Notice: Undefined variable: has_ut in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/plugins/all-in-one-seo-pack/aioseop.class.php on line 567

Vahiy (Kuran) -Akıl (Laiklik) mücadelesi

Vahye alternatif üretme çabalarının ortak adı Laikliktir. Yani AKIL’dır.Akıl duygusal nedenlerle Dinin emirlerini asla kabul etmez ve kendini daima gelişme içinde varsayarak dine de dogmalar yumağı diye geri kalmışlığa sebep olarak görür. bunun açık adı DİNSİZLİKLE DİNİ DIŞLAYIP AKLIN ÖNDERLİĞİNE SIĞINMAKTIR: akıl ise sürekli değişimi ilerleme diye sunar ve kemalden uzaklarda gezeler durur. ALLAH ise islam tamdır demiş ve onun kemal olduğunu bildirmiştir. ve o yarattığını bilen ve çaresini de bilen bir yaratıcıdır.

Bütün akıl sahiplerinin inkarcı olduğunu iddia etmek doğru olmaz. AKLI SELİM dediğimiz bir akıl var ki bu akıl kainattaki eserlere bakarak yaratıcısını düşünebilir ve vahyi ve uygulayıcısı peygamberi takip ederek imana gelebilir. Kuran’da yüzlerce defa “ey akıl sahipleri” “akletmez misiniz?” gibi ifadeler boşuna değildir. ancak aklı ifsat eden temel şeyler insan nefsi ile temas halinde olan istekler ve meyiller ve önyargılardır.

Laikliğin ortaya çıkması çok uzakta değildir. Öncesinde müşriklik olmakla beraber en büyük itiraz peygamberedir. Kaynağında kilise ve papazları yoluyla bozulmuş ve her şeye karışan bir bozuk hırıstiyanlık yatar. Batı’da teknik ilerlemeler artınca kilise bunları inkar ve cezalandırma yoluna gitti. bu baskı ters tepince bu bozuk dinden uzaklaşmak ilerleme ile eşdeğer hale geldi. uzaklaşmanın rehberi de çaresiz olarak akıl oldu. buna ilave olarak din anlayışı da tekrar bozuldu ve Tanrı’dan uzaklaşmak o kadar daha fazla özgürlük olarak algılandı. ve son dönem düşünürlerinden Neitsce “Tanrı’yı Öldürdük” dedi. böylece Tanrısız ve yalnız bir insan tipi ortaya çıktı. bu ise mutsuzluğun temel taşıydı. inanca yatkın yaratılmış insanın yalnızlığı Batı ve Amerika’da %70′i mutsuz ve sakinleştirici kullanan ataistler cumhuriyetleri oluştu. işin garibi islam dünyası da bir fetret dönemi geçirdiği için bu madden gelişmiş fakat manen çökmüş bu ülkelere bir şey yapamıyordu.

oysa islamda insan kendi yaratıcısı ile beraberdir ve her daim ona sığınır yalnız değildir. islamda özgürlük büyük islam filozofu Kuşeyri’ye göre ”ÖZGÜRLÜĞÜN HAKİKATİ, KULLUĞUN KEMALİDİR” der.

Kuran’ı inkar etmek neyse Vahyi inkart etmek de aynıdır ve dahi vahyin uygulayıcısı da Peygamber olduğu için onu da inkar etmek anlamına gelir ki bunlar bütünüyle KÜFÜRDÜR.  Oysa akıl genellikle beş duyudan gelen bilgilerle beslenir. ancak ilim alanı bir aklın alamayacağı birçok bilgi yanında manevi alanlarda da onun kapsayamayacağı bir çok alanlar mevcuttur. Kaldı ki toplumsal alanlarda dahi “ne yapalım canım şimdi bunu da mı öldürelim” der de mazlum yerine zalime merhamert edip milyonları vurmaya namzet yeni katillerin ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Dolayısıyla VAHİYLE AKLIN çatışması halinde vahiy galip gelse bile insanlar tercihlerinde önyargılı olup dayanaksız sezgili tercihlerden kurtulup objektif olmadıkları için bir türlü doğruda karar kılamazlar.

Hatta daha da ileri giderek ülkelerin geriliklerini dine bağlarlar ve onun dogmalar yumağı olduğunu iddia ederler. Halbuki ülkeler islamı gereğince uyguladıkları takdirde ilerleyebilmişler (İslam dünyası 8 ila 12 asırlarda büyük ilerleme gösterdi fakat her tepe nokta bir aşağı düşüşe gebe der İbn-i Haldün ) ancak dinin toplumsal nedenlerle terki halinde de geri kalmışlardır. Emeviler 100 yıl içinde tepe noktayı gören bir medeniyet geliştirmişlerdir. Geçmişte yüz senede gelişimini tamamlayabilen bir medeniyet yoktur. Dolayısıyla hala dinin gelişime engel olduğunu iddia eder olmak sadece kişinin müslüman ya da kafir olduğunu belirlemek için bir kestirme yol olarak görünmektedir. Artık “beni seven beri gelsin” demekten başka çare görünmemektedir. İman denilen görünmeyen şey de budur.

Aklın kullanılması gereken alanı, VAHYİN EMRİNDE olmasıyla olur. Gerçekten bu alanda akla çok iş düşer. Elbette dinin nakil olduğu iyi bilinmeli ve akılla çatıştırılmamalıdır. Bu alandaki iki mezhep akılcı Mu’tezile ile kaderci Kaderiyye’dir. Bizim itikatte mezhebimiz olan imam MATURİDİ hazretleri ise  nakli inkar etmeden ağırlıklı olarak akıldan yanadır.

İslami şart olarak söylenenleri insanlar ben bu şartları yaparsam işim biter başka şey yapmam deyip çıkmaktadırlar. Halbuki İslam’da bu 5 şarta ilave olarak onlarca ayrı emir ve sorumluluklar da vardır. İşte kesintisiz olarak yaşamı dolduran bir din sözkonusudur artık. Doğru olan da budur..

Bugün kü müslüman ise Allah’a inanır, Cuma kılar ve arkasından der ki “Ben Laik’im. İşte bu Vahyin yer aldığı Kuran ile bu vahyin uygulayıcısı olan Peygamberi aleni inkardır. Tevhid ise yalnızca Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla kalmaz, Allah’a “Kural Koyucu ” olarak da “Boyun Eğmek” ‘de gerekir. Bu İslam’dır ve Allah “….andolsun ki dininizi tamamladım ve din olarak size İslam’ı seçtim…” buyurmuştur. dolayısıyla Dinin seçiminin Allah tarafından yapılması kullara karşı bir mecburiyeti gerektirdiği gibi bu dinin tam olması da bu dinin KEMAL bulduğıununda işeretidi olup bu dinin korumaya alındığını ve buna artık hiç bir şekilde ilave yapılamayacağını ve içinden de hiç bir şeyin çıkarılamayacağını açık bir şekilde ifade eder.

işte bu din İSLAM’dır ve islam bütün hayatı kapsar. kim bu dini daraltır, eksik bulur, ilave etmeye kalkar, eskidir, yetersizdir, çağa uymaz gibi ifadelerle onun etki alanını bozarak mücadele etmeye kalkarsa İMANI YARELENİR VE ŞİRKE YOL ALIR:

Oysa biz bu kolay dine Allah Rızası için kabul etmiş, gönlümüzü vermiş ve gördüğünüz üzere CİHAD ETMEK İSTERİZ. yalnız namaz kılarak cennete girmeyi umud ediyorsanız bunun biraz zor olduğunu ifade edelim. Dost Dostu Dost edinmek için Dostun Dostunu da Dost edinmek ve Dostun Düşmanını da Düşman edinmek zorundadıtr. Bir hadiste şöyle buyrulur: “bir kimse cihad etmese de cihad etme isteğinde bulunmadan ölürse Münafıklığın bir şubesi üzerine ölür”

 

 

aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur

7 Şubat 2013
Okunma
bosluk

İslam

İslam’ın Kapsamı

İslam dar ve geniş iki anlamda kullanılır: Geniş anlamda, “Hz. Âdem’den (as.) Hz. Muhammed’e (as.) kadar bütün peygamberin tebliğ ettikleri dinle­rin ortak adı”dır. Dar anlamda ise “Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği son dinin adıdır ve kurucu metinlerde -Kur’an ve Sünnet- mevcut bulunan mesajların toplamı”dır. Fakat aynı zamanda İslam, gerçek dünyada var olan bir hadise­nin; hukuk, şehirler, devletler ve medeniyetler yaratan bir hareketin adıdır.

