Değerli Ahiler, Yarenler!
Cenab-ı Hak bir Hadis-i Kudsi’de bilinmeyi murad ettiğini (ahbeptu-muhabbet etmek) bunun için de kainatı yarattığını belirtiyor. Bu hadiste iki unsur göze çarpıyor. Birincisi muhabbet, yani aşk.. İkincisi ise bu aşkın hayat bulması için gereğini yaptığı yaratma fiili. Yani, iş..
İşte Cenab-ı Allah aşka uygun iş yaparken öylesine merhametli davrandı ki, suların tatlılığı, denizlerin orantısı, mevsimleri meydana getiren dünyanın eğimi gibi binlerce şeyi rahman sıfatı ile bezedi denilebilir. İşte bu Allah’ın merhameti ve yiğitliği sayılmalıdır. Bütün evrenin düzeninde büyük bir merhamet gizlidir ve mücadele diyenlerin aksine yardımlaşma mevcuttur mahlukat arasında. Dalgıçlık yaparken yaraladığım balığa diğer balığın gelip onu itikleyerek taşın altına sokmasını hiç unutmuyorum. Allah merhametle yarattığı dünyada insandan yine merhametli olmasını istemektedir aslında. Hadis’te bile “din merhamettir” buyrulmadı mı? Demek ki istediği yiğitliği dinin yani İslam’ın içine koydu ve bekledi.
İşte siz de sevdiğiniz birine bu sevgiyi bildirmek istediğinizde yapmanız gereken şey; fedakarlık ölçüsünde bir şey olmalıdır. Bir çiçek almak, yahut onun işine yardım etmek, fedakarlık derecesinde elbisesini temizlemek, çocuksa gece kalkıp ilgilenmek. Yani bir emek sarfetmek. Yani sevgi aslında bir emek denilemez mi?
İşte Ahi Evran-ı Veli’ye (1171-1261) atfedilen ancak onun bu sözü söylediğine dair bir kanıtın elimizde bulunmadığı “ALLAH DER ÇALIŞIRIZ” sözü aslında aşk ve iş kavramlarını bütünüyle barındırıyor denilebilir.
Konuya bu açıdan bakıldığında aşk kavramının kaynağının ilahi olduğu düşünülmelidir. Ancak insan Cenab-ı Hakk’a karşı saygı bazlı ve edepli bir sevgi duyabileceği gibi, insan olarak yahut eş olarak da, cinsiyet bazlı sevgiler duyabilir. İşte bu sevginin de üst seviyeye çıkabilmesi için “Allah için” kavramına dayanması ya da dayandırılması gerekir bir şekilde.. Aksi halde cinsi bir sevgiden öteye geçmez. İşte ilahi sevginin kaynağı, onun gönderdiği sınırlarla belirlenmiş bir dinin içinde onun istediği gibi olmalıdır.= din, yani İSLAM’dır.
Ortada, açıkta yanan bir ateş düşünün. Bu ateşin her an çevreye sıçraması ve ekinleri, evleri yakması mümkündür. Ama ahiler şöyle yaparlar. O ateşin etrafını küçük taşlarla çevirirler, üzerine iki demir atar ve bir toprak kap koyup içine de bir şeyler koyarak bir şeyler pişirirler. Bunun anlamı ilahi veya cinsi her ne ise sevginin taşlarla kontrol altına alınması ve üzerine konulan yemekle de yararlı hale getirilmesidir. Kontrolden mana edeptir. Hazreti Rasülüllah miraca çıktığında Cenab-ı Hakk’ın “yaklaş” nidasına karşılık yaklaşmış, ancak “bir yay aralığı” kalınca durmuştur. (Necm Suresi) İşte bu edeptir. Kulluktır. Arkasından verilen hediye ise 5 vakit namazdır. İşte bu üç şey olan aşk, kulluk, ve namaz, aynı anda ve aynı yerde miraçta, huzurda verilen ve üçü de birbiriyle bağlantılı ana unsurlardır.
Bunun arkasından Cenab-ı Allah’ın iş olarak kendine edinip altı günde yarattığı kainata insanı gönderişiyle ilgili olarak baktığımızda; insanın dünyaya gönderilişinde hanginizin daha iyi amel işleyeceğini sınamak olduğu belirtilir Mülk suresinde (2.ayet) Bunun anlamı şudur: Amel ederek sevginin ispatlanması sorgulanmak istenmektedir aslında. Şöyle de düşünebilirsiniz bunu: Birisi sizi sevdiğini söyleyip duruyor fakat bunu ispat edecek hiç bir şey yapmıyor. Ne dersiniz ona. “Defol başımdan” demez misiniz? Bir çocuğu seviyorum diyeceğinize onun yanına çömelmek ve elinden tutmak daha anlamlı bir sevgi aktarımı olmaz mı sizce? Ya da babasının yüzüne çıplak olarak yatıvermiş çocuk sevgiyi güveni nasıl hisseder? İngiliz oyun yazarı Sheaksper bir oyununda oyuncuyu şöyle konuşturur. “karının senin için yaptığı fedakarlığa bak” Burada sözkonusu olan fedakarlığın sevme fiiline dayandığıdır. Aşk ya da sevme fiili bir bütün olup parçalanamaz ve fiille de ispatlanması gerekir.
İşte insanlık binlerce yıldır iyi, güzel ve doğrunun peşinde koşmaktadır. Onu buna iten neden aslında Allah’ın yiğitlik ve merhamet ederek yarattığı kainatı insana halife olarak vererek aynı yiğitlik ve merhameti insandan beklemesidir. Bu beklemenin anlamı, insanın Allah’a ilahi aşk duymasının beklenmesi ve bunu da eyleme geçerek ispat etmesini istemesidir. Kuran ayetlerinde önce imandan ve hemen sonrasında da salih amel’den bahsedilmesi boşuna değildir. Salih amel adeta bir ispat vesilesidir denilebilir.
İşte insanlık bu çizgiden her sapışında kendisi de mutlu olamamış ve ahlaki ve çalışma ile ilgili sorunları beraber yaşamıştır. İşte ahirette Allah’ın kendisini ödüllendirmeyeceği bir insan canını neden feda etsin ki? Demek ki Ahlak’ın merkezinde doğru inanç (İslam) var olmalıdır. Batı “ben eğitirim“ dedi lakin suç oranları düşmüyor. Bütün dünya küresel bir vicdan sorunu demek istemem lakin inanç sorunu yaşıyor aslında. İnsanlar ahlaklı ol ya da vicdanlı demekle vicdanlı olmazlar. İşte Ahiliğin temelinde sağlam bir inanç, doğru kurallar, iktisadi denge ve doğru ahlak dediğimiz vahyin ahlak anlayışı vardır.
Uluslararası piyasalardaki 2007 mali krizi ile petrol ve diğer emtia fiatlarındaki aşırı artışların kaynağındaki nedenlere şöyle bir bakalım. Ortak yönlerinin önce kuralların yanlışlığını (K), sonra da ahlak eksikliğini (A) kendiniz görün:
Düşük faizle de olsa ortaya çıkan kontrolsüz serseri para, fazla emisyon, hedge ve emeklilik fonlarından oluşmuş, nereyi yıkacağı belli olmayan aşırı likit seli (K)
Banka ve fon yöneticilerinin daha fazla prim kazanmak için, aşırı hırs ve risk alma iştahı (A)
Spekülasyondan para kazanmaya çalışılması (K)
Muhasebede bilanço makyaj ve maskeleri (A)
Tasarruf yerine devlet ve halkın borçlanarak tüketime (ve bütçe açıklarına) teşvik edilmesi (K)
Emtia fiatlarının, beklentilerin ve olmayan para ve olmayan malın alınıp satıldığı borsa’nın future piyasalarında belirlenmesi (K)
Küreselleşmenin kuralsızlık olarak algılanması (A)
Merak etmeyin herşey kendi kendine düzelir diyen saf Adam Smith’in “gizli el”inin hiç bir şeyi düzeltemeyip kumarhane kapitalizmine dönüşmesi (K)
Derecelendirme kuruluşlarının ülkelere verdiği taraflı raporlar? (A)
Bunlar meselenin yalnızca ahlak olmadığını kuralların da doğru olması gerektiğini göstermiyor mu? Yorum yok..
ahi kul ahmed’e nasib
İslam’ın hayatın bütün alanlarını kuşatan kapsamlı bir program, bir yol haritası, bir dünya görüşü ve bir hayat tarzı olduğu tekrar hatırlanacak olursa, sosyal hayatın hemen her alanına ilişkin söyleyecek sözü olacağı da kolaylıkla tahmin edilebilir. Gerçekten de, hayatın hemen her alanına nüfuz etmiş “entegre” bir program olması, yani hayatın hemen hiçbir alanını dışarıda bırakmamış olması itibarıyla, İslam’ın dinler arasında “en dünyevi” din olduğu şeklindeki değerlendirmelere bilhassa Batı’da sık sık rastlanmaktadır. Bu tür değerlendirmelere daha ziyade Batı’da rastlanması, Batı’da dinin (religion) tamamen bireyi ilgilendiren ferdi bir olay olarak algılanmasından dolayı son derece tabiidir.
Nitekim başta Aliya İzzetbegoviç olmak üzere bazı çağdaş İslam mütefekkirlerinin religion-İslam ayrımına gitmeleri ve İslam’ın Batı’nm anladığı anlamda bir “religion (din)” olmadığını vurgulamaları da bu sebeptendir. Kısacası İslam hayatın bütün alanlarına yönelik talepleri olan, hayatın bütün meydan okumalarıyla yüzleşmekten asla çekinmeyen, kaçınmayan, hayatın bütün alanlarında insanoğluna yol gösterme iddiasında bulunan, bu sebeple de bireysel yönü kadar toplumsal yönü de bulunan eşsiz bir karaktere sahiptir. Onun bu eşsizliği, buraya kadarki bölümlerde olduğu gibi, bu bölümde de görülecek, bu özelliğinin günümüze ne şekilde yansıdığı ve yansıması gerektiği bütün detaylarıyla gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.
Genellikle insan hayatının bu dünyada doğumla başladığı düşünülürse de, aslında İslam nazarında insanların hayatı Allah ile bir misakm (anlaşma) yapıl¬dığı farklı bir varoluş düzeninde başlar (7/el-A’râf, 172). Bu dünyadaki hayatı ise, doğmadan önce daha ana karnında iken başlar. İslam ana-baba (ebeveyn) bir çocuk dünyaya getirmeye karar verdiklerinde, onlara dünyaya getirmek istedikleri çocuğa yönelik olarak birtakım sorumluluklar yükler, tavsiyelerde bulunur. Ebeveyn için en öncelikli ve önemli husus ise, sadece bir çocuk dün¬yaya getirmek değil, “salih(a) bir evlat” dünyaya getirmek niyetiyle yola çıkıl¬masıdır. Bu suretle insan neslinin devamı için şart olan bu adım, çocuk yapma karan alan Müslüman bir anne-baba için aynı zamanda bir ibadet niteliğine bürünür. Çünkü Müslüman ana-baba için önemli olan sadece insan neslinin yeryüzünde varlığını sürdürmesini sağlamak kadar, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olan “Müslüman nesiller”in devamını da sağlamaktır
Evet Müslüman anne-babanın dünyaya getireceği çocuk(lar), aynı zamanda onlann “Salih amel” hanelerine kaydedilecek bir kulluk görevi, bir ibadettir. Bu amacı hiçbir zaman aklından çıkarmayan Müslüman anne-baba, anne karnın¬daki çocuklarını, o hâlde iken bile haram lokmadan, içkiden, uyuşturucudan, sigaradan, hâsılı çocuklanna madden-manen zarar verecek bütün davranışlar¬dan da uzak tutmak ve korumakla mükelleftir. Bu sebeple hamilelik dönemle¬rinde dinen ve tıbben zararlı olan hususlardan kaçınma konusunda Müslüman annelere ve babalara büyük bir görev düşmektedir. Çocukların daha ana karnından iken dış dünyadaki birçok şeyden etkilendiğine dair modern tıbbın verilerine bakılacak olursa, meselenin ciddiyeti de kendiliğinden ortaya çıkar, Müslüman ana babaların bu konudaki sorumluluklarının da hafife alınamaya¬cak kadar ağır olduğu anlaşılır. Özellikle sağlıklı bir çocuk dünyaya getirmek ve ileride telafisi mümkün olmayan durumlarla karşılaşmamak için, bu konu¬da Müslüman ana-babanm dinen olduğu kadar, bir insan olarak vicdanen de ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya bulunduğunu ise herhalde belirtmeye dahi gerek yoktur. Maddi ve manevi manada sağlıklı Müslüman nesiller yetiştirmek için, annelere düşen bir başka görev ise, bebeklerini anne sütü ile beslemeye özen göstermeleridir. Günümüz tıbbının da ısrarla önemini vurguladığı bu hususun, bundan on dört asır önce Kur’an-ı Kerim tarafından açık bir dille tavsiye edilmiş olması ise (2/el-Bakara, 233; 31/Lukmân, 14; 46/el-Ahkâf, 15) fevkalade dikkat çekici bir husus olsa gerektir.
Gerek madden gerek manen sağlıklı nesiller yetiştirmek niyetiyle anne- baba olmaya karar veren çift, imkânlar nispetinde kendilerini bu büyük sorumluluk için hazırlamalı, bu amaçla kendilerini yetiştirmeye çalışmalı, gerekirse bu konuda eğitim veren kurum ve kuruluşlardan yararlanmayı asla ihmal etmemelidirler. (Çocuğun gerek maddi, gerek manevi açıdan sağlıklı bir yapıda dünyaya getirilebilmesi için, halk arasında dolaşan söylentilerden, kulaktan duyma bilgilerden, kocakarı inanç ve uygulamalarından, şifacı, üfürükçü vb. şarlatanlardan uzak durmak, gerek dini gerek tıbbi konularda bilimsel bilgiden asla ayrılmamak gerektiğini de bu vesileyle hatırlatmakta yarar vardır. Mamafih dünyaya getirilecek çocuk(lar)la ilgili olarak, Kur’an’a ve sahih sünnete uygun bir biçimde yapılacak her türlü dua ve niyazın, veri¬lecek sadakaların bu uyarının dışında kaldığını da ilave etmek gerekir).
Çocuğun dünyaya gelişi Müslüman anne-baba ve aileleri için hayatın en mesut anlarının başında gelir. Ancak sağlıklı bir evlat dünyaya getirmenin mutluluğu sadece aile fertleri arasında paylaşılmakla kalmaz, bu mutluluğu bahşeden Cenab-ı Hakk’a karşı duyulan minnetin bir ifadesi olarak, -Hz. Peygamber’e kadar götürülen tatbikat uyarınca- kız olsun erkek olsun, doğan çocuğun sağ kulağına ezan okunur, sol kulağına ise kamet getirilir. Böylelikle daha ana karnında iken dış dünyadaki seslere karşı duyarlı hâle gelen bebe¬ğin, bu dünyaya gelince ilk duyduğu şey imana şahadet ve Allah’a kulluk etmeye davet demek olan ezan ve kamet olmuş olur. Daha doğmadan kulluk ile ilgisi kurulan bebeğin, doğduktan sonra da kulluk ile olan ilgisi tekrar herkes tarafından hatırlanmış olur. Bu suretle böylesi mutlu bir başlangıç, aynı anda bir ibadete de dönüşmüş olur. Çocuğun kulaklarına ezan ve kamet okunmasının belli bir zamanı ve şekli yoktur. Mamafih örf âdet uyarınca fazla geciktirmeden, bebeğin doğumunun ilk günlerinde ve haftalarında okunması şeklindeki uygulamanın isabetli olduğunu da belirtmek yerinde olur.
Aynen çocuğun kulaklarına ezan ve kamet okumak gibi, geciktirilme¬den yerine getirilmesi gereken bir diğer görev ise çocuk(lar)a güzel bir isim verilmesidir. Ancak burada güzellikten maksat, kulağa hoş gelip gelmeme¬sinden ziyade manasının güzel olmasıdır. Bu anlamda İslam medeniyet ve kültüründe, İslam toplumlarında yaygın olan isimler tercih edilebileceği gibi, farklı isimler de tercih edilebilir. Fakat isimlerin İslami öğretiye aykırı veya bir Müslümana yakışmayacak anlamlar taşıması durumunda, Hz. Peygamber’in de bu konuda gösterdiği hassasiyeti örnek alarak, bu gibi isimlerin çocuklara verilmesinden kaçınmak gerekir. Keza pedagojik açıdan ileride çocuk açı¬sından sıkıntı doğurabilecek, telaffuzu zor, toplumda garip karşılanabilecek isimleri seçmemeye de itina göstermek gerektiğini burada ilave edebiliriz.
Yine ilk Müslüman nesillerden beri devam eden gelenekler uyarınca, çocu¬ğun saçı ilk olarak tıraş edildiğinde, maddi imkânlara göre, kesilmiş olan saçın ağırlığı kadar -veya daha fazla da olabilir- gümüş ya da altının tutarı kadar para fakir fukaraya dağıtılır; ya da bir hayvan kurban edilerek (akika) fakir fukaraya, eş dosta dağıtılır. Daha doğrusu yine Allah’a olan minnet borcumu¬zun bir ifadesi olarak doğmuş olan çocuk(lar) vesilesiyle hayır hasenat yapılır, fakir fukara ve eş dost ile bu mutluluk paylaşılır. Görüldüğü gibi burada da bir bebeğin dünyaya gelişi gibi ilk bakışta biyolojik olarak görünen bir olay, aynı zamanda ibadet kavramıyla iç içe girer ve dinî bir merasime dönüşür.
Erkek çocuk(lar) biraz büyüdüğü zaman ana-babanm yerine getirmesi gereken bir diğer görev ise onların “sünnet ettirilmesi”dir (el-hıtân). Bunun için belirlenmiş bir yaş olmamakla beraber, genellikle bunun çocukluk çağında yapılması cihetine gidilmektedir. Bu konuda uygun yaşın belirlen¬mesinde çocuk(lar)m bedenen ve psikolojik olarak hazır ve uygun olduğu bir zamanın tercih edilmesinde yarar vardır. Sünnet olmak İslam toplumlarında adeta Müslüman olmanın bir alâmet-i farikası olarak kabul edilmekle bera¬ber, bunun dinde yerine getirilmesi zorunlu (farz) bir görev olmadığını ifade etmek de dürüstlüğün bir gereğidir.
Çocuklar ergenlik yaşma geldiğinde, mümkün ise onların ayrı yatak oda¬larında kalmaları, ayrıca ergenlik çağma ilişkin olarak onlara anne-baba veya pedagoglar tarafından bilgilendirilmeleri sağlanmalıdır.
Gerek ülkemizde, gerekse bazı İslam ülkelerinde, anne-babanın çocuk¬larını büyükanne ve babanın veya diğer aile büyüklerinin yanında kucağına almasına, onları öpüp okşamasına ve sevmesine olumsuz bakılması, İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan, hatta İslam’a tamamen aykırı olan uygu¬lamalardır.
İyiyi kötüden ayırabilecek yaşa, yani temyiz çağma geldikleri andan itiba¬ren, onlara İslam ve Müslümanlık hakkında gereken bilgiler, algılayabilecek¬leri tarzda tedricen verilmeye başlanmalıdır. Öte yandan gündelik hayattaki İslami uygulamalara ilişkin olarak ezan, abdest, gusül, tuvalet adabı, yemek adabı (besmele (Bismillah) ile başlamak ve elhamdülillah diyerek bitirmek) beş vakit namaz, Cuma namazı, Bayram namazları, mescid, cami, Kâbe, Mescid-i Nebevi, Kuds-i Şerif, cemaat, imam, dua, Kur’an/Mushaf, sadaka, oruç, mukaddesata saygı, helal olmayan yiyecek ve içecekler (domuz eti ve her tür domuz ürünleri, her tür alkollü içecekler, sigara, uyuşturucu, bağımlılık yapan maddeler, vb.), helal ve caiz olmayan davranışlar (her türüyle kumar, şans oyunları, yalan, gıybet, dedikodu, koğuculuk, haset, hile, aldatma, kan¬dırma, vb.) konularında alıştırmaya yönelik olarak, olabildiğince uygulamalı eğitim vermeye çalışılmalı, bilhassa aile içerisinde İslami bir atmosferin canlı tutulmasına ve bu suretle canlı bir örnek oluşturulmasına çalışılmalı bu konuda anne-baba başta olmak üzere aile fertlerinin, akraba ve yakın dost çevresinin çocuklara örnek olması için gereken hassasiyet gösterilmelidir. Ayrıca çocukların arkadaş çevresini iyi seçmesi için, onlara rehberlik edilmeli, bu amaçla uygun ortamlara hazırlanmasına çalışılmalı, nerede kimlerle arka¬daşlık ettiği takip edilmeli, yanlış ortamlarda yanlış kişilerle bulunmasına fır¬sat verilmemelidir. Bu şekilde gelecek Müslüman nesillerin yetişmesi için çaba gösterilirken, kız çocuklarına annelerin, erkek çocuklara babaların rehberlik etmeleri gereken özel konulann mevcudiyeti göz ardı edilmemeli, çocukların karşı cinsleriyle olan ilişkilerinde dikkat etmeleri gereken kurallar ve ahlaki esaslar onlara açıkça anlatılmalı, bu konuda da gereken hassasiyet gösterilme¬lidir. Kısacası İslam’ın emirleriyle tamamen mükellef olacağı yaşa gelmeden önce, gerek konuyla ilgili bilgi ve bilinç düzeyini yükseltmek, gerekse uygu¬lamaların detayları konusunda bocalamasının, sıkıntılarla karşılaşmasının önüne geçmek için, pedagojik kuralları da ihmal etmeksizin, örnekleme ve sevdirme yoluyla çocuklarımızın Müslümanlığa hazırlanmasının, anne- baba’nm çocuklarına karşı belki de en önemli görev ve sorumlulukları olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
İnsanlık tarihi boyunca aile denildiğinde anne-baba, çocuklar, bazen de büyük anne ve büyük babanın yer aldığı, toplumların en küçük birimi söz konusu olagelmiştir. İslami Dünya görüşünde de ailenin kapsamı farklı değildir. Tabiatıyla toplumlardaki değişmelere paralel olarak aile kurumunun da, geniş aile tipinden çekirdek aile (anne-baba ve çocuklar) tipine doğru evril- diği ve bunun kaçınılmaz bir süreç olduğu şeklindeki pozitivist-determinist iddiaların bilim çevrelerinde bile yaygın olarak dile getirildiği, bazen bir dayatmaya bile dönüştüğü malumdur. İslami perspektiften bakıldığında ideal aile tipinin geniş aile mi, çekirdek aile mi olduğu konusunda ne Kur’an’da ne de Sünnet’te açık bir tercih olmamakla beraber, geniş aile tipinin veya büyük anne ve büyük babanın da sürekli olmasa da belli sürelerle ailede yer aldığı “yarı geniş aile” tipinin tamamen gözden çıkarılmaması gerektiği ileri sürülebilir.
Bilhassa anne-babanm çalıştığı, çocuklann ise bakıcılara ve kreşlere terk edildiği, dolayısıyla anne-babanm ilgi ve şefkatinden yeterince nasibini alamadığı “modern/çağdaş(!) aile yapısının, İslam ve Müslümanlık açısından bir başka zayıf noktası daha söz konusudur: İslami pratikleri, örf ve âdetleri, gelenek ve görenekleri, İslam kültürünü genç nesillere aktarma konusundaki boşluk. Bırakın birtakım değerleri çocuklarına aktarmayı, onların bakımını ve fiziki ihtiyaçlarının yerine getirilmesini bile bakıcılara ve kreşlere havale eden. Ailede yer alacak olan büyük anne ve büyükbabaların, torunlarına bu konuda fevkalade önemli ve değerli katkılarda bulunabileceğini, “değerlerimizin” yeni kuşaklara aktarılmasında canlı bir örnek ve rehber olarak, fevkalade ciddi bir boşluğu doldurabileceklerini göz ardı etmemekte yarar olsa gerektir.
