Mehmet lisede çok çalışkan bir çocuktu. Üniversite sınavında da başarılı oldu ve tıp fakültesini kazandı. Aynı çalışkanlığı hala devam ediyordu. O arkadaşlıklarına da çok sadık birisiydi. Hiçbir okul arkadaşını zayi etmez ve hatırını sormaktan geri kalmazdı. Arkadaşları onun başarılarını gördükçe bir miktar kıskandıkları da olurdu.
Mehmet’in başarısı daima dersi sınıfta dinleyerek ve soru sorarak gerçekleşirdi. Fakat onun sınıftaki çabasını arkadaşları pek anlamazdı. Ona göre dersi derste dinlemek öğrenmenin en temel kuralıydı. Doğru soru sormak ise kişinin aptal olmadığının gösteren en temel ögeydi. Annesinin ona söylediği en doğru şey “Oğlum bugün doğru soru sordun mu?” şeklindeydi.
Doğru soru sormak işin aslı bilmenin işaretiydi. Yani bilenler doğru soru sorabilirdi. Bir annenin oğluna verebileceği en kıymetli hazine bu olabilirdi belki. Her yerde doğru soru soran bir çocuk olmak bir ayrıcalıktı. Tıp fakültesinde de aynı soru sorma alışkanlığını devam ettiriyordu, Mehmet. Onun korktuğu şey hocayı denemek için sorulabilecek yanlış bir soruydu. İnsan ihlaslı olduğu sürece her sorusu doğru kabul edilmeliydi.
Ailesi başka bir kentte olduğu için zaman zaman parasal sıkıntılar yaşıyordu. Bir gün okulda bir güzel yazı yarışması düzenlendi. Bu yarışmaya bütün öğrenciler katılıyordu. Mehmet de katılmak istedi. Akşam oturup biraz karalama yaptı. Yazısı başarı üzerineydi. Ve şöyle bir yol izliyordu: “Benim annem bana hep bu günde en doğru soruları sen sordun mu?” der dururdu. Benim başarım bu söz üzerine itaatla oldu.
Çünkü bilmeden soru sormak mümkün olmuyordu. Bu yüzden düşünen bir insan olmak için çalışıyor ve doğru soruyu soruyordum. Bu soru sorma alışkanlığı benim başarımda kilit rol oynadı. Sonra bütün her şeyin neden sorgulanmadığını düşünmeye başladım. Karşıma önce kâinat geldi. Onun hem büyük hem de faydalı olduğunu görünce o müthiş iradenin ne kadar kudretli olduğunu anladım.
Yolda giderken iki insanın kavga ettiğini gördüm. İkisi de birbirinin yüzüne vurmak istiyordu. Hâlbuki insanın yüzü en güzel yeriydi ve Allah’ın eseriydi.
Yıllar sonra kendi dalımda profesör oldum. Röportaj için gelen gazeteciler bizim nasıl başarılı olduğumuzu soruyorlardı. Benim cevabım ise gayet basitti.
Annem bana “Oğlum bugün en doğru soruyu sen sordun mu?” derdi. Bu soruyu hem dersim de hem de ders alacağım yerde sorunca, hem Dünya işlerim hem de ahiret işlerim kolaylaştı. Ve uçmaya başladım.
ahi kul ahmede nasib olmuştur
Lamia henüz lise 1 de okuyan bir kızdı. Annesi onu çok sever ve yanından ayırmazdı. Fakat artık onun da yavaş yavaş ergenlik çağına girdiğini görüyor ve ona daha fazla söz hakkı veriyordu. Onun en çok ilgilendiği şey erkeklerdi. Neden kendisinin onlardan farklı olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Kendisi ağlıyordu fakat erkekler ağlamıyordu. O, her şeyi merak ediyordu, fakat erkekler daha çok işiyle ilgili şeyleri merak ediyorlardı.
Fiziki farklılıkları anlıyordu ama duygusal farklılıkları çözemiyordu. Bunun için şöyle düşündü. Bir erkek ile arkadaşlık yaparsa bekli bazı şeyleri çözebilirdi. Okulundaki Buğra iyi ve sevimli bir aday olarak görünüyordu. Hiç işi uzatmadı. Zaten dobra dobra bir kızdı. O gün okul çıkışı Buğra’ya arkadaşlık teklif etti. Buğra’cığın seni benim gibi bir kız heyecanlandırır mı? deyivermişti.
Buğra önce şaşırmış sonra kendini toplayarak güzel teklifi kabul etmişti. Artık Buğra’nın neyi düşünerek kabul ettiğini hesaplamanın zamanı değildi. Eve gelince arkadaşı Defne’yi aradı. Yeni aşkından söz etti Annesi sessizce kapıdan onu dinlemişti. Kadını ilgilendiren şey kızının erkekleri merak etmesiydi. Bu hem doyurulması gereken hem de tehlikeli bir davranıştı. Sene sonu yaklaşıyordu. Onu Midilli adasındaki dayısına gönderirse zararsız bir erkeği tanıması daha uygun olurdu. Öyle de oldu. İki ayın sonunda okul biter bitmez kızı Lamia’yı dayısına gönderdi. Yengesi Anna onu limanda karşıladı.
Birlikte bir köy münübüsüne binerek yüksek tepelere kurulmuş bir köye geldiler. Köyün denize bakan tarafında kayalıklar vardı. O kayalıkların hemen yanında da bir deniz feneri vardı. Köye gelip dayısının evine varmışlardı. Dayısı bu gündüz saatinde bile uyuyordu. Lamia buna bir anlam verememişti. Dayısının kızı viki hemen gelip onları karşıladı. Ne kadar tatlı bir kızdı Viki. İlkokulu henüz bitirmişti. Lamia yengesinin gösterdiği bir odaya yerleşmişti. Ev iki katlı taştan yapılmış, hezenleri tarihi ağaçlardan kesilmişti. Onlarca odası olan tarihi bir yapıydı. Evdeki eşyalar da tarihi olarak seçilmiş olmalıydı.
Sadece duş ve ocaklar modern idi. Evin bodrumu tam bir mahsendi. Küpler dolusu erzak vardı. O gün nihayet dayısı Dimitri uyanmıştı. Annesi de Yunanlıydı. Fakat Türk babasıyla evlenmişti. İlişkileri kopmamıştı. Dayısı Dimitri genellikle dışarılarda geziyordu. Lamia bu durumu gerçekten merak etmeye başlamıştı. Aradan bir hafta geçmişti. Köyde bir de deli vardı. Bir sopaya biner gibi yapıp bir şeyler söyleyeceği zaman o sopayı eline alıp havaya kaldırıyordu. Lamia önce bu deliyi takip etmeğe karar verdi. Deli, kahvede oyun oynayanlara “kafasız” diyordu. Çalışan insanlara rasatlarsa “Haydi başa, haydi başa” diyordu. Acaba boş gezen veya öyle gözükenlere ne diyordu acaba? Lamia biraz daha bu deliyi takip etmeliydi. Belki konuşursa beklemeğe gerek kalmazdı. Ona Yorki diyorlardı.
Yorki’ye küçük bir hediyeyle yaklaşmak istedi. Lamia ona bir çiçek uzattı. Fakat Yorki kim, kim, kim diye tekrar edip çiçeği almıyordu. Belli ki yanında kaldığım dayımı soruyordu. Bende “Dimitri” dedim. Öyle der demez benzen uzaklaştı. Acaba neden böyle davranmıştı. Belli ki bir şeyler biliyordu. Artık takip edilmesi gereken kişi dayım Dimitri olmalıydı. Önce onunla konuşup ön bilgi almak, ağzını aramak daha iyi olabilirdi. Dayım neden geç saatte eve geldiğini sorunca bir anda tıkandı kaldı. Uzun sürmedi hemen kendisini toplardı ve “Yolumuz gecedir.” Dedi. Anlıyamadım ama ötesini de soramadım. Sözü bir ara evde duvara dizdiği silahlara getirmek istedim. Bunu pas geçip hemen sözü değiştirdi. Bu kadarlık yeterdi. Biraz da yengesiyle bu işi konuşsa iyi olurdu.