Dinlerin Yönelim Farkları

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, aslında insani olan üç temel imkânın tecessüm etmiş şekilleridir. Bunlardan Yahudilik dünyevi temayülü, Hıristiyanlık uhrevi temayülü, İslam ise bu ikisinin sentezini temsil eder. Yahudiler, tannnın melekûtunu bu dünyada, Hıristiyanlar ise ahirette bekliyorlar. Yahudilik, tarih boyunca insanın şuurunu dış dünyaya, Hıristiyanlık ise kendi kendisine doğru yöneltmiştir. Aslında Hıristiyanlık gerçek anlamda bir eylem olmaktan ziyade insan hayatının en derin hakikatleri hakkında bir ‘haber’dir. Bir dinin dünyaya tesir etmesi, kendisinin de dünyevi yani en geniş anlamda ‘siyasi’ olmasıyla mümkündür.

İslam’a gelince, o bu ikisinin bir sentezidir. Hz. Peygamber, Hira mağara­sında ve Mekke’de bir Hanif. bir zahid ve dinî düşüncenin bir habercisiydi.

O mağaradan çıkıp bir daha geri dönmemeye mecburdu, aksi takdirde Hanif olarak kalacaktı. Ama orada kalmayıp geri döndüğü için İslam’ın Rasulü (elçisi, peygamberi) oldu. Bu, dahili ile harici dünyanın, mistik olan ile aklın, meditasyon ile eylemin karşılaşmasıydı. İslam mistik olarak başladı, siyaset ve devlet olarak devam etti, gerçekler dünyasına girerek ‘İslam’ oldu.

İslam-Din-Kabul Uyumu

Özel bir dinin adı olarak İslam’ ile genel anlamda ‘din’ arasında anlam bakımından da sıkı bir ilişki vardır. Genel anlamda ‘din’ Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla göndermiş olduğu mesajları “kabullenip” onlara “boyun eğmek” anlamına gelir. Özel anlamda ‘İslam’ ise Allah’a yani onun mesaj ve talimatlarına “teslim olmak” anlamına gelir. Bu noktadan bakınca ‘din’ ile ‘İslam’ın eş anlamlı olduğunu söylemek mümkündür.

Diğer yandan Müslüman olabilmek için önceki peygamberlere ve onla­ra gönderilen vahiylere de iman etmek şart olduğundan, özel anlamdaki İslam’ın, genel anlamdaki İslam’ı da içerdiği söylenebilir. O hâlde İslam’ın önceki dinlerle ilişkisinin dışlama değil, onaylama ve kapsama şeklinde bir ilişki olduğunu söylemek doğru olur. Elbette bu durum, İslam’ın kendin­den önceki mesajların çarpıtılmış/saptırılmış yönlerini eleştiri konusu yapıp tashihe çalıştığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’e hitaben “Sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak ve önceki kitapları doğrulayıcı ve onları(n orijinallerini) teminat altına alıcı olarak indirdik.” (5/ el-Maide, 48) buyurması da bu hususu doğrulamaktadır.

Dar anlamda İslam’ın, geniş anlamdaki İslam’la olan ilişkisini bilgisayar program firmalannm yeni versiyon program üretimine benzetmek müm­kündür. Bilgisayar programlarının her yeni versiyonu, öncekiler üzerine bina edilerek hazırlanır. Dar anlamda İslam, bu programların en gelişmişini yani en yeni versiyonunu ifade eder. Ancak bu, önceki versiyonların tamamen geçersiz ve kullanılmaz hâle geldiği anlamına gelmez. Bilakis dar anlamda İslam, önceki vahiylerle beraber kendisini de ortak paydalannda buluşmaya davet eder:

Dinlerin Ortak yönü

“De ki: Ey ehl-i Kitap bizimle sizin aranızda şu ortak çizgiye, gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi Rabler edinmeyelim. Şayet kabul etmezlerse, Şahid olun ki biz (Allah’a teslim olan) Müslümanlanz de.” (3/Âlu İmrân, 64).

Kuşkusuz bu davet, daveti kabul etmek durumunda olan Müslümanlara yönelik olduğu kadar, bütün ilahi dinleri bir zincirin halkası gibi gören -geniş anlamda- İslam açısından Ehl-i Kitaba da yöneliktir. Nasıl ki bir insanın Müslüman olabilmesi için dar ve geniş anlamda İslam’ı kabul etmesi gereki­yorsa, bu davet Ehl-i Kitabın da aynı şekilde geniş anlamda İslam’ı kabul eden kesimlerine yöneliktir.

Vahiy bitti mi Sürüyor mu?

Bu noktada şu hususun da vurgulanması gerekir. İslam, vahiy geleneğinin son halkasıdır ve artık Hz. Muhammed’den (as.) sonra peygamber gelmeye­cektir. Ancak bu, kendi içinde bir gelişim çizgisini izleyen vahiy geleneğinin gelişiminin sona erdiği anlamına gelmemelidir. Bilakis vahiy geleneğinin gelişim çizgisinin son halkasını temsil eden İslam vahyinin, vahiy geleneğinin amaç ve hedefleri doğrultusunda daha da geliştirilmesi mümkündür. Ancak bu defa gelişme artık yeni bir vahiy gönderilmesi suretiyle değil, en son ve en mütekâmil halka olan İslam vahyinin, Müslümanlar tarafından sürekli yeni­den yorumlanması (ictihad-tecdid) suretiyle olacaktır.

 

5 Şubat 2013
Okunma
bosluk

Kelime-i tevhid’in özü (La ilahe illallah, Muhammedür rasülüllah)

La ilahe ( İlah yoktur) sözü ile insan çağındaki her türlü sahte ilahları ret eder. Ve eliyle ve diliyle ve kalbiyle onları ortadan kaldırmaya çalışır. İşte bu sözle yapılan şahadetin birinci amacı budur. Her çağda olduğu gibi bizim çağımızda da birtakım sahte ilahlar vardır. Bunlar servet, güç, iktidar, şöhret, itibar, makam-mevki gibi şeylerdir. Ayrıca sosyal hayatta tüketim çılgınlığı, sınırsız cinsellik ve cinsel sapmalar, materyalizm, küreselleşme, yeni dünya düzeni, vahşi kapitalizm ve emperyalizm gibi şeylerdir. Bütün bunlar çağımızın sahte ilahları olup içimizdeki dürtüleri temsil ederler.

 

Herkes servet peşinde koşarken kazanç uğruna hiçbir kural ve kanun tanımamaktadır. Helal – haram olarak güne başlamak yerine kazanma ya da kaybetme dürtüsüyle başlamaktadır. Bu sahte ilahlara inananların amentüsü; para, döviz, borsa, hisse, repo, faiz, kaçakçılık, kara para, hayali ihracat, vergi kaçakçılığı, silah kadın ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi şeylerdir. Garaudy; dini imanı para olan kimseler için, “Pazar monoteizmi tabirini kullanmaktadır.”

