacak ve bir gün bu neymiş acaba diye merak edip araştıracaktır. Amaç Kırşehir’i meşhur etmek değildir. Amaç bununla güzel ahlakı bütün topluma yaygınlaştırmaktır. Eh bu arada Kırşehir’de bundan güzel bir nasip alacaktır eminim.
Bu amaçla şu üç alternatif ismin halkoyuna sunulmasını teklif ve tavsiye ediyorum.
Bu isimler:
-AHİ KIRŞEHİR
-AHİŞEHİR
-AHİŞEHRİ
şeklindedir.
Bu konuda il yönetimi ve şehrin sahibi Belediye görev ve sorumluluk üstlenmeli ve halka önce bunu duyurularla benimsetmeye çalışılmalıdır. Daha sonra halkın tercihinin hangi yönde olduğu, değişik tercih belirleme yöntemleriyle araştırılmalı ve halkın vereceği demokratik karara saygı gösterilmelidir. Eminim bu şehir halkı, bu ismi taşımaktan gurur duyacak ve bütün ülkede hatta uluslararası bir seviyede güzel ahlakın yaygınlaşmasına kaynaklık edecektir. Bunun bir devamlılık ifade eden bir şey olması, bu güzelliği daha da cazip hale getirecektir.
Rahmetli Şemsi Yastıman bile Memleket Hasreti şiiri ile Ahi Evran-ı bağrına şöyle basıyor;
Hacı Bektaş, Ahi Evran Sultanı,
Aşık Paşa, Kaya Şeyhi cananı,
İmarette neslim Şeyh Süleyman’ı,
Aşk ile bağrıma sarmak istiyorum.
Orta ve Batı Anadolu’da, Bursa, Edirne, Kocaeli, Konya, İstanbul, Sivas, Tekirdağ, İzmir, Muğla, Eskişehir ve daha bir çok ilde, muhtarlık, köy ve mahalle isimlerinden 34 yerleşim yeri; Ahi, Ahibaba, Ahi Çelebi, Ahiler ve benzeri şekillerde Ahi isminin değişik biçimleri şeklinde halen kullanılmaktadır. Diğer taraftan Evran kelimesi ise; Evrancık, Evrangüzleği, Evranköy, Evrenli ve benzeri şekillerde Evran isminin furevleri şeklinde 19 köy adı bulunmaktadır.
Onlar ismine yakıştırmış bağrına basmış da biz kendi ismimize yakıştırıp bağrımıza basamıyor muyuz sevgili hemşerilerim?
Bütün sevgili Kırşehirli Hemşerilerimden ciddi katkılarını bekliyorum. Fikirlerini veya tercihlerini Vilayete ve Belediye’ye mektup, telefon veya mail atarak ulaştırıp bir baskı oluşturabilirler.
Bütün Hemşerilerime en içten selam ve sevgilerimi sunuyor, bu değişikliğin hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Haberleşme için :
0 507 701 10 25
Mail : ahmet.atik@huk.gov.tr
AHİLİK (AKHISM) targets HUMAN, very different from Protestan ethics of the Germans (saying “the person who produces quality goods will be a good slave to Allah”) and the principle of the Japanese (“working to death”) and it tries to create a SERVİCE CLIMATE, with all the people that will be pleased along the lines of a justice, based on Islamic ethics.
They worked saying “Allah”. All the Ahi (Akhi) organizations should be united in a single parent organization. Ethics can not be the virtue of only the shopkeepers and the poor. Large businesses and the wealthy must also go into the scope of the Akhism. Chambers of business are following the method of closing bad cases rather than the method of cutting them off. This is very inconvenient. People in each neighborhood should form a foundation to feed their poorest people there. The state should provide financial support according to the number of active members, the amount of work done and the scientific products produced.
Small organizations should be protected, large enterprises should be encouraged to give jobs to small-and-midium-size enterprises rather than combined production, the merchants should be encouraged to run rayons in supermarkets. All the moral principles sould be reformatted to be used effectively. The names of bridges, roads and apartment buildings should be the names evoking the good moral. In schools, the Akhi Branch should be established and selection of Akhi students should be plentiful.
Mevlana (Iran, seyru sülüki enfüsi) Sect Practice makes people go away from work, drives them into fallacies and can create psychological problems, listening to themselves. Ahi Evran Application (Turkmen, seyru sülüki afaki) aims to go to the writer from the written looking at the appearant structure of the universe, it is extroverted and it is based on the work purposes.
This method is most effective formula for the development of this country. The name of a city sould be “Akhi” so that everyone should pronunce the name very often.
This city should be Kırşehir and we offer that the name of the city should be AHİ KIRŞEHİR. An Akhi foundation to be established can make a standard practice such as Halal Food practice in the market. This should consist of the combination of several elements, from the quality to the price and from the price to the worker’s wage.
Zoning conditions of cities shall not exceed 25% of the construction areas. Single-storey straight home building should be encouraged. The Akhi lived straight houses with gardens. Block structures should be avoided. The size of a parcel shall not be less than 1000 meters. The distance of houses sould be away from each other and the windows of the houses should not see each other as much as possible.
The closeness of the distance between homes is the most dangerous bulding structure, breaking down the privacy. The sound of the sewage pipe above is breaking the shame of a person hearing this. The religion is based on the sense of shame. The Hadith says “Expect everything once the shame is broken”. To us, Akhism is an economic system. It is an alternative to second-class citizens, and slavery in history, it is also an alternative today to communism (insisting on production-sharing but ignoring production) and capitalism (idolizing production and investment but neglecting sharing). It is a development model.
Corporations and limited liability companies are not suitable for the Islam and the Akhism because they have limited liability. However, if the partners write “we are unlimited responsible” in their contracts or invoices, it will be a confidence-building application. When the Akhism becomes a brand, the Akhi medallion can be given to all the partners who have a share of at least 10%. There is an advertising ban in the Akhism. Advertising should be banned because it drives people to buy merchandise and its excessive repetition makes conditioning.
