İnsanlığın Allah’ın iradesini yeryüzünde yerine getirebilmesi, nesillerin devamını ve beraber yaşamayı, bu suretle de ilahi iradenin ahlaki boyutunun, insanın kendi kararı ve eylemiyle gerçekleştirilebileceği bir ilişkiler ağının varlığını gerektirdiği için, insanların evlenmesi ve çoluk çocuk sahibi olmaları da bir gerekliliktir. Söz konusu ilişkiler ağı, fert, aile, kabile (veya ulus ya da ırk) ve evrensel ümmet’i içerir. Birinci düzeyde kişi kendi kendine yeterlidir ve kendi ahlaki kararlarım kendisi alabilir. Kişinin kabile, ırk veya ulus ile olan ilişkisi bir bakıma Ümmet ile olan ilişkisine benzemekle beraber, Ümmet ile olan ilişkisine yeni bir şey eklemediğinden, hatta çoğunlukla kabile, ırk veya ulus düzeyi sınırlayıcı olduğundan, İslam bu ilişki boyutunu dışta bırakmış ve yerine evrensel Ümmet boyutunu ikame etmiştir. Zira Ümmet ilişkiyi dine dayandırdığından; dil, renk, ırk gibi doğumdan gelen ya da sosyal farklı¬lıklardan beslenen farkları dikkate almaksızın bu ilişkiyi daha insancıl bir biçimde bütün fertlere yayar. Bu bakımdan kabilecilik, kavmiyetçilik, ırkçılık, etnik ayrımcılık, İslamiyet öncesi Cahiliye döneminden kalma değerler olarak daima mahkûm edilmiştir.
Bu değerlendirme, bireyi bir yana, evrensel Ümmet’i diğer yana koymak suretiyle, aslında ortada bölünmez sosyal birim olarak sadece aileyi bırakır. Bu yüzdendir ki Kur’an’da ailenin kozmik düzendeki önemi konusunda birtakım ifadeler de yer almıştır: Sizin için, ısınıp kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratmış olması ve aranıza bir sevgi ve merhamet koyması da O’nun [varlığını gösteren] delillerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için nice dersler ve ibretler vardır (30/er-Rûm, 21).
İslam cinselliği kınayıp dışlamaz, sadece onun disiplin ve kontrol altına alınmasını ister. Hatta onu masum, gerekli ve iyi bir şey olarak kabul eder ve olumlar. Ancak sadece cinsellik veya romantizm üzerine bina edilen evli¬likleri de kusurlu ve hatalı bulur. Bilakis evliliğin, ahlaki emirlerin büyük bir kısmının konusu olan insan ilişkileri ağının geniş bir bölümünü oluşturdu¬ğunu kabul eder. Çocuk dünyaya getirme, onları büyütüp yetiştirme, sevme, dayanışma, yardım etme, danışma, rehberlik, eğitim, dostluk gibi görevler, kişinin ilk önce aile fertlerine karşı yerine getirmesi gereken hususlardır. Evlilik sebebiyle ortaya çıkan akrabalık ve hısımlık bağlarına riayetin önemi, Kur’an’daki sosyal emirler arasında büyük bir önemle vurgulanır (2/el-Bakara, 83, 177; 4/en-Nisâ, 8, 36; 5/el-Mâide, 106; 6/el-En’âm, 152; 8/el-Enfâl, 41; 9/ et-Tevbe, 113; 16/en-Nahl, 90; 17/el-İsrâ, 26; 24/en-Nûr, 22; 30/er-Rûm, 38; 35/Fâtır, 18; 42/eş-Şûrâ, 23; 59/el-Haşr, 7). Kısacası İslam’ın aileyi, ilahi iradenin yerine getirilmesinde vazgeçilmez bir kurum olarak gördüğünü, dolayı¬sıyla bu alanda da İslam’ın ilkelerine tabi olmadıkça Tevhid’den söz etmenin mümkün olamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Allah’ı Bir ve Tek ilah ve Rab olarak kabul etmek demek, O’nun iradesinin ve emirlerinin, tavsiyelerinin insan için gerekli, iyi ve amaç olduğunu kavramak anlamına gelir. Tevhid’i kabul etmek demek, Allah’ın emirlerini yaşamak ve O’nun emirlerinde mevcut değerleri açığa çıkarma, gerçekten var olanları da fark etme arayışı demektir. Üstelik Allah’ın önemine işaret ettiği aile ve akrabalık müessesesinin gerekliliğinin, akla uygun bir yorumunu yapmak da imkânsız değildir. Zaten Allah’ın aile ve akrabalık kategorilerine verdiği bu önem de, onların aklen de gerekli olduğunun bir göstergesidir.