 

İkinci grubu, iktidar, tahakküm, boyun eğdirme, diktatörlük, hegemonya, sömürgecilik ve emperyalizm gibi şeylerdir. Üçüncü grup ise şöhrete tapanlardır. Bunlar silik kişiliklerini tatmin etmek için medyada sık sık görülmek ve meclisteki yerlerini sağlama almak için toplumun yararının feda ederler. Dördüncü grup ise; bastırılmış cinselliğin veya cinsel doyumsuzluğun etkisinde kadın, cinsel fıkralar, pavyon, disko, bar, gece kulüplere, ve fuhuş ortamlarında bulunurlar. Bu nedenle her türlü ahlaki söylemden nefret ederler ve özgürlüklerini kısıtlandığını düşünür ve uyuşturucu ticareti yaptıkları da veya kullandıkları da olur.

İşte insan “la ilahe” derken, çağımızdaki bütün sahte ilahları reddettiğinde onun bilinci ikinci aşama olan “İllallah” ( gerçek ilah sadece Allah’tır) diyerek pozitif bir gerçeği ortaya koyarlar. Gerçek bir ilah sadece Allah’tır. Yani herkes onun önünde eğilir, eşittir ve kimse şahsi çıkarlarına Allah’ı alet edemez. Zira Allah herkese ilke olarak eşit mesafededir. Birisi hasbel kader Cenabı Hakkı kendi çıkarına kullanmaya kalkarsa büyüklenir ve insanlara egemen olmaya teşebbüs ettiğinde kendisi de çağın sahte ilahları haline gelir ki, onun da işinin bitirilmesi sahte ilahlıktan indirilmesi şart olur.

Bu durumda Müslüman her gün “ La ilaheillallah “ demesi ve bunu söylerken de sahte ilahları reddetmesi güç ve serveti ellerinde bulunduranların kendilerini ilah yerine koydukları mevcut statükaya baş kaldırıp onu reddetmesi gerekir. Bir başka deyişle “ la ilaheillallah” bir toplumsal eleştiri olarak kabul edilebilir ve çağımızdaki hastalıklar göz önüne serilerek İslam ümmetinin tevhid, adalet, eşitlik, özgürlük temelinde yeniden yapılandırılması yolunda çaba harcamaya vesile olabilir. “La ilahe illallah” insanların kararlarında yaşantılarında, eylemlerinde, özgürleşmesi için her türlü boyundurukluktan kurtulması ve toplumsal eşitlik anlamına gelir.

 

Herkes Allah önünde eşit olduğunu bilmeli siyah ve beyaz, yöneten ve yönetilen, büyük ile küçük, kadın ile erkek, güçlü ile zayıf hepsi insanlar bir tarağın dişleri gibidirler. Sonuç olarak ilave edelim ki “la ilahe illallah” sosyo ekonomik, adalet ve eşitlik temeline dayalı bir toplumun inşası için sürekli olarak cihad yapmayı gerekli kılar.

 

MUHAMMEDURRASÜLÜLLAH NE DEMEKTİR?

 

Kelime-i şahedetin son kısmı olan “ enne muhammeden abbüdü ve resulüh” ‘a gelince bu bir yalnız başına tesbit veya övmek, yüceltmek, kutsallaştırmak, faziletlerini sayıp dökmek, mevlüd kandilleri yapmak ve sevgisinden dem vurmak gibi şeyler de değildir. Hz Ebubekir’in “kim Muhammed’e kulluk ediyorsa bilsin ki o ölmüştür, ama kim Allah’a kulluk ediyorsa, yine bilsin ki o ölmeyen diridir .” Sözünü unutmamak gerekir.

 

Bu söz, yani kulu ve resulü sözü artık vahy gelmiyeceği anlamına geldiği gibi, insanlığın aklının da olgunlaştığı ve aklın ile vahyin sunduğu gerçekleri; anlama, yorumlama ve hayata uygulamaya ehil ve kadir olduğunda göstermektedir. Konuya bu yönden bakıldığında bir takım ilahi hakikatlerin akıl yerine keşf, ilham, kalp gözü veya gökten gelecek diğer ilahi yardımlar sayesinde idrak edilebileceği iddiası insan aklını ipotek altına alan ve Kuranı kerimde Cenabı Hakk’ın akletmez misiniz? Dediği aklın önemine aykırı bir tutum olacaktır. Bu ipotek insanların istismar edilmesine sömürülmesine ve egemen güçlerin kuklası haline insanların getirilmesine sebebiyet verir.

 

Bu durum aynı zamanda hurafe büyü, sihir, fal ve kehanetlere de yer olmadığı gösterir. Ayrıca cahillik, okuma yazmak bilmemek, zannın, taklidin, şüphenin, şaşkınlğını kararsızlığın sona ermesi anlamına da elbette gelecektir. Zira artık akıl vahy hakikatleri ışığında gerçeğe ulaşabilir kesin kararlar verebilir, meseleleri çözebilir ve yeni keşiflerde bulunabilir ve yeni icat ve yaratıcı düşünmeyi aktif olarak kullanabilir.

 

Maide suresinin 3. ayetinde Cenabı Hakk dinimizi tamamladığını ve din olarak bize İslam’ı seçtiğini açıkça ifade etmektedir. Yani din tam ve mükemmel ve hiçbir eksiği yoktur ve bu şekliyle insan aklına ve hizmetine sunulmuştur. Hadis dediğimiz şeyler de; Kuran’dan ayrı şeyler olmayıp sadece Peygamber Efendimizin Kuran’dan anladıklarıdır. Yani Kuran ve sünnet gerçekte tek bir bütün ifade eder. Dualizm denen ikilik İslam da yoktur. Dolayısıyla kuranın anlaşılmasında elbette hadislere ve sünnetlere de başvurmak gerecektir.

 

Bu tespitin sonucu olarak” enne muhammedin abdühü ve resulühu” sözünü söylemekle her insan kendi hür iradesiyle yüklendiği “ emanet ve sorumluluk görevi” taşımak ve yeryüzünde Allah’ın iradesini gerçekleştirmek için kendi iradesiyle hareket etmek ve başarıya ulaşmak durumundadır. Zira Peygamber Efendimiz sadece sözlü olarak Hakka tanıklık, şahitlik etmekle yetinmeyip bir İslam toplumu düzeni kurmayı da başardığı gibi bugünkü Müslüman da yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak onun iradesini egemen kılmak için her türlü beşeri boyunduruğa karşı çıkmak ve tam bağımsız bir insan olarak hareket etmek zorundadır.

 

Bütün bunlar yeni bir hayata başlamak anlamı taşır. Kelime-i şahadetle kişi İslam’ı kabullendiği ilan eden bir Müslüman olup bundan sonra imanın ve İslam’ın 32 hatta 54 farza kadar ilerlemek, zorundadır. Ancak bilinmelidir ki bu şart olarak konan şeylerin bir şart kelimesiyle tanımlanması yanlış olup İslam’ın bu noktada sayılamayan örneğin emri bil mağruf nehyi anin münker gibi önemli unsurları şart dışında bırakabilmektedir.

 

Bu yüzden İslam’ı görevler konusu oldukça geniş ve insana sorumluluk yükleyen bazen olumlu tavır bazen de olumsuz bir karşı koyma gereği hissettiren önemli davranış kalıplarıyla doludur. Bir Müslüman sadece nerede ve ne şekilde davranacağını bir tevhid şemsiyesi altında bilmesi ve bunu cesaretle uygulaması gerekir. Aksi halde şu şartı yaptım bu kadar yeter diyerek Müslümanlık bir yerde bitmez.// “Akıl başta / Utanma yüzde / Bilgi gözde bulunur / Öfke gelince akıl gider / Tamah gelince utanma gider / Haset gelince bilgi gider” //(Hacı Bektaş-ı Veli)

 

“ALLAH DER ÇALIŞIRIZ”( Ahi Evran-ı Veli )                           

 

Büyüklere …..ursa bile “bi bildiği olmalı” demeliyiz.  Vaktiyle 1.5 müridi olan zat ısrar üzerine keramet göstererek pazarda karganın başını koparır, sonra yapıştırır ve uç der o da uçar. Bi anda müridler artınca onların ihlasını denemek ister. Bağırsağı beline bağlar ve namaza durur. Rukuya eğildikçe bağırsak ossuruk gibi öter. Bunu duyan yeni müridler “bu abdestsizin arkasında namaz kılınmaz” diyerek hocayı terkederler. Geriye eski 1.5 mürid gene kalır. Onlar “bi bildiği olmalı” diye düşünmüşlerdir. İşte sadıklar böyle düşünür. Sıddık Ebu Bekir de miraç anlatılınca görmeden “bunu o söylediyse inanırım ve doğrudur” dememiş miydi? Sizin sadakatiniz kime acaba?