İlk bakışta İslami öğretide erkek aile reisi olarak görünse de, bu reisliğin mutlak ve efendi-köle ilişkisini andıran bir ilişki olmadığı kesindir. İslam’daki karı-koca ilişkisinin, hiyerarşik bir ilişki olmaktan ziyade, karşılıklı saygı ve sevgi ilişkisi olduğunu, ama hepsinden önemlisi Allah’ın kulları arasında tesis etmiş olduğu “İslam kardeşliği” temelinde bir ilişki olduğunu bilhassa vurgulamakta yarar var¬dır.
Bu tespitin en açık şahidi ise, Hz. Peygamber ve eşleri arasındaki ilişkilerde görülebilir. İslam’ın kurucu metni olan Kur’an’m en yetkili uygulayıcısı olarak, onun eşler arasındaki ilişkiye dair çizdiği tablo kesinlikle ataerkil/erkek egemen ve hiyerar¬şik bir ilişki değildir. Bu ve başka gerekçelerden dolayıdır ki Klasik dönem İslam geleneğinde, şartlar gereği olarak, ailenin geçimini sağlama, aile fertlerinin bakım ve sorumluluklarım üstlenme, aile ilgili kararlar alma durumunda bulunan bir kadının, kadın olarak aile reisi rolünü üstlenebile¬ceği yönünde yorumların varlığı da bilinen bir şey¬dir. Mamafih eşlerin her ikisinin aileyle ilgili olarak ortak karar alma şeklinde bir yol izlemesinin, yani aile reisliğini paylaşmalarının, Kur’an ve Sünnet’in ruhuna aykırılığından ziyade uygunluğundan söz edilebileceğim de vurgulamakta yarar vardır. Kaldı ki aileyi ilgilendiren konularda, sadece eşlerin değil, çocukların ve büyük anne ve büyük baba¬nın da katıldığı bir istişare süreci sonunda karar almanın -İslam’ın istişare öğretisi uyarınca- en isabetli yol olduğundan da asla kuşku duyulma¬ması gerekir.
Evlilik meselesine gelince, eşlerin birbirini kendi hür iradeleriyle seçmeleri esastır. Bu mese¬lede de, her iki tarafın ailelerine de söz hakkı tanımak, onların görüş ve kanaatlerini göz ardı etmemek, tecrübelerinden yararlanmak fevkala¬de önemli ise de, yine de nihai kararı verecek olan eşlerin kendileridir. Ailelerin çocuklarını, onlann istemedikleri kişilerle zorla, hele küçük yaşlarda evlendirmeye hakları yoktur. Evlenecek çiftlerin birbirlerinde arayacakları kişisel özellikler yanında, İslami değerleri de göz önünde bulun¬durmaları gerektiği Hz. Peygamber’e izafe edilen birtakım hadis rivayetlerinde de dile getirilmek¬tedir. Mamafih Müslüman erkeklerin Müslüman olmayan -Yahudi, Hıristiyan- hanımlarla (kitabi¬ye) evlenebileceği de unutulmamalıdır. Müslüman kadınların Müslüman olmayan erkeklerle evlen¬mesine ise İslam’da sıcak bakılmamıştır.
Diğer din ve kültürlerde olduğu gibi İslam’da da evlilik için “nikâh akdi” esastır. Ayrıca bu akdin aleni ve kamuya ilan edilmek suretiyle, şahitler huzurunda yapılması da şarttır. Danışıklı şahitler huzurunda yapılsa bile, resmi tescil ve ilan olma¬dığı sürece yapılacak nikâh akitlerini şüphe ile kar¬şılamak gerekir. Zira bu gibi durumlarda genellikle mağdur edilen kadın olduğundan, kadının hak ve hukukunu korumak için, mutlaka bağlayıcılığı ve yaptırımı olan bir “nikâh akdi” ile evliliğin tesis edilmesi gerekir.
Bu vesileyle, halk arasında “din! nikâh” veya “imam nikâhı” adı verilen şeyin gerçek bir nikâh olup olmadığına açıklık getirmekte fevkalade yarar vardır. Bilhassa nişanlılık döneminde tarafların
sevdiği açığa çıkar ve sürtüşmeler başlar tabii.
Üç-dört yıl flört edip birbiriyle çok iyi anlaşan, ama evlenince birkaç ayda hayal kırıklığı yaşayan nice insanlar görüyoruz. Evlilik hayatı başlayınca “Reklamları izlediniz, şimdi haberler” anonsu yapılmış gibi olur. “Peki, flört bile olmadan evlenilecek kişi nasıl seçilebilir?” diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız bir insanın, karşısındaki kişiyi tanıması o kadar da uzun bir zaman resmi kaydı, belgesi dolayısıyla resmi bir değeri veya hukuki bağlayıcılığı yoktur. Üstelik meselenin ahlaka aykırılığı da söz konusudur, zira bu tür nikâha başvuranlar, sık sık İslami açıdan mahzurlu birtakım durumlara İslami bir kılıf geçirmek için resmi nikâhı bırakıp bu tür uygulamaları tercih etmektedirler. Hatta nikâhsız birlikteliklerin zina ile damgalanmasının önüne geçmek için pek çok gencin bu yola başvurdukları da bilinen bir husustur. İslami çevrelerdeki bazı kötü niyetli kimselerin de mevcut nikâhı, İslam’a aykırılığını ima ederek “rejimin nikâhı” şeklinde nitelendirerek, dinî nikâh veya imam nikâhı denen uygulamayı meşrulaştırmaya çalıştıkları sık sık görülen, bilinen bir husustur. Hele yoldan geçen bir-iki kişiyi şahit tutup, aileden ve toplumdan gizli saklı kıyılan nikâhların, İslam’ın “nikâh”ı ile uzaktan yakından alakası yoktur; bunlar nefsani ve şehvani duygularının İslam’a aykırı bir biçimde tatminini, dinî kılıf geçirerek meşrulaştırmak isteyenlerin gayr-i ahlaki ve gayri İslami girişimleri olarak nitelendirmek gerekir.
*
ahi kul ahmed
İnsanlığın Allah’ın iradesini yeryüzünde yerine getirebilmesi, nesillerin devamını ve beraber yaşamayı, bu suretle de ilahi iradenin ahlaki boyutunun, insanın kendi kararı ve eylemiyle gerçekleştirilebileceği bir ilişkiler ağının varlığını gerektirdiği için, insanların evlenmesi ve çoluk çocuk sahibi olmaları da bir gerekliliktir. Söz konusu ilişkiler ağı, fert, aile, kabile (veya ulus ya da ırk) ve evrensel ümmet’i içerir. Birinci düzeyde kişi kendi kendine yeterlidir ve kendi ahlaki kararlarım kendisi alabilir. Kişinin kabile, ırk veya ulus ile olan ilişkisi bir bakıma Ümmet ile olan ilişkisine benzemekle beraber, Ümmet ile olan ilişkisine yeni bir şey eklemediğinden, hatta çoğunlukla kabile, ırk veya ulus düzeyi sınırlayıcı olduğundan, İslam bu ilişki boyutunu dışta bırakmış ve yerine evrensel Ümmet boyutunu ikame etmiştir. Zira Ümmet ilişkiyi dine dayandırdığından; dil, renk, ırk gibi doğumdan gelen ya da sosyal farklı¬lıklardan beslenen farkları dikkate almaksızın bu ilişkiyi daha insancıl bir biçimde bütün fertlere yayar. Bu bakımdan kabilecilik, kavmiyetçilik, ırkçılık, etnik ayrımcılık, İslamiyet öncesi Cahiliye döneminden kalma değerler olarak daima mahkûm edilmiştir.
Bu değerlendirme, bireyi bir yana, evrensel Ümmet’i diğer yana koymak suretiyle, aslında ortada bölünmez sosyal birim olarak sadece aileyi bırakır. Bu yüzdendir ki Kur’an’da ailenin kozmik düzendeki önemi konusunda birtakım ifadeler de yer almıştır: Sizin için, ısınıp kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratmış olması ve aranıza bir sevgi ve merhamet koyması da O’nun [varlığını gösteren] delillerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için nice dersler ve ibretler vardır (30/er-Rûm, 21).
İslam cinselliği kınayıp dışlamaz, sadece onun disiplin ve kontrol altına alınmasını ister. Hatta onu masum, gerekli ve iyi bir şey olarak kabul eder ve olumlar. Ancak sadece cinsellik veya romantizm üzerine bina edilen evli¬likleri de kusurlu ve hatalı bulur. Bilakis evliliğin, ahlaki emirlerin büyük bir kısmının konusu olan insan ilişkileri ağının geniş bir bölümünü oluşturdu¬ğunu kabul eder. Çocuk dünyaya getirme, onları büyütüp yetiştirme, sevme, dayanışma, yardım etme, danışma, rehberlik, eğitim, dostluk gibi görevler, kişinin ilk önce aile fertlerine karşı yerine getirmesi gereken hususlardır. Evlilik sebebiyle ortaya çıkan akrabalık ve hısımlık bağlarına riayetin önemi, Kur’an’daki sosyal emirler arasında büyük bir önemle vurgulanır (2/el-Bakara, 83, 177; 4/en-Nisâ, 8, 36; 5/el-Mâide, 106; 6/el-En’âm, 152; 8/el-Enfâl, 41; 9/ et-Tevbe, 113; 16/en-Nahl, 90; 17/el-İsrâ, 26; 24/en-Nûr, 22; 30/er-Rûm, 38; 35/Fâtır, 18; 42/eş-Şûrâ, 23; 59/el-Haşr, 7). Kısacası İslam’ın aileyi, ilahi iradenin yerine getirilmesinde vazgeçilmez bir kurum olarak gördüğünü, dolayı¬sıyla bu alanda da İslam’ın ilkelerine tabi olmadıkça Tevhid’den söz etmenin mümkün olamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Allah’ı Bir ve Tek ilah ve Rab olarak kabul etmek demek, O’nun iradesinin ve emirlerinin, tavsiyelerinin insan için gerekli, iyi ve amaç olduğunu kavramak anlamına gelir. Tevhid’i kabul etmek demek, Allah’ın emirlerini yaşamak ve O’nun emirlerinde mevcut değerleri açığa çıkarma, gerçekten var olanları da fark etme arayışı demektir. Üstelik Allah’ın önemine işaret ettiği aile ve akrabalık müessesesinin gerekliliğinin, akla uygun bir yorumunu yapmak da imkânsız değildir. Zaten Allah’ın aile ve akrabalık kategorilerine verdiği bu önem de, onların aklen de gerekli olduğunun bir göstergesidir.
İslam’da aile meselesinin ayrılmaz parçası olan “anne olarak kadın” konu¬sundaki günümüzdeki menfi yaklaşımlar göz önüne alınacak olursa, özetle söylenmesi gereken şudur: İslam’da kadın meselesi varsa, bu meselenin çözü¬münün adı da “anne”dir. İslam’ın aileye, bilhassa kadına bakışıyla ilgili olarak, kadının “anneciğinin merkezi rolüne yönelik itirazlara, bu çözümü beğenme¬yenlere şu cevabı vermek gerekir: “İslam kadını aşağılamamış, dışlamamıştır, bilakis sizler anneyi ve anneliği aşağılıyorsunuz!”
Aslında kadın için, her insani kanundan, hatta bizzat İslam’dan önce, üstün ve öncelikli seçim olarak annelik kanununu doğa tespit etmiştir. İslam ise, hayatın gelişiminde yer alan insanlık merdiveninde sadece doğanın deva¬mından ibarettir. Bu sebepledir ki, ne yaratılış açısından, ne de İslami bakım¬dan annelik kadın için asla aşağılayıcı değildir.
Kadının özgürlüğü bahanesiyle onu “anne kadın” olmaktan uzaklaştırıp “çalışan kadın” hâline getirmek isteyenlerin asıl niyetinin kadını özgürleştirmek mi, yoksa dünyanın en bol ve ucuz işgücü olarak kadını sömürmek ve istismar etmek mi olduğu sorusu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Kaldı ki, kendi evindeki kadın, anne olduğu kadar, aynı zamanda bir eş, ardından da aşçı, sağlıkçı, hijyenist, pedagog, pediyatrist, diyetisyen, ev eko¬nomisti, terzi, çiçekçi ve dekoratördür. Bazıları ona “ev mühendisi” de derler. Kadının ne pahasına olursa olsun bağımsızlığını önerenlerin, bir kadın işçinin fabrikada çalışmasının, ev kadınının evdeki çalışmalarından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu iddiaları da aşırı bir genellemedir. Bir fabrikada sürekli aynı işi bir robot gibi ömür boyu tekrarlamak durumundaki bir kadı¬nın bir ev hanımından daha yaratıcı ve daha az monoton olduğu ne kadar gerçekçi bir iddia olabilir ki? Kaldı ki, çalışan bir kadın olarak, başkalarına ait çocukların terbiyesiyle (öğretmen, mürebbiye, çocuk bakıcısı vb. olarak) ilgilenmeyi yaratıcı, ama kadının kendi çocuklarını yetiştirmesini aşağılayıcı, bıktırıcı, değersiz ve önemsiz bulmanın ne kadar objektif ve tutarlı bir değer¬lendirme olduğunu da tartışmak gerekir. Hülasa kadın, sadece anne olarak yeri doldurulamaz ve mutlak bir değere sahiptir. Kadını anne olarak yıkan hiç kimse onun daha fazla saygı görmesi ve önemsenmesine katkıda bulunamaz. Çünkü annelik hakkı sadece dokunulmaz değil, aynı zamanda insanlığın bildiği en eski haktır.
Diğer yandan, ailenin, Kur’ani vahyin, genel prensiplerle olduğu kadar, evlenme, boşanma ve miras gibi detaylı emirlerle de düzenlemeyi gerekli gör¬düğü tek alan olduğu söylense yeridir. Hâlbuki başka (siyasi, ekonomik, vb.) alanlarda Kur’an’m, ya hiçbir ayrıntıya girmeden veya çok az girerek, sadece genel ilkeler sunmakla yetindiği malumdur.
Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da insanların, iş aramak için büyük şehirlere akm etmeleri, herkesi anonimleştirmiş; cinsiyetlerin ortadan adeta kalkması, ahlakın kaybolması, kadınların ekonomik bağımsızlığı, güçlü bir bireycilik akımı; öte yanda komünizm ideolojisinin aile karşıtlığının doğur¬duğu tahribat, aile bağlarının erozyona uğramasına yol açmıştır. Bu yüz¬yılın ikinci yarısında güçlenen ve günümüzde başıboş bir hâlde dizginden boşanmışçasma yoluna devam eden ve bilhassa ülkemizde birtakım yazılı- görüntülü medya tarafından bilinçli olarak zihinlere enjekte edilen “Cinsel başıboşluk ve kontrolsüz cinsellik”, aile kurumunun nasıl bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu açıklamaya yeter de artar bile. Bu noktada, aile kurumu dışında başka birlikteliklerin de mümkün olduğunu savunan ve bu düşünce¬nin propagandasını yapan antropologlar ve sosyologların da, aile birlikteliğini anormal göstererek bu süreci adeta teşvik ettikleri söylenebilir. Bu bakımdan Batı’daki ailenin ölüm döşeğinde olduğu artık kimseye gizli değildir.
Şu hâlde İslam dünyası ve diğer üçüncü dünya ülkeleri, kendilerini gerek Doğunun Komünizm ideolojisi gibi ideolojilerden, bilhassa diğer modern Batı ideolojilerinden -sekülerizm, egoizme varan abartılı bireycilik, nihilizm, küresel kapitalizm, neo-liberalizm, hedonizm vb – korudukları nispette, aile¬ye en yüksek şeref payesi veren İslam’ın ilkelerine yakınlaşmış olmalarından dolayı, aile kurumunu ayakta tutma ve bu suretle insanlığın geleceği açısından hayati önemi haiz evrensel değerlerin gelecek nesillere intikalini sağlama konusunda daha şanslı durumda olacaklardır
*
ahi kul ahmed
TEVHİD Dar anlamda Allah’ın bir olduğunu kabul etmek anlamına gelen tevhid, genel anlamda metafizik anlamın tamamına işaret etmek için de kullanılır. Her şeyin bir tek yaratıcısının Allah olduğunu kabullenmek ve buna inanmak tevhidin en basit anlamını teşkil eder. Konuya bu yönüyle de bakıldığında müşriklerin putlarının Allah katında şefaatçi olacağına inanmaları da üstün bir yaratıcının varlığının kabulü anlamını aslında taşır. Nitekim bu üstün yaratıcı onlara göre yerleri ve gökleri yaratan, gökten yağmur yağdıran ve yeryüzüne hayat veren, güneş ve ayı hareket ettiren ve hizmete yönlendiren putlar değil bu üstün yaratıcının kendisi olduğunu da açıkça ifade etmektedirler. Ancak, bütün bunlara rağmen arada bir aracının olması şirk doğurmaktan ve onların bütün bu Allah inançlarına rağmen Müslüman olmalarını engellemektedir. Zira İslam da tevhid’ten kasıt her şeyin tek ve bir olan yaratıcısı olduğuna dair ön kabul yeterli olmayıp beraberinde Cenabı Hakkın bir değer koyucu veya bir otorite olarak kabul ve ona boyun eğmiş olunması gerektiğidir.
Burada kastedilen otoriteden maksat O’nun (Allah’ın) peygamberler aracılıyla gönderdiği mesajlara da o insanların boyun eğmesi anlamına gelmektedir ki; asıl sıkıntı veren de budur. Zira Mekke müşrikleri yaratıcı olarak Allah’a iman ettikleri halde, Allah’ın otoritesinin insanlara iletilmesinin aracı olan Hz Peygamber ve onunla gelen vahyi reddettikleri için tevhidin dışına düşmüşlerdir. Demek ki, sonuç olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek yetmemekte; tevhid olarak; vahiy ve Peygamberliğin de kabulü şart olarak görülmektedir. Bu yönüyle tevhid yalnız Allah’ın varlığının kabulü değil, buna ek olarak bir eylem ve bir hareketi de ifade etmiş olmasıdır. Bu; bir anlamda Allah’ın gösterdiği yolda yürüyeceğine dair bir taahhüttür veya sözleşmedir. Yani Allah’ın birliğine inanmak kadar, bozulan dünyada Allah yolunda mücadele vererek bu imanı ispatlamak da gerekmektedir. Elbette ki bu ispat hareketi, siyasetten ahlaka, ahlaktan bilime kadar her alanda olmalıdır. Bu bir eylem ahlakı, ahlak isyanı ve insanı Allah’ın iradesi doğrultusunda dönüştürmeye bir davettir.
Diğer taraftan evren ve insanlık yönünden düşünüldüğü zaman, varlığın bir tek ilahi gücün yaratmasının eseri olduğu, canlı cansız her varlığa tek ve bir gücün egemen olduğu, ondan başka hiçbir gücün etkin olmadığı, her nesnenin, her insanın, her renk, her tür ve her şeyin bir yaratıcının eseri olduğu gerçeği mantıki olarak “insanlığın birliğini” bize düşündürttürür. Böylece tevhid bütün yaratılmış cümle alemin tek bir egemenlik alanı olduğunu ve tekbir gücün elinde olduğunu, yani söz konusu ilahi iradenin yol göstereceğine ihtiyacı bulunduğunu, bütün insanların aynı türden aynı Allah’ın yarattığı eşitler olduğunu da söyler. Böylece bütünüyle beşeri güçler, diller, ırklar, değerler, simgeler, statüler Allah karşısında tamamen kaybolur ve tevhide inanan benlik bütün insanlığı bir bütün olarak algılamaya başlar. Bu şekilde Allah’ın birliğine, yani tevhide inanmak, evrendeki tevhide, evrendeki tevhid ile insanlığın tevhidine, yani birliğine bizi götürür. Sonuç olarak denilebilir ki; tevhid sadece Allah’ın varlığı ve birliği olmayıp, evrenin ve insanlığın da birliği anlamına gelir. Yukarda izah ettiğimiz bakış açısıyla İslam’a bakacak olursak; İslam medeniyeti, İslam’ı; İslam’ın özü de tevhidi; tevhidin özü de Allah’ın birliği yani Allah’ın tek ve mutlak yüce yaratıcı ve her şeyin sahibi ve yöneticisi, nihai değerlerin kaynağı olduğu düşüncesine bizi götürür. İslam’ı bütün unsurlarını bir araya getirerek onu medeniyet kavramına taşıyan ve organik yapı haline getiren şey tevhid’tir denilebilir.
İslam medeniyeti böylece tevhidin bir ürünü olduğundan dolayı farklı; ırk, renk, bölge, din ve kültürden bütün insanları tek bir potada eritmiş olmaktadır. Bütün İnsanlığı dahi bir bütün olarak gören, bunu, tevhidin bir sonucu olarak kabul eden ve buna bağlı olarak da Hz Âdem’den, Hz Muhammed’e kadar gelen bütün peygamberler zincirlerine sahip çıkan İslam’ın bu sayılanlardan dolayı bütün dinlerin en evrenseli olduğu aşikârdır. Ehli kitap, birbirlerinin ve İslam’ın Peygamberini kabul etmezken İslamiyet ise bütün Peygamberlere Allah’ın elçisi olarak görür ve Müslümanların onların Peygamberlerine iman etmelerini ister. Cenab-ı Hakk’ın sadece bir yaratıcı olarak değil de, aynı zamanda göndermiş olduğu mutlak değerlere itaat edilmesi gereken nihai otorite olarak görmek, bütün dinlerin ortak paydası olarak “Allah’a boyun eğmenin”, evrensel bir bakışla anlaşılması, yeni ilişkiler düzeni oluşturmayı da mümkün ve muhtemel hale getirecektir.
Allah (c.c) insanı yeryüzünde halife yapmakla, onu insan ilişkilerinde adalet kadar tabiatın dengelerinden de sorumlu tutar. İnsanlarla kurulacak olan yeni ilişki biçimleri ise Müslüman’a bireyciliğin aksine olmak üzere, kendisinin diğer bütün insanlardan kişisel olarak da sorumlu olduğu bilincini aşılar ve böyle bir toplum anlayışına yol verir. Allah ile olan ilişkilerde ise özel ve sosyal hayatın bütününde de bu bilinç etkin olur. Bu suretle Allah’ın birliği olarak tanımladığımız tevhid inancı günlük hayattaki ekonomik, sosyal ve politik olmak üzere bütün insani ilişkilerimize belirgin bir yol ve yöntem verir. Sonuç olarak; böylesine bir kapsama ulaşmış tevhid inancı; saldırgan; milletler, toplumlar, topluluklar, gruplar, aşiretler, uluslar veya saldırgan bencillikler gibi bütün bölünme ve ayrılık şekillerine karşı bir birleştirme, birlik, beraberlik ve tevhid anlayışı zerkeder.
Bir müslüman; hiç bir zaman ümmeti tevhidden koparacak alt bir bölünmenin içinde yer alamaz. Sorulduğunda Allah’ın ona verdiği isim olan “Müslümanım” deyip geçmek zorundadır. “Ümmetim yanlışta ittifak etmez” hadisi de ancak tevhid halinde gerçekleşir. Yukarıda defalarca ifade edildiği üzere “Allah’a boyun eğme” olarak ifade edilen otorite varlığını zaman zaman bir müslüman dahi ihlal edebilmektedir. Açık bir şekilde nass bulunan konularda dahi insanlar bildiğini okumakta müslümanlığı sadece namaz, oruç, hacc gibi formel ibadetlerde uymakla iktifa etmektedirler. Bunda biraz da din adamlarının da rolü bulunmaktadır. Siz tercüme ederken İslamın şartı 5 deyip durursanız insanlar da bu beş içinde dini aramak yoluna gidiyorlar. Halbuki 5 unsur deseniz altıncısı var mı diye belki sorabilir. Gerçekte İslam bu beş şart ya da unsura sığmayacak kadar geniş bir yaşam biçimidir. Her sınırlama İslamı öldürür. Bazı hadislerde verilen sayılar genellikle en az olarak kurtulmaya matuf şartlardır. Böyle olsa bile iş bitmiş olmaz.