Anna çok çekici bir kadındı. Sezgileri de kuvvetliydi. Dayım Dimitri ile ilgili bir iki soru sorar sormaz hemen kocasının ne iş yaptığını araştırdığımı anladı. Ser veriyor, sır vermiyordu. Bunun iki anlamı olabilirdi. Birincisi kocasına sadık bir saklayıcı. İkincisi ise ikisinin ortak bir iş yaptıkları idi. Bu duruma göre işim zordu. Hiç ortağım yoktu. Her şey aleyhimdeydi. Ama yılmadım. Dayım her gün gece çıkmıyordu. Haftada bir veya iki gün gidiyordu. Şöyle düşündüm. Önce evden çıkışını değil de eve gelişini takip etmeliydim. İlk hafta sonucu gayet iyiydi. Dayım eve kumaş toplarıyla gelmişti. Pencereden sabaha kadar zor da olsa bekleyip dayımın dönüşünü yakalamıştım. Korkumdan yengem Anna’ya bile bir şey soramamıştım.
Şimdi sıra dayımın nereye gidip ne yaptığını anlamak idi. Onun evden çıkış saatini takip etmeliydim. Hangi gün evden çıkacağını bilmediğim için her gün percerede bekliyordum. Her gün uykusuz kaldığım için öğlenden sonraya kadar dayım gibi bende uyuyordum. Sanırım yengem sezgileri ile bir şeyler anlamaya başlamıştı. Halbuki daha ortada hiçbir şey yoktu. Geleli 21 gün olmuştu ki dayım gece saat 1 sıralarında evden çıktı. Elinde onlarca silahından ikisi vardı. Neden iki silah almıştı? Eğer bir silahın mermisi biterse ikinci bir şarjör yeterdi. Bunun anlamı bu silahı bir başkasına götürüyor olsa gerekti.
Demek ki dayım ortak bir iş yapıyordu. Bunu iyi tahmin etmiştim. Şimdi sıra pencereden dayımın nereye doğru yöneldiğini iyi tahmin etmekteydi. Çünkü bire bir takip etmem zordu. Evet, evet dayım o deniz fenerinin olduğu kayalıklara doğru gidiyordu. Artık usulca evden çıkıp bölgeye gitmeliydim. Kendimin bu kadar başarılı olacağına inanamadım. Yarım saatlik bir korku dolu yürüyüşten sonra kayalıklara bakan tepelere geldim. Her şey ayaklarımın altındaydı. O da ne? Deniz feneri sönmüştü. Aslında kolay kolay sönmezdi. Her deniz fenerine bir ailenin baktığını duymuştum. Neden böyleydi, işin içinde bir bit yeniği olmalıydı. Şimdi bu sorunun bağlantısını çözmeliydim. Gözlerimi dört açtım. Biraz daha tepenin ucuna yaklaşıp uçurumdan daha dikkatli baktım. Kulağıma bazı sesler geliyordu. Sesin geldiği yere doğru bakınca aynı yerde bir ışık huzmesi gördüm.
O da ne? Gördüğüm ışık hareket ediyordu. Neden ve nasıl hareket ediyordu. Olsa olsa dedim bu ışık, sönen deniz feneri yerine kullanılmak isteniyor olabilirdi. Oysa deniz feneri sabitken bu hareketliydi. Demek ki birileri kayalıkların yeri konusunda aldatma yapmak istiyor olabilirdi. Peki bundan amaç neydi? Şu bağıran kişiyi çözebilirse belki bir ipucu yakalayabilirdi. Bağıran kişi öyle bir bağırıyordu ki, sanki gırtlağı patlıyordu. Oysa bu bağırmasının bir anlamı yoktu. Lamia yunanca fazla bilmediği için anlamını çözemiyordu. Bu sefer yere yatıp sessiz kalarak sesi yeniden dinledi. O ses “…gel…” diyordu. Bir kelimeyi şu eksik Yunanca’sından anlamıştı. “Gel, gel, gel” bunun anlamı neydi? Gelen kimdi? Işık Lamia’ya doğru sağdan gelip patika yolları soldan aşağıya doğru geçiyordu.
O da ne? Işık bir eşeğin heybesinde gidiyordu. Yanında da o bağıran adam vardı. Dayısı iki silah götürdüğüne göre diğer adam nerdeydi? Lamia yüksek tepeden kayalıklara doğru inmeye karar verdi. Şimdi her şey daha açık görünüyordu. Biraz da sahili izlese iyi olurdu. Dayısı ile bu eşek neye yarıyordu, Bunu bir an evvel çözmeliydi. Fakat gittikçe de risk alıyordu. Eğer bir pislik varsa bunu öğrenip ilgili makamlara bildirebilirdi. Büyük bir kayanın arkasına saklanıp beklemeye başladı. Salihde birdenbire bir hareketlenme oldu. Siyah elbiseli bazı adamların 20’şer metre ara ile dağılıp yerleştiğini gördü.
Bu dağılmak ve yerleşmek tam bir onganize iş yapıldığını göstermiyor muydu? Allah’ım sabır ver demekten kendini alamadı. Bakalım biraz daha bekleyelim deyip kayaya yaslandı. Çok sürmedi Lamia uykuya daldı. Aradan bir saat geçmişti ki Lamia silah sesleriyle uyandı. Sahile orta büyüklükte bir gemi gelip karaya oturmuş görünüyordu. Salihden de gemiye ateş ediliyordu. Gemiden karşı bir ateş yoktu. Belli ki silahları yoktu. Bir an aklına eşekteki ışığın kaydırılması geldi. Demek ki ışığın kaydırılmasıyla kayalıklar başka yerde gibi gösterilip geminin kayalıklara bindirmesi sağlanmış.olmalıydı. Bu çok zalim bir tuzaktı. Ateş tek taraflı olarak devam ediyordu. Tam çember daralmıştı ki gemiden beyaz bayrak çekildi. Dayım ve adamları 5 kişiydiler.
Üçü gemiden sarkıtılan ip merdivenden gemiye çıkmıştı. Sonra içerideki mallar gemiden yere indirilmeye başlandı. Bu mallar sanırım 10 kadar eşekle köydeki bazı evlerin mahzenine doğru yola çıktı. Lamia “gel gel” diyenin dayısı olduğunu ve “gel, gel” diye gemiye dediğini anladı. Demek ki avına çöken bir avcı gibi o da gemiye “gel gel” diyordu. Bu büyük bir hastalık olmalıydı. Kumar gibi. Lamia zorlukla geri dönmüş ve eve girmişti. Çok korkmuştu. Bu onun için müthiş bir macera olmuştu. Artık kısa bir süre daha kalıp Ülkesine dönmek istedi. Dimitri dayımın “Yolumuz gecedir.” Sözünü de anlamıştım. Deli Yorki’nin Dimitri muhabbetinden kaçması dayımın kötü adam olduğunu bilmesiydi.
Annem beni Limanda karşıladı. Birlikte eve kadar gittik. Günlüğüme “yolumuz gündüzdür” diye yazdım. Hemen bir kağıt daha alıp Midilli Kaymakamlığı’na erkeklerden ne anladığımı yazıyordum.
Bu öyküyü yazmak aşık ahi kul ahmede nasib oldu.
İslam’ın hayatın bütün alanlarını kuşatan kapsamlı bir program, bir yol haritası, bir dünya görüşü ve bir hayat tarzı olduğu tekrar hatırlanacak olursa, sosyal hayatın hemen her alanına ilişkin söyleyecek sözü olacağı da kolaylıkla tahmin edilebilir. Gerçekten de, hayatın hemen her alanına nüfuz etmiş “entegre” bir program olması, yani hayatın hemen hiçbir alanını dışarıda bırakmamış olması itibarıyla, İslam’ın dinler arasında “en dünyevi” din olduğu şeklindeki değerlendirmelere bilhassa Batı’da sık sık rastlanmaktadır. Bu tür değerlendirmelere daha ziyade Batı’da rastlanması, Batı’da dinin (religion) tamamen bireyi ilgilendiren ferdi bir olay olarak algılanmasından dolayı son derece tabiidir.