AHİ brand should be given to IHH and similar institutions. AKHI BUSINESS must be a brand. In the Akhism, an apprentice’ error is known by his master. This means that the master is graded. If you apply this to the education, you will understand that the teacher should be graded by his students. The teaching method (teaching by examples) in the Akhism, the method what Americans call “case study”, should also be used in education (like explaining the Quran with examples).
ahi kul ahmed
Her sabah beslemeyle açılır dükkanımız Hakka iman ederiz müslümandır şanımız Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin, Hiylesi, hurdası yok, helalinden malımız Müşterimiz velinimet, yâranımız, yânmiz Ziyadesi zarar verir, kanaattir kârımız.
Kızına talip olan delikanlıya kız babası damadı olacak erkeğin yâran meclisine katılıp, o dostluğu, kardeşliği tadıp tatmadığını, o terbiyeyi alıp almadığını sorarmış.
Bundan dolayı da:
Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi
Oğlan babadan öğrenir sohbet gezmeyi
Sözü darb-ı mesel haline gelmiş..
Osmanlıda para vakıfları vardı. Bunlar hakkında biraz söz edelim.
Osmanlı’da vakıfların vakfetme nedenleri çok kapsamlı idi. Örneğin parayı ihtiyacı olana faizsiz bir müddet sıkıntısını gidermek için vakfeden vakıflar vardı. Bugün esnaf sandıkları var fakat güçsüz ve yeterli değil. Büyük işletmeler için ayrı ve etkin bir sandık hiç yok. doğrudan bankaların kucağına.. ve bedeliyle..
Fakirler için parasını vakfeden kimseler vardı.
Yalnızca dul kadınlar için parasını vakfedenler vardı.
Varlığını vakfetmek isteyen kişiler Kadı’ya giderlerdi. Kadı bir vakıfname hazırlardı. Ayrıca bir de tüzüğü olurdu.
Fatih döneminde bazı para vakıfları kendi kaynaklarını hem nemalandırmaya ve hem de ondan bir kısmını hayır işine kullanmaya başladılar.
Sıkıntıya düşenler için kurulan vakıflardan para alıp da işini bitirdikten sonra geri ödemeyenler için tazir cezası uygulanırdı.
Selçuklu ve özellikle Osmanlı’da temel toplum birimi aileden sonra ikinci siırada mahalle idi. Toplumda az çok birbirini tanıyan insanların oluşturduğu bu temel ikinci birim de bir bilinç oluşturulması düşüncesine dayanırdı. Batı bunu bugün yeni keşfediyor. Biz ise gittikçe kaybediyoruz. Örneğin mahallenin namusu, mahalle baskısı, mahallenin kabadayısı, mahallemizin zengini, mahallemizin dulları ve benzeri kavramlar bu düşünceden kaynaklanarak oluştu. Devlet bu konuda çok akıllı davranarak kendi fakirinizi kendiniz doyurun, kendi hırsızınızı kendiniz yakalayın, kendi ahlaksızınızı kendiniz barındırmayın gibi adı konmamış bir politika izledi. Bunlar zaten din temelli argümanlardı. Elbette mahallenin bir bekçisi, şehirde bir kadısı , şehir emini vardı.
Konya Şer’iyye Sicilinden elimize geçen bir kaydı size aktaralım örnek olay olarak.
Hicri 1117 yılı yani 1700’lü yıllar ediyor. bir mahallede sarhoşun biri bir zimminin (ehli kitap fakat müslüman hakimiyeti altında yaşıyor) evini gece yarısı bağırarak kapıyı kırarcasına tokmaklıyor. Kapıya çıkan ev sahibini başlıyor dövmeye. Adama bu arada diyor ki “getir karını bu gece senin karınla yatacağım” diyor. Boğuşma esnasında adamı da bıçak darbesiyle öldürünce, kadın evin bir odasına kaçıp kapıyı arkadan kilitliyor. Sarhoş içeri girip o kilitli kapıyı kırmaya çalışırken o arada mahalleli bu bağırtıları duyup yetişiyorlar. Derken o sarhoşu yakalayıp önce zabitana ertesi günde kadının huzuruna çıkarıyorlar. Bu adamın eski suçları da oldukça kabarık olduğu ortaya çıkınca sarhoşun asılmasına karar veriyorlar ve asıyorlar. Buradaki ilginç olan şey mahallelinin olaya geç de olsa müdahalesidir. Bu yüzden her şeyi devletten beklemek insanlardaki sorumluluk duygularını öldürüyor, yardımlaşma duygularını öldürüyor. Fakiri belediye doyursun, kömürü devlet versin, versin versin versin, oldu olacak çocuğu da devlet yapsın, vergiyi de devlet versin, denizde boğulanı da devlet kurtarsın, kavga edenleri de devlet ayırsın.. uzat gitsin. Devletin önemli konularda müdahil olması anlaşılabilir bir şey olabilir. Ancak zamana dayalı işlerde, hayırlarda da insanların güçlerini bu yöne kanalize etmek gerekir. Merhamet, hayır yapılınca insan üzerinde etki gösterir. Merhamet eden merhamet bulur hadisinin manası budur. Yani hayır yapmanızdan sonra merhametli olursunuz.
Bacıyan-ı Rum
Bacıyan-ı Rum’un kurucusu Ahi Evren’in hanımı Fatma bacı (kadın ana, kadıncık ana)dır. Ahilerin ilk ciddi yerleşimleri ve sanayi sitesi kurmaları Kayseri’de olduğu için Bacıyan-ı Rum’un kuruluşu da o tarihlere rastlar. Temel felsefeyi Ahi Evren verdiği için aynı prensipler onlar için de geçerlidir. Din ahlak ve çalışma ve hizmet…
Bacıların asıl işleri örgücülük, dokuma ve benzeri keçecilik gibi el sanatları ağırlıklıdır ve sanayi sitesinin ayrı bir bölümünde toplu çalışma şeklindedir. Bir ustadan el almadan bu iş yapılamazdı. Dini eğitim zorunlu idi.