İslam’da aile meselesinin ayrılmaz parçası olan “anne olarak kadın” konu¬sundaki günümüzdeki menfi yaklaşımlar göz önüne alınacak olursa, özetle söylenmesi gereken şudur: İslam’da kadın meselesi varsa, bu meselenin çözü¬münün adı da “anne”dir. İslam’ın aileye, bilhassa kadına bakışıyla ilgili olarak, kadının “anneciğinin merkezi rolüne yönelik itirazlara, bu çözümü beğenme¬yenlere şu cevabı vermek gerekir: “İslam kadını aşağılamamış, dışlamamıştır, bilakis sizler anneyi ve anneliği aşağılıyorsunuz!”
Aslında kadın için, her insani kanundan, hatta bizzat İslam’dan önce, üstün ve öncelikli seçim olarak annelik kanununu doğa tespit etmiştir. İslam ise, hayatın gelişiminde yer alan insanlık merdiveninde sadece doğanın deva¬mından ibarettir. Bu sebepledir ki, ne yaratılış açısından, ne de İslami bakım¬dan annelik kadın için asla aşağılayıcı değildir.
Kadının özgürlüğü bahanesiyle onu “anne kadın” olmaktan uzaklaştırıp “çalışan kadın” hâline getirmek isteyenlerin asıl niyetinin kadını özgürleştirmek mi, yoksa dünyanın en bol ve ucuz işgücü olarak kadını sömürmek ve istismar etmek mi olduğu sorusu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Kaldı ki, kendi evindeki kadın, anne olduğu kadar, aynı zamanda bir eş, ardından da aşçı, sağlıkçı, hijyenist, pedagog, pediyatrist, diyetisyen, ev eko¬nomisti, terzi, çiçekçi ve dekoratördür. Bazıları ona “ev mühendisi” de derler. Kadının ne pahasına olursa olsun bağımsızlığını önerenlerin, bir kadın işçinin fabrikada çalışmasının, ev kadınının evdeki çalışmalarından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu iddiaları da aşırı bir genellemedir. Bir fabrikada sürekli aynı işi bir robot gibi ömür boyu tekrarlamak durumundaki bir kadı¬nın bir ev hanımından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu ne kadar gerçekçi bir iddia olabilir ki? Kaldı ki, çalışan bir kadın olarak, başkalarına ait çocukların terbiyesiyle (öğretmen, mürebbiye, çocuk bakıcısı vb. olarak) ilgilenmeyi yaratıcı, ama kadının kendi çocuklarını yetiştirmesini aşağılayıcı, bıktırıcı, değersiz ve önemsiz bulmanın ne kadar objektif ve tutarlı bir değer¬lendirme olduğunu da tartışmak gerekir. Hülasa kadın, sadece anne olarak yeri doldurulamaz ve mutlak bir değere sahiptir. Kadını anne olarak yıkan hiç kimse onun daha fazla saygı görmesi ve önemsenmesine katkıda bulunamaz. Çünkü annelik hakkı sadece dokunulmaz değil, aynı zamanda insanlığın bildiği en eski haktır.