Nitekim başta Aliya İzzetbegoviç olmak üzere bazı çağdaş İslam mütefekkirlerinin religion-İslam ayrımına gitmeleri ve İslam’ın Batı’nm anladığı anlamda bir “religion (din)” olmadığını vurgulamaları da bu sebeptendir. Kısacası İslam hayatın bütün alanlarına yönelik talepleri olan, hayatın bütün meydan okumalarıyla yüzleşmekten asla çekinmeyen, kaçınmayan, hayatın bütün alanlarında insanoğluna yol gösterme iddiasında bulunan, bu sebeple de bireysel yönü kadar toplumsal yönü de bulunan eşsiz bir karaktere sahiptir. Onun bu eşsizliği, buraya kadarki bölümlerde olduğu gibi, bu bölümde de görülecek, bu özelliğinin günümüze ne şekilde yansıdığı ve yansıması gerektiği bütün detaylarıyla gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.
Genellikle insan hayatının bu dünyada doğumla başladığı düşünülürse de, aslında İslam nazarında insanların hayatı Allah ile bir misakm (anlaşma) yapıl¬dığı farklı bir varoluş düzeninde başlar (7/el-A’râf, 172). Bu dünyadaki hayatı ise, doğmadan önce daha ana karnında iken başlar. İslam ana-baba (ebeveyn) bir çocuk dünyaya getirmeye karar verdiklerinde, onlara dünyaya getirmek istedikleri çocuğa yönelik olarak birtakım sorumluluklar yükler, tavsiyelerde bulunur. Ebeveyn için en öncelikli ve önemli husus ise, sadece bir çocuk dün¬yaya getirmek değil, “salih(a) bir evlat” dünyaya getirmek niyetiyle yola çıkıl¬masıdır. Bu suretle insan neslinin devamı için şart olan bu adım, çocuk yapma karan alan Müslüman bir anne-baba için aynı zamanda bir ibadet niteliğine bürünür. Çünkü Müslüman ana-baba için önemli olan sadece insan neslinin yeryüzünde varlığını sürdürmesini sağlamak kadar, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olan “Müslüman nesiller”in devamını da sağlamaktır
Evet Müslüman anne-babanın dünyaya getireceği çocuk(lar), aynı zamanda onlann “Salih amel” hanelerine kaydedilecek bir kulluk görevi, bir ibadettir. Bu amacı hiçbir zaman aklından çıkarmayan Müslüman anne-baba, anne karnın¬daki çocuklarını, o hâlde iken bile haram lokmadan, içkiden, uyuşturucudan, sigaradan, hâsılı çocuklanna madden-manen zarar verecek bütün davranışlar¬dan da uzak tutmak ve korumakla mükelleftir. Bu sebeple hamilelik dönemle¬rinde dinen ve tıbben zararlı olan hususlardan kaçınma konusunda Müslüman annelere ve babalara büyük bir görev düşmektedir. Çocukların daha ana karnından iken dış dünyadaki birçok şeyden etkilendiğine dair modern tıbbın verilerine bakılacak olursa, meselenin ciddiyeti de kendiliğinden ortaya çıkar, Müslüman ana babaların bu konudaki sorumluluklarının da hafife alınamaya¬cak kadar ağır olduğu anlaşılır. Özellikle sağlıklı bir çocuk dünyaya getirmek ve ileride telafisi mümkün olmayan durumlarla karşılaşmamak için, bu konu¬da Müslüman ana-babanm dinen olduğu kadar, bir insan olarak vicdanen de ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya bulunduğunu ise herhalde belirtmeye dahi gerek yoktur. Maddi ve manevi manada sağlıklı Müslüman nesiller yetiştirmek için, annelere düşen bir başka görev ise, bebeklerini anne sütü ile beslemeye özen göstermeleridir. Günümüz tıbbının da ısrarla önemini vurguladığı bu hususun, bundan on dört asır önce Kur’an-ı Kerim tarafından açık bir dille tavsiye edilmiş olması ise (2/el-Bakara, 233; 31/Lukmân, 14; 46/el-Ahkâf, 15) fevkalade dikkat çekici bir husus olsa gerektir.
Gerek madden gerek manen sağlıklı nesiller yetiştirmek niyetiyle anne- baba olmaya karar veren çift, imkânlar nispetinde kendilerini bu büyük sorumluluk için hazırlamalı, bu amaçla kendilerini yetiştirmeye çalışmalı, gerekirse bu konuda eğitim veren kurum ve kuruluşlardan yararlanmayı asla ihmal etmemelidirler. (Çocuğun gerek maddi, gerek manevi açıdan sağlıklı bir yapıda dünyaya getirilebilmesi için, halk arasında dolaşan söylentilerden, kulaktan duyma bilgilerden, kocakarı inanç ve uygulamalarından, şifacı, üfürükçü vb. şarlatanlardan uzak durmak, gerek dini gerek tıbbi konularda bilimsel bilgiden asla ayrılmamak gerektiğini de bu vesileyle hatırlatmakta yarar vardır. Mamafih dünyaya getirilecek çocuk(lar)la ilgili olarak, Kur’an’a ve sahih sünnete uygun bir biçimde yapılacak her türlü dua ve niyazın, veri¬lecek sadakaların bu uyarının dışında kaldığını da ilave etmek gerekir).
Çocuğun dünyaya gelişi Müslüman anne-baba ve aileleri için hayatın en mesut anlarının başında gelir. Ancak sağlıklı bir evlat dünyaya getirmenin mutluluğu sadece aile fertleri arasında paylaşılmakla kalmaz, bu mutluluğu bahşeden Cenab-ı Hakk’a karşı duyulan minnetin bir ifadesi olarak, -Hz. Peygamber’e kadar götürülen tatbikat uyarınca- kız olsun erkek olsun, doğan çocuğun sağ kulağına ezan okunur, sol kulağına ise kamet getirilir. Böylelikle daha ana karnında iken dış dünyadaki seslere karşı duyarlı hâle gelen bebe¬ğin, bu dünyaya gelince ilk duyduğu şey imana şahadet ve Allah’a kulluk etmeye davet demek olan ezan ve kamet olmuş olur. Daha doğmadan kulluk ile ilgisi kurulan bebeğin, doğduktan sonra da kulluk ile olan ilgisi tekrar herkes tarafından hatırlanmış olur. Bu suretle böylesi mutlu bir başlangıç, aynı anda bir ibadete de dönüşmüş olur. Çocuğun kulaklarına ezan ve kamet okunmasının belli bir zamanı ve şekli yoktur. Mamafih örf âdet uyarınca fazla geciktirmeden, bebeğin doğumunun ilk günlerinde ve haftalarında okunması şeklindeki uygulamanın isabetli olduğunu da belirtmek yerinde olur.
Aynen çocuğun kulaklarına ezan ve kamet okumak gibi, geciktirilme¬den yerine getirilmesi gereken bir diğer görev ise çocuk(lar)a güzel bir isim verilmesidir. Ancak burada güzellikten maksat, kulağa hoş gelip gelmeme¬sinden ziyade manasının güzel olmasıdır. Bu anlamda İslam medeniyet ve kültüründe, İslam toplumlarında yaygın olan isimler tercih edilebileceği gibi, farklı isimler de tercih edilebilir. Fakat isimlerin İslami öğretiye aykırı veya bir Müslümana yakışmayacak anlamlar taşıması durumunda, Hz. Peygamber’in de bu konuda gösterdiği hassasiyeti örnek alarak, bu gibi isimlerin çocuklara verilmesinden kaçınmak gerekir. Keza pedagojik açıdan ileride çocuk açı¬sından sıkıntı doğurabilecek, telaffuzu zor, toplumda garip karşılanabilecek isimleri seçmemeye de itina göstermek gerektiğini burada ilave edebiliriz.