Bacıların askeri faaliyetlerde de önde olduğu görülüyor. Ravendi, Harezmlilerle Irak’lılar arasındaki savaşı anlatırken 1197 (594) “Harezmli kadınlar zırhları giydi ve her kadın elli Irak’lıyı önüne katıp sürüyordu” diye bahsediyor.
Moğolların Kayseri muhasarasında da önemli görevler ifa etmişlerdir.(1243) ancak kadıncık ana bu savaşta esir düşmüş ve uzun yıllar moğolların elinde esir olarak kalmıştır.
Osmanlı Beyliğinin genişlemesi sırasında bazı Bizans kalelerinin için askerleri sokmak için küfelerin içine askeri koyup erzak getiren köylü kılığında savaştıkları bilinmektedir.
Bacıların misafir ağırlama işleri de vardı…sürekli gelen göçler bir çok insanı zaten misafir konumuna düşürüyordu. Bu sebepler zaten ahi teşkilatını hazırlayan sebeplerden biriydi.
Hacı Bektaş-ı Veli Menakıb-name’sinde fatma bacının o tarihlerde genç kız olduğunu erenler meclisine yemek pişirmek ve sofra düzmekle meşgul olduğunu haber vermektedir.
İbn-i Batuta da gezdiği bu illerde ahilerin misafirperverliğine şahit olduğunu, misafir-hanelerde Türkmen kadınların hizmet, izzet ve ikramlarda bululnduğunu yazıyor. Yoksulların barındırılması, misafirlerin ağırlanması kızlarla imece usulü bazı işlerin yürütülmesi de buna dahildi diyor Batuta.
Bacıların bir de dini tasavvufi boyutu vardı.kendilerini tam bir tarikat olarak nitelemek zor olsa da genellikle onlar Evhadiye tarikatına mensubtular. Fatma bacı ve kız kardeşi Amine Hatun birer mürşide idiler. Babaları şeyh Evhadüttin-i Kirmani’nin tarikatını temsil ediyorlardı. Hatta 16 asrın başlarında İstanbul’da “Ayşe Bacılar” diye bir tasavvufi kadınlar cemaatini Rus bilgini Gordlovsky’nin tespit ettiği biliniyor. Bu bir Bacıyanı Rum teşkilatıdır ve başı da Ayşe Bacı’dır. Bu tarikat şeyhlerinin hanımlarına Anadolu’da “Ana-bacı” denirdi.
Hanımların kurduğu vakıflar ve zaviyeler de vardı. Mesela Mihrimah Sultan, Mihrimah Camiini kendi kurduğu vakıf arcılığı ile yaptırmıştır.
İran, İslam orduları tarafından fethedildiğinde Medai kendtindeki erkekler ta Hindistan içlerine kadar kaçtılar. Fakat kadınlar ve çocuklar orada kaldı ve müslümanların eline düştü. Komutan Sad İbn-i Ebi Vakkas bir mektup yazarak Hz. Ömer’e sordu. Hz. Ömer’de verdiği cevapta “o dulları ve genç kızları müslümanlarla evlendir ve ganimetten da paylarını ver “dedi. Böylece varlıklı birer hanım oluyorlardı. Müslümanlar müslüman olmayanlarla evlenebilirlerdi.
Bacılar bugünkü mutfaka Matbah diyorlardı. Evlenme işlerini çok rahat konuşabiliyorlardı. Bazen şeyhler ya da ustalar “sen şu kızını şuna ver” diyebiliyordu. Bazen de kız babaları benim kızım var. Gel senin oğlanla bunları evlendirelim diyebiliyorlardı.
Köy hayatındaki Türkmenlerin komşu erkeklerle konuşması ve yarenlik etmesi şakalaşması şehre göre daha farklı ve rahattı. Belki de köyde konuşacak insan sayısının azlığı bunu onlara mecbur bırakıyordu.
Gelin elbisesi
Onların elbiseleri tarlada çalışmaya göre daha elverişliydi. Her tarafı kapalı feraceler giymezlerdi. Bindallılar çok yaygındı. Nişan ve düğünlerde gelinler bindallı giyerlerdi. Bugünkü moda pahalı ve milyarları bulan beyaz gelinlikler batıdan bize geçmedir ve ta bir israftır. Bir kayınbaba gelinine rahatlıkla şunu diyebilmelidir.”kızım senin beyaz gelinliğin kaç paraysa bu parayı olduğu gibi sana vereceğim. Fakat senden ricam kendine düğün için en iyisinden bir bindallı alacaksın ve onunla düğününü yapacaksın ve geriye kalan parayla da fakirleri giydireceksin” diyebilmelidir. Gelinlik 1,5 milyar, bindallının en iyisi 400 lira. Fark 1 milyar fakire. Ne kadar güzel olmaz mı?
Ahi müesseselerinde ilk girişe Talip deniyor. Ahi Evran’ın Ağaz Encam (başlangıç ve sonuç) ve Metailül İman adlı eserlerinde çocuklarla ilgili bölümler var. Buna göre 10 yaşına gelmiş bir çocuğu hemen ustaya teslim etmek diye bir şey yoktu. Önce o talipin dini bir eğitimden geçmesi gerekiyordu. Bu ahlaki ve dini bir formasyon eğitimi idi ve bunu zaviyelerde Ahi Muallimleri gerçekleştiriyorlardı. Bunun süresi 3-5 aydan az olamazdı. Ancak bundan sonra sanata başlayabilirdi.
Şed kuşatmada “bu insanı nasıl bilirsiniz”diye sorulunca “Salahına şehadet ederiz” derlerdi. Bunun anlamı ahlaki olgunluğun tasdik edilmesi olması ilginçtir.