Bu anlatılan nedenlerden dolayı insanlar İslamı, sınırlandırılmış bir din olarak algılıyorlar ve öyle de algılamak da istiyorlar denilebilir nefsi nedenlerden dolayı. Bu durumda günlük hayatta gelişen yüzlerce olay karşısında sınırlı dine inanan insan bu kez boşluğu kendi kendine doldurmağa çalışıyor denilebilir. Bu doldurmada en önde gelen etken gelenek, töre ve adetler olarak karşımıza çıkıyor. Bu saydıklarımız öyle ki zaman zaman nassların bile önüne geçebiliyor. Halbuki halkın dine aykırı olmayan yaşayış biçimi olan icma bile normalde 4. sırada olmasına rağmen daha üst sıralara çıkabiliyor. Buradaki temel sorun TEVHİD’in eksik anlaşılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Zira tevhidin doğru anlaşılabilmesinin temel şartı onun bir yaşam biçimi olduğu bilincinden meydana gelen sapmadır. Özet olarak islamın yaşam biçimi olarak algılanması onun tevhid olarak algılanmasıyla eş anlamlıdır denilebilir. Tevhidin en dar biçimi olan Allahın varlığı ve birliğine iman etmek bu sınırlamadaki en dar tabanı oluşturmaktadır. Din adamlarının da bu iki şartı fazla zorlar görünmemeleri müslümanların bu iki şartta yoğunlaşarak birikmelerine yol açmaktadır. Böylece bu iki şartın dışında kalan çok geniş bir yaşam alanında insanlar akılları ile yol almaya kalkınca, nefisleri, çıkarları, korkuları, beğenileri, adetleri, gelenekleri devreye girince bölünme kaçınılmaz oluyor ve ümmet birliği diye bir şey kalmıyor. Artık kimi kendini Liberal, kimi demokrat, kimi laik, kimi sosyal demokrat, kimi kemalist, kimi milliyetçi, kimi hemşehrici, ……. aşiretçi, kimi tarikatçı, v.s. olarak parçalanmışlığın içinde bir alt bölünmede birlik aramaya çalışıyor. Aidiyet insan psikolojisinde önemli bir paya sahip şüphesiz. ancak bu aidiyet yukarıda söylediğimiz gibi alt bölünmelerin içinde olunca toplumsal problemler doğuyor. Cenabı hakkın farklılık olarak yarattığı şeylerin bir bölünme vasıtası olması temelde TEVHİD’in doğru anlaşılmamasından kaynaklanıyor denilebilir. İşte tevhiddeki bir sorun, toplumsal algılamada bir hata ve parçalanmaya gidiyor demek hatalı olmaz.
Tarikat uygulamaları Peygamber efendimiz zamanında hatta uzunca bir süre sonuna kadar uygulamada görülmedi. İnsanların daha dar cemaatler olarak birbirini tanıyan kişilerden oluşması kavim ve aşiret uygulamalarından gelen bir birbirine yanaşma tarzı olarak başladı. Bir başka adım olarak insanların daha az kimseyle daha samimi olma isteği de sevginin parçalanmaması isteğinden gelen bir yaklaşımdır. Bir buçuk milyara kardeş gözüyle bakıp Malatyalı ile Kırşehirli’yi ayırmadan tam bir tarafsızlık içinde kaldığınızda geriye sadece karşınızdaki kişilerin ehil olup olmamaları kalıveriyor aslında. Demek ki tam bir ümmetçilik sizi ehliyete ve adalete götürüyor ister istemez. Ancak tarikatımdan, şehrimden, dediğiniz anda diğerlerini satıyorsunuz demektir adaletsizlik kapıya dayanmış demektir.
Öyle ki kızımın evleneceği oğlan da bizim tarikattan olsun demek de aynı ayrımcılığın bir başka yönüdür. Zira oğlanın diğer tarikatta olarak namazını düzgün kılıp kötü işi olmaması ve bir mesleği olması halinde onun da kızınıza adil davranmayacağı, yani ümmet olma bilincinde olmadığı düşüncesi sizde yer ediyorsa bunun aslı sizin kendi tarikatınızı farklı görmenizden ve sonucu olarak onu zorlamanızdan kaynaklanmaktadır denilebilir. İşte bunlar da adı konmamış olarak TEVHİD’den meydana gelen müslümanların sapmalarıdır. En nihayetinde kızınızın evliliği için İslam’ın koyduğu üç beş şarta sizin de peygamber gibi yeni şartlar ileri sürmeniz demektir.
Burada vurgulanması gereken temel mesele İslam adı altında hangi tarikat ya da kuruluş olursa olsun ümmeti parçalayıcı bir amacı amaç edinmemesi ve ilişkilerde Ümmet bütünlüğü içinde kaybolması yani ümmetin bütününe birden hizmet etmesi gerekir.
Bu noktada yapılması gereken bir başka temel şey de İslamı doğru anlamaktır. Yalnızca Allah’ın varlığı ve birliği ile yol almaya çalışan kişi önündeki çukurlara düşmekten asla kurtulamaz. Eğer gerçekten vahye ihtiyaç olmasaydı insanların Allah’ın varlığı ve birliğini verilen akılla eserden müessire yoluyla bulmaları pekala mümkün olabilirdi. Vahyin devamlı olarak toplumsal bozulmalara denk geldiğini de hesaba katarsanız onun ihtiyaç olduğu ne kadar açıksa vahyi dışlamış birinin de o kadar perişan olacağı aşikardır.
Bir başka yönden bakıldığında ibadetlerin şekli olarak algılanması, aynı zamanda onların içinin doldurulmasını da engeller denilebilir. Örneğin emri bil mağruf nehyi anil münkeri hiç yapmayan boş veren, zulme rıza gösteren birinin aşk ile namaz kılması şüphelidir. Dolayısıyla şekli unsurlarla yetinmek dahi tevhidin içinin dolmasını olumsuz etkilediği söylenebilir. Çünkü bu sefer ihlas ve samimiyet ve sorumluluklar İslam bütünlüğü içinde zedelenmiş olmaktadır.. Sonuç olarak her hal ve takdirde TEVHİD’in inanç ve vahyin kabulü ve tam itaati (boyun eğme) sözkonusu olmadığı sürece alt tarafa inildiğinde toplumsal parçalanmalara yol açmaktadır.
Psikologlar şimdilerde mutlu olabilecek evliliği “iki tarafın da aynı yöne bakması” olarak tanımlamaktadırlar. Bu tanım adeta İslam’dan dahi etkilenmiş görünüyor. Biz de bir şiirimizde şöyle demiştik. “dost dosta değil, dosttan dosta bakar” demiştik. İşte toplum da doğru bir Tevhid inancında Allah’a ve vahye doğru bakacak ve bu ortak tanım insanları koltuk koltuğa ya da yan yana, ya da omuz omuza yapacak, aynı ülkü etrafında birleşirken aynı kaynaktan beslenirken Allah’ın rahmeti de etki olacaktır birleştirmede…
Bir müslümanın sorması gereken şey şudur. Acaba benim şu işimde Allah ve Rasülü ne diyor? demelidir. Ben namazımı kılarım evimde istediğim gibi mum tuttururum edebiyatı Tevhidden tam bir sapmadır. Bunlar toplumda bir araya geldikçe toplumsal huzursuzluklar ve parçalanmalara kadar gider. Dinin herhangi bir alanda eksik yaşanması ihlas ve samimiyeti götürdüğü gibi şekli ibadetlerdeki dereceyi de düşürür..
Bütün bu açıklamalara ek olarak son bir basit ihmalden de biraz söz edelim. İşinde bütün sebepleri hazır ve yeterli olursa olsun, örn, yeterli parası, yeterli gücü,v.s. kişi daima “İnşaallah” diyerek Allah’tan izin almak ve sonucu O’ndan beklemek zorundadır. Benim param var binayı yaparım demek şirke kadar gidebilir. Bir müslüman Yusuf a.s. inşaallah demediği için 7 sene daha hapiste kaldığını unutmamalıdır. İnsan, her durumda Allah’ı anmalı, anması da Onun iznini ve yardımını istemek ve sonucu O’ndan beklemek şeklinde esasa ilişkin olmalıdır. Kendi işini kendi yapan ve Allah’a hiç dua ve istekte bulunmayan insan tevhidden uzaklaşarak tehlikeli sulara yönelmiş demektir Allah muhafaza. Benim her işim kurulu, tıkır tıkır gider diyen insan Allah’ı unutmuş demektir. Diğer taraftan Örneğin ilacı içmek gereklidir fakat beraberinde (şifa ver Ya Rabbi) diye dua da etmelidir.
*
ahi kul ahmed
Böbürlenme, kendini beğenme ve çok defa bir fâikiyet mülâhazası içinde bulunma diyebileceğimiz kibir, kişinin, bir kısım farklı özellikleri varmış gibi davranması, oturuşu-kalkışı, nefes alıp verişi, el-ayak hareketleri ve mimikleriyle hep bir farklılık peşinde bulunması, farklılık soluklanması, üstün bir karakter olduğunu ifade etmeye çalışması.. gibi tavırlarla bencilliğini (egoizm) dışa vurması sayılan bir çeşit cinnet ve ruhî bir rahatsızlıktır.
Böyle bir hasta her zaman kendini olağanüstü görmenin yanında çok defa, başkalarını, hususiyle de meslek, meşrep, yol-yöntem açısından kendine/kendilerine rakip saydığı kimseleri küçük görür ve gösterir; onlara karşı sürekli fâikiyet hezeyanları yaşar; başkalarına ait fazilet ve meziyetleri duymaya asla tahammül edemez; edemez ve duydukça öfkeden çatlayacak hâle gelir.
Böyle bir hasta, sürekli “ben” mülâhaza-larıyla soluklanır, her zaman tafralarla köpürür durur; kendinin değerler atlasında bulunmayan hiçbir düşünce ve davranışa iltifat etmez ve karşısında vahy-i semavî dahi olsa şahsî yorumlarına öncelik tanıyarak yine kendini ifade peşinde koşar.. ve ne yapar yapar hemen her mülâhazayı evirir-çevirir kutsal(!) saydığı kendi düşünce ve istinbatlarına bağlar.
İşte böyle bir aldanmış, zamanla daha da ileri giderek çevresindekileri halâyık görmeye başlar.. horlar ve hafife alır herkesi.. umulmadık beklentilere girer; beklediklerini bulamayınca da kırar-geçirir en sâdık kapıkullarını; bezdirir candan takdirkârlarını ve kaçırır en vefalı yâranlarını; kaçırır zira böyle biri mukaddeslere saygısızlık yapanları affetse de, bağışlamaz şahsına hürmet, tâzim, ihtiram ve saygıda kusur edenleri; ademe mahkûm eder hayalinde kendisine tasarladığı makam, mansıp ve pâyeleri şöyle-böyle sağda solda seslendirmeyenleri.
Bu hasta tip, başkalarının büyüklük ve meziyetlerine tahammül edemese de, yine de kendilerinden bir şey umduğu kimselerle aynı karelerde bulunmayı asla kaçırmaz; dünyevîlerin arkasından koşturur durur ve düz insanlarla bir arada bulunmayı, aynı kareye düşmeyi kendine zül sayar. Bu insanlar anası-babası, amcası-dayısı bile olsa kat’iyen onlarla anılmayı istemez.
Tevazuu hiç düşünmemiştir; hikmetten tamamen habersizdir; bazı şeyleri okumuş gibi görünse de bilgisi sırf bir gümandan ibarettir. Görünme, bilinme, söze-sohbete konu olma, öldüren bir hırs ölçüsünde onun en büyük arzusudur. Konuşmaların dönüp dolaşıp kendisine dayanmasını, muhâverelerin onun meziyetleri etrafında cereyan etmesini, hatta hayatının romanlara konu olmasını bekler; bütün bunlar olmayınca da hırçınlaşır, çevresini vefasızlıkla suçlar, “kadir vefasızlık,kuran,melun, lanet,karun,servet,firavun,lüks,zavallı,nemrut,bilmez nankörler, gerçeği görmez aymazlar, densizler, dirayetsizler” der; kibrini nefrete, öfkeye çevirir; patlamaya hazır bir gayz küpü hâline gelir.
KİBİRİN ÇEŞİTLERİ
Mütekebbirin hiçbir fikri, hiçbir işi, hiçbir tavrı normal değildir; düşünürken her şeyi kendini beğenmeye, ucbe bina eder. Hareket ve davranışlarında hep çalımlıdır. Sürekli fâikiyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar. Onun evi mutlaka lüks, arabası son model, yalısı tam deniz kenarında ve rıhtımda da yatı olmalıdır. Aslında bütün bunlar onu zavallı bir lüks, bir fantezi tutsağı hâline getirmiştir ama, o bunun farkında bile değildir; farkında değildir ve kibrini, gururunu okşayan bu şeylere ulaşma uğrunda ölür ölür dirilir; akla-hayale gelmedik sefilliklere girer; yerinde el-etek öper, yerinde zulmeder, can yakar, hânümanlar yıkar, dahası bütün bu çılgınlıklarını “ahvâl-i âdiye”den hâdiselermiş gibi görür.
Mütekebbirler arasında Karun gibi servetle büyüklük taslayıp “Bu imkânlara ben ilmim ve irfanım sayesinde kavuştum.” Kasas Sûresi, 28/78, diyen, sonra da yerin dibine batırılanlar olduğu gibi, İblis edasıyla, “Ben ondan hayırlıyım…” A’raf Sûresi, 7/12, diyenler, daha da küstahlaşıp “Ben de öldürür ve diriltirim.” Bakara Sûresi, 2/258, şeklinde mırıldananlar, bütün bütün şirazeden çıkarak, “Ben sizin yüce Rabb’inizim.” Nâziat Sûresi, 79/24, hezeyanına girenler de olmuştur.
Eski çağların Firavun ve Nemrut… gibi tiranları, modern devirlerin Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini.. gibi zorbaları ve “Ben yarattım, ben yaptım, her şey bizim eserimiz…” türünden sözlerle çılgınlıklarını haykırıp duranlar hiçbir dönemde eksik olmamışlardır. Bunların yanında, kibrine dinî bir kisve giydirerek kendisinin müçtehid, müceddid, kutup, gavs, hatta Mehdi ve Mesih olduğunu iddia eden aldanmış delilerin sayısı da az değildir.
Bunların hemen hepsinin ortak yanı, kendilerini olağanüstü varlıklar ve çevrelerindeki kimseleri de sıradan yaratıklar görmenin yanında, başkalarına ait fazilet ve meziyetlere tahammül edememe, bütün iyilikleri ve güzellikleri kendilerinden bilme, her türlü kötülüğü ve olumsuzluğu da mümkünse halâyık saydıkları kimselere fatura etme gibi bir gayretlerinin bulunmasıdır. Bunlar, şöyle-böyle tasarruf daireleri içinde meydana gelen her güzel şeyin kendilerine mal edilmesini isterler; başkalarının eliyle ortaya konulan olumlu işleri de ya gasp edilmiş hakları gibi görür, kendilerine mal etme yollarını araştırırlar ya da ciddî bir kıskançlık hissiyle en nadide şeyleri dahi çirkin göstermeye çalışırlar. Ülkeyi alıp ilerilere götürme, toplumu çağın en seviyeli milleti hâline getirme, insanların ufkunu açıp yaşadıkları asrı iyi okumalarını sağlama, hatta topluma çağ atlatıp onu bütün milletlerin önüne geçirme gibi çok önemli ve hayatî hizmetleri, şayet kendileri o işin içinde yok iseler, mel’un sayarlar; lânet okurlar olup bitenlere ve bu önemli faaliyetlerin kahramanlarına.
Bu marazî ruh haletinin arkasında bazen soyluluk, bazen zenginlik, bazen maddî-mânevî pâye ve mansıp, bazen saf yığınların ölçüsüz takdir ve şımartması, bazen güç ve kuvveti elinde bulundurma, bazen de siyasî, içtimaî ve idarî statü farklılığı.. gibi şeyler bulunmaktadır. Bu tür hastalar, şayet iyi bir eğitim ve rehabilitasyonla gerçek insanî değerlere, kalb ve ruh ufkuna yönlendirilmezlerse, toplum içindeki konumları ve kültür ortamları itibarıyla bazılarının Firavunlaşması, bazılarının Nemrutlaşması, bazılarının Karunlaşması, bazılarının da Mehdilik ya da Mesihlik iddialarına kalkışması kaçınılmaz olur. Görmezler hakikati.. doğru okuyamazlar gördükleri şeyleri.. yanlıştır bakış zaviyeleri.. çarpıktır değerlendirmeleri. Çünkü onlar küstahlaşmış ve Zât-ı Ulûhiyet’e mahsus büyüklüğü “kibir” unvanıyla O’nunla paylaşmaya kalkışmışlardır. O da, “Dünyada büyüklük taslayanlara, âyet ve işaretlerimi doğru okuyup doğru anlama imkânını vermem.” A’raf Sûresi, 7/146, Fermanı gereğince onları korkunç bir mahrumiyete mahkûm etmiştir.
Kibir, imana giden yolda insanın önünü kesen bir set, “Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse Cennet’e giremez.” mazmununca da ebedî saadet yolunda aşılmaz bir engeldir. Bu maraz, bir kalbe yerleşmeyedursun, onun ötelere nâzır bütün ışıklarını söndürür ve onu başkalarına ait her türlü fazilet ve meziyetlere karşı bir tepki yumağı hâline getirir. Böyle bir hasta oturur-kalkar benlikle homurdanır, çevresinden saygı ve hürmet beklemeye koyulur. Zamanla bulduklarıyla yetinmez de “daha” der durur. Umduklarını bulamayınca da hafakandan hafakana girer. Sık sık çevresini kadirnâşinaslıkla suçlar. Bazen bütün bütün kendini hezeyanlara salıp, yer yer soyundan-sopundan bahisler açarak, zaman zaman ilm ü irfanından dem vurarak veya başarılarından söz ederek, hatta mâneviyata açık bir ortamın çocuğuysa veya hakkında öyle bir kabul söz konusu ise evliyâ, asfiyâ ve ebrârdan olduğuna imâ, işaret ve –cinnetinin derecesine göre– açık beyanda bulunarak kutbiyet ve gavsiyetini seslendirir ve evirir-çevirir ifadelerini şöyle-böyle kendi fâikiyetiyle noktalar.
Kibrin, Allah ve Peygamber tanımazlık şeklindeki en kabacasını, “İblis dışında bütün melekler Âdem’e secde ettiler; o kibrine yediremedi “ııh..!” dedi ve küfrü seçenlerden oldu.” Bakara Sûresi, 2/34, beyanında da görüldüğü gibi şeytan ortaya koydu. Kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı da “Demek size ne zaman nefislerinizin hoşlanmadığı bir kısım mesajlarla peygamber geliverse, böbürlenecek, ona kafa tutacak, sonra da kiminiz onu yalan sayacak, kiminiz de öldürmeye kalkacaksınız.” Bakara Sûresi, 2/87, beyanında görüldüğü gibi şeytanı takip ettiler. “Büyüklük tasladı ve mücrimler gürûhundan oldular.” A’raf Sûresi, 7/133,
mazmunu etrafında şeref-nüzul olmuş âyetler âdeta bu türden devrilmiş pek çok kavmin kara yazısı gibidir. “Kibre girdiler, zira onlar kendilerini fâik ve yüce görüyorlardı.” Mü’minun Sûresi, 23/46, ifadesi de bu konuda ayrı bir talihsizliğin şahidi. “Biz; Karun, Firavun ve Hâmân’ı da helâk ettik, zira Musa (aleyhisselâm) onlara apaçık mucizelerle gelmişti ama, bu (mütekebbirler)o yerde büyüklük tasladılar ve (inanmadılar) ama başlarına gelecek şeyin de önüne geçemediler.” Ankebut Sûresi, 29/39, beyan-ı sübhânîsiyle sunulanlar ise tarihî bahtı karalardan sadece birkaçı.
Kur’ân âyetlerinin ışığında bu türden lânetlenmiş daha pek çok tiran zikredilebilir ama, biz o konuyu mevzu ile alâkalı hazırlanmış ve hazırlanacak olan ansiklopedilere havale edip geçmek istiyoruz. İşin özü, kibirli insan hakka kapalı, insanlara kapalı, hikmete kapalı, İlâhî mârifete kapalı; şeytana açık, küfre açık, halk nazarında menfur, riyâ, süm’a, hıkd u haset gibi İblis kaynaklı mesâvî ile kirlenmiş –üzerinde durulabilir– bir bahtsızdır. Bu tür bahtsızlardan şimdiye kadar iflâh olan görülmemiştir. Aksine, hayatını kibir ve gurur zeminine bina edenlerin âkıbetleri hep küfürle noktalanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in, “Allah, mütekebbir ve kaba kuvvet temsilcisi cebbarların kalbini işte böyle mühürler.” Mü’min Sûresi, 40/35 fermanı konuyla alâkalı ne ürpertici bir tehdittir!
*
doğruluk iyiliğe, iyilik cennete götürür.
kibir kötülüğe, kötülük cehenneme götürür.
kibir Allah’ın rıdasıdır. kim onunla cedelleşirse Allah ona gazap eder.
*
ahi kul ahmed
Kurban kesen medeniyetlerde birçok farklılık olmakla beraber temsil bakımından en önemli temsili İslam medeniyetini oluşturan ülkeler temsil eder. Kurban kesmeyen medeniyetlerde ki ateş, kan, ölüm üçlemi kesen medeniyetlere göre daha belirgin ve baskındır. İslam medeniyeti çerçevesinde İspanyaya kadar ulaşmış Emeviler ve 10 milyon metre kareye varan genişliğiyle Osmanlı temsilcisidir.
1- Spor, Eğlence ve Oyunlar
İslam medeniyetinde bu spor konusundaki ölçü “tahripkar ve zararlı olmamak” gibi bir ölçü koymuştur. Bu ölçü insanı karşı da geçerli olan ölçüdür. İnsanı hayvana karşı silahı koymak yerine insanı hayvanla birlikte karşı karşıya dengeli bir karşılaştırma esas alınmıştır. Bunun en güzel örneğini cirit oyunu teşkil eder. Batıda büyüyüp gelişen ve o medeniyetin alamet-i farikası durumunda olan boks İslam medeniyetin temsilcisi sayılan güreş birbirinden oldukça büyük farklar gösterir. Bu nedenle zihinlerimizde beslenmesi gereken “ temel fikir” usül ve kaideleriyle esneklik gösterdiği hususun canlı kalmalıdır.
Örneğin güreşçiler güreş öncesi ve sonrası yaptıkları hareketler ile üzerinde durulması ilginç şeyler oluşturur. Öncelikle güreş Cuma günü başlayacaktır. Ve bu sebeple güreşçiler o semtteki ulu camiinde Cuma namazını kılıp daha sonra o semtteki defnedilmiş bulunan bir pehlivanın kabrini ziyaret edip birlikte dua etmekte güreş başlamış olacaktır. Güreş öncesi yapılması gereken peşrev güreşçilerin önünde uyulması icap edilen zaptu rap altına alınmış belli kaidelerden oluşan ciddi hareketlerdir. Töre gereği yapılması gereken karşılıklı tek diz üzerine çöküp ellerini yerden başlarına doğru götürerek – temenna ederek- birbirlerini selamlarlar. Bu selamlama üç defa tekrar edilir, eğilerek karşısındaki rakibin topuğuna dokunur ve kısbete değer ellerini öpüp başlarına koyarlar. Daha sonra cazgır ortaya gelir milletin inancına, değerlerine ve mukaddesatına dair kavramalar ve esaslar ile hitabetine başlar. Daha sonra pehlivanları metheden güzel cümlelerle bitirir. Artık güreş yavaş yavaş başlar.