Yine ilk Müslüman nesillerden beri devam eden gelenekler uyarınca, çocu¬ğun saçı ilk olarak tıraş edildiğinde, maddi imkânlara göre, kesilmiş olan saçın ağırlığı kadar -veya daha fazla da olabilir- gümüş ya da altının tutarı kadar para fakir fukaraya dağıtılır; ya da bir hayvan kurban edilerek (akika) fakir fukaraya, eş dosta dağıtılır. Daha doğrusu yine Allah’a olan minnet borcumu¬zun bir ifadesi olarak doğmuş olan çocuk(lar) vesilesiyle hayır hasenat yapılır, fakir fukara ve eş dost ile bu mutluluk paylaşılır. Görüldüğü gibi burada da bir bebeğin dünyaya gelişi gibi ilk bakışta biyolojik olarak görünen bir olay, aynı zamanda ibadet kavramıyla iç içe girer ve dinî bir merasime dönüşür.
Erkek çocuk(lar) biraz büyüdüğü zaman ana-babanm yerine getirmesi gereken bir diğer görev ise onların “sünnet ettirilmesi”dir (el-hıtân). Bunun için belirlenmiş bir yaş olmamakla beraber, genellikle bunun çocukluk çağında yapılması cihetine gidilmektedir. Bu konuda uygun yaşın belirlen¬mesinde çocuk(lar)m bedenen ve psikolojik olarak hazır ve uygun olduğu bir zamanın tercih edilmesinde yarar vardır. Sünnet olmak İslam toplumlarında adeta Müslüman olmanın bir alâmet-i farikası olarak kabul edilmekle bera¬ber, bunun dinde yerine getirilmesi zorunlu (farz) bir görev olmadığını ifade etmek de dürüstlüğün bir gereğidir.
Çocuklar ergenlik yaşma geldiğinde, mümkün ise onların ayrı yatak oda¬larında kalmaları, ayrıca ergenlik çağma ilişkin olarak onlara anne-baba veya pedagoglar tarafından bilgilendirilmeleri sağlanmalıdır.
Gerek ülkemizde, gerekse bazı İslam ülkelerinde, anne-babanın çocuk¬larını büyükanne ve babanın veya diğer aile büyüklerinin yanında kucağına almasına, onları öpüp okşamasına ve sevmesine olumsuz bakılması, İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan, hatta İslam’a tamamen aykırı olan uygu¬lamalardır.
İyiyi kötüden ayırabilecek yaşa, yani temyiz çağma geldikleri andan itiba¬ren, onlara İslam ve Müslümanlık hakkında gereken bilgiler, algılayabilecek¬leri tarzda tedricen verilmeye başlanmalıdır. Öte yandan gündelik hayattaki İslami uygulamalara ilişkin olarak ezan, abdest, gusül, tuvalet adabı, yemek adabı (besmele (Bismillah) ile başlamak ve elhamdülillah diyerek bitirmek) beş vakit namaz, Cuma namazı, Bayram namazları, mescid, cami, Kâbe, Mescid-i Nebevi, Kuds-i Şerif, cemaat, imam, dua, Kur’an/Mushaf, sadaka, oruç, mukaddesata saygı, helal olmayan yiyecek ve içecekler (domuz eti ve her tür domuz ürünleri, her tür alkollü içecekler, sigara, uyuşturucu, bağımlılık yapan maddeler, vb.), helal ve caiz olmayan davranışlar (her türüyle kumar, şans oyunları, yalan, gıybet, dedikodu, koğuculuk, haset, hile, aldatma, kan¬dırma, vb.) konularında alıştırmaya yönelik olarak, olabildiğince uygulamalı eğitim vermeye çalışılmalı, bilhassa aile içerisinde İslami bir atmosferin canlı tutulmasına ve bu suretle canlı bir örnek oluşturulmasına çalışılmalı bu konuda anne-baba başta olmak üzere aile fertlerinin, akraba ve yakın dost çevresinin çocuklara örnek olması için gereken hassasiyet gösterilmelidir. Ayrıca çocukların arkadaş çevresini iyi seçmesi için, onlara rehberlik edilmeli, bu amaçla uygun ortamlara hazırlanmasına çalışılmalı, nerede kimlerle arka¬daşlık ettiği takip edilmeli, yanlış ortamlarda yanlış kişilerle bulunmasına fır¬sat verilmemelidir. Bu şekilde gelecek Müslüman nesillerin yetişmesi için çaba gösterilirken, kız çocuklarına annelerin, erkek çocuklara babaların rehberlik etmeleri gereken özel konulann mevcudiyeti göz ardı edilmemeli, çocukların karşı cinsleriyle olan ilişkilerinde dikkat etmeleri gereken kurallar ve ahlaki esaslar onlara açıkça anlatılmalı, bu konuda da gereken hassasiyet gösterilme¬lidir. Kısacası İslam’ın emirleriyle tamamen mükellef olacağı yaşa gelmeden önce, gerek konuyla ilgili bilgi ve bilinç düzeyini yükseltmek, gerekse uygu¬lamaların detayları konusunda bocalamasının, sıkıntılarla karşılaşmasının önüne geçmek için, pedagojik kuralları da ihmal etmeksizin, örnekleme ve sevdirme yoluyla çocuklarımızın Müslümanlığa hazırlanmasının, anne- baba’nm çocuklarına karşı belki de en önemli görev ve sorumlulukları olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
İnsanlık tarihi boyunca aile denildiğinde anne-baba, çocuklar, bazen de büyük anne ve büyük babanın yer aldığı, toplumların en küçük birimi söz konusu olagelmiştir. İslami Dünya görüşünde de ailenin kapsamı farklı değildir. Tabiatıyla toplumlardaki değişmelere paralel olarak aile kurumunun da, geniş aile tipinden çekirdek aile (anne-baba ve çocuklar) tipine doğru evril- diği ve bunun kaçınılmaz bir süreç olduğu şeklindeki pozitivist-determinist iddiaların bilim çevrelerinde bile yaygın olarak dile getirildiği, bazen bir dayatmaya bile dönüştüğü malumdur. İslami perspektiften bakıldığında ideal aile tipinin geniş aile mi, çekirdek aile mi olduğu konusunda ne Kur’an’da ne de Sünnet’te açık bir tercih olmamakla beraber, geniş aile tipinin veya büyük anne ve büyük babanın da sürekli olmasa da belli sürelerle ailede yer aldığı “yarı geniş aile” tipinin tamamen gözden çıkarılmaması gerektiği ileri sürülebilir.
Bilhassa anne-babanm çalıştığı, çocuklann ise bakıcılara ve kreşlere terk edildiği, dolayısıyla anne-babanm ilgi ve şefkatinden yeterince nasibini alamadığı “modern/çağdaş(!) aile yapısının, İslam ve Müslümanlık açısından bir başka zayıf noktası daha söz konusudur: İslami pratikleri, örf ve âdetleri, gelenek ve görenekleri, İslam kültürünü genç nesillere aktarma konusundaki boşluk. Bırakın birtakım değerleri çocuklarına aktarmayı, onların bakımını ve fiziki ihtiyaçlarının yerine getirilmesini bile bakıcılara ve kreşlere havale eden. Ailede yer alacak olan büyük anne ve büyükbabaların, torunlarına bu konuda fevkalade önemli ve değerli katkılarda bulunabileceğini, “değerlerimizin” yeni kuşaklara aktarılmasında canlı bir örnek ve rehber olarak, fevkalade ciddi bir boşluğu doldurabileceklerini göz ardı etmemekte yarar olsa gerektir.
İlk bakışta İslami öğretide erkek aile reisi olarak görünse de, bu reisliğin mutlak ve efendi-köle ilişkisini andıran bir ilişki olmadığı kesindir. İslam’daki karı-koca ilişkisinin, hiyerarşik bir ilişki olmaktan ziyade, karşılıklı saygı ve sevgi ilişkisi olduğunu, ama hepsinden önemlisi Allah’ın kulları arasında tesis etmiş olduğu “İslam kardeşliği” temelinde bir ilişki olduğunu bilhassa vurgulamakta yarar var¬dır.