 

Cuma namazı konusunda peygamber efendimiz önce namaz sonra hutbe okurdu. Farzdan sonra 4 rekat sünnet kılardı. Başka kılmazdı. İki ayrı hadisten birinde “ ..bir kimse farzdan sonra nafile (sünnet) kılacaksa bunu mescidde yapıyorsa 4 rekat kılsın. İkinci ayrı hadiste ise “ evine gidip kılacaksa 2 rekat kılsın” buyurmuştur. Kendi camiinde 1000 olan sevab ile evdeki 2 rekatı eşitliyor demektir!!! Zuhru ahir ve son sünnet Emeviler döneminde yapılan bir ilavedir.

 

Hiçbir şekilde TAM (Maide 3) olan dine ilave yapılamaz, içinden de bir şey çıkarılamaz. Bir kimse ben bu arada kaza kılıyorum da diyemez. Çünkü başkasına ilaveyi örnek göstermiş olur ki dinde artışa sebebiyet verir. Gençler de bu çokluğu görüp farzdan başka son sünneti dahi kılmadan gitmelerinin sebebi budur. Farz kazası olsun nafile olsun Cuma saatinde kılmak yanlış anlamaya yol açar. Dinde asıl olan Allah’ın ve O’nun peygamberinin emirlerine itaattir. Yanlış zamanda çok namazla sevap koşturması çok sevap getirmez. SEVEN SEVDİĞİNE TABİ OLUR . Hz. Rasule tabi olunuz. Örnek Emeviler değil, Rasulüllah’tır.

—————————————————-

aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur.

 

 

 

 

7 Ocak 2013
Okunma
bosluk

Aykırı sorular???

-Cep telefonu kullanımında Avrupa’da üçüncüyüz. Neden?

 

-Namazın ve haccın  insan davranışlarında meydana getirdiği davranış değişikliği sizce nedir?

 

-İnanan ve inanmayan neden farklı düşünür?

 

-Çok tüketmek size göre mutluluk getirir mi?

 

-Bilgi, güç ya da servet bir üstünlük sağlar mı? Siz de dayatmacılık yapıyor musunuz, yoksa gerçekten eşitlikçi misiniz? Toplumda eşitlik fikrinin yaygın olarak uygulanması barış getirir mi? Yetkili olsaydınız akraba ya da hemşehrilerinize torpil yapar mıydınız? Üstün olması gereken şey sizce nedir? Makul kelimesinden ne anlıyorsunuz?

 

-İlimde uzmanlık mı önemli, yoksa genel bilgi mi? Maddi ilimler yanında manevi ilimler verilmeli mi? Bunun yararı nedir?

 

-Sanatkarın işi yapıp yapmadığı mı önemli yoksa meşgul olduğu için parayı hakeder mi?

 

-Canınınzı sıkan bir tavırla karşılaştığınızda bile hala güler yüzlü olmaya devam edebiliyor musunuz?

 

-Menfaatinizle çatışma olduğunda yalana başvurduğunuz oluyor mu? Sizce yalan gerekli mi?

 

-Sizce inanmak mı kolay yoksa inanmamak mı? Somut ve soyut ayrımında ne düşünüyorsunuz? Fıtrat diye bir şey var mı? Komünizmin ve Kapitalizmin insan tanımı yanlış mıydı?

 

-Tüketicinin aklının ifsat olduğu doğru mu, yoksa tanıtım mı, gelişme için gerekli mi?

 

-İnsana mı, olaylara mı yoksa fikirlerin kaynağına mı bakmalı? Neden örnekler hep aranır?

 

-Ötekileştirme bir idare etme yöntemi olarak doğrumu? Şeytan niye var?

 

-Neden Mu’tezile Eşariye yenik düştü? Akıl mı nakil mi sizce daha önemli. İslam akli bir din olarak da düşünülemez mi? Aristo, Eflatun ve Sokrat’ın aklı ile İslam’ın fıtri aklı farklı şeyler midir?

 

-İslam’ın bilimle çelişmediği bilindiği halde neden 12. yüzyılda gelişmeler durdu?

 

-Size göre sebepler sonuçları belirler mi? İbni Haldün’ü ne kadar tanıyorsunuz? O bir materyalist mi acaba? İnsan inanırken de şirke düşemez mi? Ne kadar inşallah’cısınız?Bilim ideoloji ayrımını nasıl yapacaksınız?

 

-“Ümmetim yanlışta birleşmez(ittifak etmez)” –hadis- bundan ne anlıyorsunuz?

 

-Anlamak, sevmek, özenmek ve uymak bir formül olabilir mi? Allah ve Rasülü, Kuran ve Sünnet sevişmesinde siz neredesiniz? Sünnet uymamak dalga geçmek sayılabilir mi?

 

-Musa gibi konuşup Firavun gibi davranmak ne demek?

 

-Müslüman kendinden nefret eden bir toplumla geçinebilir mi? Her şeye rağmen müslüman etkili olmaya devam edebilir mi? Neden Hz. Peygamber İbrahim a.s. gibi putları kırmadı? “Kıyametin kopacağını da görseniz elinizdeki fidanı dikiniz” hadisinden ne anlıyorsunuz?

 

-622 medine sözleşmesi hakkında ne biliyorsunuz? Günümüze ışık tutabilir mi? Çoğulcu toplum ne demek? Sabır ve geçinme- vefa ve uyumlu olma- yardımlaşma-adaletli davranma- bu dört evre size neyi hatırlatıyor?

 

-Hz. Peygamber neden münafıkları açığa çıkarmadı?

 

-Farklı yaşam farklı düşünceye yol açar mı? Düşüncenin güzelleşmesi için damdan düşmek gerekir mi?

 

-Bela umumi gelir, içimizdeki beyinsizler, dilsiz şeytan sözünden ne anlıyorsunuz?

 

-Dinsiz ahlak olabilir mi? Ahlakın kaynağı nedir? Bireysel mi olmalı yoksa yaygınlaşmalı mı? İyiliği emretmek demokrasi ve bireysel hürriyetlerle çelişmez mi? Diğergam olmak ne demek? Sahabe muhacir ilişkisi nasıldı?

 

-Sizce önce iyilik sonra adalet mi olmalı yoksa önce adalet sonra iyilik mi olmalı? Erdemleri kazanmada dervişvari hareket ne demek? Etkili olur mu?

 

-İslamın ekonomik bir model olarak görülmesi sizce yanlış mı? “Din açısından meşruiyeti sağlayan yöntem değil sonuçlarıdır” sözü sizce doğru mu?

 

-Değişmek mi değiştirmek mi? Hırs kazancı artırır mı? Hırsı ne azaltır?

 

-Allah der döneriz, Allah der bir daha dönmeyiz, ve Allah der çalışırız kimlerin sözüdür ve nasıl bir anlayışı ifade eder?

 

aşık ahi kul ahmede sormak nasib olmuştur.