Yemek yeme adabı
Yemek yeme adabı diye bir adab vardı. Eller önceden yıkanırdı. Hane sahibi buyur etmeden kimse sofraya oturamazdı. Aksi adaba mugayir sayılılrdı. Herkes kendi önünden sağa sola bakmadan ağzını şapırdatmadan sessizce sakince, başkasının da o kaptan eşit yemesine fırsat vererek yemeliydi. Yemekler ayrı ayrı tabaklar konmazdı. Tek ve büyük bir bakır veya toprak çömlekten yenirdi. Tek kaptan yemenin manası ahi kardeşiyle bir şeyi paylaşabilmeyi öğrenmek ve bunda hakkaniyete dikkat edebilmesini sağlamaktı. Kaşıklar tahta şimşir kaşıklardan olurdu. Yerken bu kaşıkların sizden tarafından ağzınıza götürmeniz ters tarafından ise yemek ya da çorbaya batırmanız gerekir idi. Böylece ağzınızdan bir miktar bulaşığın yemeğe girmesi de önlenmiş olurdu. “ye kürküm ye” benzetmesi Ahi Evren’in Letaif’inde de geçiyor. Yani sofrada bile adamına göre muamele etmeyeceksin demek istiyordu. Aşırı yemek yememek gerekiyor ve iştahı varken çekilmek gerkliydi. Ekkel (obur) olmamalıydı ahi..
Yemekten sonra hane başkanı dua ederdi. Onların geleneksel duaları şöyleydi:
“Rabbim Teala yedirsin içirsin. Yahşilarla tanıştırsın, yamanlardan uzaklaştırsın (kötülerden), yiyenlerin yedirenlerin üstünden belaları aştırsın, cennet nimetleriyle tanıştırsın, cehennemden uzaklaştırsın, kabeyi dolaştırsın, zemzeme kavuştursun, artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin”
Ahi ocakları bugünkü köy odaları şeklideydi. Ramazanda oralar da şenlenirdi. Oralarda da ahi edep ve usulleri uygulanırdı.
Zaviyelerde yemekten sonra dua edilir. Ortalık temizlendikten sonra bir güzel sesi olan kuran okurdu. Daha sonra kısa bir süre tefsir dersi başlardı. Arkasından hadis izahı yapılırdı. Daha sonra kadı veya bir müderris belli bir konuda sohbete başlardı. Daha sonra ustalar kendi çırak ve kalfalarına meslekin inceliklerini anlatımlarda bulunurlardı. Sohbetlerden sonra sazlı sözlü türküler söylenirdi. Zaman zaman kassas denen kişilerin bir olayı abartılı bir şekilde anlatarak oradakileri duygulandırdığı olurdu. Artık vakit ilerleyince yaşlı ve ustalar çekilir evlerine giderlerdi. Gençler geç saatte yaran sohbetine geçerlerdi. Artık oyunlar oynanır, şakalar yapılırdı. Yaran odalarının ayrı yerlerde olduğu da olurdu. Bugün bile hala Çankırı bölgesinde devam ettiğini haber almaktayız. Yaran odalarında bir başağa olurdu. Herkes onu dinler ve kahveyi nasıl tutar ve içerse herkes da öyle içerdi. Biz de bir yaran şakası olarak şu iki dörtlüğü karalayıverdik ve uygulamaya koyduk..
Birisi bize dost olmak istemiş. Biz de onun hakiki güvenilir bir dost olup olmayacağını öğrenmek için önce çok güzel bir şiir gönderdik.
***
Nemrud kim İbrahime
Bostan yap ateşine
Hakkın gül didarına
Halilim diyen menem
***
Kırdım nefsin çerisin
Giydim takva libasın
Pak eyledim odasın
Gel gönlü yuyan menem
***
Adıma “kul”u takdım
Sırrı aleme çaktım
Levhi kalemden yazdım
Dilde söylenen menem
***
Bunlar senin kulların
Günahı çok bunların
Sal bunları Ahilerim
Postta oturan menem
***
Bırak beni yanayım
Kül olup savrulayım
Muhammed’e post olayım
Var bak tebaan menem
………………………….
Yazıldı çizildi pek çok
Kalanı sen anla bak
Libası muska ettim
Ahilerim kalbe tak
***
Ceset değil kalp gülü
Gökte muska cübbesi
Takva olur giyesi
Ahilerim güldür bak.
Bu şiir çok güzel bir karşılık buldu ve “gözlerinden öperim” diye bir mesaj geldi. Arkasından şu şiiri yolladık:
Olmaz bu kadar ucuz olmaz
Hak kelamı elbet satılmaz
Keşke yüküm himmet olaydı
Bu sekleme eşşek bulunmaz
***
Vardım at pazarına eşşek diye
Eşşek osurturlar bana at diye
Gördüm ademini kır eşşek diye
Bu seklemi ademe eşşek dayanmaz
***
Bu okkayı çekmediyse sıklet
Unut bizi hasan oku lanet
Selamün en güzel aleyküm
Bu kez tık yok. böyle olunca anladık ki bundan bize mürid çıkmayacak. Nitekim aynı kişi 20 gün sonra önemli bir sözünden çarkederek kendini belli etti.