Bu tespitin en açık şahidi ise, Hz. Peygamber ve eşleri arasındaki ilişkilerde görülebilir. İslam’ın kurucu metni olan Kur’an’m en yetkili uygulayıcısı olarak, onun eşler arasındaki ilişkiye dair çizdiği tablo kesinlikle ataerkil/erkek egemen ve hiyerar¬şik bir ilişki değildir. Bu ve başka gerekçelerden dolayıdır ki Klasik dönem İslam geleneğinde, şartlar gereği olarak, ailenin geçimini sağlama, aile fertlerinin bakım ve sorumluluklarım üstlenme, aile ilgili kararlar alma durumunda bulunan bir kadının, kadın olarak aile reisi rolünü üstlenebile¬ceği yönünde yorumların varlığı da bilinen bir şey¬dir. Mamafih eşlerin her ikisinin aileyle ilgili olarak ortak karar alma şeklinde bir yol izlemesinin, yani aile reisliğini paylaşmalarının, Kur’an ve Sünnet’in ruhuna aykırılığından ziyade uygunluğundan söz edilebileceğim de vurgulamakta yarar vardır. Kaldı ki aileyi ilgilendiren konularda, sadece eşlerin değil, çocukların ve büyük anne ve büyük baba¬nın da katıldığı bir istişare süreci sonunda karar almanın -İslam’ın istişare öğretisi uyarınca- en isabetli yol olduğundan da asla kuşku duyulma¬ması gerekir.
Evlilik meselesine gelince, eşlerin birbirini kendi hür iradeleriyle seçmeleri esastır. Bu mese¬lede de, her iki tarafın ailelerine de söz hakkı tanımak, onların görüş ve kanaatlerini göz ardı etmemek, tecrübelerinden yararlanmak fevkala¬de önemli ise de, yine de nihai kararı verecek olan eşlerin kendileridir. Ailelerin çocuklarını, onlann istemedikleri kişilerle zorla, hele küçük yaşlarda evlendirmeye hakları yoktur. Evlenecek çiftlerin birbirlerinde arayacakları kişisel özellikler yanında, İslami değerleri de göz önünde bulun¬durmaları gerektiği Hz. Peygamber’e izafe edilen birtakım hadis rivayetlerinde de dile getirilmek¬tedir. Mamafih Müslüman erkeklerin Müslüman olmayan -Yahudi, Hıristiyan- hanımlarla (kitabi¬ye) evlenebileceği de unutulmamalıdır. Müslüman kadınların Müslüman olmayan erkeklerle evlen¬mesine ise İslam’da sıcak bakılmamıştır.
Diğer din ve kültürlerde olduğu gibi İslam’da da evlilik için “nikâh akdi” esastır. Ayrıca bu akdin aleni ve kamuya ilan edilmek suretiyle, şahitler huzurunda yapılması da şarttır. Danışıklı şahitler huzurunda yapılsa bile, resmi tescil ve ilan olma¬dığı sürece yapılacak nikâh akitlerini şüphe ile kar¬şılamak gerekir. Zira bu gibi durumlarda genellikle mağdur edilen kadın olduğundan, kadının hak ve hukukunu korumak için, mutlaka bağlayıcılığı ve yaptırımı olan bir “nikâh akdi” ile evliliğin tesis edilmesi gerekir.
Bu vesileyle, halk arasında “din! nikâh” veya “imam nikâhı” adı verilen şeyin gerçek bir nikâh olup olmadığına açıklık getirmekte fevkalade yarar vardır. Bilhassa nişanlılık döneminde tarafların
sevdiği açığa çıkar ve sürtüşmeler başlar tabii.
Üç-dört yıl flört edip birbiriyle çok iyi anlaşan, ama evlenince birkaç ayda hayal kırıklığı yaşayan nice insanlar görüyoruz. Evlilik hayatı başlayınca “Reklamları izlediniz, şimdi haberler” anonsu yapılmış gibi olur. “Peki, flört bile olmadan evlenilecek kişi nasıl seçilebilir?” diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız bir insanın, karşısındaki kişiyi tanıması o kadar da uzun bir zaman resmi kaydı, belgesi dolayısıyla resmi bir değeri veya hukuki bağlayıcılığı yoktur. Üstelik meselenin ahlaka aykırılığı da söz konusudur, zira bu tür nikâha başvuranlar, sık sık İslami açıdan mahzurlu birtakım durumlara İslami bir kılıf geçirmek için resmi nikâhı bırakıp bu tür uygulamaları tercih etmektedirler. Hatta nikâhsız birlikteliklerin zina ile damgalanmasının önüne geçmek için pek çok gencin bu yola başvurdukları da bilinen bir husustur. İslami çevrelerdeki bazı kötü niyetli kimselerin de mevcut nikâhı, İslam’a aykırılığını ima ederek “rejimin nikâhı” şeklinde nitelendirerek, dinî nikâh veya imam nikâhı denen uygulamayı meşrulaştırmaya çalıştıkları sık sık görülen, bilinen bir husustur. Hele yoldan geçen bir-iki kişiyi şahit tutup, aileden ve toplumdan gizli saklı kıyılan nikâhların, İslam’ın “nikâh”ı ile uzaktan yakından alakası yoktur; bunlar nefsani ve şehvani duygularının İslam’a aykırı bir biçimde tatminini, dinî kılıf geçirerek meşrulaştırmak isteyenlerin gayr-i ahlaki ve gayri İslami girişimleri olarak nitelendirmek gerekir.
*
ahi kul ahmed
İnsanlığın Allah’ın iradesini yeryüzünde yerine getirebilmesi, nesillerin devamını ve beraber yaşamayı, bu suretle de ilahi iradenin ahlaki boyutunun, insanın kendi kararı ve eylemiyle gerçekleştirilebileceği bir ilişkiler ağının varlığını gerektirdiği için, insanların evlenmesi ve çoluk çocuk sahibi olmaları da bir gerekliliktir. Söz konusu ilişkiler ağı, fert, aile, kabile (veya ulus ya da ırk) ve evrensel ümmet’i içerir. Birinci düzeyde kişi kendi kendine yeterlidir ve kendi ahlaki kararlarım kendisi alabilir. Kişinin kabile, ırk veya ulus ile olan ilişkisi bir bakıma Ümmet ile olan ilişkisine benzemekle beraber, Ümmet ile olan ilişkisine yeni bir şey eklemediğinden, hatta çoğunlukla kabile, ırk veya ulus düzeyi sınırlayıcı olduğundan, İslam bu ilişki boyutunu dışta bırakmış ve yerine evrensel Ümmet boyutunu ikame etmiştir. Zira Ümmet ilişkiyi dine dayandırdığından; dil, renk, ırk gibi doğumdan gelen ya da sosyal farklı¬lıklardan beslenen farkları dikkate almaksızın bu ilişkiyi daha insancıl bir biçimde bütün fertlere yayar. Bu bakımdan kabilecilik, kavmiyetçilik, ırkçılık, etnik ayrımcılık, İslamiyet öncesi Cahiliye döneminden kalma değerler olarak daima mahkûm edilmiştir.
Bu değerlendirme, bireyi bir yana, evrensel Ümmet’i diğer yana koymak suretiyle, aslında ortada bölünmez sosyal birim olarak sadece aileyi bırakır. Bu yüzdendir ki Kur’an’da ailenin kozmik düzendeki önemi konusunda birtakım ifadeler de yer almıştır: Sizin için, ısınıp kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratmış olması ve aranıza bir sevgi ve merhamet koyması da O’nun [varlığını gösteren] delillerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için nice dersler ve ibretler vardır (30/er-Rûm, 21).