29 Kasım 2012
Okunma
bosluk

Edep ya hu..(Cemaatin önemi ve cumanın bidatleri)

Hadis : “camiye gelirken acele etmeden vakarla geliniz. Yetiştiğiniz yerden katılınız. Kılamadığınız kısmı tamamlayınız”

 

Hadis: “ilk gelenler ön safa, sonra gelenler onların yanına ve arkada kalan diğerlerini rahatsız edip öne geçmesin – boşluk arkada kalsın-”

 

Hadis :“Allah Teala’nın yardımı, koruması ve rahmeti cemaat üzerindedir”     Tirmizi

 

Hadis : Bir beldede üç kişi farz bir namazı ayrı ayrı kılarlar da bir araya gelmeyip cemaat olmazlarsa, şeytan onlara galip gelir”  Müsned,

 

Hadis: “Sizden üç kişi namaz için bir araya geldiğinizde içinizden birisi imam olsun” Tirmizi

 

Mü’minler birbirlerine muhabbet, merhamet ve şefkat gösterme hususunda tek bir vücud gibidirler”  Müslim, birr

 

Hem kendinize hem başkasına merhamet etmek için mutlaka cemaat olmaya gayret ediniz.

 

Farz ile sünnet çakıştığı zaman kesinlikle sünneti ya tehir ediniz ya da terk ediniz ve farza katılınız.

 

İmam olmak için asgari şart; okuduğu Kuran’ı manayı bozmayacak şekilde doğru okumak yeterlidir. İmam “niyet ettim Allah Rızası için bugünkü …….. namazının farzını kıldırmaya, arkamdaki cemaate imam olmaya” şeklinde niyet eder. Alimler iki kişi de olsa cemaat olunabileceğini bildirmektedirler. İmamlık için sadece Kuran ezber miktarınızı karşılaştırmanız yeterlidir. Bu takva için bir ölçüdür.

 

“ Tek başınıza kıldığınız namazlar sizi kurtarmaz” diyen alimler vardır. Çünkü sevapların bir kısmı kul borcu ve kul hakkına gidecektir. Hadis’teki İflas eden Müslüman konumuna düşmemek için hem kul haklarından sakınmalı ve hem de cemaatin 27’ şer sevabıyle sermayeyi artırmalıdır. Benim tek başına kıldığım namaz daha önemli diyen kişi hem Müslüman kardeşine güvenmemiş, ümmet bütünlüğünü bozmuş ve hem de Allah’ın verdiği 27 kat ikramı küçük görmüş olur.

 

Ayakkabılarınızı kilitli çekmeceye koymak size sakın ha Allah’ı unutturmasın. Yine “Ya Rabbi sana emanet” diyerek tevekkülünüzü dua ederek bildiriniz.

 

-cumaya erken ve gusul abdesti alarak gelmek sünnettir.

 

-ezan bitince sünnete kişinin kendisi kalkmalıdır. müezzinin salavat okumasını beklemesi  bidattır.

 

-cumanın hutbesini dinlemek farzdır.

 

-imamın okuduğu çoğu ayetleri okumak da bidattır. son ayet ve meali de bidattır.

 

-imamın “allahım islama ve müslümanlara yardım et…..” diye balayan duayı cemaate yaptırması da bidattır. bu dua devlet zoruyla milliyetçilik duyguları için kabul edilmiş bir duadır .

 

-farzdan sonra camiyi terketmek uygun olmaz. zira son sünnet vardır. bu 4 rekatı rasulüllah kıldığı için kılınması gerekir.

 

-zuhru ahir ve 2 rekatlık son sünnet tamamiyle bidattır. cumamız kabul olmayacaksa o zaman vaktin farzını kılalım der gibi saçma sapan bir korkunun üstüne inşa edilmiş fikirdir. halbuki rasulüllah “ibadetlerinizi kabulüne inanarak ibadet adiniz” diye buyurmuştur. bir namaz için bir namaz daha asla doğru olmaz. düşüncesizler de ben bu vakitte kaza namazı kılıyorum diyorlar. bu da asla doğru olmaz. zira vakit mekruh bir vakit olmamakla beraber yanında onu görenler kılınan namazı kaza olarak bilmeyip cuma namazı olarak düşünür ve uzun bulduğu için de tümüyle terkederler. işte bu yanlış anlamamaya meydan vermemek için kişinin 4 rekatlik son sünneti kılıp camiyi terketmesi gerekir.

 

 -cumanın son sünneti ile ilgili olarak “riyazussalihin” adlı hadis kitabında iki hadis gördüm. birinci hadise göre 1bir kimse cumadan sonra nafile (sünnet) kılacaksa ve bunu mescidde yapacaksa 4 rekat kılsın” bu hadisin arkasından gelen beş hadisten sonra konu ile ilgili bir hadis daha var ki o da “bir kimse cumadan sonra bir nafile (sünnet) kılacaksa ve bunu evinde veya işyerinde yapacaksa 2 rekat olarak kılsın” buyuruyor. düşünsenize, kendi mescidinde 1000 kıymette olan namazın yerine evindeki 2 rekatı eşitliyor!!!! bu müthiş bir şey..

 

-namaz bitince müezzin talimatıyla -subhanallah, elhamdülillah, allahü ekber – tesbihaqtı yapmak bidattır. cemaatin kendisi ferdi olarak yapmalıdır. haz. rasulüllah önce fakirlere söyledi bu tesbihatı. zenginler de onlardan öğrendi. rasulüllah zamanında birlikte tesbihat asla olmadı.

bazı sahabiler camide bu tesbihatı çember oluşturup taş dağıtarak yapmak isteyince ibn-i mesud hazretleri üzerlerine geldi ve dedi ki -siz ne yapıyorsunuz? -hz. peygamber demedi mi, subhanallah, elhamdülillah ve allahü ekber diyoruz. deyince. Allah’ın Rasülü bilmiyor muydu toplu ve taşlı  beraber olup olmayacağını bilmiyor muydu? derhal kalkın ve bu işi bırakıp ayrılın burdan dedi ve toplu zikri yasakladı. uzun süre bu durum devam etti. ancak emeviler saltanata karşı olan sahabi ve toplumun diğer kesimlerini adam etmek için toplu tesbihata bidatı hasene dediler ve “camiler allahın zikri içindir” diyerek camilerin işlevini sadece namazla sınırlandırdılar. bu ise direnişin camiden çıkmasını önleyen çok önemli olumsuz gelişmedir. Bugün de durum çok farklı değildir. halbuki peygamber efendimiz nikahı, davayı, ilmi, sohbeti, herşeyi camide yaptı. 400 kişilik ehli suffa camide ilim yapıp yattı uyudu. ya şimdi????

 

aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur

28 Kasım 2012
Okunma
bosluk

Aklın zoru..(Hikaye)

Sevgili okurlar,

Bugün sizlerle bir hikayeyi paylaşacağız. Karara karar vermeği ise size bırakacağız. Günlük hayatta  o kadar çok şey arka arkaya cereyan ediyor ki, insanın bu devamlılıkta bir kesitle karar verme ihtiyacı aynı zamanda aklı da durduruyor. Akıl durduğu anda kararın akıbeti yeni gelişmeler dolayısıyla felce uğruyor. O zaman nasıl düşünmek gerektiğini, objektif kıstaslar ile sabrın ve acele etmeden Allah’a yeni bir pay daha vermenin ne kadar önemli olduğunu gelin hep beraber görelim..

 

 Bir Çinli düşünür şu aşağıdaki hikayeyi çok sevdiği için etrafına da çokca anlatırmış. Çinde bir köyde yaşlı bir adam varmış. Fakir olmasına fakirmiş ama bizim Köroğlu gibi beyaz bir atı varmış. Kral bu ata adeta bir servet teklif etmişsede kabul etmemiş. Şöyle dermiş hep.  “bu at bir at değil benim için.. bir dost.. insan dostunu satar mı…”

 

Bir sabah kalkmış ki at yok… köylü ihtiyarın başına toplanmış. “bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne atın” demişler. İhtiyar “karar vermek için acele etmeyin” demiş.  Sadece “at kayıp deyin, atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez”

 

Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. “atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var”  “karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar.  Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz”  Bir hafta geçmeden, vahşi hatları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçi,mini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.  