Güreşteki mekan zaman usül ve kaideler batıya göre çok büyük bir farklılık gösterir. Mekanın çayır üzerinde olması iki efsafa denk düşer. Birincisi çok geniş bir alanda olmasından dolayı minder dışına kaçma tabiri asla söz konusu olmaz. Kaçma mefhumunu tanımayan bir medeniyetin bu değerlerinin spora yansımasıdır. İkincisi ise; çayır olması nedeniyle bir yumuşaklı söz konusudur ve güreşçilerin yaralanmaları ya da sakat kalmaları yer dolayısıyla söz konusu olmaz. Yani kan dökülmesi ve ölüm vakaları olmayacaktır.
Zaman yönünden konu ele alındığında güreşçiler zamanla mukayyed değildirler. Sınırlı olmayan bu vakit konusu güreşçinin minderden kaçamamak kadar zamandan da kurtulamamak şeklinde bir genişlik ve gerçek gücüm ortaya konmasına imkan sağlar.
Üçüncü boyut olarak öngörülen usül ve kaideler bütünü güreşçilerin birbirini ezmelerini bütünüyle önlemese de askeriyeye indirir. Örneğin; üstün tarafın ufak bir üstün hareketinden hemen onu galip sayarak ezme işini ortadan kaldırıp bertaraf eder. Mesela; taraflardan biri ötekini sırtı yere gelmeden iki eli veya iki dirseği üzerine yaslanacak şekilde arka üstü düşürse rakibini “ açık düşürmüş”, olacak ve galip sayılacaktır. Yine taraflardan biri ötekinin ayaklarını yerden kesmekle ve bu halde onu üç adım götürmekle “ayaklarını yerden kesti” durumunda olacak ve yine galip sayılacaktır. Sonuç olarak güreşteki açık düşürme, ayağını yerden kesme gibi benzeri tabirler diğer medeniyetlerde ki bokstaki “ dövdü- dövüldü” kavramlarına denk gelmesine rağmen ne kadar büyük bir şiddet farkı olduğu umarım anlaşılıyordur. Buna ilave olarak “ çift boyunduruk ile çift sarmanın aynı anda rakibe vurulması” yasaklanmıştır. Ayrıca rakibi havaya kaldırıp baş üstü yere çakma ihtimaline binaen çift dalma gibi oyunlar men edilmiştir.
Güreşlerin bitmesiyle de yeni durumlar ortaya çıkar. Kurban kesen ve kesmeyen medeniyetler arasındaki en önemli fark burada kendini belli eder. Şayet galip gelen ve mağlup olan birbirinin yaşıtı ise güreşin bitmesiyle beraber karşılıklı kucaklaşılır ve birbirlerini hafifçe kaldırırlar. Buna karşılık mağlup olan daha genç ise yaş ve tecrübe, kuvvet bakımından kendisinden üstün olanın elini öpecektir. Galip gelende buna mukabele edecek ve onun alnında öpecek ve beraberce meydandan ayrılacaklardır. Bunun aksine şayet yaşça küçük olan büyük olanı mağlup edecek olursa töre icabı yine kalkacak büyüğün elini öpecektir. Yaşına ve güreşteki emeğine hürmeten yenilende bu genç güreşçiye duyduğu takdir hissini ifade etmek için onun alnından öpecek ve yine beraberce meydandan ayrılacaklardır. Bu hareketler seyircilerin taşkınlığını önleyen çok önemli hareketlerdir ve sporla verilmek istenen mesaj toplumsal değer yargılarıyla iç içedir. Şimdiye kadar hiçbir zaman seyircilerin ifale kapılmaları veya sokaklarda önüne geleni dövüp kırmaları söz konusu olmamıştır. Ve seyircilerle güreşçiler arasında futbol da olduğu gibi herhangibir engelde bulunmamaktadır. Yani seyirci güreşçiden kopmuş ya da koparılmış değildir. Ayrıca güreşler ve güreşçiler üzerine kumar oynamak ve oynatmak söz konusu olmamıştır.
Özellikle Osmanlıda spor bedeni ve ruhi bir disiplin olmaktan öte dini bir hüviyet içinde de telakki edilmiştir. Pehlivanlar güreş öncesinde aynı ibadet neşesini idmanlarında duymuşlardır. Pehlivanlar nerede ve ne zaman olursa olsun abdest alıp iki rekat namaz kılmadan ve dua etmeden güreşe çıkmazlardı. Cazgır güreş meydanına gelip sözlerine kelime-i tevhid ile başlar ve daha sonra milletin değerlerine ve imanına dair ifade ve mefhumlarla sözlerine devam etmesi konunun ibadet yönünü ortaya koyması açısından son derece önemliydi. Daha sonra güreşçilerin üstün vasıflarını bahseder onları över teşvik eder ve onunla sözlerini bitirirdi. Bunlar güreşçilerin musabaka esnasında ve sonrasında doğru olmaları, dürüst davranmaları ve kuvvetlerin son noktaya varıncaya kadar kullanmalarını telkin içindi.
İnsanın ruh halinin bedeni kuvvetlerin üzerindeki tesiri konusunda küçük bir araştırmaya bakalım; Amerikalı yazar Dale Carnegie’nin İngiliz psikolog J.A. Hadfield’de atfen yaptığı nakle göre üç adam kuvvetleri bir dinamometre ile ölçülerken ruhu tekniatları dinamometreyi var kuvvetiyle kavramaları istenildiğinde önce normal uyanıklı halinde 45 kilo, kendilerine hipnotize edilerek çok zayıf oldukları söylendiğinde 13 kilo ve hipnotize halinde çok kuvvetli oldukları söylenince 64 kilo vasati kaldırdıkları görülmüştür. Kendisi buna ruh haletimizin kudreti inanılır şeylerden değil, demekten kendini alamamıştır.
EĞLENCE :
Eğlencede ki temel unsur zaman bilimini tespitidir. Zira gece, insan şahsiyetinin kendisini en az kontrol altında tutabildiği devreye rastlar. Şuur, şuur-altını baskı altıda tutabilmek hususunda bir hayli zayıflamıştır. Bu medeniyet şuurun, şuur-altının baskıdan kaçışını hızlandırmak için, bu eğlencelere bir yan kuruluş olarak içkiyi almıştır. Yine buna ilaveten bu medeniyet, bu eğlencelerde şuur-altı dinamiklerini tahrik edecek konuşlalar, tanışmalar, harekete ve davranışlarla meseleyi daha tehlikeli boyutlara sürüklemiştir. İçilen içkilerle, şuur-altında kontrolden kaçan ve şuurlaşan eski düşmanlıklar, kırgınlıklar, genç ve güzel hanımlara gösteriş merakı ve sevdasıyla beraber, bu insanlar arası ilişkileri bir kat daha sertleştirecektir.
Buna mukabil Osmanlı medeniyeti’nde, eğlence gayeli toplantılar, büyük bir ekseriyetle gündüzleri yapılagelmiştir. Şurası muhakkaktır ki, eğlence için en uygun olmayan zaman sabahtır. Bunu gibi, bozulmalara ve kötülüklere en uygun olmayan zaman yine sabahtır. Sabahleyin vücut zinde, sinirler sağlam, şuur uyanıktır. Bu husus önemlidir ve bizlere iş hayatını beklediği prensipleri hatırlatır. Gerçekten, iş hayatında, har zaman ve daima iş prensibi öndedir ve şuur, kontrolü, kendisi kendi üzerine almıştır. Sonuç olarak sabaha almakla ve bu medeniyet, eğlence için aynı prensipleri hakim kılmak istemiştir. Halbuki eğlenceler her zaman disiplinli, katı ve sert prensiplerden kaçınmışlardır. Böyle olunca, şuur-altı dinamiklerini kontrol altına tutabilmek hususunda ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya kalmıştır. Bu itibarla, artık sabahın seçilmesiyle, kişi kendini daha iyi kontrol edebilecektir. Bu zamanlarda insanlar, ağızlarından çıkanları, yaptıklarını ve ne yapacaklarını geceye nispetle daha iyi bilirler, Şuurla berraktır ve duygular saptırılmamıştır. Uzun bir günü yorgunluğu insanın üstüne henüz çökmemiştir.
Buna ilaveten, bu eğlencelerden eğlenceyi oluşturan alt birimler, kişiyi tahrik edecek türden değildir. İnsanları fevri hareketlere itecek kadın-erkek ilişkileri de yine ölçülü ve dengelidir.
Netice itibariyle, alt yapıyı oluşturan prensipleri sebebiyle ki, bu toplantılarda sert çizgilerle ifade edilen hareketler kendilerine müsait bir zemin bulamamışlardır. İnsanlar beşeri münasebetlerinde belirli ölçüler içinde kalabilmeyi başarabilmişlerdir. Birisini hareketlerine sınır tanımayıp aşırılıklara düşmesiyle ortaya çıkacak olan felaketler ve kötülükler, ötekini ölçülü davranması sonucu tehlikeli boyutlara varmadan akim kalacaktır. Sabır tahammül ve müsamaha birçok vakanın zuhuruna engel olacaktır.
Bunun böyle olduğunu tespit sadedinde, şunu söylemek mümkündür.: bu çeşit toplantılarda insanlar arası ilişkilerde vaki aksamalar, bir seviyenin altında kalmamış olsa idi, bu toplantılar muhtemel çatışmaları belli bir noktada tutabilmek maksadıyla kendi bünyesine içinde düello, harakiri… vs. gibi, birtakım ek müesseselerin doğmamış olması, bunlara ihtiyaç duyulmamış olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu husus, yanı zamanda bu nevi toplantıların, muhtemel çatışmaları önlemede yardımcı müesseslere ihtiyaç bırakmayacak kadar kendi içinde sağlam ve tutarlı olduğunu göstermesi bakımından değer taşır.
Netice itibariyle, kurban kesen medeniyetlerin tertip ettikleri eğlenceler, kurban kesmeyen medeniyetlerde yapılan eğlenceler kadar kendi içlerinden hakaret, alay, küçük düşürme gibi gayri ciddi unsular taşımaz. Bunu tabii sonucu olarak da, bu toplantıların Ateş-Kan–Ölüm gibi felaketlerle bitmesi gibi bir tehlike de bahis konusu değildir.
Osmanlı’nın son devirleri dahil Türkiye Cumhuriyet döneminde bütün gayri milli ve gayri dini unsurlar toplumumuza eğlence yolu ile girmiştir . Bu nedenle eğlence ithali konusu üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Eğlence, insan zihnini disiplinli düşünceden en fazla kaçtığı zamana tekabül eder. Kişi eğlenebilmek ve dolayısıyla rahatlayabilmek için kendisini duyguların akışına terk etmek mecburiyeti içinde olacaktır. bu durumda eğlencenin fonksiyonu bir kat daha artmış demektir. Aklın kendi fonksiyonlarını en fazla icra ettiği bu dönemde kişi, eskisine nispet ile çok daha fazla telkine açıktır. Bu vasıf eğlencenin dış tesirlere karşı daha hassas olduğu manasına gelir. Bu gerçek, eğlencenin daha çok kontrol altına tutulması zaruretine işaret eder. Aksi takdirde eğlence, yabancı unsurlar için müsait bir vasat oluşturacaktır. Bu mühimdir ve bütün kötülüklerin cemiyet içerisinde yerleşmesi bakımından, eğlencenin hep bunların mihveri durumunda olduğu manasını taşıyacaktır.
Bu tespit ve yorumların bizleri getirdiği bu noktada şu husus önem kazanır ki, cemiyetlerde bu tür oyun, eğlence ve benzeri kuruluşların gösterdiği farklılıklardan hareketle, onlar arasında birtakım mukayeseler yaparak, kendilerine göre birtakım neticelere varmak isteyecek her kimseni dikkatlerine behemehal kabul etmesi gereken noktalar vardır.
Medeniyetler üzerine yapılacak kısa vadeli bir çalışma olsun, zihinlerimize hemen hep aynı imajı verecekti: Hiçbir Medeniyet, diğer Medeniyet’i taklit etmek, ona benzemek ve onun gibi olmak mecburiyeti içinde değildir. Bir medeniyetin başka bir medeniyete benzemediği için suçlamak, bir insanı bir başka insana benzemediği için suçlamak kadar manasız ve yersizdir. O, insan olarak ancak kendisi kendi içinde bir bütündür ve asıl o bir başkasına benzemediği için insandır. Bu itibarla, her bir Medeniyet de, kendi içinde bir bütündür ve bir başka Medeniyete benzemediği ve hatta bezemekten kaçcındığ4ı için bir bir Medeniyettir. Taklit etmeye başladığı andan itibaren kendisi olmaktan çıkacak, kendini inkar edecek ve artık bir taklitler topluluğu halini alacaktır.
Bir medeniyet, ihtiyacı ölçüsünde ve nispetinde başka medeniyetlerden aldıklarını kendi bünyesinden sindirip, onu kendi değerlerine göre yoğurup, kendi dehasına göre yeniden şekillendirdikten sonra, ancak kendi mensuplarına takdim etmek hakkına sahiptir.
Pek tabiidir ki, burada kurban kesen medeniyetlere mensup fertlerin, beşeri zaaflardan kurtulmuş olduğu şeklindeki bir iddia da, her zaman mesnetsiz kalacaktır. Medeniyetler için asıl olan, bu insanları, bu zaaflarından kurtarmak değil, belki bu zaafların önüne sağlam prensipleri ve ciddi engellemelerde çıkıp, bu zaafları, en az zarar verir bir seviyede tutmaktadır.
OYUNLAR
Kurban kesen medeniyetler de oyunlar medeniyetle bağlantılı bir paralerlik gösterir. Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinde kukla, karagöz-hacivat, hokkabaz ve orta oyunu şeklinde bir sıra izlerler.
Kukla: Küçük bebeklerin küçük sahnelerde iplerle idare olunduğu bir oyundur. Genellikle çocuklara hitap eder.
Karagöz-Hacivat: sinema tarzı bir oyun türü olup deve derisinden kesilmiş karagöz- Hacivat şekillerinin mum ışığı vasıtasıyla beyaz perdeyi düşürülmesi sonucu bir nevi gölge oyunudur.
Hokkabaz: Karagöz ve Hacivat’ın perdeye düşen hallerini gerçek dünyada karşılıklı iki kişi arasındaki konuşmasından oluşur. Birini elinde ince tahtadan yapılmış ucu açık iki cetvel bulunur. Ve çeşitli vesilelerle diğerini omzuna vurur. Cetvel iki parça olduğu için ses daha çok çıkar böyle devam eder gider.
Orta oyunu: Bu oyun iki veya daha fazla kimseyle karşılıklı oynanır. Kuklanın canlısıdır denilebilir.
İnsanlar normalde başka insanlara karşı onların üstünlüğünü sıfırlayıcı ya da aşşa görücü tavırları seyretmeye daha yatkındırlar. Batı medeniyetlerinde insanlar kan görmeye ve kan akıtmaya doymamış oldukları için trajedi ve dram türünden vurma, kurma, asma, kesme, yakma ve yıkma gibi sahneler ilave tatmin için gereklidir.
Halbuki kurban kesen medeniyetlerde örneğin Osmanlıda bu tür sahnelere rastlanmaz. Daha çok çocuklara hitap etmesi nedeniyle fazla teferruatlı değil ve espriler çocukların anlayabileceği gibidir. Genellikle söylenen şeyi yanlış anlama esasına göre bir espri oluşturmayı amaçlar ve kelime oyunu tekerlemeler ve vb espriler daha yaygındır. Bu oyunların hiçbirinde yazılı metin yoktur. Oyunlar irticalen oynanır ve oyuncuların hazır cevaplılığı zeka gücü ve nükte kabiliyetlerine göre şekillenir ve gelişir. Osmanlıda seyirci sayısı azdır. Dekorlar az ve kıyafetler sınırlıdır.
İslam medeniyeti şaka, ciddi ya da rol icabı veya daha başka sebeplerden olsun karşısındaki ile alay edilmesini onun küçük düşürüp şahsiyetiyle, şeref ve haysiyetiyle de oynanmasını doğru bulmamıştır.
Sonuç olarak kurban kesen medeniyetler de ki oyunlarda şeref ve haysiyet kırıcı sahneler insanların şeref ve haysiyetiyle oynayan hakaretamiz sözler, alay ve hakaret dolu benzeri küçük düşürmeler yoktur. Namus meseleleri ise gündemden uzak tutulur. Adam öldürme, adam kaçırma, işkence etme gibi konulara yer verilmez. Özet olarak vurma, kırma, asma, kesme, yakma ve yıkma gibi motiflere yer yoktur. Böylece insanların kafaları o çeşit vakalarla ve kavramlarla doldurulmaz.
At yarışları düğünlerde ve toplantılarda sık sık yapılır. Fakat ödül verilmesine rağmen müşterek bahis hiçbir zaman oynanmaz. Ciritlerde aynı şekilde kumardan uzaktır. Hindistan’da ki Müslümanların ciride benzer bir oyunu olan Gûy-u Çevgân oyunu da kumardan uzaktır. İngilizler buraya geldikten sonra bu oyuna Polo demişlerdir. Bu oyun çevgan denen ucu eğri bir çubukla yerdeki topu karşı tarafa geçirmeyi amaç edinen bir ekip oyunudur.
TOPLUMSAL SINIFLAŞMA
Kurban kesen ve kesmeyen medeniyetlerde efendi-köle münasebetleri olarak kendini takdim eden beşeri tavır, bir aşağı seviyede daha organize omlaş ve daha genel-geçer bir hüviyet kazanmış olarak insanlar arası ilişkiler bütünü içinde kendisine daima bir alt-yapı bulmuştur.
İnsanlar dünyaya geldiklerinde birtakım iç-güdülere sahiptirler. Cinsiyet ic-güdüsü, saldırganlık iç-güdüsü gibi, bunlardan her ikisi ve bilhassa saldırganlık iç-güdüsü, daha ilk günlerden itibaren dış dünyada kendisine hedefler aramaya başlar. İlk zamanlarda, bu yönelişler fazla önemli değildir. Fakat daha sonraki devrelerde bu iç-güdü, insanları hedef seçecek ve taşıdığı potansiyel ölçüsünde onlara yönelecektir. Bu durumda mesele ciddi ve tehlikeli boyutlara kazanmış olacaktır. bu itibarla, bu insanlar, bu iç-güdüye tatmin vermek isterken, doğabilecek tehlikelere karşı kendilerini emniyet altına almak isteyeceklerdir. Bu durumda, tabii olarak bu insanlar, bu gibi hallerde zarara uğramak istemedikleri için, arkalarını kuvvetli zümrelere dayanmaya çalışacaklardır.
Netice itibariyle bu iç-güdü tatmin bulmak maksadıyla tezahür etmek isterken, cemiyet içerisinde daha güçlü, kuvvetli ve kudretli kimselerin daha zayıf ve daha aciz kimseler üzerinde ki otorite tesis etme, onları idare etme, onlara hükmetme ve böylece kendilerini imtiyazlı kılma ve bu şekilde iç-güdülerine tatmin bulma istek ve gayretleri sonucu, bu insanların kendi aralarında bir araya gelip organize olmalarıyla, kuvvetli ve kudretli kimselerin temsil ettikleri sınıflar içerisinde daha zayıf kimselerin, yığınlar halinde aşağı sınıfları teşkil etmeleri neticesini verecektir.
Gayet tabii olarak cemiyet içerisinde ortaya çıkan bu sınıflaşma, kesin ve net çizgileriyle birbirlerinden ayrılıncaya kadar, önemli ve ciddi hadiseler vuku bulacaktır. Nitekim bu sınıflaşmalar oluştuktan ne kadar zaman sonra bile yine bu sınıflar arası rekabetin beslediği mücadele, büyü hadiselerin zuhuruna ve büyük ihtilallerin vukûuna sebep olmuştur.
Bu sınıflaşmalar, taşıdıkları bunca mahzurun yanında, cemiyet içerisinde bozuk bir ekonomik alt-yapı üzerinde,fizyolojik ve sosyo-kültürel hüviyetiyle çarpık bir yapılanmamın oluşmasına müsaade etmiş olacaktır.
Açıktır ki, sınıflaşmaların teşekkül ettiği cemiyetlerde, aşağı sınıflar, daima yığınlar tarafından temsil edilecektir. Gayet tabiidir ki, bu yoğun halk kitlelerinin çocukları da ebeveynleri gibi, soysa/ekonomik-kültürel açılardan sınırlı imkanlar içinde kalacaklardır. Böylece, aşağı sınıflara mensup bu kimselerin, daha az beslenmeleri ve diğer imkanlarını sınırlı kalması yanında, bu insanların üst sınıflara mensup kimselerle evlenmemeleri de, doğacak çocukların zeka seviyelerini gittikçe düşmesine ve bunu tabii sonucu olarak, bu insanların içlerine kapanmalarına ve böylece nesillerin dejenerasyona uğrayıp bozulmalarına müncer olacaktır. Bu şekilde, her geçen gün büyük halk kitleleri bedenen, ruhen ve zihnen zayıflarken, yerde de çoğalarak yığınlar halini alacaklardır.
İngiliz matematikçisi ve filozofu Bertrand Russell, bu hususu net bir şekilde açıklıyor ve tehlikeler dikkat çekiyor: “İngiliz, Fransız ve Almanlar durmadan azalıyor, kendi içlerinde ise çoğalan aşağı sınıflardır. Bugünü zekaca geri yeteneksiz sınıfları ile bugünün barbarları, Avrupa uygarlığını yıkacaktır.
Gayet açıktır ki, sınıflaşmaların bulunmadığı bir cemiyette, bu sınıflaşmaların yapısından gelebilecek mahzurlar ve cemiyete getireceği problemler de olmayacaktır. Bu durumda, sağlam bir mantık, cemiyet içerisinde sun’i birtakım tehlikelere zemin hazırlama durumunda bulunan sınıflaşmalara müsaade etmemek olduğunu hemen fark edecektir.
Sonuç olarak, zihinlerimizde uyana çağrışımların, burada söylenilenler ile birinci bölümdeki tesbitler arasında kuracağı beraberliğin, düşüncelerimizi getirdiği şu noktada hemen fark edebiliriz ki, Kurban kesen Medeniyetleri temsil eder durumda olan İslam Medeniyeti ve onu oluşturan cemiyetlerin hiçbirinde sınıflaşmaların hiçbir nevine tesadüf edilemez.
Bu durumda, bir soru, kendiliğinden önem kazanmış olur. Gerçekten İslam Medeniyeti, cemiyet içerisinde her zaman doğup gelişmesi muhtemel bu sınıflaşmaların teessüsünü, sadece kendi imkanlarıyla nasıl ve ne şekilde önlemiştir? Bu bahsin içinde kalarak, bu sorunu cevabını bulmak fazla güç olmayacaktır. Bunun için, evvel emirde şu hususu hatırlamak icab eder: Bizler, daha önce, cemiyet içerisindeki sınıflaşmaların, insanlarda mevcut “Saldırganlık İç-güdüsü’nün organize olmuş ve böylece daha meşruiyet kazanmış bir halde kendisine tatmin aramak istemesi sonucu ortaya çıkmış bulunduğu hususunda ittifak etmiştir.
Böyle olunca, mesele bu saldırganlık iç-güdüsüne tatmin aramak gibi bir hüviyet kazanır. Bu itibarla, İslam Medeniyeti, Kurban Müessesesi ile nasıl ve ne gibi hedefleri gerçekleştirmek ve dolayısıyla ne şekilde bir cemiyet oluşturmak istemiş olduğu husus açıklık kazanır. Nitekim İslam Medeniyeti, Kurban müessesesiyle, bu iç-güdüyü süfli hedefler peşinde koşmaktan alıkoyup onu eğitmek ve daha sonra ona ciddi ve önemli hedefler göstermek suretiyle, bu iç-güdüyü mukaddes emellere yönlendirmek ve böylece mükemmel bir cemiyetin oluşmasını istemiştir. Daha sonra emirleri, yasakları, teşvikleri ve engellemeleriyle, bu iç-güdüyü, bu aynı hedefler istikametinde desteklemiş ve bu yönde onu programlamıştır.