Kargayla toplanan kavarayla dağılır
Bu denemenin asıl izahı şöyle: Bir buçuk (bir erkek bir kadın) müridi olan bir zat varmış Ankara ilinde. Müridler bir gün demişler ki “hocam bir keramet gösterseniz de müridlerniz artsa demişler. Hoca gerek yok dediyse de dinletememiş ve bir gün Pazar yerinde bir karganın başını kopardıktan sonra tekrar yapıştırmış ve uç demiş o da uçmuş. Bunu gören ahali o zata mürüd olmak için akın etmiş. Evler almamış yeni mürüdleri. Fakat bunları bir gün imtihan etmek kaç tanesi gerçek ihlaslı mürid olabilir diye kavara denen kuru bağırsağı beline dolayıp cemaat olarak namaza durmuşlar. Hoca rukuya eğildikçe bağırsaktan ossuruk sesleri çıkınca yeni müridler “bu abdestsisiz arkasında namaz kılınmaz deyip hepsi de müridliği terketmiş. Aynı eski birbuçuk müridi kalmış geriye. Onlar şöyle düşünmüş: “bir bildiği olmalı”demişler. Hoca onları yanına çağırıp demiş ki: gördünüz mü kargayla toplanan kavarayla dağılır demiş. Bizimkisi de o hesap işte..
Zaviyelerde geleneklerin etkisi olarak halk şairleri de gelirdi. Halk türküleri söylerler, saz çalarlar, şairlerin atışmaları olur, yahut acı bir ölme veya öldürme olayı ağıt şeklinde anlatılırdı. Bu ağıtlar Pazar yerlerinde de bir taşın üstüne çıkıp anlatıldığı olurdu. Son zamanlarda bile örneğin benim simitçi ahmet emmi ahirmen mahallesindeki konağına ziyarete gittiğimizde Aşık Veysel’ in iki yaprak dört sahifelik şiirlerini çarşıdan bu adamlaradan satın alır ve bana okuttururdu. Ben ilkokuldaydım o zamanlar. Sene 1962 falan.
Değirmenci oyunu
Zaviyelerde bazan halk tiyatro niteliğinde ortaoyunu da oynarlardı. Örneğin bir değirmenci ortaoyunu vardı ki kırar geçirirdi. Şöyle: köylü eşeğine biner gelir. Yastıklar sırtta ya da adam adamın sırtında. Değirmenci bunlara git sonra gel der. Bir daha bir daha tekrar takrar gelir giderler. Değirmenin çalıştığını göstermek için sopalarla birbirine vurarak insanların önlerinden geçer. Değirmencinin dediği sıra çok diyerek aslında rüşvet istemektedir. Birisi birinin kıçının altından bir sopa vurur ve elini uzatır avucuna örnek un düşürüp kontrol etmek istemiştir aslında. Derken kadıya şikayete giderler. Kadı yaşlı biri olur. Fakat kadı namazdadır ve namaz bir türlü bitmemektedir. Çünkü kadı da rüşvet istemektedir. Derken oradan da eli boş dönerler. Sonrasında bu düzenin bozukluğuna ilişkin taşlama mahiyetinde şeyler söylerler.
Fuzuli’nin bir sözünü hatırımıza geldi. Diyor ki:“dert çok, derman yok, düşman kavi, talih zebun”
Baki ise önce ahi ocaklarına katılmış. Daha sonra zeki bir çocuk olduğu fark edilince medreseye gönderilmiş ve okuması sağlanmış. Harçlığını da ahiler vermişler.
Bazı padişahlar da şiir severdi. Örneğin halife Muktedir her şaire yazdıkları güzel şiirler karşılığında kese kese altın verirdi. Onun çok akıllı bir cariyesi vardı ve perde arkasından huzurda okunan şiirleri dinlerdi. Bir gün bir şairin “bunu daha dün yazdım” dediği şiiri okuyunca “nasıl olur bu şiiri bana da dün cariyem okumuştu” der. Adam şaşırır. Hele bir daha oku şu şiiri der ve tekrar okuttururur. İki defa okunan şiiri anında ezberleyen cariyeyi hemen çağırır. Mahpeyker oku şu dünkü okuduğun şiiri der. Ve cariye de ezberden hemen okur. Şair şaşırır kalır. daha sonra halife bunun şaka olduğunu anlatır ve bahşişlerle yollar.
Zekat konusunda bilindiği üzere Muaviye ile zekatın devlet tarafından toplanması olayı bitti. Sahabi korkusundan konuşamadı bile. Başınızın çaresine bakın der gibi konuşan sahabiler oldu ve herkes kendi zekatını bulunduğu yer ağırlıklı olarak vermeye çalıştı. Disiplinli olmadığı için birçoğu vermedi ve fakirlerin hakları kaybolup gitti. Toplumun köprüleri yıkıldı barış ortamı gelmedi. Sonuçta herkes kendi yöresinde kendi zekatını versin diye icma oldu diyenler var ama biz buna katılmıyoruz. Ortada Kuran’ın emrettiği nas’ın olduğu bir durumu icma ile farklılaştıramazsınız. Bu yük devleti yönetenlerin sırtında bir günah olarak daima devam eder. Fakat fert olarak zekatınızı doğru hesap edip de doğru yere verdiyseniz başka sorumluluğunuz kalmaz inşallahü alem. En doğrusunu Allah bilir.
Fakat buna rağmen bazı vakıfların zekat toplama ve yerine ulaştırma işini yaptıklarını görüyoruz. Tabii ki ihtiyari olarak kendi zekatını vermek isteyenlerden topluyorlardı. Yardımlaşmalarda ferdi olarak sadaka taşları vardı her mahallede. Ve fakir de sadece ihtiyacı kadarını alır geri kalanını bırakırdı. Fakirin kanaati daha başka oluyor değil mi. sonra örneğin bir mes satıcısı zengine farklı fakire farklı orta halliye farklı fiat uygulardı. Öncelikle fiat arz ve talebe göre belilrlenmezdi. Gerçi Ahi Evren “nefs için asgari tüketim, halk için azami üretim” demişti aslında. Fakat bunu kanaat ve fiat kontrolü yanında ihtiyaçların tespit edilerek o miktara göre atölye açılması sağlanıyordu.. mes satan zengine 5 akçeye verdiği malı orta halliye maliyetine 1 akçeye ve fakire de bedava veriyordu. Zengin ödediği farkın fakire gideceğinden çok emindi. Sormazdı bile.