 

Köylüler gene gelmiş ihtiyara. “bir kez daha haklı çıktın “ demişler. “bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak, çalışamayacak ve fakirleşeceksiniz” ihtiyar” siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Sonra neler olacağı size asla bildirilmez”

 

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

 

Köylüler gene ihtiyara gelmişler. “gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler” “siz erken karar vermeğe devam edin”demiş, ihtiyar. Oysa bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih,hangisinin şansızlık olduğunu zamanla göreceksiniz…

 

                                                    ***

 

Çinli düşünürün yorumu ise şöyle:

“acele karar vermeyin. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi,akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Bazı kararlar tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Karar vermek bilgelik gerektirir, unutmayın”

 

İki laf da biz edelim.

 

-Acele karar vermek yok. Sakin ve sabırlı olmalı.

-Önü arkası iyi hesaplanmalı

-Fizibilite yapılmalı

-İşin ehli ile danışılmalı (Ehil: hem bilgili hem imanlı namazlı olmalı, doktora gidiyorsanız namazlı bir doktor olmalı, çünkü kesbi bilgilerin Vehbi olarak da yaşanması gerekir)

-Artık bir şekilde karar verip

-Bu kararın  hakkımızda hayırlısı olması için dua edilmeli

 

Bir hadis ilave edelim: “ümmetim yanlışta ittifak etmez”

 

 

aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur.

5 Kasım 2012
Okunma
bosluk

ZEKÂT RİSALESİ

ZEKAT ÜZERİNE TANIMLAMALAR

 

Zekât konusunun ana esasları Kur’ân’da, teferruat kısmı ise sünnettedir. Bunu Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine devrinde uygulamıştır. Ayrıca Hulefa-i Râşid’in döneminde de uygulanmıştır. Yani, Kur’ân’da ve Sünnette geçmiş olmasıyla birlikte Hz. Peygamber döneminde tatbikatı apaçık ve tarihî bir gerçek olan zekât, daha sonra başta âlimler olmak üzere Müslümanlar tarafından ihmal edilmiştir.

 

Osmanlı döneminde devlet Öşür sistemiyle ilgilenmiştir. Bugün için ise Müslümanların zekâtla ilgili bir müesseseleri, bir odaları, bir teşkilatları yoktur. Bazı çabalar var ise de bunlar başarılı olamamıştır. Zekâtın bu bakımdan araştırılması gerekiyor. Çünkü zekât, Allah’ın kitabında emredilmiş ve Hz. Peygamber de on sene bizzat tatbik etmiştir.

 

Peygamberimiz zekâtla ilgili meseleleri bir kâğıda yazdırmıştır. Bilhassa sefere gittiği zamanlarda onları yanında taşımıştır. Zekât meselesine bu kadar önem verirdi. Fakat nedense sonradan bu konu ihmal edilmiştir.

 

Zekât İslâm’ın beş temel esasından biridir. Bu hususta birtakım çalışmaların yapılmasına ihtiyaç vardır.

 

İnsan hayatında gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık gibi dönemler olduğu gibi müesseselerde de bu çeşit değişmeler oluyor. Bakıyorsunuz bir müessese kuruluyor, çalışıyor, zirveye ulaşıyor, sonra düşüşe geçiyor. “Her yüz senede müceddidler gelir”. Dinî müesseseyi de devamlı geliştirmek gerekiyor. Bunu da yeni müceddidler, yeni müctehidler, âlimler insanların ihtiyaçlarına göre geliştirme çalışmaları yapacaklardır.

 

Öyle ki  bir hadis-i şerifte “Nice ilim taşıyan insanlar vardır ki, bu ilimleri ileride kendilerinden daha âlim olacak kimselere naklederler” buyrulmuştur. Buna göre, bugün de eskiden olduğu gibi din âlimleri yetişir. Yeter ki bizde bu gayret olsun.

 

Dinimizde insanın özeli ile ilgili hükümler olduğu gibi sosyal yönü ile ilgili hükümler de vardır ki, zekât insanın sosyal yönünü ilgilendiren en önemli kısmıdır.

 

Kaymakamlıklar bünyesinde “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları” yoluyla fakir fukaraya yardım faaliyetleri var. Bu vakıf yoluyla yapılan yardımlar zekâtın sadaka yönünü ilgilendirmektedir.

Yardım kuruluşları ve yardım faaliyetleri daha da çoğaldı. Ancak bu faaliyet hep birbirinden kopuk ve kurumsallaşmamış bir şekilde yürüyor. Dağıtımda belli prensipleri olmadığı için her kurum kendi usullerine göre dağıtım yapmaktadır. Bu toplumda bunun sonuçları gözleniyor.

 

Bir yaşlının evine gidiyorsunuz, herkes ona bir gıda yardım paketi vermiş, asla tüketemeyeceği kadar gıda paketleri birikmiş. Yardım edenin niyeti o yaşlının gıda ihtiyacını karşılamaktı, ama netice nereye vardı.

 

Yardım dağıtmak için bir eve gidiyorsunuz, evde üç yetişkin insan çalışmıyor, yatıyor. Siz bu insanlara kömür ve gıda yardımı yapıyorsunuz, bunlar da çalışma ihtiyacı duymadan yatmaya devam ediyor. Bu çeşit sosyal faaliyetlerin neticelerinin takip edilmesi ve yardımların gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması gerekmektedir.

 

Kur’ân Kavramlarını Nasıl Anlamalıyız

 

Herhangi bir metni anlama ve yorumlamada kelime ve ifadelerin bilinmesi önemlidir. Kutsal metinlerin ve dinî nassların anlaşılması ve yorumlanması sürecinde ise, kelime ve ifadelerin anlaşılması diğer metinlere göre daha büyük bir önem arz eder. Zira kutsal metinlerin, gönderildiği insanlara vermek istediği mesaj, kelime ve ifade formları, kavram kalıpları içerisinde takdim edilmiştir. Başka bir ifadeyle İlahi hitap, insanlara kelime, kavram ve ifade örgüsü içinde sunulmuştur. Dolayısıyla Kur’ân’ın dünya görüşünü, insana, topluma, hayata, varlığa ve evrene bakışını doğru bir biçimde anlamak, Kur’ân’da kullanılan anahtar kelimelerin yapılarını, anlam alanlarını ve kullanılış biçimlerini bilmekten geçer. Diğer bir deyişle, Kur’ân’ın evren tasavvurunu doğru bir biçimde anlayabilmek, odak ve anah­tar kelimelerin Kur’ânî siyakta kazandıkları anlam alanlarının doğru olarak belirlenmesine bağlıdır

 

Kur’ân dilcisi er-Rağıb el-İsfehânî (502/1108)’nin; “Kur’ân ilimlerinden öncelikli olarak meşgul olunması ve incelenmesi gereken ilimler, lafzi ilimlerdir. Lafızlarla alâkalı ilimlerden de ilgili lafızların kök mânâ ve etimolojilerini tahkik etmektir. Kur’ân kelimelerinin kök mânâlarını bilmek, bir bina inşa etmek isteyen kimse için en başta gelen araçlar olan tuğla ve kerpiç mesabesin­dedir. Bu lafızlarla ilgili ilim ve kök mânâları bilmenin yararı, sadece Kur’ân ilimle­rine has değil, bütün İslâmî ilimlere şamildir.”[1] ifadeleri de, kelimelerin önemi ile ilgili son derece önemli bir perspektif sunmaktadır. Zira bir cümlede yer alan kelimelerin hakiki delâlet alanlarının doğru olarak tayin edilememesi, ilgili cümlelerin ve siyakın da sahih bir biçimde anlaşılamayacağı sonucunu beraberinde getirecektir. Kur’ân’da zekâtın kavramsal çerçevesini ortaya koyabilmek için, kanaatimizce yukarıda yöntem üzerine ifade edilen hususları göz önüne almak gerekmektedir.