Diğer yandan, ailenin, Kur’ani vahyin, genel prensiplerle olduğu kadar, evlenme, boşanma ve miras gibi detaylı emirlerle de düzenlemeyi gerekli gör¬düğü tek alan olduğu söylense yeridir. Hâlbuki başka (siyasi, ekonomik, vb.) alanlarda Kur’an’m, ya hiçbir ayrıntıya girmeden veya çok az girerek, sadece genel ilkeler sunmakla yetindiği malumdur.
Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da insanların, iş aramak için büyük şehirlere akm etmeleri, herkesi anonimleştirmiş; cinsiyetlerin ortadan adeta kalkması, ahlakın kaybolması, kadınların ekonomik bağımsızlığı, güçlü bir bireycilik akımı; öte yanda komünizm ideolojisinin aile karşıtlığının doğur¬duğu tahribat, aile bağlarının erozyona uğramasına yol açmıştır. Bu yüz¬yılın ikinci yarısında güçlenen ve günümüzde başıboş bir hâlde dizginden boşanmışçasma yoluna devam eden ve bilhassa ülkemizde birtakım yazılı- görüntülü medya tarafından bilinçli olarak zihinlere enjekte edilen “Cinsel başıboşluk ve kontrolsüz cinsellik”, aile kurumunun nasıl bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu açıklamaya yeter de artar bile. Bu noktada, aile kurumu dışında başka birlikteliklerin de mümkün olduğunu savunan ve bu düşünce¬nin propagandasını yapan antropologlar ve sosyologların da, aile birlikteliğini anormal göstererek bu süreci adeta teşvik ettikleri söylenebilir. Bu bakımdan Batı’daki ailenin ölüm döşeğinde olduğu artık kimseye gizli değildir.
Şu hâlde İslam dünyası ve diğer üçüncü dünya ülkeleri, kendilerini gerek Doğunun Komünizm ideolojisi gibi ideolojilerden, bilhassa diğer modern Batı ideolojilerinden -sekülerizm, egoizme varan abartılı bireycilik, nihilizm, küresel kapitalizm, neo-liberalizm, hedonizm vb – korudukları nispette, aile¬ye en yüksek şeref payesi veren İslam’ın ilkelerine yakınlaşmış olmalarından dolayı, aile kurumunu ayakta tutma ve bu suretle insanlığın geleceği açısından hayati önemi haiz evrensel değerlerin gelecek nesillere intikalini sağlama konusunda daha şanslı durumda olacaklardır
*
ahi kul ahmed
TEVHİD Dar anlamda Allah’ın bir olduğunu kabul etmek anlamına gelen tevhid, genel anlamda metafizik anlamın tamamına işaret etmek için de kullanılır. Her şeyin bir tek yaratıcısının Allah olduğunu kabullenmek ve buna inanmak tevhidin en basit anlamını teşkil eder. Konuya bu yönüyle de bakıldığında müşriklerin putlarının Allah katında şefaatçi olacağına inanmaları da üstün bir yaratıcının varlığının kabulü anlamını aslında taşır. Nitekim bu üstün yaratıcı onlara göre yerleri ve gökleri yaratan, gökten yağmur yağdıran ve yeryüzüne hayat veren, güneş ve ayı hareket ettiren ve hizmete yönlendiren putlar değil bu üstün yaratıcının kendisi olduğunu da açıkça ifade etmektedirler. Ancak, bütün bunlara rağmen arada bir aracının olması şirk doğurmaktan ve onların bütün bu Allah inançlarına rağmen Müslüman olmalarını engellemektedir. Zira İslam da tevhid’ten kasıt her şeyin tek ve bir olan yaratıcısı olduğuna dair ön kabul yeterli olmayıp beraberinde Cenabı Hakkın bir değer koyucu veya bir otorite olarak kabul ve ona boyun eğmiş olunması gerektiğidir.