Sonuç itibariyle, sınıfsız ideal toplum oluşması hususunda tavır koymuştur. Her kabiliyet, artık cemiyet içerisinde değerini bulacaktır. Hiçbir kabiliyetin önüne engel konulmayacaktır. Sınıflaşmanın bulunmadığı bir cemiyette, insanların ellerin kollarını bağlayacak kurallar artık olmayacaktır. Her kabiliyet, kendi dini gösterme imkanına erişecektir.
Özet olarak, İslam Medeniyeti’nde sınıflar, oluşabilmek için muhtaç oldukları potansiyeli, kendilerine temin edecek gerekli alt-yapıyı hiçbir zaman bulamamışlardır. Bilakis bu medeniyette mevcut alt-yapı, insanlar arası ilişkilere, daha esnek ve daha yumuşak bir hüviyet kazandıracak bir mahiyet göstermiştir.
Sonuç itibariyle, sınıflaşmaların teşekkülün ve bu sınıflar arası ilişkilerin tabi olduğu ölçüleri göstermesi bakımından, cemiyet içerisinde birbirine zıt kutupları temsil etmesi ve bin yıllar boyu devamedegelen sürekliliği ifade etmesi açısından Efendi-Köle münasebetleri, bu konuda sağlam bir mukayese zemini oluşturacaktır. Nitekim köleni sahipsiz olması ve kölelik müessesesinin bir hukuka malik bulunmaması itibariyle Roma Hukuku’nda olduğu gibi bu insanlara karşı takınılacak tavırlar ve onlara reva görülecek muameleler, büyük bir belirsizliğin ne derece giderilmiş olduğu hususu, bu medeniyetlerin gerçek yapılarını ifade etmesi bakımından kesin ölçüler oluşturmuştur.
Meseleye bu açıdan bakılması halinde Kurban Kesen Medeniyet olarak İslam Medeniyeti’nde Efendi-Köle münasebetlerini ifade etmesi bakımından, bu Medeniyetin bu konudaki emirleri, yasakları, teşvikleri ve karşı çıkışları bir yana, bu emir yasakların ne derece yaşanılır olduğunu göstermesi bakımından gerçek hayattan verilecek misaller önemlidir.
Bu durumda bu emir ve yazakların kamu vicdanında ne kadar makes bulduğu ve yine bu ilkelerin ne ölçüde hayata geçmiş olduğunu göstermesi bakımından ilk merhalede kendi medeniyetimize ait Tecrid-i Sarih Tercümesi’nde Ahmet Cevdet Paşa’ya atfen yapılan bir iktibas önemlidir: İslam’da köle almak, köle olmak demektir.
Tarihin bu devrelerine dair merak ve tecessüslerimizi, bu medeniyet’e karşı olması daha çok ihtimal dahilinde bulunması bir müsteşrıkın kaleminden giderebiliriz.
Müsteşrık Th. W. Juynboll bu konudaki çalışmalarını yine bu konuda kendisi gibi araştırmalar yapmış bulunan diğer müsteşrıkların görüşlere, tesbit ve müşahedeleriyle birleştirmiş olarak İslam Ansiklopedisi’nin “Abid” maddesinde toplamıştır. Bu maddeye dair seviyeli ve semereli makalesini ilk bölümünde İslam’ın köleliğin sınırlarını ne kadar çok daraltmak sitediğni göstermesi bakımından pek az biline iki hususun mukayesesine yer vermiştir. O, bu irtibatı şu şekilde kurmuştur: “ Roma kanunlarında caiz olduğu gibi, bir Müslüman alacaklı, borçlusunu esir gibi satamaz”. Konu bu şekilde, bu mevzudaki hükümlere bina olunarak devam ediyor. Fakat daha sonra artık yine bu aynı yazı, nazari olmaktan ziyade tatbiki sahaya intikal ediyor.
Nitekim Juynboll, bu makalesini son bölümünde, bu konudaki müşahedeler, tesbitler ve teşhisler ve bütün görülenleri, “Şimdiki Müslümanlarda esaret, esirlere yapılan muamele” başlığı altında toplamış olarak bu husustaki mevcut emir, yasak, teşvik ve müeyyidelerin ne kadar hayata geçmiş olduğunu yaşanan örnekleriyle göstermek istiyor:
“ Kur’an, Allah’a ibadet ediniz ve kullarınıza dahi iyi muamelede bulununuz, diyor. Birçok bitaraf şahidlere göre, İslam’da esirlere umumiyetle fena muamele edilmez ( krş., E. W. Lane)…
Peygamber esirlere iyi muamele edilmesi hususunda kuvvetle ısrar etmiş ve esirlere yediğinizi yediriniz, giydiğinizi giydiriniz ve onlara kudretleri fevkinde bir şeyi emretmeyiniz, diye buyurmuştur. Bu düsturlara tamamen yahut geniş ölçüde riayet olunmaktadır. Bütün erkek veya kadın esirlere umumiyetle iyi muamele edilir. İşleri hafiftir. Şarkta seyahat edenlerin ifadelere, Müslümanların ekserisini esirlere insani muamele ettiklerine şahadet ediyor.. Bugünkü şartlar içinde onlar için esir olmak bir saadettir. Denemek için, kendilerine benimle birlikte yurtlarına dönmelerini teklif ettiğim esirlerin hemen hepsi, bu teklifimi, ancak kendilerini tekrar Mekke’ye getirmekliğim şartı ile, kabul ediyorlar. Bu esirler, umumiyetle, sahiplerinin aileleri içine giriyorlar, birkaç sene hizmetten sonra da hür insanlar gibi, cemiyet içerisine kabul ediliyorlardı; hatta bu esaret sayesinde adam sırasına geçtiklerine inanmış bulunuyorlardı… velhasıl vaziyeti yakından gördükten ve meseleyi etrafı ile mütalaa ettikten sonra, şu kanaate vardım ki, esaret alehinde yapılan propogandalar hiç de beğenilecek şeyler değildir (krş. Snouck Hurgronje.)
Esirlerin umumiyetle hayat şartları ağır değildir, yemekleri boldur. İşçi köleler, sahiplerin evlenmelerini müsaade etmiş ise, köleliklerini devamını tercih ederler…. Hizmetçi köleler hemen daima yarmiş yaşlarında azat edilirler…. Hal ve vakit yerinde olan köle sihib, mümkün olduğu takdirde, sadık hizmetkarını ev-bark sahibi etmek mecburiyetini hisseder; biresirin aza delimesi haddi zatında sevablı bir iş telakki edilir. Azattan sonra aile bağı da, eskisi gibi kuvvetli kalır.
Azatların için her iş ve mevki açıktır. Hür doğmuşlarla manevi şartlar dahilinde, hayata atılırlar ve neticede bu mücadele için, diğerlerinden daha az mücehhez olmadıkları görülür…
Çölde bir hayli erkek ve kadın siyahi esir görülür. Kendilerine lütufla muamele edilir… bir müddet geçtikten sonra azat olunurlar… bu zenci köleler bedevilere kolayca bağlanırlar ve nihayet adeta kabilene efradından olurlar…
Arabistan’da esirlerin vaziyeti daima tahammül edilemeyecek gibi değildir ve kendisi ekseriyetle mes’uttur. Eğer esirin sahibi Allah’tan korkarsza esiri azat etmek için, uzun senelerin geçmesini beklemez ve azat ettiği zaman da, eli boş göndermez. Arabistan yaylalarında ki oralarda yalnız hali vakti yerinde olanları esir sahibidir hayır sahipleri azatlı köle ve cariyeleri evlendirir ve kendi mallarından onlara ya da deve veya hurma ağacı gibi şeyler verirler… Bunun için Afrikalılar’ın gönüllerinde esir edildiklerinden dolayı, hiçbir kin yoktur. Onlar ekseriyetle kendi aralarındaki muharebelerde esir olmuşlardır. Para ile kendilerini satın alanlar, onların kendi aileleri içine sokmuşlar ve erkekleri sünnet ettirmişlerdir… Allah onlara felaketlerin lütfetmiştir; onlar, bu Allah’ın lütfudur, diyebilirler; çünkü onlar bu sayede hak dinine girmişlerdir. Esirlerin yeni vatanları onlara eskisinden daha güzel görünür. Orada onlar Allah’ın hür kullarıdır, orası onlar için daha yüksek bir medeniyet diyarıdır… Bu cihetle, esaret düştüklerinden dolayı, Allah’a şükrederler.
Müsteşrık Juynboll’un, kölelikle ilgili olarak, diğer müsteşrıklarla beraber üzerinde ittifak ettikleri fikirler, tesbit ve yorumlar burada bitmiş oluyor. Ancak şu kadar var ki, bu tesbit ve yorumları, yabancılar tarafından yapılmış olması onların tafrasız kalmalarını daha az ihtimal dahilinde bulunması itibariyle, İslam’ın kölelik hususundaki tutumunun ne kadar taviz tanımaz, kökten ve temelden olduğunu göstermesi bakımından, kendi mensuplarını beyanlarına nisbetle daha inandırıcı ve ikna edicidir.
İnsanların şeref ve haysiyetlerine önem veren bir Din’in yine aynı şekilde kölelerin de şeref ve haysiyetlerine riayet edeceğinden şüphe etmek, onun hesabına bir çelişki olurdur. Nitekim, zayıfı tutmanın getireceği felaketleri ve hatta belaları biliyorken, böyle davranmanın en azından küçümsenme sebebi olacağının farkında iken, yine de bu sahipsiz ve kimsesiz insanları cemiyetin ileri gelenlerine karşı müdafaa etmek ve bununla yetinmeyip onları bu insanlarla işet tutmak, gerçek dünyada mevcut eşitsizliğe ve sınıflaşmalara karşı oluşmuş ve ancak bu Medeniyet’e mahsus tavrı temsil ediyordu.
İNSAN DAVRANIŞLARI
1- Kişinin Kendisine Yönelmiş Tavrı : – İntihar
Kurban kesen topluklarda intihar ve alkol gibi hususlar baskın değildir. Öyle ki hanlarda, kervansaraylarda içki içilecek yerler yoktur ve yüzyıllar boyunca içki işiyle iştigal edenler de genellikle zımmi denilen Müslüman olmayan İslam toplumunda yaşayan kişilerdir. İslam bir yandan kan akıtma ve can yakma gibi hareket ve davranışlara karşı ikaz geliştirerek emir ve yasaklar koyarken bir yandan da bu emir ve yasakları uymaları hususunda onları kan akıtmaya karşı isteksiz kılmak, kaçındırmak, sakındırmak ve nefret ettirmek gayesi ile kurban müessesesini getirmiştir. Bu paraler de içki ve uyuşturucuda yaygınlık kazanmamıştır.
Netice olarak İslam toplumlarında içki mimarisi gelişebilmiş değildir. Anılarını yazan seyyahlar Müslüman ülkelerde içki, uyuşturucu ve intiharın salgın olmadığı hususunda ortak bir kanaate sahiptirler.
2- Kişinin Kendisi Dışındaki Varlıklara Yönelmiş Tavrı
İnsan çocuk olarak dünyaya gelmesiyle beraber bazı iç-güdüleri de beraberinde getirir. Bu iç-güdülerin bazıları da ıslah olması gereken sert bir yapı gösterebilir. Bu yüzden zamanında ailede sevgi olarak yahut eğitimde ve toplumda birey olarak makul bir çizgiye gelmezse ileri yaşlardan imkanlarının da artmasıyla kontrol edilemez bir hale dönüşebilir. Bu ıslah etme için de en büyük payı din alır. Dinin en önemli amaçlarında birisi kişiyi Kemal bir ahlaka ulaştırmak ve toplum içerisindeki yaşamını da uyumlu hale getirmektir.
a- Kişinin Tabiat, Bitki Ve Canlılar Alemi Karşısında Tavrı
Hiç kimse bir Kızıldereli’nin çevreye verdiği önem kadar bir önemi veremez. Onlar için çevre bir yaşam alanı. Ancak bugünkü insan sadece başını sığacağı alanı düşünüyor yaşamının diğer parçasını asla düşünmüyor. Bu yüzden çevre kirlenmesi ve çevreyi koruma gibi tanımlamalar önem kazanır oldu. Çevre kirlenmesi tabiri bitki örtüsünün bozulduğunu ve canlı türlerinin varlıklarını tehlikeye düştüğü hususunun açık bir itirafı oldu. Osmanlı ve Selçukluda bazı vakıfların doğayla çok yakın olduğunu örneğin; vakfı laklakan (yaralı leylekleri koruma vakfı) aç kurtlara et götüren vakıflar olduğunu biliyoruz.
Kuranı Kerimde geçen Ashab-ı kehf (mağara arkadaşları) tanımlaması oldukça ilginçtir. Burada insan mağaraya izafe edilmiştir. Bununla taşa, toprağa dikkat çekilmiş ancak idealist insanlar gibi bir ifade kullanılmamıştır. Bu tanımlamada ayrıca yaratılışta en üste olan insan ile en altta olan taş, toprak birlikte isimlendirilerek iki zıt uç birleştirilmiş olmaktadır. Bununla insanı da madde aleminde bir sorumluluk verilmek istenmiştir. Son bir ilave olarak bu iki zıtlığı birleştirmekle ilişkilerde bir bütünlüğü hedeflemiş olmaktadır.
İnsan davranışlarına muhatap olarak bitkiler alemi de payını alacaktır. Bir hadisi şerifte “ elimizde bir fidan bulunsa ve bir saat sonra kıyametin kopacağını bilseniz, yine de onu da kurumaya terk etmeyin ve dikin” burada anlatılmak istenen dikilecek fidanın bir saatte meyve vereceği değil hayatın önemli olduğu ve ona saygı duyulması gerektiği kavramıdır. Hiçbir karşılık da gözetilmemeli ve ona sahip çıkılmalıdır. Kültürünüzdeki yaş kesen baş keser tabiri insanın bitkilere karşı hor ve hakir davranmasıyla yetinmeyeceğini insanlara da aynı kaba ve haşin davranışı göstereceğini ifade etmektir.
Geçmiş Müslümanlar ait oldukları imanın icaplarını ve mensubu olduğu medeniyetin gereklerini bizatihi kendi nefislerinde yaşamışlardır. Böylece onlara kendi hayatlarından bir hayat vermişler, onları duygularıyla ve düşünceleriyle zenginleştirmişlerdir. Bununla sanata malzeme olarak duygularını vermişler ve müeyyidelerini cemiyete mâl etmişlerdir.
Yunus Emre’nin
“Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü,
Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü”
Beyit’i bütün yaratılmışlara karşı duyulan sevginin ifadesi değil midir? Bu sözler Türk İslam Medeniyetin varoluş gayesini açıklamıyor mu? En üst seviyede bulanan insanda en alt kademede bulunan kaya, taş, toprağa varıncaya kadar bütün “Varlık Alemi’ni içine alır. Varlığı, onu Var Eden itibariyle bir bütün olarak görür ve aralarında ayırım yapmaz. Var olan her şeye karşı duyulan sevgi ve saygının, aslında onu “Var Eden’e karşı duyulan sevginin ve saygının bir eseri olduğunu vurgular. Varlığı tek başına bırakmaz, onu sevgi saygı, takdir ve hayranlıkla zenginleştirir.
b- Kişinin Başka İnsanlara Karşı Tavrı
Kontrol edilemeyen bir iç-güdü son noktada daima bir kendisinden olmayan bir insanı hedef seçecek ve ona yönelecektir. Ancak kurban kesen medeniyetlerde diğerlerine nispetle cemiyetin değerlerine sığınıp karşı olarak kullanılabileceği düello, linç gibi sosyal müesseseler yoktur. Hatta bu isme karşı gelen bir isim dahi yoktur. Demek ki toplumda ilişkilerin sert düzeye götürecek herhangi bir müessese yok demektir. Buradan çıkan sonuca göre kurban kesen medeniyetlerdeki insanlar arası ilişkiler esnek ve yumuşaktır. Aksi olsaydı mutlaka kendini kurumsallaştırırdı. Kavga ve dövüş gibi sıradan basit şeyler dahi toplum hayatında yer bulmamıştır. Toplum daima kana ve nefrete karşı daima tavır koymuştur. Elbette bunda İslam dininin büyük bir etkisi vardır. Bu konuda Yunus Emre:
“ Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Şer’in evliyasıysa hakikatte asidir”
Diye söylemektedir. Bu sözü yalnızca bir kişiye mi mâl edeceğiz yoksa bir medeniyetin yaklaşımı olarak mı kabul etmeliyiz belki burası tartışılabilir. Bize göre bir medeniyete mâl etmek kendi içinden çıkan biri olarak daha uygun görülüyor. Şayet bu görüşler yanlış olsaydı birçok Mollo Kasımlar elbette çıkardı. Ancak batıdaki aforoz müessesesi bizde yoktur.
Sonuç olarak bu beyitlerin teklif ettikleri davranış kalıpları bu Medeniyet’le bir bütünlük kazanmıştır. Şöyle ki;
- Kime ve neye ait olursa olsun tabiata, nebatata, canlılara ve bütün yaratılmışlara iyi davranmak, onları “Hoş Görmek”, bunları “Yaratan”, onları “Var Eden”e karşı duyulan sevgi ve saygının bir ifadesi kabul edilmiştir.
- Bunun gibi hangi dinde, dilden, renkten, mezhepten, ırktan ve milliyetten olursa olsun herkese adil ve eşit davranmak ve yine herkese bir insan gibi muamele etmek İslam’ın bir icabı ve imanın bir gereği sayılmıştır.
İslam, mensuplarına bu kadar mükemmel davranış kalıpları teklif etmiş olmakla ve bunu gerçekleştirmiş bulunmakla erişilmeyecek ve hedefi gerçekleştirmiş oluyordu. Hatta harplerde, insanlar, üzerinden her türlü baskının kalktığı bir ortamda mensuplarını göstermiş olduğu tavır karşısında düşmanları bile takdirlerini gizleyememişlerdir.
c- Kişinin Kendi Medeniyetinden Olmayanlar Karşısındaki Tavrı; Harpler
kurban kesen ve kesmeyen medeniyetler açısından harp dışındaki günlük hayat daima bir sosyal baskıyı üzerinde hissettirir. Halbuki harplerde durum tamamen farklıdır ve sosyal baskı tamamen kalkmıştır. Hatta keyfilik söz konusu da denilebilir. Ancak kurban kesen medeniyetlerde harp sırasında daha esnek daha yumuşak daha anlayışlı ve daha insani tutum gözümüze çarpmaktadır. Bunu müeyyideler kadar tarihi belgelerde ortaya koyar.
Tarihçi yazar Max Kemmerich’in bu konudaki fevkalade ilginç tesbit ve yorumlarına bakalım.
“ 1078 yılında Rudolf Rheinfelden, kral IV. Heinrich ile Neckar Nehri kıyılarında yaptığı bir harpte galip gelince, alınan esirleri hafif bir ceza olmak üzere hadım ettirmiştir.”
“ Frederich Barborossa, Tortana kapıları önünde, esirlere şehre karşı emen asmak üzere darağaçları kurdurmuştur. Otto Morena’nın verdiği bilgilere göre bu kral, iki yüz Veronalı’nın burunlarını, dudaklarını kestirdi; geri kalan iki yüz kişiyi de astırdı.”
“1159’da Milanoya karşı açtığı savaşta Friendrich, her tarafı yaktı, yıktı, bağları ve meyve ağaçlarını söktürdü. Karşı tarafta aynı şeyleri yapınca tarihçi Rahewin karşı taraf için barbarlık dedi fakat kendi tarafını görmedi.”
“ Frederich Barborossa, Crema şehrini muhasara edince esirleri astırdı rehineleri idam ettirdi. Çağdaş yazarları onu çok şefkatli ve insani bir hükümdar buldu??? “
“Chroniques des ducs de Normandie isimli eserde yazıldığına göre İngiltere kralı Eldred, esir ettiği Danimarkalı kadınları soyarak toprağa gömdürdü ve yırtıcılara terk etti.”
“ İskoçyalılar 1138’de İngiltere’de hatta gebe kadınların karınlarını yardılar ve rahipleri kürsülerin önünde paraladılar.”
“ Bütün Ortadoğu’da hele çağın ikinci yarısında Hıristiyan Avrupa’daki cezalar zerrece insani şeyler olmayıp dört bin yıl önceki Hammurabi Kanunları’ndaki cezalardan; Hindistan’da, Çin’de, İran’da ve başka yerlerde gördüklerinizden daha vahşiceydiler. O zamanlar Avrupa kanunlarında şu cezalara rastlanıyordu. Dörde bölme, çarktan geçirmek, kazığa çakmak, yakma, suda boğmak, etrafına duvar örüp öldürtmek, diri diri toprağa gömmek, bağırsaklarını deşmek, dilini kesme, gözlerini oymak, su ya da zeytinyağında kaynatmak, derisini yüzmek vs…vs. bu cezaların çoğu XVIII. Yüzyılda bile devam etti. Kilisenin bu cezaları hafifletmesi şöyle dursun, iğrenç engizisyonlarıyla daha korkunç hale getirmesi, hiç değilse, işkenceyi kaldırmaya teşebbüs etmemesi dikkate değer bir keyfiyettir…”
Yukarıda görüleceği üzere batının merhametsizliği büyük bir envarter oluşturuyor. Onların savaşı hala bitmedi. İki dünya savaşını ardından soğuk savaş ve arkasından da küresel mücadele adı altında yeni savaş biçimlenmeleri devam ediyor. İslam’ın dinde zorlama yoktur görüşü batıda öldürülmesi gereken dinsizlerdi V. Karl( şarlken)’nın zamanında bile en az yüz bin kişi öldürülmüştü.
Biraz da İslam ülkelerinde uygulanan savaş sonu uygulamalarına bakalım;
- İspanya’da Endülüs Emevileri ( Araplar ) tabileri bulunan Hıristayan ve Yahudilere tam bir din ve vicdan özgürlüğü vermişlerdi. Onlara her türlü ibadet özgürlüğü verilmiş ve Müslüman olmaya zorlanmamışlardı. Ancak onlar yüksek kültür olan İslam’a kendiliklerinden geçiyorlardı.
- Birinci halife Hz. Ebubekir Suriye’ye göndereceği askerlerine şu on emri veriyordu:
Ey nâs, size harfi harfine riayet etmeniz gereken on tavsiyede bulunuyorum: kimseyi aldatmayınız, hırsızlık yapmayınız, hainlik yapmayınız, kimseyi hadım etmeyiniz, çocukları, ihtiyarları, kadınları öldürmeyiniz, hurma ağaçlarını ne yakınız, ne de kabuklarını soyunuz, meyva ağaçlarını kesmeyiniz, ekili tarlaları harap etmeyiniz, yiyeceğiniz kadardan fazla koyun sığır, deve, öldürmeyiniz. Başları yuvarlak tıraşlı keşişler göreceksiniz, kılıçlarınızla başlarına hafifçe dokunup geçiniz; hücrelerine çekilmiş târik-i dünyalarla karşılaşacaksınız, Tanrı’ya olan adaklarını yerine getirebilmeleri için onlara ilişmeyiniz.
Sonuç itibariyle kurban kesen medeniyetleri temsil ettiğini varsaydığımız İslam medeniyetinin, kurban kesmeyen medeniyetler gibi olmayıp kan akıtmaktan kaçınması ve insan haysiyetine yakışır bir tutum göstermesi onun daha kurulurken iken aldığı kavramlar ve bu kavramların içini dolduran ilahi muhtevası ve harbin gayesi hususundaki telakkilerinin bir terkîb oluşturması sonucudur. Bu terkîb, 1500 yıl öncesinden günümüze gelinceye kadar geçen zaman içinde vuku bulan harplerde, İslam ordularının hareket ve davranışlarını insani ölçüler içinde tutmuştur. Bunun neticesi olarak İslam orduların yaptıkları harplerinde imanlarının kendilerine yüklediği sorumluluğu daima üzerlerinde hissetmişlerdir, zulüm ve eziyetten hep kaçınmışlardı.
SONUÇ
Kurban konusu akla geldiğinde ilk hatıra gelmesi gereken şey hususiyetleriyle
insandır. Daha sonra hatırlanması şey ise insanların karşısındaki tavırlarıyla medeniyet kavramıdır.