 

Zekât Kelimesi üzerine

 

Yapısal olarak [z - k- y] kökünden türeyen zekât kelimesi, sözlükte; ‘artmak, çoğalmak, temiz olmak, iyi, düzgün, uygun, verimli olmak ve bereket’ gibi anlamlara gelmektedir[2]. Bunları iki temel anlama irca edecek olursak, birincisi ‘artmak, çoğalmak’, İkincisi ise, ‘temiz olmak, arınmak’tır[3]

 

Arap dilcisi İbn Manzur (ö. 711/1311), zekât kelimesinin ‘artmak, çoğalmak’ anlamına geldiğini belirttikten sonra, bunun ‘güzel ve verimli toprak’ anlamında olduğunu ifade eder. Yine, ‘iyi insan’ anlamına geldiğine yer verir[4]. ez-Zemahşerî (ö. 538/1143) de, ifadesine aynı şekilde yer verip, bunun iyilik ve hayır yönü baskın, bu hasletiyle temayüz etmiş olan kimse anlamında olduğunu belirterek, ‘zekâ’ kelimesinin ‘artmak, çoğalmak’ kök anlamıyla bağlantı kurar[5].

 

İbn Manzur ve ez-Zebîdî (ö. 1205/1884) Hz. Ali’nin;”İnfak malı azaltırken, ilimse aksine onu infak etmekle artar” ifadesine yer vererek, bu ifadede görüldüğü üzere/ ‘zekâ’nın artmak anlamında kullanıldığını belirtir[6].

 

Er-Rağıb el-İsfehânî ise, zekât kelimesinin kökü olan ‘zekâ’ nın, Allah’ın bereketi sonucu meydana gelen artma anlamında olduğunu, hem dünyevî hem de uhrevi işlerdeki artma ve çoğalma mânâsı için kullanıldığını ifade eder ve Arapça’da zeka/ifadesinin, ekinin artması, çoğalması ve bereketlenmesi anlamında kullanıldığı örneğine yer verir[7].

 

Zekât Kelimesinin Cahiliye Dönemindeki Anlamı

 

Kur’ân’da yeni anlamlar kazanan kavramların cahiliye dönemindeki an­lamları üzerine kapsamlı ve karşılaştırmalı bir çalışma yapan Ude Halil Ebû Ude, zekât kelimesinin Kur’ân öncesi cahiliye döneminde ‘artmak; çoğalmak’ anlamı dışında başka bir anlamının bilinmediğini belirtir[8]. İbn Manzur da, el-Ferra (ö. 207/822) ve diğer bazı dil otoritelerine dayanarak, Arapların ‘zekâ’ kelimesine çokluk, artma gibi anlamlar verdiğini, iki kişiye, bu artış ve fazlalık anlamına işaret ettiklerini akta­rır[9].

 

Anlaşılacağı üzere, cahiliye döneminde zekât kelimesi, ‘artmak’ temel anlamıyla kullanılmaktaydı. Cahiliye döneminde ‘zekât’ kelimesinin Kur’ân’daki anlamıyla kullanılmaması ise, o dönemde yaşayan insanlarda sosyal yardımlaşma müessesesinin bulunmadığı anlamına gelmez.

 

Zira cahi­liye döneminde zekât kelimesi derin bir dinî anlamdan yoksun ise de, malın toplanması ve belirli yerlere dağıtılmasıyla ilgili çeşitli kurallar bulunmak­taydı[10]. Ancak İslâm dini, bu müessesenin çerçevesini zekât ve benzeri bazı sözcüklerle kavramlaşarak, olabildiğince genişletti; dar bir delâlet dünya­sından onu kurtararak toplum katma yaydı, en Önemlisi de, onu, dinin önemli ve temel unsurlarından biri haline getirdi.

 

Zekât Kavramının Istılahı Anlamı

 

el-İsfehânî ‘zekât’ın ıstılahı anlamının, insanın, malından, Allah’ın hakkını fakirlere aktarması şeklinde olduğunu belirtir. Öyleyse, ona göre zengi­nin fakire mali aktarımda bulunması anlamına gelen ‘zekât’a bu adın veril­mesi, Allah’tan bereketin, malın çoğalmasının, artmasının istenmesi veya zekâtın verilmesi sonucu nefsin iyilik, hayır yönünün artırılması ve bunun nefsi arındırmayı, temizlemeyi beraberinde getirmesi nedeniyledir[11].

 

Özetle, ıstılahta zekât; Yüce Allah’ın, Kur’ân’da ifade edilen sınıflara ve­rilmek üzere farz kıldığı, zengin sayılan kişilerin malından alman belirli paya[12] verilen addır,

 

Kur’ân’da ‘Zeka’ Kelimesinin Alanı

 

Kur’ân-ı Kerim’de ‘zekâ’ kelimesi ve çeşitli türevleri, 23′ü Mekkî, 36′sı Medenî surelerde olmak üzere 58 âyette 59 defa geçmektedir. ‘Zekât’ formu ise 32 yerde geçmektedir. İleride de değineceğimiz üzere, bunlardan ikisi temizlenme, arınma; 30′u ise, sosyal yardımlaşmayı ve vergi müessesesini ifade eden zekât anlamında kullanılmıştır. Yine bunlardan 26′smda zekât, namazla birlikte, namaz (salat) dan hemen sonra zikredilmiştir[13]. Yine, 32 yerde geçen ‘zekât’ formunun 13′ü Mekke’de[14],19′u ise Medine’de[15] inmiştir.

 

Zekât kelimesinin temel anlamı, ağırlıklı olarak müşahhas bağlamda ‘artmak’ olmakla birlikte, Kur’ân-ı Kerim’de bu kök anlamının yanında, yeni izafî/yan anlamlar kazandığını ifade etmek mümkündür.

 

Kur’ân dilbilimcisi ed-Dameğânî (478/1085), zekâtın Kur’ân-ı Kerim’de yedi İzafî anlamda kullanıldığını belirterek, bunları;

 

1-La ilahe illallah (Fussilet, 41//7),

2-Farz olan zekât (Bakara, 2/43),

3-Islah (Fatır, 35/18),

4-Fıtır sadakası (A’Iâ, 87/14).

5-Tebrie etmek, temize çıkarmak (Nisa, 4/49),

6-Helal (kehf, 18/19),

7-Sadaka (Meryem, 19/13) şeklinde sıralar[16].

 

‘Vucûhu’l-Kur’ân’ adlı önemli eserin sahibi İsmail b. Ahmed (ö. 431/1039) ise, zekâtın Kur’ân-ı Kerim’de dört anlamda kullanıldığını ifade ederek, bun­ları şu şekilde sıralamaktadır:

 

1-Farz olan zekât (Bakara, 2/43, 83 ve benzeri âyetler),

2-Artmak, çoğalmak (Kehf, 18/81),

3-Islah (Meryem, 19/13),

4-La ilahe illallah (Fussilet, 41/6-7; Meryem, 19/31 )[17],

‘zekâ’ kökünün temel anlamı, yuka­rıda da ifade edildiği üzere, ‘artmak, çoğalmak’tır. Ancak ‘zekâ’ kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de, cahiliye dönemindeki gibi salt artmak anlamında yer almamıştır. O halde ‘zekâ’ kelimesi ve türevleri, kök anlam olan ‘artma’yı da içine alan yeni İzafî anlamlar kazanmıştır. Bu İzafî anlamları ise iki madde altında toplamak mümkündür:

 

Temizle(n)me, arınma, iyi olma anlamında ‘zekâ’ sözcüğü ve türevleri

Burada zekâtın Kur’ân’daki anlamı konusundaki görüşlerini aktardı­ğımız ed-Dameğânî ve İsmail b. Ahmed’in zekâtın Kur’ân’daki anlamı konu­sundaki görüşlerini tahlil etmemiz uygun olacaktır.