İslam cinselliği kınayıp dışlamaz, sadece onun disiplin ve kontrol altına alınmasını ister. Hatta onu masum, gerekli ve iyi bir şey olarak kabul eder ve olumlar. Ancak sadece cinsellik veya romantizm üzerine bina edilen evli¬likleri de kusurlu ve hatalı bulur. Bilakis evliliğin, ahlaki emirlerin büyük bir kısmının konusu olan insan ilişkileri ağının geniş bir bölümünü oluşturdu¬ğunu kabul eder. Çocuk dünyaya getirme, onları büyütüp yetiştirme, sevme, dayanışma, yardım etme, danışma, rehberlik, eğitim, dostluk gibi görevler, kişinin ilk önce aile fertlerine karşı yerine getirmesi gereken hususlardır. Evlilik sebebiyle ortaya çıkan akrabalık ve hısımlık bağlarına riayetin önemi, Kur’an’daki sosyal emirler arasında büyük bir önemle vurgulanır (2/el-Bakara, 83, 177; 4/en-Nisâ, 8, 36; 5/el-Mâide, 106; 6/el-En’âm, 152; 8/el-Enfâl, 41; 9/ et-Tevbe, 113; 16/en-Nahl, 90; 17/el-İsrâ, 26; 24/en-Nûr, 22; 30/er-Rûm, 38; 35/Fâtır, 18; 42/eş-Şûrâ, 23; 59/el-Haşr, 7). Kısacası İslam’ın aileyi, ilahi iradenin yerine getirilmesinde vazgeçilmez bir kurum olarak gördüğünü, dolayı¬sıyla bu alanda da İslam’ın ilkelerine tabi olmadıkça Tevhid’den söz etmenin mümkün olamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Allah’ı Bir ve Tek ilah ve Rab olarak kabul etmek demek, O’nun iradesinin ve emirlerinin, tavsiyelerinin insan için gerekli, iyi ve amaç olduğunu kavramak anlamına gelir. Tevhid’i kabul etmek demek, Allah’ın emirlerini yaşamak ve O’nun emirlerinde mevcut değerleri açığa çıkarma, gerçekten var olanları da fark etme arayışı demektir. Üstelik Allah’ın önemine işaret ettiği aile ve akrabalık müessesesinin gerekliliğinin, akla uygun bir yorumunu yapmak da imkânsız değildir. Zaten Allah’ın aile ve akrabalık kategorilerine verdiği bu önem de, onların aklen de gerekli olduğunun bir göstergesidir.
İslam’da aile meselesinin ayrılmaz parçası olan “anne olarak kadın” konu¬sundaki günümüzdeki menfi yaklaşımlar göz önüne alınacak olursa, özetle söylenmesi gereken şudur: İslam’da kadın meselesi varsa, bu meselenin çözü¬münün adı da “anne”dir. İslam’ın aileye, bilhassa kadına bakışıyla ilgili olarak, kadının “anneciğinin merkezi rolüne yönelik itirazlara, bu çözümü beğenme¬yenlere şu cevabı vermek gerekir: “İslam kadını aşağılamamış, dışlamamıştır, bilakis sizler anneyi ve anneliği aşağılıyorsunuz!”
Aslında kadın için, her insani kanundan, hatta bizzat İslam’dan önce, üstün ve öncelikli seçim olarak annelik kanununu doğa tespit etmiştir. İslam ise, hayatın gelişiminde yer alan insanlık merdiveninde sadece doğanın deva¬mından ibarettir. Bu sebepledir ki, ne yaratılış açısından, ne de İslami bakım¬dan annelik kadın için asla aşağılayıcı değildir.
Kadının özgürlüğü bahanesiyle onu “anne kadın” olmaktan uzaklaştırıp “çalışan kadın” hâline getirmek isteyenlerin asıl niyetinin kadını özgürleştirmek mi, yoksa dünyanın en bol ve ucuz işgücü olarak kadını sömürmek ve istismar etmek mi olduğu sorusu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Kaldı ki, kendi evindeki kadın, anne olduğu kadar, aynı zamanda bir eş, ardından da aşçı, sağlıkçı, hijyenist, pedagog, pediyatrist, diyetisyen, ev eko¬nomisti, terzi, çiçekçi ve dekoratördür. Bazıları ona “ev mühendisi” de derler. Kadının ne pahasına olursa olsun bağımsızlığını önerenlerin, bir kadın işçinin fabrikada çalışmasının, ev kadınının evdeki çalışmalarından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu iddiaları da aşırı bir genellemedir. Bir fabrikada sürekli aynı işi bir robot gibi ömür boyu tekrarlamak durumundaki bir kadı¬nın bir ev hanımından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu ne kadar gerçekçi bir iddia olabilir ki? Kaldı ki, çalışan bir kadın olarak, başkalarına ait çocukların terbiyesiyle (öğretmen, mürebbiye, çocuk bakıcısı vb. olarak) ilgilenmeyi yaratıcı, ama kadının kendi çocuklarını yetiştirmesini aşağılayıcı, bıktırıcı, değersiz ve önemsiz bulmanın ne kadar objektif ve tutarlı bir değer¬lendirme olduğunu da tartışmak gerekir. Hülasa kadın, sadece anne olarak yeri doldurulamaz ve mutlak bir değere sahiptir. Kadını anne olarak yıkan hiç kimse onun daha fazla saygı görmesi ve önemsenmesine katkıda bulunamaz. Çünkü annelik hakkı sadece dokunulmaz değil, aynı zamanda insanlığın bildiği en eski haktır.
Diğer yandan, ailenin, Kur’ani vahyin, genel prensiplerle olduğu kadar, evlenme, boşanma ve miras gibi detaylı emirlerle de düzenlemeyi gerekli gör¬düğü tek alan olduğu söylense yeridir. Hâlbuki başka (siyasi, ekonomik, vb.) alanlarda Kur’an’m, ya hiçbir ayrıntıya girmeden veya çok az girerek, sadece genel ilkeler sunmakla yetindiği malumdur.
Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da insanların, iş aramak için büyük şehirlere akm etmeleri, herkesi anonimleştirmiş; cinsiyetlerin ortadan adeta kalkması, ahlakın kaybolması, kadınların ekonomik bağımsızlığı, güçlü bir bireycilik akımı; öte yanda komünizm ideolojisinin aile karşıtlığının doğur¬duğu tahribat, aile bağlarının erozyona uğramasına yol açmıştır. Bu yüz¬yılın ikinci yarısında güçlenen ve günümüzde başıboş bir hâlde dizginden boşanmışçasma yoluna devam eden ve bilhassa ülkemizde birtakım yazılı- görüntülü medya tarafından bilinçli olarak zihinlere enjekte edilen “Cinsel başıboşluk ve kontrolsüz cinsellik”, aile kurumunun nasıl bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu açıklamaya yeter de artar bile. Bu noktada, aile kurumu dışında başka birlikteliklerin de mümkün olduğunu savunan ve bu düşünce¬nin propagandasını yapan antropologlar ve sosyologların da, aile birlikteliğini anormal göstererek bu süreci adeta teşvik ettikleri söylenebilir. Bu bakımdan Batı’daki ailenin ölüm döşeğinde olduğu artık kimseye gizli değildir.
Şu hâlde İslam dünyası ve diğer üçüncü dünya ülkeleri, kendilerini gerek Doğunun Komünizm ideolojisi gibi ideolojilerden, bilhassa diğer modern Batı ideolojilerinden -sekülerizm, egoizme varan abartılı bireycilik, nihilizm, küresel kapitalizm, neo-liberalizm, hedonizm vb – korudukları nispette, aile¬ye en yüksek şeref payesi veren İslam’ın ilkelerine yakınlaşmış olmalarından dolayı, aile kurumunu ayakta tutma ve bu suretle insanlığın geleceği açısından hayati önemi haiz evrensel değerlerin gelecek nesillere intikalini sağlama konusunda daha şanslı durumda olacaklardır
*
ahi kul ahmed
TEVHİD Dar anlamda Allah’ın bir olduğunu kabul etmek anlamına gelen tevhid, genel anlamda metafizik anlamın tamamına işaret etmek için de kullanılır. Her şeyin bir tek yaratıcısının Allah olduğunu kabullenmek ve buna inanmak tevhidin en basit anlamını teşkil eder. Konuya bu yönüyle de bakıldığında müşriklerin putlarının Allah katında şefaatçi olacağına inanmaları da üstün bir yaratıcının varlığının kabulü anlamını aslında taşır. Nitekim bu üstün yaratıcı onlara göre yerleri ve gökleri yaratan, gökten yağmur yağdıran ve yeryüzüne hayat veren, güneş ve ayı hareket ettiren ve hizmete yönlendiren putlar değil bu üstün yaratıcının kendisi olduğunu da açıkça ifade etmektedirler. Ancak, bütün bunlara rağmen arada bir aracının olması şirk doğurmaktan ve onların bütün bu Allah inançlarına rağmen Müslüman olmalarını engellemektedir. Zira İslam da tevhid’ten kasıt her şeyin tek ve bir olan yaratıcısı olduğuna dair ön kabul yeterli olmayıp beraberinde Cenabı Hakkın bir değer koyucu veya bir otorite olarak kabul ve ona boyun eğmiş olunması gerektiğidir.