Burada kastedilen otoriteden maksat O’nun (Allah’ın) peygamberler aracılıyla gönderdiği mesajlara da o insanların boyun eğmesi anlamına gelmektedir ki; asıl sıkıntı veren de budur. Zira Mekke müşrikleri yaratıcı olarak Allah’a iman ettikleri halde, Allah’ın otoritesinin insanlara iletilmesinin aracı olan Hz Peygamber ve onunla gelen vahyi reddettikleri için tevhidin dışına düşmüşlerdir. Demek ki, sonuç olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek yetmemekte; tevhid olarak; vahiy ve Peygamberliğin de kabulü şart olarak görülmektedir. Bu yönüyle tevhid yalnız Allah’ın varlığının kabulü değil, buna ek olarak bir eylem ve bir hareketi de ifade etmiş olmasıdır. Bu; bir anlamda Allah’ın gösterdiği yolda yürüyeceğine dair bir taahhüttür veya sözleşmedir. Yani Allah’ın birliğine inanmak kadar, bozulan dünyada Allah yolunda mücadele vererek bu imanı ispatlamak da gerekmektedir. Elbette ki bu ispat hareketi, siyasetten ahlaka, ahlaktan bilime kadar her alanda olmalıdır. Bu bir eylem ahlakı, ahlak isyanı ve insanı Allah’ın iradesi doğrultusunda dönüştürmeye bir davettir.
Diğer taraftan evren ve insanlık yönünden düşünüldüğü zaman, varlığın bir tek ilahi gücün yaratmasının eseri olduğu, canlı cansız her varlığa tek ve bir gücün egemen olduğu, ondan başka hiçbir gücün etkin olmadığı, her nesnenin, her insanın, her renk, her tür ve her şeyin bir yaratıcının eseri olduğu gerçeği mantıki olarak “insanlığın birliğini” bize düşündürttürür. Böylece tevhid bütün yaratılmış cümle alemin tek bir egemenlik alanı olduğunu ve tekbir gücün elinde olduğunu, yani söz konusu ilahi iradenin yol göstereceğine ihtiyacı bulunduğunu, bütün insanların aynı türden aynı Allah’ın yarattığı eşitler olduğunu da söyler. Böylece bütünüyle beşeri güçler, diller, ırklar, değerler, simgeler, statüler Allah karşısında tamamen kaybolur ve tevhide inanan benlik bütün insanlığı bir bütün olarak algılamaya başlar. Bu şekilde Allah’ın birliğine, yani tevhide inanmak, evrendeki tevhide, evrendeki tevhid ile insanlığın tevhidine, yani birliğine bizi götürür. Sonuç olarak denilebilir ki; tevhid sadece Allah’ın varlığı ve birliği olmayıp, evrenin ve insanlığın da birliği anlamına gelir. Yukarda izah ettiğimiz bakış açısıyla İslam’a bakacak olursak; İslam medeniyeti, İslam’ı; İslam’ın özü de tevhidi; tevhidin özü de Allah’ın birliği yani Allah’ın tek ve mutlak yüce yaratıcı ve her şeyin sahibi ve yöneticisi, nihai değerlerin kaynağı olduğu düşüncesine bizi götürür. İslam’ı bütün unsurlarını bir araya getirerek onu medeniyet kavramına taşıyan ve organik yapı haline getiren şey tevhid’tir denilebilir.
İslam medeniyeti böylece tevhidin bir ürünü olduğundan dolayı farklı; ırk, renk, bölge, din ve kültürden bütün insanları tek bir potada eritmiş olmaktadır. Bütün İnsanlığı dahi bir bütün olarak gören, bunu, tevhidin bir sonucu olarak kabul eden ve buna bağlı olarak da Hz Âdem’den, Hz Muhammed’e kadar gelen bütün peygamberler zincirlerine sahip çıkan İslam’ın bu sayılanlardan dolayı bütün dinlerin en evrenseli olduğu aşikârdır. Ehli kitap, birbirlerinin ve İslam’ın Peygamberini kabul etmezken İslamiyet ise bütün Peygamberlere Allah’ın elçisi olarak görür ve Müslümanların onların Peygamberlerine iman etmelerini ister. Cenab-ı Hakk’ın sadece bir yaratıcı olarak değil de, aynı zamanda göndermiş olduğu mutlak değerlere itaat edilmesi gereken nihai otorite olarak görmek, bütün dinlerin ortak paydası olarak “Allah’a boyun eğmenin”, evrensel bir bakışla anlaşılması, yeni ilişkiler düzeni oluşturmayı da mümkün ve muhtemel hale getirecektir.