İslami anlamdaki sigorta Muhammed Hamidullah tarafıından pakistanda uygulanmış. Fakat İngiliz’ler bunu ortadan kaldırmışlar. O bunu “İslam Ekonomisi ve İktisadı” adlı eserinde anlatıyor. Aslında bu sigortayı bu ülkede kurabiliriz. Sadece katılım ortaklığı şeklinde olacak. Gelirleri faizsiz olarak ahlaki bir şekilde nemalandırılacak, kimse kar payı almayacak, bunun getirisi 1’e 4 oranında ve müthiş. Sen şirketten karı alıp götürürsen ne kalır geriye. Bunu inşallah bu fakir ilerleyen yıllarda yapmaya çalışacak.
Bir Türkmen olan Pir Sultan Abdal’a bir yol verelim..
***
Bu yıl yaylanın karı erimez
Eser badı saba yol bozuk bozuk
Türkmen çıkıp yaylasına yürümez
Bozulmuş aşiret el bozuk bozuk
***
Elim varmaz güllerini dermeye
Dilim varmaz hasta halin sormaya
Dört kitabın manasını yormaya
Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk
***
Pir Sultanım yaratıldım kul diye
Zalimlerin elinde mi öl diye
Dost name göndermiş durma gel diye
Gideceğim amma yol bozuk bozuk
***
Türkmen Mutasavvıfları ile Mevlana ve diğer tarikatların anlayışı arasındaki farklar.
Sofi anlayışı dönme, raks, cezbe ile Allah’a ulaşma, seyri sülüki enfüsi, kendi benliklerini ne kadar iyi tanırsa Allah’ı da o kadar iyi tanır. İnsan ruhunun derinliklerine nufus etmek onları keşfetmeye dayanır. Bunlarda tabiatı tasavvur eden hiç bir şey yoktur. İnsan ruhunun kötü eğilimlerini iyiye yönlendirmeye çalışır.
Türkmen Mutasavvıfları ise seyru süluki afaki’dir. Tabiata yönelir. Neden? Çünkü Türkmen tabiatta yaşıyor. Yağmurla, davarla, yaylayla, çimenlerle, dağlarla, güneşle, gecede ayla, soğukla, sıcakla birlikte yaşıyor. O eşyaya tabiat kanunlarını nasıl yarattığını ve insanın nasıl yaratıldığını, onun yaratılışındaki azameti düşünüyor ve tabiatı keşfederek Allah’a ulaşmaya çalışıyorlar. Ahi Evren ve Hacı Bektaş-ı Veli Türkmendir. İşte Ahi Evren’in aynı zamanda bir şeyh olmasına rağmen akşam ders gösterip sabahlayin iş başı yapması, fikirlerinde eşari mezhebini taklid etmesine rağmmen anlattığımız şekilde yine farklı bir yol izlemesi, onun bir şeyhten ziyade filozof olması gibi bir çok neden hayatla iç içe bir din ve ahlak ve çalışma anlayışının doğup gelişmesine yol açmıştır. Bu tenasub ahiliğin kısa sürede köylere kadar yaygınlaşmasındaki ana amil olduğu gibi aylakları ve suçluları içine almamasının da etkisiyle 800 sene uzun bir hayat sürdürebilmiştir. Hayvanlar aleminde bile güçlü olandan ziyade uyum sağlayabilen hayatta kalır. aynı hikaye…
Biraz yaraları deşelim..
Alaattin Keykubat’ın Mevlana’nın babasını geldiğinde davet etmediğini görüyoruz ilginç olarak. Hatta bu adamlar kimdir, gidip bir soruşturun der ve adamlarını gönderir. Kanuni devrinde Mevlana’nın babasının ayağa kalktığı rivayetiyle sandukası ayağa kaldırılır. Böyle bir olayın vuku bulduğu varid değildir. Çok sevilen insanlara halk uydurma hikayeler düzer. Örneğin Yunus 50 yerde ölmüştür ve 50 mezarı vardır. Bunlar kısmen anlayışla karşılanabilecek tatlı hezeyanlaradır. Fakat kendi kendine 50 yerde ölen birisinin bu hali kimseye yadırganmış bir hava vermez. Lakin baba saygısı şeriatla kuranla sabitken böyle bir uydurmaya insanların sokulması insanların dini duygularındaki sıralamayı tehdit eder niteliktedir. Bu hususu biz sağlam kaynaklardan araştırarak bu iddiayı söylüyoruz. Yorum değildir. Ayrıca Mevla kelimesi Cenab-ı Hak için söylenen bir kelimedir. Bu kelimenin rastgele kullanılması da uygun olur mu size bırakıyorum.
Şemsi Tebrizi İranlı ve mecusidir. Onlarda da Allah inancı ve sevgisi vardır. Kitabları Avesta’dır (Zerdüştün kutsal kitabı) Pehlevi kültürüyle geldi ve Mevlana’yı teslilm aldı. Onu çok etkiledi. Allah aşkı baskındı. Melana da zaten o kültürden gelme olduğu için yadırgamadı.. fakat daha sınra ilerleyen yıllarda bunların ilişkileri yönünden yaygın dedikoduların çıktığı ve Mevlana’nın ailesini ihmal ettiği bir zamanda Şems kendi genç karısını öldürdü ve Şam’a kaçtı. Bir yıl oralarda saklandı. Mevlananın oğlu ile yaptığı yazılı davete binaen gizlice geri döndü. Hala saklanıyordu. O sırada Ahi Evren Konya’da vezirdi . katlin katli kısas olarak şeriat gereğince ölüm olduğu için Ahi Evren ve adalet nazırı Nusredüttin Ahmet emir verdi ve şehrin muhafızı Ahi Bedrettin Gühertaş icra etti. kaçmaya çalışan Şems’i hançerlediler ve bahçesindeki kuyuya attılar. Bu durum önce Mevlana ile Ahi Evren’in arasının açılmasına yol açtı. Ayrıca bu durum Moğolları da rahatsız etti. Zira Şems onların ajanıydı. Bir süre sonra Moğollar o kuyuyu türbe yaptılar. Adamı olmasa yapar mı?