Burada kastedilen otoriteden maksat O’nun (Allah’ın) peygamberler aracılıyla gönderdiği mesajlara da o insanların boyun eğmesi anlamına gelmektedir ki; asıl sıkıntı veren de budur. Zira Mekke müşrikleri yaratıcı olarak Allah’a iman ettikleri halde, Allah’ın otoritesinin insanlara iletilmesinin aracı olan Hz Peygamber ve onunla gelen vahyi reddettikleri için tevhidin dışına düşmüşlerdir. Demek ki, sonuç olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek yetmemekte; tevhid olarak; vahiy ve Peygamberliğin de kabulü şart olarak görülmektedir. Bu yönüyle tevhid yalnız Allah’ın varlığının kabulü değil, buna ek olarak bir eylem ve bir hareketi de ifade etmiş olmasıdır. Bu; bir anlamda Allah’ın gösterdiği yolda yürüyeceğine dair bir taahhüttür veya sözleşmedir. Yani Allah’ın birliğine inanmak kadar, bozulan dünyada Allah yolunda mücadele vererek bu imanı ispatlamak da gerekmektedir. Elbette ki bu ispat hareketi, siyasetten ahlaka, ahlaktan bilime kadar her alanda olmalıdır. Bu bir eylem ahlakı, ahlak isyanı ve insanı Allah’ın iradesi doğrultusunda dönüştürmeye bir davettir.
Diğer taraftan evren ve insanlık yönünden düşünüldüğü zaman, varlığın bir tek ilahi gücün yaratmasının eseri olduğu, canlı cansız her varlığa tek ve bir gücün egemen olduğu, ondan başka hiçbir gücün etkin olmadığı, her nesnenin, her insanın, her renk, her tür ve her şeyin bir yaratıcının eseri olduğu gerçeği mantıki olarak “insanlığın birliğini” bize düşündürttürür. Böylece tevhid bütün yaratılmış cümle alemin tek bir egemenlik alanı olduğunu ve tekbir gücün elinde olduğunu, yani söz konusu ilahi iradenin yol göstereceğine ihtiyacı bulunduğunu, bütün insanların aynı türden aynı Allah’ın yarattığı eşitler olduğunu da söyler. Böylece bütünüyle beşeri güçler, diller, ırklar, değerler, simgeler, statüler Allah karşısında tamamen kaybolur ve tevhide inanan benlik bütün insanlığı bir bütün olarak algılamaya başlar. Bu şekilde Allah’ın birliğine, yani tevhide inanmak, evrendeki tevhide, evrendeki tevhid ile insanlığın tevhidine, yani birliğine bizi götürür. Sonuç olarak denilebilir ki; tevhid sadece Allah’ın varlığı ve birliği olmayıp, evrenin ve insanlığın da birliği anlamına gelir. Yukarda izah ettiğimiz bakış açısıyla İslam’a bakacak olursak; İslam medeniyeti, İslam’ı; İslam’ın özü de tevhidi; tevhidin özü de Allah’ın birliği yani Allah’ın tek ve mutlak yüce yaratıcı ve her şeyin sahibi ve yöneticisi, nihai değerlerin kaynağı olduğu düşüncesine bizi götürür. İslam’ı bütün unsurlarını bir araya getirerek onu medeniyet kavramına taşıyan ve organik yapı haline getiren şey tevhid’tir denilebilir.
İslam medeniyeti böylece tevhidin bir ürünü olduğundan dolayı farklı; ırk, renk, bölge, din ve kültürden bütün insanları tek bir potada eritmiş olmaktadır. Bütün İnsanlığı dahi bir bütün olarak gören, bunu, tevhidin bir sonucu olarak kabul eden ve buna bağlı olarak da Hz Âdem’den, Hz Muhammed’e kadar gelen bütün peygamberler zincirlerine sahip çıkan İslam’ın bu sayılanlardan dolayı bütün dinlerin en evrenseli olduğu aşikârdır. Ehli kitap, birbirlerinin ve İslam’ın Peygamberini kabul etmezken İslamiyet ise bütün Peygamberlere Allah’ın elçisi olarak görür ve Müslümanların onların Peygamberlerine iman etmelerini ister. Cenab-ı Hakk’ın sadece bir yaratıcı olarak değil de, aynı zamanda göndermiş olduğu mutlak değerlere itaat edilmesi gereken nihai otorite olarak görmek, bütün dinlerin ortak paydası olarak “Allah’a boyun eğmenin”, evrensel bir bakışla anlaşılması, yeni ilişkiler düzeni oluşturmayı da mümkün ve muhtemel hale getirecektir.
Allah (c.c) insanı yeryüzünde halife yapmakla, onu insan ilişkilerinde adalet kadar tabiatın dengelerinden de sorumlu tutar. İnsanlarla kurulacak olan yeni ilişki biçimleri ise Müslüman’a bireyciliğin aksine olmak üzere, kendisinin diğer bütün insanlardan kişisel olarak da sorumlu olduğu bilincini aşılar ve böyle bir toplum anlayışına yol verir. Allah ile olan ilişkilerde ise özel ve sosyal hayatın bütününde de bu bilinç etkin olur. Bu suretle Allah’ın birliği olarak tanımladığımız tevhid inancı günlük hayattaki ekonomik, sosyal ve politik olmak üzere bütün insani ilişkilerimize belirgin bir yol ve yöntem verir. Sonuç olarak; böylesine bir kapsama ulaşmış tevhid inancı; saldırgan; milletler, toplumlar, topluluklar, gruplar, aşiretler, uluslar veya saldırgan bencillikler gibi bütün bölünme ve ayrılık şekillerine karşı bir birleştirme, birlik, beraberlik ve tevhid anlayışı zerkeder.
Bir müslüman; hiç bir zaman ümmeti tevhidden koparacak alt bir bölünmenin içinde yer alamaz. Sorulduğunda Allah’ın ona verdiği isim olan “Müslümanım” deyip geçmek zorundadır. “Ümmetim yanlışta ittifak etmez” hadisi de ancak tevhid halinde gerçekleşir. Yukarıda defalarca ifade edildiği üzere “Allah’a boyun eğme” olarak ifade edilen otorite varlığını zaman zaman bir müslüman dahi ihlal edebilmektedir. Açık bir şekilde nass bulunan konularda dahi insanlar bildiğini okumakta müslümanlığı sadece namaz, oruç, hacc gibi formel ibadetlerde uymakla iktifa etmektedirler. Bunda biraz da din adamlarının da rolü bulunmaktadır. Siz tercüme ederken İslamın şartı 5 deyip durursanız insanlar da bu beş içinde dini aramak yoluna gidiyorlar. Halbuki 5 unsur deseniz altıncısı var mı diye belki sorabilir. Gerçekte İslam bu beş şart ya da unsura sığmayacak kadar geniş bir yaşam biçimidir. Her sınırlama İslamı öldürür. Bazı hadislerde verilen sayılar genellikle en az olarak kurtulmaya matuf şartlardır. Böyle olsa bile iş bitmiş olmaz.
