Bak hey gülüm sana bir söz söyleyim
Zülüf senin beden senin yüz senin
Sen bu dilden söyler isen ne deyim
O dil senin dudak senin söz senin
Gülün aynasından güle yar bakar
Gahi kaşların yıkar gahi güler
Kim nazar edince kalbimi yakar
Ayna senin nazar senin göz senin
Yar yaylada gah hükmü geçer sefa
Gahi incinir de eylersin cefa
Her nefes değişir belki on defa
Bahar senin kış şenin hem güz senin
Yaylada çeşit çeşit ruzgar eser
Gahi latif gahi buz gibi keser
Gah barışır gahi taş gibi küser
İşve senin sitem senin naz senin
Yayla gülü görünürsün her gülden
Gülşeninde avaz eyler bülbülden
Her perdeden çalar söyler her dilden
Mızrap senin perde senin saz senin
Yardan ayrı kalsam yar sitem eder
Seni gönlünde bulan da yar nider
Mülküne de ancak yar gelir gider
Çoban senin yayla senin yoz senin
Sana darılsam yarelenirmiş yar
Aşığın kuldan özge de neyi var
Sirette ahmede eylemiş karar
Siret senin suret senin öz senin
yoz: sürü
Yunus, Sarıköy’de dikkat çeken biriydi. Güzel ahlakı ile göz dolduruyordu. Hem zeki hem inançlı bir çocuk bulmak bu devirde zordu. O boş konuşmayan edepli bir kişiliğe sahipti. Kimse onun küfür ettiğini duymamıştı. Hakkına kanaatkardı.
İnsanlar arkasından gıpta edilecek sözler söylerlerdi. Herkes de çok severdi onu doğrusu. O da insanları sevmede kusur etmezdi. Hayvanlara da çok müşfikti. Onun bu sevgisi ilahi olmalı derdi insanlar.
Onun babası çiftçi idi. Onsuz yapamazdı. Onun sağ koluydu. Tarladan başka yirmi kadar koyun ve bir de inekleri vardı. Bunların hepsine de çobanlık yapardı. Bunu yaparken onları sevdiğini de hissettirirdi. Onlarda çok süt verirlerdi. Ailesine karşı duyduğu bu sorumluluk gıpta ile izlenirdi.
Yunus’un öğrenim çağı gelince köyün hocasından ders aldı. Öğrendikleri ile kendi dağarcıklarındakini birleştirince insanı ve diğer mahlükatı sevmesi gerektiğini iyice anladı. Büyükleri saymanın küçükleri sevmenin önemini, toplumun böyle huzur içinde olabileceğini düşündü.
Arta kalan zamanlarında evlerinin yakınındaki ceviz ağacının altında oturur ve kuşların cıvıltısını dinler, karşıdaki yüksek dağlara ve gece olunca da yıldızlara bakar kainatın yaratılışını temaşa ederdi. Bazen de Sakarya ırmağının kıyısına kadar iner ırmağın gürültülü akışını insan nefsinin çırpınışına benzetirdi.
Bahar mevsimi ona daha hoş gelirdi. Çiçekler, çiçekler üzerinde uçuşan yağız delikanlı, Moğolların kelebekler, çalışan arılar, karıncalar, öncesinde eriyen karlar, doğanlar, ölenler, mezarlar, ay ve güneş… Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken şeylerdi.
Günler aylar yıllar su gibi aktı. Yunus yağız bir delikanlı olmuştu. Artık evin bütün işleri onun sorumluluğundaydı.
Güzel düşünceli olduğu için her şeye sevgi ile bakmasını biliyor ve kendisi de mutlu oluyordu.
Delikanlı yunus bir akşam üstü tarladan dönerken köylüleri üzgün gördü. Varıp soruşturdu. Tek kelimeyle Moğollar geliyordu. Devlet otoritesi kalkınca önce yerli eşkıya geldi, ardından Moğollar.
Dirlik düzen bitti. Güçlü olan haklı oldu. Zulüm garipleri buldu. Ağıt figan dünyayı tuttu. Bu kara günler sürerken bir de kuraklık baş gösteriverdi. Aylarca yağmur yağmadı. Bir bulut bile görünmedi.
O bereketli topraklar susuzluktan yarıldı. Artık vermez oldu. Kıştan çıkalı çok olmasına rağmen bir türlü bahar görünmedi. Bütün Anadolu gibi Sarıköy’de kara kara düşünmeye başlar olmuştu.
Devamı var…
yunusum
ahi yunusum
sizleri çok özlerim
yanımda hep
bir yunus beklerim
ben hep
hakka yunus dererim
ahilerim
canlarım
bir yunus güllerim
aşık ahi kul ahmete nasib oldu yazmak.