Allah (c.c) insanı yeryüzünde halife yapmakla, onu insan ilişkilerinde adalet kadar tabiatın dengelerinden de sorumlu tutar. İnsanlarla kurulacak olan yeni ilişki biçimleri ise Müslüman’a bireyciliğin aksine olmak üzere, kendisinin diğer bütün insanlardan kişisel olarak da sorumlu olduğu bilincini aşılar ve böyle bir toplum anlayışına yol verir. Allah ile olan ilişkilerde ise özel ve sosyal hayatın bütününde de bu bilinç etkin olur. Bu suretle Allah’ın birliği olarak tanımladığımız tevhid inancı günlük hayattaki ekonomik, sosyal ve politik olmak üzere bütün insani ilişkilerimize belirgin bir yol ve yöntem verir. Sonuç olarak; böylesine bir kapsama ulaşmış tevhid inancı; saldırgan; milletler, toplumlar, topluluklar, gruplar, aşiretler, uluslar veya saldırgan bencillikler gibi bütün bölünme ve ayrılık şekillerine karşı bir birleştirme, birlik, beraberlik ve tevhid anlayışı zerkeder.
Bir müslüman; hiç bir zaman ümmeti tevhidden koparacak alt bir bölünmenin içinde yer alamaz. Sorulduğunda Allah’ın ona verdiği isim olan “Müslümanım” deyip geçmek zorundadır. “Ümmetim yanlışta ittifak etmez” hadisi de ancak tevhid halinde gerçekleşir. Yukarıda defalarca ifade edildiği üzere “Allah’a boyun eğme” olarak ifade edilen otorite varlığını zaman zaman bir müslüman dahi ihlal edebilmektedir. Açık bir şekilde nass bulunan konularda dahi insanlar bildiğini okumakta müslümanlığı sadece namaz, oruç, hacc gibi formel ibadetlerde uymakla iktifa etmektedirler. Bunda biraz da din adamlarının da rolü bulunmaktadır. Siz tercüme ederken İslamın şartı 5 deyip durursanız insanlar da bu beş içinde dini aramak yoluna gidiyorlar. Halbuki 5 unsur deseniz altıncısı var mı diye belki sorabilir. Gerçekte İslam bu beş şart ya da unsura sığmayacak kadar geniş bir yaşam biçimidir. Her sınırlama İslamı öldürür. Bazı hadislerde verilen sayılar genellikle en az olarak kurtulmaya matuf şartlardır. Böyle olsa bile iş bitmiş olmaz.