Bu anlatılan nedenlerden dolayı insanlar İslamı, sınırlandırılmış bir din olarak algılıyorlar ve öyle de algılamak da istiyorlar denilebilir nefsi nedenlerden dolayı. Bu durumda günlük hayatta gelişen yüzlerce olay karşısında sınırlı dine inanan insan bu kez boşluğu kendi kendine doldurmağa çalışıyor denilebilir. Bu doldurmada en önde gelen etken gelenek, töre ve adetler olarak karşımıza çıkıyor. Bu saydıklarımız öyle ki zaman zaman nassların bile önüne geçebiliyor. Halbuki halkın dine aykırı olmayan yaşayış biçimi olan icma bile normalde 4. sırada olmasına rağmen daha üst sıralara çıkabiliyor. Buradaki temel sorun TEVHİD’in eksik anlaşılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Zira tevhidin doğru anlaşılabilmesinin temel şartı onun bir yaşam biçimi olduğu bilincinden meydana gelen sapmadır. Özet olarak islamın yaşam biçimi olarak algılanması onun tevhid olarak algılanmasıyla eş anlamlıdır denilebilir. Tevhidin en dar biçimi olan Allahın varlığı ve birliğine iman etmek bu sınırlamadaki en dar tabanı oluşturmaktadır. Din adamlarının da bu iki şartı fazla zorlar görünmemeleri müslümanların bu iki şartta yoğunlaşarak birikmelerine yol açmaktadır. Böylece bu iki şartın dışında kalan çok geniş bir yaşam alanında insanlar akılları ile yol almaya kalkınca, nefisleri, çıkarları, korkuları, beğenileri, adetleri, gelenekleri devreye girince bölünme kaçınılmaz oluyor ve ümmet birliği diye bir şey kalmıyor. Artık kimi kendini Liberal, kimi demokrat, kimi laik, kimi sosyal demokrat, kimi kemalist, kimi milliyetçi, kimi hemşehrici, ……. aşiretçi, kimi tarikatçı, v.s. olarak parçalanmışlığın içinde bir alt bölünmede birlik aramaya çalışıyor. Aidiyet insan psikolojisinde önemli bir paya sahip şüphesiz. ancak bu aidiyet yukarıda söylediğimiz gibi alt bölünmelerin içinde olunca toplumsal problemler doğuyor. Cenabı hakkın farklılık olarak yarattığı şeylerin bir bölünme vasıtası olması temelde TEVHİD’in doğru anlaşılmamasından kaynaklanıyor denilebilir. İşte tevhiddeki bir sorun, toplumsal algılamada bir hata ve parçalanmaya gidiyor demek hatalı olmaz.
Tarikat uygulamaları Peygamber efendimiz zamanında hatta uzunca bir süre sonuna kadar uygulamada görülmedi. İnsanların daha dar cemaatler olarak birbirini tanıyan kişilerden oluşması kavim ve aşiret uygulamalarından gelen bir birbirine yanaşma tarzı olarak başladı. Bir başka adım olarak insanların daha az kimseyle daha samimi olma isteği de sevginin parçalanmaması isteğinden gelen bir yaklaşımdır. Bir buçuk milyara kardeş gözüyle bakıp Malatyalı ile Kırşehirli’yi ayırmadan tam bir tarafsızlık içinde kaldığınızda geriye sadece karşınızdaki kişilerin ehil olup olmamaları kalıveriyor aslında. Demek ki tam bir ümmetçilik sizi ehliyete ve adalete götürüyor ister istemez. Ancak tarikatımdan, şehrimden, dediğiniz anda diğerlerini satıyorsunuz demektir adaletsizlik kapıya dayanmış demektir.
Öyle ki kızımın evleneceği oğlan da bizim tarikattan olsun demek de aynı ayrımcılığın bir başka yönüdür. Zira oğlanın diğer tarikatta olarak namazını düzgün kılıp kötü işi olmaması ve bir mesleği olması halinde onun da kızınıza adil davranmayacağı, yani ümmet olma bilincinde olmadığı düşüncesi sizde yer ediyorsa bunun aslı sizin kendi tarikatınızı farklı görmenizden ve sonucu olarak onu zorlamanızdan kaynaklanmaktadır denilebilir. İşte bunlar da adı konmamış olarak TEVHİD’den meydana gelen müslümanların sapmalarıdır. En nihayetinde kızınızın evliliği için İslam’ın koyduğu üç beş şarta sizin de peygamber gibi yeni şartlar ileri sürmeniz demektir.
Burada vurgulanması gereken temel mesele İslam adı altında hangi tarikat ya da kuruluş olursa olsun ümmeti parçalayıcı bir amacı amaç edinmemesi ve ilişkilerde Ümmet bütünlüğü içinde kaybolması yani ümmetin bütününe birden hizmet etmesi gerekir.
Bu noktada yapılması gereken bir başka temel şey de İslamı doğru anlamaktır. Yalnızca Allah’ın varlığı ve birliği ile yol almaya çalışan kişi önündeki çukurlara düşmekten asla kurtulamaz. Eğer gerçekten vahye ihtiyaç olmasaydı insanların Allah’ın varlığı ve birliğini verilen akılla eserden müessire yoluyla bulmaları pekala mümkün olabilirdi. Vahyin devamlı olarak toplumsal bozulmalara denk geldiğini de hesaba katarsanız onun ihtiyaç olduğu ne kadar açıksa vahyi dışlamış birinin de o kadar perişan olacağı aşikardır.
Bir başka yönden bakıldığında ibadetlerin şekli olarak algılanması, aynı zamanda onların içinin doldurulmasını da engeller denilebilir. Örneğin emri bil mağruf nehyi anil münkeri hiç yapmayan boş veren, zulme rıza gösteren birinin aşk ile namaz kılması şüphelidir. Dolayısıyla şekli unsurlarla yetinmek dahi tevhidin içinin dolmasını olumsuz etkilediği söylenebilir. Çünkü bu sefer ihlas ve samimiyet ve sorumluluklar İslam bütünlüğü içinde zedelenmiş olmaktadır.. Sonuç olarak her hal ve takdirde TEVHİD’in inanç ve vahyin kabulü ve tam itaati (boyun eğme) sözkonusu olmadığı sürece alt tarafa inildiğinde toplumsal parçalanmalara yol açmaktadır.
Psikologlar şimdilerde mutlu olabilecek evliliği “iki tarafın da aynı yöne bakması” olarak tanımlamaktadırlar. Bu tanım adeta İslam’dan dahi etkilenmiş görünüyor. Biz de bir şiirimizde şöyle demiştik. “dost dosta değil, dosttan dosta bakar” demiştik. İşte toplum da doğru bir Tevhid inancında Allah’a ve vahye doğru bakacak ve bu ortak tanım insanları koltuk koltuğa ya da yan yana, ya da omuz omuza yapacak, aynı ülkü etrafında birleşirken aynı kaynaktan beslenirken Allah’ın rahmeti de etki olacaktır birleştirmede…
Bir müslümanın sorması gereken şey şudur. Acaba benim şu işimde Allah ve Rasülü ne diyor? demelidir. Ben namazımı kılarım evimde istediğim gibi mum tuttururum edebiyatı Tevhidden tam bir sapmadır. Bunlar toplumda bir araya geldikçe toplumsal huzursuzluklar ve parçalanmalara kadar gider. Dinin herhangi bir alanda eksik yaşanması ihlas ve samimiyeti götürdüğü gibi şekli ibadetlerdeki dereceyi de düşürür..
Bütün bu açıklamalara ek olarak son bir basit ihmalden de biraz söz edelim. İşinde bütün sebepleri hazır ve yeterli olursa olsun, örn, yeterli parası, yeterli gücü,v.s. kişi daima “İnşaallah” diyerek Allah’tan izin almak ve sonucu O’ndan beklemek zorundadır. Benim param var binayı yaparım demek şirke kadar gidebilir. Bir müslüman Yusuf a.s. inşaallah demediği için 7 sene daha hapiste kaldığını unutmamalıdır. İnsan, her durumda Allah’ı anmalı, anması da Onun iznini ve yardımını istemek ve sonucu O’ndan beklemek şeklinde esasa ilişkin olmalıdır. Kendi işini kendi yapan ve Allah’a hiç dua ve istekte bulunmayan insan tevhidden uzaklaşarak tehlikeli sulara yönelmiş demektir Allah muhafaza. Benim her işim kurulu, tıkır tıkır gider diyen insan Allah’ı unutmuş demektir. Diğer taraftan Örneğin ilacı içmek gereklidir fakat beraberinde (şifa ver Ya Rabbi) diye dua da etmelidir.
*
ahi kul ahmed