Moğolların Naibi Sultan Celalettin Karatay’ın icazetiyle Ahi Evreni görevde aldırmaları üzerine Mevlana’nın oğlu Allaeddin Çelebinin de bu öldürme olayında payı olduğu için bir yerlere gitmeleri artık zorunluluk haline geldi. O sıralarda Kırşehir’de Seyfetin Tuğrul adlı Türkmen bir vali vardı. O bunları duyunca bu ikisini Kırşehir’e davet etti. Yaklaşık ömrünün ahir 15 senesini burada geçirdi. Bu süre içinde bu vefakar valiye bir hediye olmak üzere Men Ahice Seyfi (Seyfettin Tuğrulun yolu) adlı bir kitap yazdı. Şimdilik bu kadar yeter…
Mevlevi ayini yaparken yakalanan Mevlevi Tahir hakim sorunca “Mevleviydik döndük” demiş. Hakim de artık bıraktı zannıyla affetmiş…
Kırşehir’in adının;
AHİ KIRŞEHİR
AHİŞEHİR
AHİŞEHRİ
‘den birisi olmasını teklif ediyoruz. Ancak bize AHİ KIRŞEHİR daha cazip geliyor. Çünkü Kırşehir ismini oraya Türkmenler verdi. Bu ismin korunması uygun olur. Bu yolla Kırşehir’in Ahiliğe daha güzel hizmetler yapması umulur.
EVRAN mı EVREN mi? çatallaması hala sürüyor. Osmanlıcada ra harfi yanına elif alır fakat ra okunmaz. Re okunur. Mesela gelan yazılır fakat gelen okunur. Gidan yazılır fakat giden okunur. Sonra EVRAN lügat karşılığı olmayan anlamsız bir kelimedir. Halbuki EVREN kıvrılan demektir. Yani yılanı ejderhayı tarif ediyor. Zaten bu ismi de bundan geliyor. Bizim Ahi Evran Mahallesi dememiz bir galatı meşhur olsa gerek. Laki ilim galata uymaz vesselam…
Aki mi ahi mi?
Türklerde akinin iyilik cömertlik anlamlarında kullanıldığı ahilik gelmeden önce bu tür fedakar kişilerin bu isimle anıldığı doğrudur. Ancak ahilik teşkilatı kurulup da fütüvet teşkilatı elemanları birbirine kardeş gibi yakın olunca aki gitti yerine ahi geldi. Herkes aki’yi terketti.
Bunun gibi alp de gazi oldu. Eren de ahi oldu. Ahilik bu mana da 4 kolla ifade edildi.
Ahiyan-ı Rum
Gaziyan-ı Rum
Abdalan-ı Rum
Bacıyan-ı Rum
Bugünkü halkların doğruları bulup yanlışlar üzerinde toplandıklarını yanlışa destek verdiklerini söylesek yanlış olur mu acaba? Örneğin yemek yiyelim diyoruz geliyor ilim yapalım diyoruz kaçıyor. Şu kadar adam öldürülmüş bunu şunlar öldürmüş diyorum. Gidip onlara oy veriyor onlar olmazsa ülkemiz perişan olur diyor memlekette başka adam yok gibi kişide geleceğini arıyor, zalimleri savunuyor ve Allah’ı unutuyor. Halbuki islamda kişinin putlaşması yasaktır.
Mısır’ın fethine gidilecektir. Ve halk arasında Halid Bin Velid olmadan bu fetih olmaz diye bir şayia çıkar. Herkes halidin ordusuna yaz beni demeye başlamıştır. Hz. Ömer bunu duyar duymaz hemen Halid Bin Velid’i görevde alir ve yerine peygamber efendimizin azadlı kölesinin oğlu Ubeyde bin Zeyd’i atar. Halid Bin Velid de bir er olarak onun yanında o sefere katılır ve fetih tamamlanır. Zaferi Allah’tan bilmek için buna ihtiyaç vardır..
İnsanda bir sevme tapınma ihtiyacı daima yaratılıştan vardır. Bu duyguyu tam manasıyla bütünüyle ve şeri sınırlar içinde Allah’a yöneltecek bir imanla kişiyi mücehhez kılamazsanız benim idolüm şu kişidir şu artistir şu yazardır gibi abuk subuk adamların partilerin başkanların peşinden koşar durur. Tabii olarak da Allah onları onlarla beraber haşredecektir. Allah muhafaza. Bu yüzden kimi seveceğinize iyi karar verin. Hadiste “kişi sevdiği ile beraberdir” denmesi boşuna değildir…
İşte bu beladan korunmak için ahiler bir dua ederlerdi. Bu dua bir hadistir ve Ahi Evren’in Letaifi Gıyasiye kitabında da yer almaktadır. Şöyle ki:
Hadis dua:
“Allahümme erinel hakka hakkani, verzukna ittibaehü. (Allah’ım bize hakkı göster (tanıt) ve o hakka uymayı da nasib et)
Allahümme erinel batıle batılen, verzukna ictinabehü (Allah’ım bize batılı tanıt ve o batıldan uzak olmayı da nasib et.)