Bu anlatılan nedenlerden dolayı insanlar İslamı, sınırlandırılmış bir din olarak algılıyorlar ve öyle de algılamak da istiyorlar denilebilir nefsi nedenlerden dolayı. Bu durumda günlük hayatta gelişen yüzlerce olay karşısında sınırlı dine inanan insan bu kez boşluğu kendi kendine doldurmağa çalışıyor denilebilir. Bu doldurmada en önde gelen etken gelenek, töre ve adetler olarak karşımıza çıkıyor. Bu saydıklarımız öyle ki zaman zaman nassların bile önüne geçebiliyor. Halbuki halkın dine aykırı olmayan yaşayış biçimi olan icma bile normalde 4. sırada olmasına rağmen daha üst sıralara çıkabiliyor. Buradaki temel sorun TEVHİD’in eksik anlaşılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Zira tevhidin doğru anlaşılabilmesinin temel şartı onun bir yaşam biçimi olduğu bilincinden meydana gelen sapmadır. Özet olarak islamın yaşam biçimi olarak algılanması onun tevhid olarak algılanmasıyla eş anlamlıdır denilebilir. Tevhidin en dar biçimi olan Allahın varlığı ve birliğine iman etmek bu sınırlamadaki en dar tabanı oluşturmaktadır. Din adamlarının da bu iki şartı fazla zorlar görünmemeleri müslümanların bu iki şartta yoğunlaşarak birikmelerine yol açmaktadır. Böylece bu iki şartın dışında kalan çok geniş bir yaşam alanında insanlar akılları ile yol almaya kalkınca, nefisleri, çıkarları, korkuları, beğenileri, adetleri, gelenekleri devreye girince bölünme kaçınılmaz oluyor ve ümmet birliği diye bir şey kalmıyor. Artık kimi kendini Liberal, kimi demokrat, kimi laik, kimi sosyal demokrat, kimi kemalist, kimi milliyetçi, kimi hemşehrici, ……. aşiretçi, kimi tarikatçı, v.s. olarak parçalanmışlığın içinde bir alt bölünmede birlik aramaya çalışıyor. Aidiyet insan psikolojisinde önemli bir paya sahip şüphesiz. ancak bu aidiyet yukarıda söylediğimiz gibi alt bölünmelerin içinde olunca toplumsal problemler doğuyor. Cenabı hakkın farklılık olarak yarattığı şeylerin bir bölünme vasıtası olması temelde TEVHİD’in doğru anlaşılmamasından kaynaklanıyor denilebilir. İşte tevhiddeki bir sorun, toplumsal algılamada bir hata ve parçalanmaya gidiyor demek hatalı olmaz.
Tarikat uygulamaları Peygamber efendimiz zamanında hatta uzunca bir süre sonuna kadar uygulamada görülmedi. İnsanların daha dar cemaatler olarak birbirini tanıyan kişilerden oluşması kavim ve aşiret uygulamalarından gelen bir birbirine yanaşma tarzı olarak başladı. Bir başka adım olarak insanların daha az kimseyle daha samimi olma isteği de sevginin parçalanmaması isteğinden gelen bir yaklaşımdır. Bir buçuk milyara kardeş gözüyle bakıp Malatyalı ile Kırşehirli’yi ayırmadan tam bir tarafsızlık içinde kaldığınızda geriye sadece karşınızdaki kişilerin ehil olup olmamaları kalıveriyor aslında. Demek ki tam bir ümmetçilik sizi ehliyete ve adalete götürüyor ister istemez. Ancak tarikatımdan, şehrimden, dediğiniz anda diğerlerini satıyorsunuz demektir adaletsizlik kapıya dayanmış demektir.
Öyle ki kızımın evleneceği oğlan da bizim tarikattan olsun demek de aynı ayrımcılığın bir başka yönüdür. Zira oğlanın diğer tarikatta olarak namazını düzgün kılıp kötü işi olmaması ve bir mesleği olması halinde onun da kızınıza adil davranmayacağı, yani ümmet olma bilincinde olmadığı düşüncesi sizde yer ediyorsa bunun aslı sizin kendi tarikatınızı farklı görmenizden ve sonucu olarak onu zorlamanızdan kaynaklanmaktadır denilebilir. İşte bunlar da adı konmamış olarak TEVHİD’den meydana gelen müslümanların sapmalarıdır. En nihayetinde kızınızın evliliği için İslam’ın koyduğu üç beş şarta sizin de peygamber gibi yeni şartlar ileri sürmeniz demektir.
Burada vurgulanması gereken temel mesele İslam adı altında hangi tarikat ya da kuruluş olursa olsun ümmeti parçalayıcı bir amacı amaç edinmemesi ve ilişkilerde Ümmet bütünlüğü içinde kaybolması yani ümmetin bütününe birden hizmet etmesi gerekir.