Psikolog, Tarihçi ve diğer ilim adamlarının çalışmalarına göre insanlar kendilerine dokunulmasa bile etrafındakilere karşı saldırgan bir tutum alabilmekteler. Davranışlarında iç-güdülerinin etkisi oldukça büyüktür. Bu nedenle konuyu bir yönden iç-güdülerinin tatmini olarak ele alınması mümkündür.
Medeniyetler yönünden ise bir sınırlama söz konusudur. İnsan gerçeğiyle beraber değerler sistemi içindeki şartlar, imkanlar bir sınırlama getirmiştir. Medeniyetlerde anlamak ve kabul etmek ile yorumlamak ve çözüm getirmek cevap bulunması gereken sorulardır. İnsanlara yine genç insanların kanı daima cazip olmuş ve onları herhangidir nedenlerle kurban etmenin yollarını aramışlardır. Engizisyonlarda ise günahsız insanlar Hıristiyanlığın ilahi adına kurban edilmişlerdir. Rönesans ile yanlış dinin etkisi azalmaya başlayınca insanlar uğruna kurban adayacakları ve onlarla insanları itiraza mahal bırakmayacak şekilde susturabilecekleri yeri ilahlar aradılar. Para, şöhret, mevki, itibar, rütbe gibi. Böylece genç, tecrübesiz, fakir, saf insanları bunlarla veya bunlardan biri ile kandırarak, onları ellerini sürmeden ringlerde birbirlerine öldürttüler. Bu olanları memnuniyetle seyrettiler. Yine bunun gibi arenalarda toplanmış on binlerce insan, omuz başlarına saplanan şişlerin açtığı yaralardan akan kanlarıyla şaşkınlık içinde oradan oraya koşan boğaların, iki kürekleri arasında saplanan kılıç darbesiyle, düz üstü çöküp ağızlarından, burunlarından kan boşanarak nasıl can çekiştiğini oley çığlıkları arasında zevkle, heyecanla temaşa ettiler. Keza otomobil yarışlarında arabaların ateş alması ile beraber, nasıl diri diri yandıklarını, büyük bir iştiyakla ve susamışlıkla seyrettiler.
Sonuç itibariyle bütün bu sahneler, asırlardan beri yakılan, kesilen parçalanan bu daha başka yollarla öldürülen insanların, onların şuur-altlarında oluşturdukları birikim ile irtibatlaşarak, daha derin boyutlar kazandı ve daha tatmin edici bir hüviyete büründü. Böylece Ateş-Kan-Ölüm üçgeni, insanları celbeden bir beraberlik oluşturdu ve bir tutku halini aldı.
İslam medeniyeti ise insandaki mevcut iç-güdüyü anlamış ve kabul etmiş olduğunu dini nasslarla ortaya koymuştur. Ancak bu yönüyle diğer medeniyetlerle beraber ortak olmasına rağmen bu iç-güdüyü yorumlamak ve çözüm getirmek konusundan teklif ettiği yollar ve usuller daima farklı olmuştur. Nitekim bu iç-güdüye gerçek objesi olarak insan kanıyla tatmin yerine hayvan kanıyla karşılık vermek bir yolu benimsemiştir. Eski toplumlarda insan kanı dökmek için kullanılan ilahi otoriteyi İslam hayvan kanı dökmek istikametinde değerlendirmiştir. İsmail (as) kesilmesi teşebbüsünü ilahi takdir doğru bulmamış ve koyun kesilmesi şeklinde kararı tashih etmiştir. Bir anlamda iç-güdüyü hayvan kanına şartlamıştır. Saldırganlık iç-güdüsü aynı zamanda bir öldürme ve bir yaşama iç-güdüsüdür. Bu iç-güdünün makul bir seviyeyi açması halinde kendinden başka hiç kimsenin yaşamasına imkan vermeyecek şekilde bir davranışa itebilir. Tersine olarak bu iç-güdünün doğurduğu gerilimin belli seviyenin altına düşmesi halinde yaşama şartlarını yerine getirmek için gerekli gücü kendinde bulamayacak ve müdafaa yapamayacağı için hayat duracaktır. Yani birinci halde kişi başkasın için zararlı, ikinci halde ise kişi kendisi için zararlı durumdadır. İşte ihtiyaç olan şey bu noktada bir dengenin sağlanmasıdır.
İnsan kanı üzerine kurulu olan daha önceki bölümlerde anlatmış olduğumuz spor ve eğlenceler temelde insan kanı dökülünceye kadar bir heyecanın zirve noktasını oluştururlar. Fakat insan kanı döküldükten sonra ortalığı bir sessizlik kaplar. Adeta bir çözülme gibidir bu. Özellikle boks maçlarının günü 24 saati içinde çoğunlukla geceleri yapılması insanların artık günün tamamlayacak kadar mecali bulamayacak olmalarındandır. Konuyu zulüm yönünden ele alırsak işin işine aktif olarak giren herkesi zalim olarak nitelememiz gerekir ki zalimlerin zulümden sonra ki psikolojik bozukluğu mazlumların psikolojik bozukluğundan daha fazladır. Özellikle Kuranı Kerimde firavun ve kavmi için anlatılan şey firavunun zulmettiği ve halkının da o zulme itiraz etmeyip kabullendiği şeklindedir.
İslami medeniyetlerde kurban kesiminden önce çılgınlık, eğlence ve tezahürat gibi şeyler yoktur. Tam tersine kesimin içine merhamet gizlenmiş eziyet etmemek önemli hale gelmiştir. İnsanlar da bu kesimden sonra herhangi bir bitkinlik ve pörsümüşlük söz konusu değildir. Planlı, programlı gayretle çalışma devam etmektedir. Sonuç olarak kan dökme iç-güdüsü İslam da insan kanı olarak kabul edilmemiş karşılıksızda bırakılmamış ve hayvan kanına yöneltmiştir.
Kurbanın gündüz kesilmesi insanda geri kalan enerjinin aktiveye sağlamak ve bu dönüşüm esnasından ortaya çıkacak faaliyetler bütünü ile kişiyi kendisinden gecenin karanlık olması ve dolayısıyla beklenmedik kazaların vuku ihtimaline binaen değildi. Sabahleyin güneş doğduktan ve her yer aydınlık olduktan sonra yine de “ Bayram Namazı Vakti” girmeden kurban kesilmemesi, cemiyette mevcut “Sosyal Müesseselerin, “Hizmet Almaya” hazır vaziyete gelmesine müsaade etmek içindi.
Sonuç olarak şu iki husus ağırlıklı olarak dikkat çekmektedir.
Bunlardan bir tanesi kurban müessesinin sonuç olarak iktisadi bir tavır göstermiş olmasıdır. her ne kadar kurbanlar takva için kesiliyor olsa da etleri çürümeye terk edilecek değildir. Dağıtılacak etler dostlukların yeniden canlanmasına, insanlar arası sevginin saygının kuvvet bulmasına muhtaçların unutuldukları düşüncesine karşı düşünüldükleri ve dolayısıyla yeniden ümitleneceklerdir.
İkinci olarak; düşünülmesi gereken şey İslam medeniyetinin insan kanı dökmekten uzaklaşılmasını temin için şükür gerekirken diğer taraftan milyonlarca koyun boğazlamayı başka bir sorun veya katliam olarak mı görmek gerekiyor denilebilir. Bu soruya cevap olarak öncelikle koyunun bir yaşının doldurmuş olma şartı bulunduğu hatırlanması gerekir. Ne olursa olsun kuzu kurban etmek mümkün değildir. İbadet maksadıyla bile olsa o hayvanın yaşama hakkı elinden alınmış olmamaktadır. Hamile olan hayvanlarında bile bile kurban edilmesinin yasak olduğu düşünüldüğünde açık bir şekilde o hayvanın yaşam hakkı tanınmış olmaktadır. Bu hayvanların ömür süreleri 1-5 yaş arasında olduğu düşünülürse zaten kesilecekleri hayvanın makul bir sürede kurban edilebileceği anlaşılmaktadır. Zaten hiçbir hayvan yaşlandı diye meralara bırakılıp ölünceye kadar serbest bırakılmamaktadır.
Madem insandan bu iç-güdüyü çekip almak kabil değilse neden zahmetli külfetli tehlikeli yollar ve usuller denemek yerine bu iç-güdüye “yalancı” hedefler göstermek ve onu bu hedeflerle avutup oyalamak toplum açısından çok daha kolay ve külfetsiz ve emin olmaz mıydı? Bu soru gerçekten sıkıntı yaratabilecek bir sorudur denilebilir. Zira cinsiyet iç-güdüsünü insanlarda kandırmak ve oyalamak için yalan yanlış hedeflere yönlendirilmesi halinde birçok mahsurlar zaten bilinmektedir. Batının seks konusunda bunu bir ihtiyaç olarak görmeye kadar vardıran anlayışında toplumun bugün geldiği nesepsiz çocuklardan tutun temel itibariyle hazza yönelmiş bulunduğundan asla tatmin olmamakta ve daima bir sevgiliden bir başkasına geçmekte ve toplum “sevgi” kavramının erdeminden yoksunlaşarak sevgiyi sadece uçkur için beraber olma olarak algılama başladı. Toplum böylelikle gittikçe derinliği olmayan bir duygusallık yaşamaya yöneldi.
Bu iç-güdülerin tatmin edilememiş olması sosyal bir gerilim olarak ileri aşamalarda da sosyal patlamalara verebilir diye düşünülebilir. Kurban kesen medeniyetler bu gerilimi kurban keserek telafi etme yollarına gittiler. Ancak kurban kesmeyen medeniyetler ise daha büyük felaketleri önlemek için daha az insanı feda edilmesi çıkar yol olarak göründü onlara. Onlar kurban kesen bizleri suçlarken kendilerini haklı göstermeleri nasıl mümkün olabilir? Hem siz kurban kesimini katliam diye nitelendireceksiniz, hem de bir kısım insanları kendiniz kurban ederek toplumun gerilimini hafifleteceksiniz ve iç-güdüleri daha az insanı öldürerek tatmin edeceksiniz. Bu yaptıklarına göre İslam medeniyeti takdir etmeleri gerekirken ve kendilerine eksik olduklarını kabul etmesi gerekirken kendilerini haklı gösterme gayreti içerisinde asıllarında mevcut ve bu eksiklik bu kusuru İslam’a atfetmek yoluna gitmişlerdir.
Psikolojide insan zihninde müdafaa mekanizmaları vardır. kişi bu mekanizmalarda kendini korumak ve hayatını sürdürmek ister. Bunlardan biride yansıtma, projeksiyon mekanizmasıdır ki kendinde bulanan eksiklik kusur ve noksanlar dolayısıyla başarısızlığa düştüğünde bir gerilim yaşamaya başlar ve bu gerilimden kurtulmak için kendi hatalarını görmek yerine bu hataları başkalarının üzerine atmak yani onlara yansıtmak ister. Çünkü insan çelişki ile birlikte uzun süre yaşayamaz. Ya başaralı olmalı ya da başarısızlık başkasına atılmalı yani yansıtılmalıdır. İşte kurban kesmeyen medeniyetlerin kendi gerilimlerini kamufle etmek amacıyla kurban kesen İslami medeniyetleri suçlamasını altında yatan neden budur.
Sonuç olarak kurban kesmeyen ve buna karşılık değişik gerekçelerle insanları öldürmekten bir türlü vazgeçmeyen medeniyetlerin bu yaptıklarından dolayı büyük bir suçluluk içine girmeleri tabii olarak görüyor. Bu durumda yaşadıkları bu sıkıntının ileri de kendilerinin suçluluk psikozuna çekmesine müsaade etmemek için ondan kurtulmaları gerekiyordu. İşte bu yanlışlıkları atabilecekleri toplumlarda doğal olarak karşı fikre sahip olan kurban kesen toplumlar olacaktı. Çünkü kendisine benzemeyen medeniyet bunlardı ve insan kanı üzerine var oluşunu kurmamış hatta daha da ileri giderek konuyu merhamet çizgisine merhamet taşımış ve “av hayvanlarını suya indikleri zaman öldürmeyin, güneş battıktan sonra yuvalarına baskın yapmayın” gibi benzeri prensiplerle hayvan kanı dökmeye karşı direnen İslam medeniyetine hedef seçtiler. Yani kendilerini hainlik, gaddarlık, zulümle kendilerine suçlayacakları yerde İslam’ı suçladılar.
Bu suçlamaların daha ziyade Batı ağırlıklı olması ve zaman içerisinde gittikçe yoğunluk kazanması üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır. Acaba neden bu yoğun saldırı devam etmektedir. Yalnızca kurban meselesinden dolayı mı yapılmaktadır yoksa başka nedenleri var mıdır?
Her şeyden önce Batı hiçbir zaman bitmeyen istilacı emellerinin karşısında en büyük engel olarak İslam medeniyetini görmektedir. Asırlar öncesinde de aynı nedenle haçlı seferleri ve daha başka adlar altında harpler başlatmıştır. Ancak daha sonra biraz daha akıllanmış ve bu mücadeleyi propaganda ile yürütme yöntemini kendi çıkarlarına daha iyi bulmuştur.
Eskiden yapılan savaşlar propaganda aletleri etkin ve yaygın olmadığı için acıları daha dar bir alanda kalıyordu ve çoğu kitleler gerçek durumunu bilemiyordu. Fakat son asırda iletişim araçlarını gelişmesiyle dünya çok daha küçük seslerin duyulabileceği küresel bir yapıya dönüştü. Böylece yapılan kötülükler ve haksızlıklar daha kısa yoldan dünyadaki geniş kitlelerce bilinmeye ve gerçekleri anlaşılmaya başlandı. Böylece Batı yaptıklarını hesabını bütün dünyaya bir nebze olsun vermek mecburiyetinde kaldı. Bu özellik onu suçluluk kompleksinden kurtarmak ve bir yerde kendisine yönelecek suçlamaları başka hedeflere yönlendirmek için bu iletişimi kendi çıkarları doğrultusunda propaganda adı altında yaptığı basın-yayın faaliyeti ile kullanmaya girişti.
Batı böylece kendisini temize çıkarmak için suçunu ve günahını, kendi yaptığı ile hiç de ilgisi olmayan ancak kendisinin muhalif gördüğü İslam medeniyetine çekmeye çalışırken bir başka haksızlık daha yapmış oluyordu.
*
ahi kul ahmed
Kurban Kesmeyen Medeniyetlerde Kan Dökme
1- Spor, Saldırganlık ve Kurban
Kurban kesmeyen medeniyetlerde kan akıtma ve can yakma tarzında tezahür eden sporlar ve bu istikamette şekillenen insan davranışları yaygın bir tablo oluşturur. Bu medeniyetlerde insan-hayvan ilişkisi olarak ortaya çıkan aşırı tavırlar kurbanın bir benzeri olarak ortaya çıkarlar.
2- Sonucu ateş, kan ölüm olan spor türleri :
a) Boğa güreşleri :
Boğa güreşleri asırlardır yapıla gelmekte ve bundan sonrada devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu güreş türü İspanyolların şiddet kültürü içerisinde önemli bir yer tutar. Boğalar dağlarda insan ayağı değmeyen yerlerde vahşi surette yetiştirilirler, zamanı gelince güreş yapılacak yere getirilir hantallaşmasın diye aç susuz bırakılır her vesileyle sık sık rahatsız edilerek sinirlendirilir ve kızdırılır. Güreşe çıkacağı esnada artık havyan çok tedirgin bir haldedir.
Matador yardımcıları hayvanı arenada bir uçtan bir ucu koşturup ellerinde ki pelerinle onları daha saldırgan hale getirip çekilip çıkarlar. Bu sefer gözleri sıkıca bağlı olduğu halde atlar ve ellerindeki kargıyla binicilerin arenaya gelirler. Ellerindeki kargıyla hayvanı delik deşik etmeye uğraşırlar. Son derece canı yanan kimseye kötülük yapmamış bu masum hayvan binicilerine gücü yetmeyince atlara hücum eder ve hırsını günahsız atlardan alır. Karnı parçalanan kan revan içindeki atlar toz toprak içinde debelenirken koruganların arkasında bekleyen yardımcılar bu hayvanları karınlarını çoğaldızla canlı canlı dikerek tekrar boğanın boynuzlarına gönderirler… ölünceye kadar…
Daha sonra bir inek getirilir. Boğanın bunu aşması beklenir bunu mütakip yeni tahrik edilir ve tekrar eski haline getirilir. Sonunda boğa bu halleyken arenaya matador çıkar ve güreş iki ihtimalden biriyle nihayet bulur.
Ya boğa ölür ve arka ayaklarından bağlanarak sürüklenip götürülür ki buda orta çağdaki ayaklarından sürüklenen öldürülmüş engizisyon mahkemeleri sanıklarına benzer.
Ya da az bir ihtimalle bir matador boğanın boynuzları altında can verir.
b) Boks :
Boks maçları da sonucu itibariyle boğa güreşlerinden hiç de az tehlikeli daha az dehşetli ve daha az ürkütücü değildir. Arenada ki hayvan kanı yerine ringlerde insan kanı dökülmektedir. Amerika da boks adeta bir sanayi dalını andırmaktadır. Bu maçlarda insanların daha çok para ödeyerek ringin en yakın etrafında bulunmak istemeleri gerçekten düşündürücüdür. Orada ne bir manzara seyri, ne bir musiki notalarına yakınlık, ne bir harikalar diyarı ne de bir sanat eseri seyredilecektir. Bu açık bir vahşete ve ondan zevk almaya bilet almaktır ve yakın olmaktır. Çünkü bilenmektedir ki bir kuvvetli bir zayıfın mutlaka ezecektir. Gittikçe zayfılamak tükenmek vücudun da daha çok darbenin net bir şekilde indiğinin görülmesi seyredenlerin zevkini artıracaktır. Neticede taze kan kokusu ve arkasından gelen beyin sarsıntısı onun arkasından kayan gözler ve donuk göz bebekleri ve çaresizliği görmek ve diz üstü çöküş sırasında kişinin kendini galip olanın yerinde hissetmesi doğrusu büyük bir zevk. İşte ringe yakın olmanın kutsal gerekçeleri.
Buradaki felsefe tamamiyle üstün insan kavramına uygun bir tanımlamaydı. Çünkü batı medeniyetinde zayıfa yer yoktu bütün hak kuvvetlinin ve bütün itibar kuvvetliye idi. Bütün gözler ve gönüller omuzlarda ki kahramana idi. Halbuki yolda ve başka bir yerde bir kimsenin bir başka kimseyi öldürmesi ceza alıyor fakat on birlerce kişi önünde insanı gurur ve haysiyetini on paralık edercesine bir saat eze eze, acı çektire çektire, döve döve, öldüren kişi kahraman oluyordu.
3- Diğer spor dalları :
Otomobil yarışları ateş, kan ve ölüm üçgeninden oluşur. Bu spor grek-roma medeniyetinde az çok farklarla benzeri tablolar daima tekrarlanır. İnsan davranışlarındaki kan akıtma, can yakma, vurma- kırma şeklinde tezahür edilen içgüdüler bulunur. Şekilden ziyade bu ifadelerin amaç olarak meydana gelmesi esastır. Grek medeniyetinde birde insan hayvan ilişkisi şeklinde aç bırakılmış hayvanların eline hiçbir şey verilmeyen insanları parçalamaları büyük bir zevkle seyirciler tarafından seyredilirdi.
Eski Roma’da birde yağlı mermer üzerinde yağlı güreşler tertip edilirdi. Güreşirken ayağı kayarak dengesini kaybedip düşen öbür esnada eli, ayağı, kolu, bileği kırılan güreşçiler olurdu. Bazen da güreşçilerden birisi diğerine kaldırıp beyin üstü vurarak kafa tası yağlı mermer üzerinde kan revan içinde parçalanırdı. Yani kan ceset ve insan ve bundan büyük bir zevk alan seyirciler, insanlar… insanlar.
Pankreas güreşçileri bu anlatılanın en önemli günümüzdeki temsilcileridir.
Çıplak yumruklarla yapılan Tayland boksu güreşin ve boksun bütün dehşetini üzerinde toplar.
Roma’da esirler ellerine silah verilerek birbirlerini öldürmek zorunda bırakılırlardı. Bundan başka altında ateş yanılan yağlı direkler üzerinde insanlar birbirlerini öldürmeye zorlanırlardı. Bunun devamlılığı için gladyatör okulları meydana getirildi.
Bir Roma vatandaşı sevdiği kadına kendinden bir şey vermek istediği zaman onunla bu okullardan birine gider, gladyatör tutar bunları dövüştürürdü. Bunlardan öleni sevgilisine kurban olarak adamış olurdu. Boğa güreşlerinde matadorun boğayı öldürdükten sonra kulağını kesip ithaf ettiği kimseye vermesi gibi.
Roma’da ayrıca araba yarışları yapılırdı. Kazanmak için her yol mübahtı.
4) Futbol :
Futbol nedir?… Nasıl oynanır? Sporcular büyük bir heyecanla sahaya çıkarlar. Hakemin düdüğü ile maç başlar. Topa vururlar: Var kuvvetleriyle, bütün güçleriyle vurular… Maçın başındaki heyecan, yerine yavaş yavaş hırs ve öfkeye terk eder. Bu hırs ve öfkeyle, topu patlatırcasına, kale direklerini yıkarcasına ve ağları parçalarcasına vururlar, vururlar, vururlar…
Bir müddet sonra bu hırs ve öfkenin tesiriyle, futbolcuların hareket ve davranışları kendi kontrollerinden çıkar. Bunun tabiî düşünmeden, orasına burasına tekme atma, çelme takma, itme kakma gibi birtakım hoş olmayan, centilmenlik dışı davranışlar içinde kendilerini bulurlar. Oyun sertleşmiştir. Fauller, sakatlanmalar, maç kesintileri, maç iptalleri gibi birtakım istenmeyen haller zuhûr eder.
Seyircilere gelince, onlar, sahada bütün bu olanlardan tabiatıyla tesir almışlardır. Bu gerilimi bizzat kendileri başlatmıştır olmaları itibariyle, sahadan devraldıkları bu ilave gerilimle, son derece sinirlidirler. Tahrik olan fakat tatmin bulamayan iç-güdülerin tesiriyle seyirciler bağırmaya, çağırmaya, küfretmeye ve ellerine ne geçerse şişe, taş vs… sahaya ve oyunculara atmaya başlarlar.. Bu arada ellerinde kimyevî maddeleri sahaya püskürten seyirciler, zararlı olmaları bakımından farklı iseler de, tâbi oldukları psikoloji mekanizması itibariyle onlarla aynıdırlar. Zamanın geçmesiyle kabaran bu iç-güdülerinin tesiriyle seyirciler, artık ne sahada sporcuların birbirlerine tekme atmalarından, onların birbirlerini itip kakmalarından tatmin bulmaktadırlar ve ne de kendi kendilerine bağırıp çağırmalarından, oyuncuların neresine gelirse gelsin onu bunu atmalarından rahatlamaktadırlar.
Onlar artık arenada, yani sahada, kan görmek istemektedirler. Birtakım ölüm vakalarına şahit olmayı dilemektedirler. Arenada yerlerde yatan birtakım cesetler görmeyi arzu etmektedirler.
Fakat sahada ufak tefek hadiselerin dışında, bu beklenilenlerden hiçbiri vâki olmayınca ve ayrıca seyircilerin elleri, oyuncular ve hakemlere zara vermeye daha fazla ermeyince, patlama haline gelmiş olan bu iç-güdüler, ilk merhalede kendilerine daha yeni ve gerçek hadefler arayacaklardı. Bu potansiyel, tahrip edici güç olarak kendi içine yönelecek ve kendini hedef seçecektir.
Bundan sonra artık seyirciler o âna kadar yüzünü görmedikleri, ismini işitmedikleri, hiçbir suçu ve günahı olmayan kendileri gibi seyircileri hedef alacaklar, onlarla gırtlak gırtlağa kavga etmeye, yumruk yumruğa dövüşmeye, ellerine ne geçerse birbirlerinin kafasına, gözüne vurmaya başlayacaklardır. Bu durum, kısa zamanda kitle hareketi haline dönüşecektir. Tabiîdir ki, bu kadar kişinin birbirine girdiği bir ortamda, kısa zamanda tribünlerde, şu kadar ölü, bu kadar yaralı ve bir o kadar yakılmış mahal ortaya çıkacaktır.