Ve erinel eşyae kema hiye hakkahü (Eşyayı da nasıl ise öylece bize tanıt”. Amin…
Ahilere ve ahiliğe büyük önem veren ve sed kuşanan destek veren devlet eliyle sanayi sitesi kuran ahiliğin köylere kadar yayıllmasında büyük emeği olan Selçuklu Sultanı Alaettin Keykubat akliyeci bir Sultandır. Zaten bu yüzden ahiliği aklıyeci bulmuş ve desteklemiştir. Ayrıca rasyonalist akılcı alimleri de etrafında toplamış ve onların toplumu bu görüş çerevesinde etkilemesini istemiştir. Ahi zaviyelerinde sokaklarında dergahlarında evlerinde mekteplerinde tekkelerinde hep halk türkçesi konuşulurdu. Ancak İran üzerinden gelen alim takımının da etkisiyle farsça saray dili olma yolunda bir hayli yol katetti. Mevlana dahil bir çok ilim adamı eserlerini Farsça olarak verdi. Ancak daha sonra gelen Kırşehir’deki Aşıkpaşa, Ahmed-i Gülşehri gibi alimler ise Türkçe’de israr ettiler. Garipname ve felekname zor şartlarda bir israr sayılmalıdır. Bir süre de olsa Karamandan gelip Konya’yı ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey yayınladığı bir fermanla “bundan böyle dergahlarda, mekteplerde, sokaklarda, meydanlarda, çarşılarda, pazarlarda, hanlarda, hamamlarda, çadırlarda Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacaktır” deyince bir hayli düzelme oldu. Onun hayırla yad etmek gerekir.
Ahiler ünivesiteye kadar olan bir alt yetiştirme okullarında zimmileri de müslüman edip bu okullarda yetiştiriyorlardı. Hanikahlardan sonra Gulemhaneler gelirdi. Örneğin Konya Gulemhanesi üniversite seviyesinde subay yetiştiriyordu. Ahi Evren bir Gulemhane müderrisi idi. Celalettin Karatay bir devşirmedir ve gulemhanede yetiştirilmiştir. Her iki yerde de müsbet ilimler bir miktar dini ilimlerle birlikte verilirdi. Ahlaki olgunluk çok önemliydi. Ders bir alimin dizinden alınmalıydı. O zaman o ilim alim tarafından amel edilerek onun nefesiyle birlikte verilince alan kişi de onu hem iyi anlayabilir nüfuz edebilir ve amele dönüştürebilirdi. İlmi fikri sorulardaki serbestiyetler çok yüksekte idi.Her mahallede olan tekkeler ise genelde mahallelinin buluşma yeri idi. Ancak orada ise tasavvufi bir eğitim de yapılırdı. Zaviyelerin ahi muallimleri buralara da zaman zaman gelirdi. Anadoluda bir çok kadiri nakşi melamilik ve benzeri tarikatlar vardı ve halk içinde çok yaygın bir hürmet görüyorlardı. Osmanlı döneminde ise tarikatların bir güç olarak ortaya çıkıp yaygınlık kazanması padişahları ürkütmüyor değildi. Tarikat şeyhinden bir talep geldiği zaman padişah “her istediğu verile lakin gözden ırak edilmeye” der ve kontrolü elden bırakmak istemezdi. Öyle ki zaman zaman tarikatları birbirine karşı kullanmaktan da çekinmez, ağaların kontrolünü de onlar eliyle yaptığı olurdu..
Osmanlı fethettiği topraklarda da benzer usulleri uygular ve Katolik halka Ortadoks vali atardı. Böylece onun onu kontrol etmesini otomatik olarak sağlardı. Kişiyi düşmanına kontrol ettirmek…
Savaşlara tarikat şeyhlerinin vekillerinin müridleri ile katıldığı da olurdu. Yolda bile tarikat usulleri uygulanır gaza için sohbetler teşvikler yapılırdı. Yahya Kemal Beyatlı’ya “Biz Viyana’ya nasıl gittik”diye sorulduğunda. “mesnevi okuyarak gittik” diye cevap vermiştir. Yahya Kemal şiirinde de “bin atlı o gün çocuklar gibi şendik / bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” diyecektir Mohaç için..
Ahilerin savaşçı koluna Gaziyan-ı Rum denir. Alpler İslam’dan sonra “gazi” olmuşlardır. Osmanlı’nın kuruluşundan tutun Fatih’e kadar ahilerin etkinliği su götürmez bir gerçektir. Osman gazi, bey olmadan önce onlar bir kaç kardeşken ahiler ve Şeyh Edebali dahil düşünürler ve derler ki “diğer kardeş çok bilgili. Bu kadar derin bilgi onu ani ve sert karar almaktan alıkoyabilir. Bu yüzden daha az bilgili ancak daha atak olan Osman’ı seçelim” derler. İlginç değil mi? Makul bigi ve cesaret birlikteliği…
Konya’nın kalkınması
Konya’nın iktisadi gelişmesini biraz merak etttik de şu sonuçlara vardık.
Konya’nın gelişmesinde vakıfların büyük önemi var denilebilir. Zengin inandığı zaman, o şey bir hayırlı işe hizmet ediyorsa keseyi açtığını müşahede ettik. Yeter ki samimi ve sadık bir müteşebbis iş başında oldun. Kişiler hem vakfın mütevelli heyetine giriyor ve hem de o vakıfın yaptığı işe ortak oluyor hatta gerekirse başka işleri varsa müşteri de oluyor. Yani iç içe geçme yöntemi. Bu hem kontrolü sağlıyor ve hem de üyelerin karını artırıyor desteklerini birbirine çeviriyor. Örneğin Ticaret Odası’nın Karatay Üniversitesi’ni kurduğunu görüyoruz.
Biz bu vakıf işinin asgari limiti olan 50 000 liranın tümden ortadan kaldırılarak her mahallede o mahallenin vakfının kurulmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Mahalleler küçültülmeli. Muhtar geleni tanımıyor bu nasıl iş. Her mahalle kendi fakirini doyurmalı giydirmeli. Her işi belediyeye devlete havale etmek çok yanlış. Halkın sinerjisinden de yararlanmak gerek. Merhamet bireysel bir duygudur. Bu duygunun gelişmesi iyiliği yaptıktan sonra oluşur. Halk bakıyor sonra bana da bak artık demeye başlıyor. İş veriyorsun gitmiyor. Çünkü aldığı mesajlar çalışmaya yönelik değil.
ahi kul ahmed