Bu noktada yapılması gereken bir başka temel şey de İslamı doğru anlamaktır. Yalnızca Allah’ın varlığı ve birliği ile yol almaya çalışan kişi önündeki çukurlara düşmekten asla kurtulamaz. Eğer gerçekten vahye ihtiyaç olmasaydı insanların Allah’ın varlığı ve birliğini verilen akılla eserden müessire yoluyla bulmaları pekala mümkün olabilirdi. Vahyin devamlı olarak toplumsal bozulmalara denk geldiğini de hesaba katarsanız onun ihtiyaç olduğu ne kadar açıksa vahyi dışlamış birinin de o kadar perişan olacağı aşikardır.
Bir başka yönden bakıldığında ibadetlerin şekli olarak algılanması, aynı zamanda onların içinin doldurulmasını da engeller denilebilir. Örneğin emri bil mağruf nehyi anil münkeri hiç yapmayan boş veren, zulme rıza gösteren birinin aşk ile namaz kılması şüphelidir. Dolayısıyla şekli unsurlarla yetinmek dahi tevhidin içinin dolmasını olumsuz etkilediği söylenebilir. Çünkü bu sefer ihlas ve samimiyet ve sorumluluklar İslam bütünlüğü içinde zedelenmiş olmaktadır.. Sonuç olarak her hal ve takdirde TEVHİD’in inanç ve vahyin kabulü ve tam itaati (boyun eğme) sözkonusu olmadığı sürece alt tarafa inildiğinde toplumsal parçalanmalara yol açmaktadır.
Psikologlar şimdilerde mutlu olabilecek evliliği “iki tarafın da aynı yöne bakması” olarak tanımlamaktadırlar. Bu tanım adeta İslam’dan dahi etkilenmiş görünüyor. Biz de bir şiirimizde şöyle demiştik. “dost dosta değil, dosttan dosta bakar” demiştik. İşte toplum da doğru bir Tevhid inancında Allah’a ve vahye doğru bakacak ve bu ortak tanım insanları koltuk koltuğa ya da yan yana, ya da omuz omuza yapacak, aynı ülkü etrafında birleşirken aynı kaynaktan beslenirken Allah’ın rahmeti de etki olacaktır birleştirmede…
Bir müslümanın sorması gereken şey şudur. Acaba benim şu işimde Allah ve Rasülü ne diyor? demelidir. Ben namazımı kılarım evimde istediğim gibi mum tuttururum edebiyatı Tevhidden tam bir sapmadır. Bunlar toplumda bir araya geldikçe toplumsal huzursuzluklar ve parçalanmalara kadar gider. Dinin herhangi bir alanda eksik yaşanması ihlas ve samimiyeti götürdüğü gibi şekli ibadetlerdeki dereceyi de düşürür..
Bütün bu açıklamalara ek olarak son bir basit ihmalden de biraz söz edelim. İşinde bütün sebepleri hazır ve yeterli olursa olsun, örn, yeterli parası, yeterli gücü,v.s. kişi daima “İnşaallah” diyerek Allah’tan izin almak ve sonucu O’ndan beklemek zorundadır. Benim param var binayı yaparım demek şirke kadar gidebilir. Bir müslüman Yusuf a.s. inşaallah demediği için 7 sene daha hapiste kaldığını unutmamalıdır. İnsan, her durumda Allah’ı anmalı, anması da Onun iznini ve yardımını istemek ve sonucu O’ndan beklemek şeklinde esasa ilişkin olmalıdır. Kendi işini kendi yapan ve Allah’a hiç dua ve istekte bulunmayan insan tevhidden uzaklaşarak tehlikeli sulara yönelmiş demektir Allah muhafaza. Benim her işim kurulu, tıkır tıkır gider diyen insan Allah’ı unutmuş demektir. Diğer taraftan Örneğin ilacı içmek gereklidir fakat beraberinde (şifa ver Ya Rabbi) diye dua da etmelidir.
*
ahi kul ahmed