Ne yazıktır ki seyirciler, bu yaptıklarıyla tatmin bulmazlar, boşalmazlar ve stad dışına taşarak, önlerine çıkan arabaları ters çevirip ateşe verirler, dükkânlara hücum ederler, kepenkleri parçalarlar, camını çerçevesini kırar, içlerindeki malları sokaklara döker, daha sonra üst üste yığıp yakarlar, elektrik direklerini devirirler, çöp kutularını, yolcu duraklarını eğip bükerler… Kısacası, önlerine en gelirse, canlı cansız, çılgın bir sel gibi süpürürler…
Zamanla öfkeleri diner, rahatlarlar ve yavaş yavaş dağılıp giderler. Geriye milyonlarca zarar-ziyan, şu kadar ölü ve bir o kadar da çoğu ömür boyu sakat yaşamaya mahkûm yaralı kalmıştır. Latin Amerika, İngiltere ile kıta Avrupası’nda bu çeşit hadiseler hiç dinmez, her sene ve her zaman tekerrür edip gider…
Vardığımız bu noktada artık gerçekler, meseleyi anlamak hususunda, bizleri daha teferruatlı tespitler yapmak zarûretiyle yüz yüze getirmiş bulunuyor.
- Futbol maçlarında seyirciler ile futbolcular arasına tel örgüler, derin hendekler ve aşılması güç daha başka engeller konulmuştur. Hatta futbolcuların sahaya giriş çıkışları bile, seyirciler arasında değildir. Bütün bunar yetmiyormuş gibi, emniyet kuvvetleri, polis, jandarma, inzibat, maçın kritik oluşuna göre askerî birlikler, celbedilmiş hazır kuvvet olarak beklemektedir.
- Boks maçlarında seyirciler ile ring arasında hiçbir engel yoktur. Hatta seyirciler ringin etrafını müdahaleye maruz kalmaksızın doldurmuşlardır bile. Seyirciler ile boksörler arasında hiçbir engel bulunamamasına karşılık hiçbir engel bulunmamasına karşılık, güvenlik kuvvetleri yok denecek kadar azdır. Boksörler ve hakemler, ringe halkı arasından geçerek gelirler ve yine halkın arasından geçerek giderler. Hatta yan hakemler, masalarında, halkın arasında oturur. Maç esnasında, evveli ve sonralarıyla hakemlere ve ringe bir şey atılmaz, hakemlere kötü sözler söylenmez…
- Futbol maçlarında, tribünlerde seyirciler arasında kavga ve stadyum dışında kitle hareketleri mevcuttur.
- Boks maçlarında seyirciler arasında kavga ve spor salonu dışına taşınmış kitle hareketleri yoktur.
Bunların böyle olması, yani futbol maçlarında seyircilerin stadyum içinde ve dışında yaptıklarına karşılık boks maçlarında seyircilerin spor salonu içinde ve dışında hiçbir şey yapmamaları, herhalde tesadüfî değildir. Bunu gibi, herhalde yine seyircilerin bu maçlara mahsûs, daha tutarlı davrandıkları da iddia edilemez. Bunlara ilâveten, futbol maçlarından hakemlerin hiç haksızlık yapmadıklarını söylemek de doğru olmaz. Gâyet tabiî yine boks maçlarında, boksörlerin birbirlerine kaide dışı davranmadıklarını da iddia etmek kabil değildir.
Öyleyse, bu iki spor türünde, seyirciler bakımından ortaya çıkan bu iki zıt tutum, nereden doğmaktadır?
Mademki yapılan bu sporların temelinde saldırganlık iç-güdüsü vardı. Bu durumda onu tatmin olup-olmaması önemlidir. Nitekim boks maçlarında seyirciler, ringde olup bitenlerden memnundurlar, bütün bu olanlardan rahatlamışlardır. Bunun ötesinde, şu veya bu boksörün galip gelmesi, şu veya bu boksörün hakkının yenmesi, şu veya bu boksörün usûl harici davranmış bulunması, onların hiç ilgilendirmeyecektir. Ringde olanlardan, istenilen ve beklenilen gâye hâsıl olmuştur.
Buna mukabil futbol maçlarında, seyircilerin tahrik olan iç-güdüleri, sahada bütün bu olanlardan tatmin bulamayınca, seyirciler bizzat kendileri bu iç-güdülerine, tatmin aramak gibi bir zarûretle karşı karşıya kamışlardır. Bunun için de stadyum içinde ve dışından hoş olmayan hadiselerin zuhûruna sebep olmuşlardır.
Bu olanları mazur görmek ve göstermek isteyen kimselerin, futbolun bir takım oyunu olduğunu ve bu sebeple de bu yapılanların bir nevî takım taassubundan ileri geldiğini söylemek gibi bir gayret içine düştükleri görülmektedir. Fakat bu konuda karanlıkta kalmış birkaç noktanın mevcûdiyeti, zihinlerde tereddütlerin doğmasına ve insanın bu söylenenlere şüpheyle bakmasına sebep olmaktadır.
a) Spor çeşitleri arasında, takım halinde oynanan, futboldan daha başka spor türleri mevcuttur. Bunlardan voleybol, basketbol, eltopu (hentbol), su topu vs… gibileri sayılabilir. Fakat bunlardan hiçbirinde, seyirciler açısından bu çeşit hadiseler görülmez. Halbuki bunlar da takımdır ve bunların da taraftarları vardır, maç esnasında seyircileri mevcuttur. Böyle olunca, futbol maçlarında olanları, futbolun bir ekip oyunu olmasıyla izah etmenin yetersizliğini ortaya çıkar.
b) Futbol maçlarında çıkan hadiselerle, bu olayların kaynakları ile seçilen objeler arasında tutarsızlıklar vardı. Bu durumda, evvela hadiselerin kaynakları üzerinde durulması hususu önem kazanmış olur. Hadiseler bu maçlarda üç kaynaklıdır:
- Hakemin yetersizliği, taraf tutması gibi sebeplerden ötürü çıkan ve yayılan hadiseler,
- Rakip takımın üstün oynamasından ve buna karşılık tutulan takımın kötü oynamasından ötürü çıkan ve yayılan hadiselerdir,
- Tutulan takımın güzel oynayıp galip gelmesi sonucu çıkan ve yayılan hadiseler.
Bu üç ayrı kaynağı, ikiye indirmek mümkündür. Çünkü hakemin taraf tutması, tutulan takımın mağlubiyetine sebep olması bakımından önemlidir. Bu itibarla, gösterilen infialler ve coşkunluklar, iki temel üzerine kurulmuş bulunuyor.
Bu durumda, mağlup olmak ve hakemin taraf tutması gibi ilk iki kaynak itibariyle gösterilen infialler, sınırlı kalma şartıyla takım taassubu şeklinde değerlendirilebilir. Fakat bu protestolar, sınır ve ölçü tanımamıştır. Bu durumda, seyircilerin kinleri, öfke ve gazapları, büyük ölçüde yine kendileri gibi seyircilere yönelmiştir. Halbuki bu kimseler, hakemlerin verdiği kararlardan sorumlu tutulmamalıydılar, yine bunun gibi sahada topa vuramayan oyuncuların acemîliklerinden onlar mesul olmamalıydılar. Stadyumun dışında her şeyden habersiz yoluna giden kimseler, bu öfkenin hedefi olmamalıydı. Hastasına giden doktorun arabasını ters üç çevirip yakmak abesti. Stadyum dışında kalan insanlar sahaya müdahale etmemişlerdi, kalabalıklara fikir beyan etmemişlerdi ki kalabalığın taassup duygularını tahrik etmiş olsunlar.
İkinci ihtimalin vukuunda ortaya çıkan hadiseler, meselenin ciddiyeti hususunda, bizlere önemli ipuçları verir. Zira tutulan takım güzel oynamış ve galip gelmiştir. Netice hâsıl olmuştur. O zaman, niçin stadyum içinde ve dışında hadiseler vardır ve devam etmektedir? Kalabalıklar niçin sokaklarda bağırmakta, çağırmakta, yolları kesmekte, oraya buraya saldırmakta, etrafa ölüm saçmaktadırlar?
Bütün bunların taassupla ilgisi olmamalıdır. Bir değerler sistemine taassupla bağlı kişiler, kendi inançları istikametinde yapılacak her türlü yardım ve desteği memnuniyetle kabul edecekleri gibi, kendilerine ve kendi değerlerine karşı çıkılması halinde ancak bu kimselere cephe almaları bahis konusudur. Yoksa kendilerine karşı hiçbir kanaat belirtmemi, taraf tutmamış, bu konuda hiçbir şey ihsas etmemiş kimselere karşı, hiçbir şekil ve tarzda kesin tavır içine girmezler.
Netice itibariyle, cemiyet içerisinde ortaya çıkan hadiselerde kaynakların farklı oluşu, düşüncelerimizin şu noktaya götürür: ayrı kaynaklardan doğan hadisler, kendilerine göre ayrı bir yapı oluşturacaklardır. Fakat bununla beraber yine açıktır ki, bu ayrı kaynaklardan doğan hadiseler, aynı davranış kalıplarıyla tezahür edebilirler. Bu durumda, usûl bakımından tezahür eden bu davranışlardan geriye doğru gitme, meseleyi anlamak hususunda bizlere büyük imkânlar vaad edecektir.
Nitekim takımların mağlup olmasıyla kendini gösteren hadisler bütünüyle, galip gelmesi sonucu ortaya çıkan vukûât arasında hiçbir farkın bulunmaması, yapılan bu çalışmanın isabeti hususunda bizleri ümitvar etmektedir.
Sonuç olarak, mağlûbiyet-galibiyet gibi birbirine zıt iki vakıanın aynı davranış kalıplarıyla tezahür etmesi, buraya kadar yapılan tespit ve yorumların isabetine delalet edecektir. Bu itibarla, bu tespit ve yorumları hafızalarımıza tevdi ederken, son olarak, bunları ana-hatlarıyla, bir defa daha tekrarlamamızda fayda vardır:
Gerçekten bu maçlarda ortaya çıkan hadiselerde bütün mesele, ne futbolun bir ekip sporu olması ve ne de takım taassubu veya takım tutma gayreti içine düşülmüş bulunmasındadır. Bunların hepsi birer paravandır. Bu takımlar ve daha geniş mânasıyla bu çeşit sporlar, insanlarda mevcut vurma-kırma yakma-yıkma, tahrip etme, öldürme gibi iç-güdülerin tatmin bulup, böylece kişilerin rahatlamasına matuf birer araçtırlar. Yoksa onları ne şu takımın galibiyeti ve ne de bu takımın mağlubiyeti alakadar etmektedir. Onlar, yapmak istediklerine mazeret bulma ve işledikleri cinayetlere meşruiyet kazandırma gayreti içindedirler. Böylece onlar, cemiyet içerisinde katil, canî, zalim,hain, gaddar, sadist… vs. gibi sıfatlara maruz kalmaktan kurtulacaklardır. Daha önemlisi, bu insanların konudan yakalarını kurtarmaları husussunda, bu takımlar, büyük roller üstlenmiş olacaklardır.
Netice itibariyle, son asırlarda insanlar, bu takım tutma maskesi altında, gerçek yüzlerini hep saklamışlardır. Nitekim bu asırlarda futbolun bu kadar rağbet bulması, onun bu hususta kullanılmaya en müsait spor dalı olmasındandır. Zira vurma, kırma, öldürme gibi iç-güdülerin tatmini maksadıyla, bütün bu yapılanların spor denilen hafifletici isimler altında toplanması, bunların her zaman ve her yerde tekrarını ve devamını sağlamak içindir .
Eğlence :
Eğlence, aklı reddeder. En azından ondan hoşlanmaz. İnsanda mevcut iç-güdülerin depo edildiği şuur altı, zevk ve has prensibine göre çalışır. Daima rahatı arar elem ve ızdıraptan kaçar. Eğlencede ilk akla gelen şey içkidir, daha sonra da zaman ve onun ayrılmaz parçası ışık söz konusu olur. Beşeri davranışlarda zaman-mekan boyutları içinde gelişir. Aklı reddeden medeniyetler geceyi tercih ederler, aklı öne alan medeniyetler ise zaman dilimi olarak gündüzü seçerler. Bir ülkenin geleceği eğlence kültürünün kontrol edilmesinde yatar. Çalışan insanlarda vazife şuuru ve iç prensibi öne çıkar. Dini şuurda ibadet hanelerde varlık bulur. Milli bayramlarda da milli şuurlar öne çıkar, işte bu üç unsuru bozmadığınız sürece toplum bozulmaz.
Sonuç olarak eğlence konusunda bir ihmal daha büyük sorunlara kapı açar. Diğer taraftan kurban kesmeyen medeniyetler eğlencelerin bünyesine içki kabul etmiş olmakla ve zaman konusundaki tercihleriyle önemli olaylara kapı açmışlar demektir. Böylece eğlenceler ateş-kan-ölüm den oluşmuş bir üçgen üzerine kurulmuş olmaları itibariyle kavga, yaralama, cinayet gibi bir takım kanlı hadiselerin oluşmasına zemin hazırlamışlardır.
Oyunlar:
Oyunlar eğlencelerin bir sonra ki kademe de daha organize olmuş ve daha teşkilatlanmış bir şekilde ortaya çıkmalarıdır. Tabidir ki oyunlar eğlencelerin bir devamı ve içinde bulunduğu medeniyetin bir parçasıdırlar. Trajedi ve dram kin, nefret, intikam, ihtiras gibi duyguları ele alır ve ateş-kan-ölümden oluşmuş bir üçgeni temsil eder. Komedi de bunun bir parçası olup insan kişiliğini aşağı düşürmede oldukça etkindir. Bunun arkasından intihar ve idam gibi menfi değerler gündeme gelir.
Ateş Tutkusu :
Kurban kesmeyen cemiyetler yalnızca batıda değil doğdu da vardır. Arada ki fark sadece usül yönündendir. Birisi kan ile bir diğeri ateş ile sonuca varmak ister. Yani batıda kan-ölüm şeklinde gelişin davranış biçimi diğer medeniyetlerde ateş-ölüm tarzında gelişir. Hint medeniyetinde kocası ölen kadın diri diri yakılırdı, halbuki kadının suçu yoktu. Bu durum geride kalanlara bir saldırganlık iç-güdüsü tatmini vermek istiyordu denilebilir. Mecusiler de binler yıllar boyu ateşe tapmışlardır. Ona bir kutsiyet vermişlerdir. Sonra da ölülerini bu ateşte yakmışlardır. Afrika’da ki kültürlerde de iktidar kabileler ateşe önem vermişler etrafında dans ederek onunla bütünleşmek istemişlerdir. Eski Roma’da altında ateş yanan yavru sırıklar üzerinde dövüşmeye mecbur bırakılan esirler dengesini kaybedip düştüklerinde yarı çıplak vücuduyla diri diri yanıyorlardır. Engizisyon kararlarından da diri diri ateşte yakmak cezası da vardı.
Sınıflaşmalar:
Kurban kesmeyen medeniyetlerde insan ilişkileri son olarak bir sınıflaşma eğilimine yöneleceklerdir. Şuur atlı dinamitlerinin tesiri ile oluşan hareket ve davranışlar dış dünyada kendini tatmin etmek isterken bir yerde de cemiyetin değerlerine göre oluşmuş müedeler bu iç-güdülere ket vurmak isterler. İç-güdünün saikiliğiyle önüne gelene sövüp sayıp öldüremeyeceğine göre beşeri münasebetleri bozmadan iç-güdülerine karşılık vermenin yollarını aramaya başlarlar. Saldırganlık iç-güdüsü kişinin başkalarını küçümseme onlarla alay etme, onlar üzerinde otorite tesis etme, onları dövme, sövme dışa aksettirmek isterken bu istek ve gayretler büyük ve ciddi tehlike doğurur. Halbuki aynı şuur altına sahip kimseler böyle teker teker değil de kendi aralarında birleşip organize olmaları halinde hem bu iç-güdüye tatmin bulmuş olacaklar, hem de bu iç-güdünün dışlanması sonucu doğabilecek tehlikeden kendilerini kurtarmış olacaktır.
Böylece üstün zeka fizik güce sahip para ve malı elinde tutan itibarlı kimselerin bir araya gelmeleri ve kendi aralarında teşkilatlanmaları ile cemiyet içinde üstün sınıflar tesis edilmiş olacaktır. Bu sayılan varlıkları az olan kişilerde doğrusal olarak aşağı sınıfları oluşturacaklardır. Baron, dük, kont, raca, mihrace, vs. gibi isimler üst sınıflara serf ve parya gibi adlarda bu insanların nasıl davranması gerektiğine bir mesajın beraberinde taşıyacaktır. Kast sisteminin uygulandığı medeniyetler buna örnektir. Amerika da sınıf şuuru beyazlarda baskın olduğu için beyaz, siyah ve kızıl dereli ayrımları yüzyıllar boyu acılarla devam etmiştir. Eski Mısır, Çin, Japon, Roma ve Brek medeniyetleri bu ayrımları en doruk noktada yaşayan toplumlardır.
Kişinin Kendine Karşı Tavrında ki Sapmalar :
İntihar;
Alkol alışkanlığı,
Saldırganlık iç-güdüsü,
Müsekkin ilaç alışkanlığı,
Uyuşturucu alışkanlığı ( esrar, eroin, morfin, LCD)
Tehlike tutkusu ve alışkanlığı ( Rus ruleti, akrobasi, rekor denemeleri, yaşama iç-güdüsü ( Ölüm iç-güdüsünü de beraberinde barındırmaktadır)
Kişinin Başkalarına Karşı Sapmalar
Düello
Linç
Kumar
Akıl hastalıkların tedavisinde sapma ( kırbaçlama)
Harpler
*
ahi kul ahmed
İsmail a.s., ibrahim a.s.,gerilimin azalması,kan akıtmak vacip, et dağıtmak sünnettir,hayata dönen insandır,Kurban’ın ilk insandan itibaren var olması onun bir dini hüküm olması yanında sebeplerinde anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Özellikle İbrahim (as) olayında bir insanın yerine bir koçun feda edilmiş olması adeta bir insan nüfusunun korunarak artmasının amaçlandığı şeklinde anlaşılabilir.
Kesilme filli kan akıtma tavrına dalalet eder. Bu noktada akacak kan önem kazanır. Bu akacak kan koçun kanı olduğunu göre akmayacak kan olan İsmail’in kanına yani ( insanın kanına) denk olmuş olur.
Bu durumda “Hz. İsmail hayata dönmüştür” önermesi mantıki açıdan şu önermeleri de beraberinde getirir.
-“Hz İsmail daha uzun seneler yaşamıştır”
-“Hz İsmail’in nesli devam etmişti”
- Hz İsmail tekemmür etmiş ve peygamber olmuştur”
Özet olarak kurban kesilmesi ile Hz İsmail uzun ömürlü olmuş nesli çoğalarak devam etmiş, uzun ömürlü olmakla manen tekamül etme imkanı bulmuştur.
Bunu tersinden düşünürsek İsmail (as) kurban edilmiş olsaydı genç yaşta ölecek, ondan gelecek nesiller de onunla beraber kurban edilmiş olacaktı ve Hz İbrahim’in bizzat oğlu İsmail den gelecek nesli yine onunla beraber yok olup gidecekti. İlave olarak çocuk yaşta öleceği için tekamül etme imkanı bulunmayacak, tekamül yarıda kalacak ve sonuç olarak da peygamberlik bahis konusu olmayacaktı.
Sonuç olarak insanlar uzun ömürlü olacaklar ve nesiller çoğalarak devam edeceklerdir. Nihai sonuç olarak bir cemiyette kurban kesilmesi o cemiyette nüfusun artmasına sebep olacaktır.
Nüfusun nasıl çoğalacağına ilişkin iki önerme şöyledir.
- Kişiler gerileme düşmezler
- İnsanlar, kan dökmekten sakınırlar.
Şayet cemiyet kişiye devamlı bir gerilim veriyorsa, bu gerilim kişiler arası ilişkilerde kendini gösterir. Nitekim cemiyet içerisinde çıkan kavgalar, dövüşler, vurmalar, kırmalar, cinayetler, intiharlar, her türlü suç işlemeler hepsi belirli bir gerilimin bir haddi aşması sonucudur.
Bunu aksine şayet cemiyet kişiye hayatı sürdürebilmek için lüzumlu olan makul bir gerilimin üstünde bir gerilim vermiyorsa böyle bir cemiyette kişiler arası ilişkilerde yumuşaklık ve esneklik sonucu öldürme yaralama vb vakalar azalacaktır.
Özellikle sevginin aktarımında toplumsal değer yargıları ile birebir temas dediğimiz tokalaşmak, yanakları değdirerek öpüşmek, arkadaşının koluna girmesi, sırtını sıvazlaması, küçüğün başını okşaması gibi fiziki temaslar sevgi aktarımının en önemli ögeleridirler. Japon toplumunda emir baskın bir yapı beraberinde fiziki teması da önlemekte ve örneğin; beş yıl Amerika da doktora yapan bir Japon kızı anne ve babasıyla karşı karşıya geçiyor üç metreden ellerini kavuşturup eğiliyor ve bir saygı sözcüğü ile iş bitiyor. Hiçbir temas yok.
İnsanın gerilim anında hedef olarak karşıdaki kişiye yönelemese kendini hedef seçer. Bu bir gerilimin hedef almasıdır. Bu yüzden Japonlarda emredici toplum olmanın yanında temassızlığın etkisizliğiyle insanın hedefi kendisi olarak seçmesiyle harakiri denen intiharlar çok büyük boyutlara ulaşmaktadır.
Kurbanın Prensipleri
Kurbanın başlangıçta iki prensibi dikkat çeker:
- “ Kan akıtmak vaciptir”
- “ Et dağıtmak sünnettir”
Bu tanıma göre bir kimse kurban kesse ve kurbanın eti elde olan veya olmayan sebeplerle zahi olsa ve böylece hiçbir canlının işine yaramasa bu takdirde kurbanı yeni kurbandır. Zira durumlar böyle bile olsa kurban ibadeti yerine gelmiş vacip ifa edilmiştir.
Yukarıdaki bu önemli tespitler iyi anlaşılınca; kümes hayvanlarını niçin ve neden kurban edilmedikleri daha iyi anlaşılacaktır. Kümes hayvanları kurban edilmezler çünkü onlardan akacak kan, insanda mevcut bu içgüdüye tatmin sağlamayacaktır. Yoksa onların cüsselerinin ufak ve dolayısıyla etlerin az olmasından değildir. Zira Et, kurbanın ilk ve daha sonraki hedefleri arasında değildir.
Halbuki günümüzde sosyal muhtevası öne çıkarılarak cemiyette sosyal dayanışmaya yönelik unsuru öne çıkarılmaktadır. Bu anlayış kurban kavramını daraltıcı sadece et yeme bayramı haline getirerek sınırlandırmaktadır ve asıl amacından uzaklaştırılmış olmaktadır. Kurbana ilişkin sorunların bu bakış açısıyla yorumlanmaya çalışması da içinde çıkılması zor ikinci bir yanlışlar zümresini ortaya çıkaracaktır. Eğer böyle olursa etten ziyade ilaca ihtiyacı olan bir kimseye ilaç alıp vermenin kurban yerine geçmesi icap edecektir. Halbuki ilaç bedeli asla kurban yerine geçmez. Bu sözlerimizle kurbanın infak yönü küçümseniyor zannedilmemelidir.
Bir diğer yönden iktisadi olarak meseleye bakıldığında ortaya çıkan para arzı ve devri küçümsenmeyecek önemli boyutlardadır. Bu tavır hayvan yetiştiriciliğini teşvik ve iyiye de prim anlamı taşır. Ancak kurbanı sadece bir iktisadi yönüyle tanımlamak da yanlış olur. Kurban, iktisadi bir tavır değildir.
Eğer böyle olsaydı kurban kesmek yerine fakire verilecek parayla bu fakirin kasaptan et alması suretiyle bu amaçlar gerçekleşmiş olabilirdi. Bununla da piyasaya para arz edilmiş olabilirdi pekala. Üretim ve tüketim de armış olurdu. O zaman sadece geriye bir kurban külfeti ortada kalırdı. Halbuki bütün bu et ve teferruat olan şeyler, gerçekleşmiş ulvi bir gayenin tahakkukunun sonrasında imkanların zayi olmaması içindir.
Kuran-ı Kerim bugünkü psikologların özellikle Freud insan konusundaki tespitinden bin üçyüz yıl önce tereddüte mahal bırakmayacak şekilde kendi veciz üslubu içinde beyan ediyordu:
“ (Ey habibim), o vakti hatırla ki Rabbin meleklere, – ben yeryüzünde ( hükümlerimi yerine getirecek) bir halife ( bir insan) yaratacağım, demişti. Melekler de – biz seni hamdinle tesbih ve noksanlardan tenzih etmekten olduğumuz halde, orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?, demişlerdi. Allah, – ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim, buyurdu .
Yukarıdaki ayette meleklerin insanlar için “ kanlar dökeceklerdir” tarzındaki hükümleri son derece önemlidir. Burada hüküm, hükmün iç yapısından gelmektedir. İkinci olarak “Kanlar” dökeceklerdir şeklindeki hükümde “Kanlar” kelimesi öznedir ve çoğuldur. Hüküm; “ Kan dökeceklerdir” şeklinde değil de “Kanlar dökeceklerdir” şeklinde gelmiştir. Yani özne çoğul olarak gelmiştir.
Burada ilk akla gelen ihtimal “Kanlar” çoğulunun “Çok kan dökecekler” manasına mübalağa ifade etmesidir.
İkinci olarak daha kapsamlı ve şümûlü mükemmel bir yorumu büyük alemlerden es-Seâlibî’de görüyoruz. Anılan eserin kanlarla ilgili (ed-Dima) adlı maddesinde şöyle demektedir. “Arap lisanında vücuttaki her uzuvdan (burun, iç organlar, sırt, vs.) akan kana başka başka adlar verilmiştir. Kanlar manasına gelen ed-Dima kelimesi, vücuttaki başka başka organlardan akan başka başka kanların hepsini birden şümûlü içine almaktadır”
Es-Seâlibî’nin bu muhteşem tespiti konuyu bütün yönleriyle izah etmektedir. Zira boks maçında burnundan akan kan, boğa güreşlerinde ve düelloda iç organdan akan kan, kırbaç darbeleriyle sırttan akan kan bir yerde aynı olmakla beraber bir yandan da insanlara farklı ve değişik tatminler sağlayacaktır.
*
ahi kul ahmed
ZİKİR
Zikir; anmak, hatırlamak, yâd etmek, anlamlarına gelir. Anılmaya en layık olan Allah (cc) olduğu için zikir dendiğinde akla O gelmektedir. Namazın “zikri ekber” olarak anılması onun hem lisanen, hem de bedenen anılmış olmasındandır. Zikir’in sadece tarikatlarda belli biçimlerle yapılan bir ibadet nişanı veya alameti olarak gösterilmesi büyük bir yanılgıdır. Allah kulu ile beraber hayatın her anına müdahale etmektedir ( Er Rahman suresi– O her an bir iştedir) bu yüzden zikri de hayatın içinde birlikte yapmak gerekir. Allah rızası için hayra dalalet eden bir şeyler öğrenmek ve öğretmek de bu zikre dâhildir. Haramdan sakınmak bile yolda giderken zikirden sayılır. Kutsi kelimeleri nerede söylerse söylesin kişi zikirdedir. Ticaretinde ölçüyü doğru tuttukça zikirdedir. Hayatını Kurana uyduran her insanın yaptığı şeyler bir zikirdir. Allah Resulünü hatırlamak insanı Allah’ı anmaya götürdüğünden sünnetler dahi zikre dönüşür. Farz ve sünnet veya Kuran ve hadis gibi dualizm yani ikilik İslam da yoktur. Sünnet ya da hadisler Peygamber Efendimize verilenler ve peygamber Efendimizin Kurandan anladıklarıdır. Dereceleri farklı olmakla beraber hepsi tek bir tevhidi ifade eder ve tektir. Ayeti kelimede “ hiçbir şey yoktur ki onu tesbih etmesin ve Ona hamd etmesin” buyrulmaktadır. Böylece anlıyoruz ki hamd ve tesbih zikrin bir şubesidir.
Dağlar ayakta durarak (kıyam), ağaçlar kökleri ile ve gölgeleriyle secde ederek, ve mahlukatta ön ayakları yerde olmak üzere rüku ederek Allah’ı zikrederler. Ancak onların zikirlerine biz anlayamayız. Mesela; köpeğin bir günlük zikri 20.000’dir. Eşeğin bir günlük zikri mahlukat içinde en az ve 5.000’dir. İnsan ise inansın ya da inanmasın aldığı nefesi verirken huuu diye bir ses çıkarır ki bu Arapçada ki hüve’nin kısa okunuşu olup O yani Allah’ı işaret eder. bu yüzden kafirlerde inanmadıkları halde Allah demekten müstağni olamazlar. Ancak fıtrı olan bu zikir yerine Allah katında değerli olan irade ile yönelinmiş idraki Allah’ın zikridir önemli olan.
Ayette “onlar Allah’ı, ayakta, oturarak, hatta yanları üzerine yatarlarken de zikrederler.” (Ali İmran 191), buyrulması zikrin herhangi bir vakte ve tutuma bağlı olmayıp hiçbir hal ile sınırlandırılmamış olduğu anlaşılmaktadır. Bunun anlamı da hayatın içi demektir zikir. Peygamber Efendimiz kendisi uyusa bile kalbini uyumadığını ifade etmektedir. Ayrıca gün içinde de bir insan olarak zikirlerini devam ettirmiş ve ismet sıfatı (günahsızlık) bulunmasına rağmen bazı rivayetlere göre 70 bazı rivayetlere göre de 100 defa istiğfar ederek af, kulluk, geçtiği makama af dilemek şeklinde ve örnek olmak istemiştir. Özellikle bu son dediğimiz geçtiği makama istiğfar etmek onun daima bir ileri makama sürekli olarak ilerlediğini bir önceki geride ve noksan olarak yaşandığı için ona istiğfar ettiğini göstermektedir. Bunun anlamı ümmetine de daima ileri gitmeleri için bir önemli mesaj oluşturmaktadır. Ancak Müslümanlar bu noktayı bilerek ya da bilmeyerek gözden kaçırmaktadırlar. Bunu ikra emri ile birleştirdiğimizde devamlı olarak makul ölçülerde iş durumuna göre okuyan bir Müslüman daima yeni şeyler öğrenecek ve öğrendiği ile de amel etme ihlâs ve gayretini gösterdiğini takdirde daima ileri gideceğine asla kuşku yoktur. Ancak insanlar okumayı terk ettikleri için ileriye gidecek yeni bir şeyi öğrenmeleri de söz konusu olmayınca bütün bildiklerini tekrar etmekten öte yeni bir şeyden daima uzak kalmaktadırlar. Bu da Allah için yeni bir şey yapmayı veya fedakarlıkta bulunmayı kapaktan engellemektedir. Artık Müslüman’ın asansör gibi inip inip çıkması mukadderdir.
Zikrin tarikatların tekelinden çıkarılarak Müslümanların bütün günlük hayatına mal edilmesi kurani bir görevdir. Allah’ı anmak için tasavvuf veya tarikatın şart olduğu anlayışı tamamen yanlıştır. Allah’ı anmak belli bir zaman, mekan, tarz veya din ile sınırlı olmayıp kadın-erkek, büyük-küçük, fakir-zengin herkesin sabah, öğle,ikindi, akşam, yatsı, geceleyin her zaman ve evde-işyerinde, çarşıda-pazardı, yerde-gökte, karada-denizde her yerde, ayakta, oturarak, yatarak, yürürken, koşarken, gezerken, yerken, içerken, çalışırken, dinlenirken, tek başına veya grup olarak, sessizce veya sesli, namaz kılarken, oruç tutarken, hacca veya umreye gidip zekat ve sadaka verirken, istediği şekilde istediği dille Allah’ı anması mümkündür. Bunun için tasavvuf ve tariktlar daki geleneksel merasim ve kayıtlamalar zaman içerisinde yapılan yorumlardan meydana gelmiş olup bağlıyıcı hiçbir yönü asla olamaz.
Tarikatlarda söz konusu olan zikir daha çok belli bir formaliteyi ve sayıyı yerine getirmek için içeriksiz bir şekli merasim hatta gösteri haline gelen Kuranın amacından sapmış bir uygulamadır. Halbuki Kuranı kerimde bahsi geçen “Allah’ı anmak” (zikir) bir müslümanın Allah’ı hatırlaması, o büyük Onu içinde ve yanında daima hissetmesi, onun kulluk ve itaat etmesi gereken tek ilah, heryerde ve her zaman kendisini kontrol ve gözetleyen yaratıcısı olduğu asla aklından çıkarmaması ve davranışlarını bu bilinç doğrultusunda yönlendirmesidir. Hayatın içinde bir Allah inancı kulun her işini Alla ile beraber yapmasına ve ona dayanmasına doğrudan bağlantı oluşturur. Kul zor zamanlarında da Allah’ı hatırlaması söz konusu olacağı için hayatın şartlarına karşı daha dayanıklı olacak ve psikolojik sıkıntıya da girmeyecektir. Halbuki tarikatlarda beş bin ya da on bin zikir çeken kişilerin bu zikirler sırasında zaman zaman psikolojik bunalımlara dahi girdiği görülmektedir. Kişi adeta ben zikrimi çektim diyip günlük hayatı kendi başına yaşamaya kalkmakta ve Allah’tan günlük hayatta uzaklaşmış ve olabilmektedir. Namazın günün bütününe yayılmasının bir anlamı da hayatın içinde bir zikrin daha önemli olduğu mesajı içindir.
Allah’ı anma konusunda bir yanlış da Cenabı Hakkın isimlerinin anlaşılmaksızın tekrar edilmesidir. Halbuki anmada esas olan söz değil fikir ve tefekkürdür. Cenabı Hakk Kuranı Kerimde “muhakkak ki kalpler mutmain olur” dediği kadar ali İmran 191 ayette ki şu ayette çok manidar olup üzerinde düşülmesi gerekir.
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarla; gözlerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. “Rabbimiz! Sen bütün bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi Cehennem azabından koru!” derler.
Bazı tarikatların zikirlerinde sayı oldukça yüksek başlıyor ve kişiyi işinden edecek seviyelere kadar çıkıyor. İlk başlangıç zikri olarak beş bin Allah zikri veriliyor. Kırk bin civarında zikir alıp da zikir yüzünden işini terk edenlere rastlandığı gibi zikrin ağırlığından dolayı gözünü oyan ve meczup hale gelenler bile bulunmaktadır.
Gerek zikirde gerekse Peygamber Efendimize Salavatta en temel unsur onların dediklerini yapmaktır. Seven sevdiğine tabi olur. Temel kural budur. Tabi olan da tabi olduğunun emirlerini tutar. Demek ki, sünnette bile bir sünneti ihya etmek Peygamber Efendimizi sevmenin bir ölçüsü olmalıdır.
Zikirle Allah’a ulaşmada alimler iki yol tesbit etmişlerdir. Bunlardan bir tanesi “seyri sülüki âfâki”, ikincisi ise “seyri sülükî enfüsi” yöntemidir. Birinci yöntem Kuranı Kerimde de sık sık zikredilen göklerin ve yerlerin yaradılışına bakmaz mısınız? İfadesiyle kendini bulan “eserden müessire” ulaşma yöntemidir. Bu yönteme göre sufi içinde yaşadığı dağlara, taşlara, ovalara, çiçeklere, şimşek ve doluya, yağmura bakar ve bu kudretin arkasından bir varsayımla bunu yaratan Allah’ın kudreti ne yüce der ve eşyadan Allah’a yönelmiş olur. İkinci yöntem olan enfüsî yöntemi ise; bir hadiste geçen “nefsini bilen Rabb’ini bilir” ifadesinden dolayı zikir, raks, dönme, cezbe yoluyla kendi nefsini dinlemek ve onu telkin ile ıslah etme yöntemidir.
Her iki yöntemin kendine göre avantajlı veya dezavantajlı yönleri vardır. Enfüsî yöntemin en büyük savunucularından birisi Mevlana Hazretleridir. Âfâki yöntemin savunucularından birisi de Ahi Evran Hazretledir. Enfüsî yöntemin bütünüyle içe dönük olmasından dolayı kişisel vesveseler ve şeytanın müdahalesi daima bir zayıf yön olarak görünmektedir. Âfâki yönteme Enfüsî yöntemcilerin eleştirisi ise sufi’nin eşyayı düşünürken onu bırakamayıp eşyada kalması ve şirke düşme tehlikesidir. Bize göre Âfâki yöntem doğayla iç içe olması nedeniyle kişisel vesveselerden ve şeytanın müdahalesinden daha uzak ve daha rahat görünmektedir. Zira zikir de doğa ile beraber yapılmaktadır.
TEKBİR
Allah-u Ekber demek; Allah’ın en büyük olduğunu ifade etmek ve Allah’ın kamelinin bütün tasavvurlardan daha yüksek olduğunu ilan etmektir. Tekbir insana aczini hatırlatır ve zilletini bildiren ulvi bir zikirdir. Sınırlı sıfatlarla Allah’ın sınırsız kudretine anlamaya çalışan insan bu zikirle kendisini nice sonsuzlukların karşısında bulur ve büyük bir hayrete düşer.
Saidi Nursi Hazretleri Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde “ İnsan, mahûkat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartamadığı, ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, Allah-u Ekber demekle rahat bulur. Yâni, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür; onların halk ve tedbiri kendisine ağır gelmez.”
Aczin tekbir ile ifade edilmesinde kişi: “Ben Onun ilmi hakkında ne düşünsem, ne tasavvur etsem, ne hayal etsem O ilim sıfatı bütün bunlardan sonsuz dereceden büyüktür”, der. Bedeni ayakta tutan ruhtur. O onunla kaim olur. Vücuttaki 70 trilyon hücre hep birlikte bir amaca hizmet eder ve vücudun düzenli çalışmasını sağlar. Göklerdeki arş, kürsi, cennet ve cehennem tecellileri de ufkumuzun çok ötesinde kalan gerçeklerdir. Bütün bu hayranlığımızı da tekbir ile dile getiriyoruz. Ve diyoruz ki “biz senin kemalini idrak edemeyiz. Senin kemalin, ancak senin bildiğin gibidir. Her ne düşünsek, her ne tasavvur etsek, senin azamet ve kemalin, cemal ve celalin, rahmet ve keremin, afv ve ğufranın bütün bunlardan sonsuz derece daha büyüktür.”, der.
Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde “ Allah’ın zatından bahsetmedin şirk” olduğunu haber veriyor. Bu bile bir tekbir dersi. İnsan tekbir getirmekle “dünyanın bela ve musibetleri ne kadar büyük olursa olsun Rabbimin rahmet ve keremi daha büyüktür” demiş olmaktadır. Böylece en çaresiz dertlere karşı bile ilahi rahmetten kişi ümitvar olur.
İnsan kalbi, cennet dahi her neyi maksat edinse, Allah onlardan daha büyüktür. Yani, kalb, Allah’ın mülküyle değil, rızası ve cemaliyle tatmin olur. İnsan her neyi severse sevsin, Allah onların hepsinde cemil ve yine neden korkarsa korksun Allah onlardan daha celildir. Tekbirin bu sırlarına vakıf olan bir mü’min süflî, bayağı, aşağı şeylerin peşinde koşmaz; âciz ve zaif mahlûkattan korkmaz.
*
ahi kul ahmed
İhlas; Allah’a samimi ve içten bağlı olmak dini Allah’a has kılma olarak Kuran-ı kerimde zikredilir. Bu bir Kuranı ilkedir. Kuranı kerimde yüzden fazla ayeti kerimede “iman edenler ve Salih amel işleyenler ifadesi yer alır”. Cenabı Hak bu ifadesiyle imana yaptığı vurgu kadar güzel ve hayırlı işlere de vurgu yapmak da; iman ile birlikte kendi katında makbul amelleri de dikkat çekmektedir. Bu yüzden bazı âlimler “ iman, salih amelsiz geçerli olmaz”, bile demişlerdir. Bir başka âlimlere göre “ amel imanının bir cüzü bir parçasıdır diyenler olduğu gibi değildir” diyenler de olmuştur. Yine bazı âlimlere göre “amel yoksa imanda yoktur” diyenlerde vardır. Bu çerçevede Salih ameli olmayan insanların cennete girip girmeyecekleri dahi tartışma konusu olmuştur. Ayetlerde ki Salih amel olarak geçen kavramı yalnızca ibadetler olarak algılamak İslam’ın sınırlanmasına ve doğru anlaşılmasına büyük bir engel teşkil eder. Hâlbuki Salih amelden kasıt “güzel, hayırlı, faydalı iş”, anlaşılmalıdır. ihlas kul ile Allah arasında niteliği bilinemeyen bir sırdır. ve Allah ibadeti ihlaslı olanlardan kabul edeceğini bildirmektedir..
İhlâs ve Niyet
İhlâsta niyetinde çok büyük bir önemi vardır. Niyet; kalpte sağlamca yerini alınca sahibinin yaptığı her işe kendi rengini verir. Yani “niyet eşyanın mahiyetin değiştirir ”.
Mekke’den Medine’ye Müslümanların hicret etmesi sırasında Müslümanlardan birisi ümmü kays adında bir kadınla evlenebilmek için hicret etmişti. Peygamber Efendimiz bunu öğrenince “ameller başka değil sadece niyetlere göredir. Herkesin niyeti ne ise eline geçecek de odur. Kimin hicreti, Allah ve Resul’ü içinse, onun hicreti Allah’a ve resuledir. Kimde elde edeceği bir dünyalık nikâhlanacağın bir kadın için hicret ederse onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir” .
Başkaları görsün diye kılınan namaz, perhiz için tutulan oruç, cömertlik için yardım, gösterişli dua, gösterişli Kuran okumak, insana hiçbir sevap kazandırmaz. Çünkü İslam Allah için olmamıştır.
İhlâs ve İrfan
Amelin Salih olması onun canlılığına bağlıdır. Amelin ruhu ve canı ise ihlâstır. İhlâs Allah razısı yanına başka bir beklenti koymamanın adı ve unvanıdır.
İrfan da ihlâsın yakınıdır. Kısaca Allah bilgisi anlamına gelir. Kişideki ihlâsın derecesi onun irfan ufkuna göredir. İlk dereceyi Peygamberler ve onun varisi olan Alimler alır ve onların İslam dolayısıyla hiçbir beklentileri asla olmaz. bundan sonra Hakk dostları gelir ki bunlarda mahşerin dehşeti önemli bir yer işgal eder. Son olarak cennet arzusu ve cehennemden uzak olma düşüncesi olmakla beraber ibadetten zevk duyma manevi lezzetlerle mutmain olma ve bir kısım dünyalık talepleri olmakla beraber zengin olmak ve şöhret gibi beklentiler yoktur. Tevhidin en derin biçimi sadece yüce Allah’ı dilemek ve bundan gayri kalbi bütün arzulara kapalı tutmak ise ihlâs kahramanların halidir.
İhlâs ve kalp
Hadisi şerifte “ Cenabı Hakk, sizin cesetlerinize ve suretlerinize bakmaz lakin o sizin kalplerinize bakar.”, buyrulmuştur. Bir başka hadisi şerifte ise; “İnsanda bir et parçası vardır ki o iyi olursa bütün vücut iyi olur, o kötü olursa bütün vücut kötü olur.”, buyrulmuştur.
Kalp tam ihlası yakaladığı anda doğrudan doğruya Cenabı Hakk ile bağlantıya geçer. Ancak bu dünyada o kadar çok bu bağlantıyı engelleyen şeyler vardır ki bu engellerin kulun kendi gayreti ile aşılması gerekir. Bunların en önemlileri nefsi emarenin halleri, dünya sevgisi ve nefsin boşluğundan yararlanmak isteyen şeytanın müdahalesi başlıcalarıdır. Bu yüzden bu aşamaları geçmeye çalışmak bir fedakarlık ölçüsü olacağı için bu fedakarlık da Allah için olması gerektiği düşünüldüğünde gerek hedef ve gerekse hedefe varmak için uğraş ihlâsla bütünleşir ve Hakk rızasına uygun hale gelir. Arananda zaten budur.
İhlâstan Rızaya
Dini hayatta önce irade rol oynar, bununla tevhidi yakalar sonra gönülleri ile devam eder, ve gönüllerinde sakladığı niyetin temizliği ile yüksek hedefleri yakalar ve boşlukları kapatır. Kendisine (nefsine) zor gelen şeylerin sevabı daha fazla olduğu buyrulmuştur. Peygamber Efendimiz “Cennet, “mekarih” denilen insanın kelih görüp beğenmediği şeylerde; buna mukabil cehennem de “şehevât”, denilen insanın hoşuna giden şeylerle kuşatılmıştır.” buyurmuştur.
İki kişi düşünelim. Bunlardan biri Cenabı Haktan bazı ilahi olağanüstü haller görmüş ve yaşamış olsun. Bir başka kişi düşünelim. O da hiçbir olağanüstü hallere vâkıf olmamış olsun. Her ikisinin de ibaretinde olduğunu düşünürsek hiçbir şeyi görmeden kendi halinde itikatla devam eden kişinin imanı bir şeyler görmüş olan diğer kişiye göre daha üstündür. Zira Cenabı Hakk bir şeyler gösterdiği kuluna bir ayrıcalık yapmış olmakla onun imanını bu şekilde artırmasına ve kendisine yönelmesine sebebiyet vermiştir. Sonuç olarak görmeden ihlâs ve iman daha kıymetli olmaktadır.
Ancak uygulamada öyle ki insanlar ya da yöneticiler İslam’ı İslam olarak değil, kişi, grup, şirket, kurum, kuruluş, cemaat, tarikat, mezhep, hükümet ve devlet çıkarları göz önünde bulundurularak benimsenmekte sonuç olarak din çıkar amaçlı bir kullanıma dönüşmektedir. İşte bu nokta ihlâsın Allah için olma özelliğine kaybetmektedir.
Yahudiler de mabetlerini birer ticarethaneye çevirmişlerdi. Hz. İsa ise Kudüs’e geldiğinde tapınağın avlusundaki satıcıları kovmaya başlayınca onlara “benim evim dua evi olacak diye yazılmıştır,ama siz burayı haydut inine çevirdiniz”, demiştir. Sıffin savaşında muaviye taraftarlarının süngülerin ucuna Kuran yapraklarını takıp aramızda Kuran hakem olsun iddiasıyla Hz. Ali taraftarlarını bölünmesini ve savaşı kaybetmesini sağlamışlardı.
Dinin her alanda öylesine istismarı söz konusu ki örneğin Tekbir giyim, hicap tesettür, iffet giyim, vb. kişisel şeyler olduğu gibi siyaset alanında ki ümmetin parçalanmasına sebebiyet verilmesi, statükoyu destek için yapılan beyanatlar 11 ay İslam’a aykırı gidip Ramazanda dindar görünmeye çalışan medya ve en nihayetinde dini kurum hutbeleri dahi aynı safta yer alabilmektedir. Dünyanın başka ülkelerinde de benzeri durumlar ziyadesiyle mevcuttur. İhlas adını verip para toplamak da bunlardan biridir. Böylece İslam her zaman için Allah’a has kılınamamakta, bilakis çok daha farklı amaçlarla istismar edilmekte olup “dini yalnız has kılmak”, anlamına gelen ihlasın çağımızda hala önemine koruduğunu göstermektedir.
*
ahi kul ahmed