 

Bu iki müellif, ‘zekâ’ kelimesinin ‘la ilahe illallah’ anlamında kullanıldığını belirtir. et-Taberî (310/922) ve İbn Kesir (ö. 774/1372) de bu görüşü İbn Abbas ve İkrime’ye dayandırarak naklederler[18]. İlgili âyet ise, yukarıda yer verdiğimiz şu âyettir:

 

Bu yoruma göre âyetin anlamı şöyledir: “Onlar ‘zekât’a (imana, lailahe il­lallah demeye) yanaşmazlar ve ahireti de inkar ederler”[19].

 

Muhtemelen bu anlayışta, cümlenin ikinci kısmında geçmekte olan ‘kufr’ kavramından ve âyetin henüz zekâtın farz kılınmamış olduğu Mekke döne­minde inmiş olduğundan esinlenilmiştir.

 

el-Beydavî (ö. 685/1288) ise, âyetteki ‘zekât’ ifadesinin temizlenmek, arınmak anlamında olduğu görüşünü naklederek, buna göre âyetin; “kendile­rini arındıracak, temizleyecek olan şeyi yapmazlar” şeklinde anlaşılması gerektiğini ifade eder[20]. Dolayısıyla bu âyetteki ‘zekât’ ifadesine ‘la ilahe illallah’ gibi bir anlamı yüklemenin, ancak dolaylı yoldan olabileceğini belirtmek gerek­mektedir.

 

Şu âyette; “Kendini ıslah eden, bu ıslahı kendisi için yapmış olur”[21] şeklinde bir anlam verilmesi halinde bile bunun manevî ve ruhî yönden temizlenmek, arınmak dışında bir anlam olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

 

“Doğrusu, kendini arındıran mutluluğa ermiştir”. Temize çıkarmak[22]/ helal[23] gibi anlamların yüklendiği âyetlerde de yine temel anlamın ‘temizle(n)mek, arınmak, iyi olmak’ olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır[24].

 

‘Sadaka’[25], ‘infak’[26], ‘ihsan’*[27], ‘birr’*[28], ‘ita’[29], ‘hakk’, ‘kısme’[30], ‘taam’[31],  gibi kelimeler de zekât kavramının semantik alanına giren diğer kelimeler­dir. Bunlardan en kapsamlı olanı ‘sadaka’ sözcüğüdür. Zira Kur’ân-ı Ke­rim’de belirtilen malî ibadetlerin tümü, ‘sadaka’ kavramıyla da ifade edilmek­tedir..

 

Tevbe Sûresi, 9/60. âyette belirtilen ‘sadaka’ların sarf yerleri, aynı zamanda zekâtın  da sarf yerleridir[32]. Başka bir ifadeyle âyette zekât, sadaka sözcüğü ile ifade edilmiştir. “Onların mallarından bir sadaka al ki, onunla kendilerini hem temizler, hem de arındırırsın. Bir de haklarında dua et. Çünkü senin duan onların kalplerini yatıştı­rır. Allah işitendir, bilendir”[33] buyurulmaktadır.

 

Üzerinde durduğumuz Tevbe Sûresi, 103. Âyetinin bire bir farz olan zekâtla ilgisinin bulunmadığını, zekâtın farziyetiyle ilgili kullanılabile­cek birçok âyet varken bu âyetin delil olarak sunulmasının doğru bir yakla­şım olmadığını ifade etmek gerekmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, sadaka, malın verilmesi gerektiğini bildiren ifadelerin hepsini kuşatan ve içeren bir üst kavramdır.

 

İbadetin Anlam Alanı Çerçevesinde Zekât

 

Zekâtın Kur’ân’da ibadet odak kavramının üyesi olan bir anahtar kelime olması nedeniyle, ibadetin anlam alanı ve zekât – ibadet bağlantısı üzerinde de kısaca durmak gerekmektedir. İbadetle ilgili Zariyat Sûresi, 51/56. âyette; “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Buyurulmaktadır. Bu âyette, hayatın bütününün ibadet kapsamında değerlendiril­mesinin, yani hayatın ibadetle geçirilmesinin bir gereklilik olduğu hususu ön plana çıkarılarak, özellikle vurgulanmaktadır. İşte tam da burada, ibadetin ne olduğu veya ne tür davranışları kapsadığı sorusu can alıcı bir şekilde kendini hissettirmektedir.

 

İlgili âyetin anlaşılmasında anahtar konumda bulunan ibadeti, formel (şekli, ritüel) ibadetler ve formel olmayan ibadetler şeklinde ikiye ayırmak, konunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

 

İslâm dininde hayat içerisinde ‘sırf dinî’ diye nitelendirilebilecek bir alan yoktur. Zira Kur’ân ve sünnet, birey hayatının belirli zaman dilimlerini de­ğil, bütününü kapsayan bir değerler sistemi, hayat nizamı ve dünya görüşü sunar. Bu açıdan bakıldığında İslâm dini, bütün yönleriyle bir dünya kurma girişimi[34] olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir dünya görüşü, hayat nizamı ve genel anlamda âlem tasavvuru ortaya koyduğuna göre, bu demektir kİ, par­çacı yaklaşımlardan uzaktır ve insan hayatını bir bütün olarak ele alır (tevhid). Zira hayat tektir. Tek dünya ve tek insan varlığı vardır[35].

 

“Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, öksüze kötü davranan ve yoksulu do­yurmaya çalışmayandır. Şu namaz kılıp da namazlarında ciddiyetsiz olanların vay haline. Onlar gösteriş (için ibadet) yaparlar. En ufak bir yardımı dahi esirgerler. “[36]

 

Mâ’ûn suresinde önce dini yalanlamadan söz edilmekte, sonrasında bü­tünüyle toplumsal bir sorun olan yoksulun ve öksüzün hakkı üzerinde duru­larak, dini yalanlama; yoksulu doyurmama, öksüze destek olmayıp onu aşağılama olarak tanımlanır.

 

Daha sonra, bireysel boyutu ön planda görü­nen, fakat toplumsal boyutu da ağırlıklı bir şekilde var olan namaza değini­lerek, namaza karşı lakayt olanlardan söz edilmekte[37], bu da, âyetin devamında, toplumsal anlamda yapılması gereken yardımın esirgenmesi şeklin­de tanımlanmaktadır. O halde burada namaza karşı lakayt olmak şeklinde tanımlanan durum, namazın şu veya bu şekilde kılınmasından çok, namazın zekât ve zekâtın yanında sayılabilecek daha birçok dünyevî ve toplumsal karşılığının yerine getirilmemesi şeklinde anlaşılmalıdır.

 

Zekât, zengin ile fakir arasındaki malî uçurumun azalmasına neden olur. Bu da, zekâtın, toplumda servet düşman­lığının neden olacağı sosyal olayların doğmasını engelleyen, bunun sonucu olarak da, bireylerarası uyumun oluşmasına katkı sağlayan önemli bir faktör olduğunu gösterir[38]

 

ZEKÂTIN TANIMLAMASI

 

Yukarıda söylediğimiz gibi Zekât kelimesi z,k,y, kökünden olup sözlükte; artma, çoğalma, arıtma, bereket ve övme anlamlarına gelir. Fıkhi bir terim olarak şöyle tanımlamak mümkündür:

 

“Belli mal türlerinin belirli bir bölümünü, nisab miktarının aşılması halinde Allah Teâlâ’nın belirlediği bir kısım müslümanlara mülk olarak ver­mek demektir”

                                                                                                                

Sadaka terimi zekat teriminden daha geniş olmakla beraber Zekâta, mü’minlerin Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerini gösterdiği için “sadaka” adı da verilmiştir. Bununla birlikte sadaka kelimesi zekâttan daha kapsamlı olup, vâcîp ve nâfile kabilinden olan bağışları da İçine alır.

 

Allah rızası için ayrılıp verilen mala zekât denilmesi, geride kalanı arıtma­sı ve âfetlerden koruması yüzündendir. Şu âyet-İ kerimeye dikkatle baktığımızda bu anlamı görebiliriz. “Mü’minlerin mallarından zekât al ki, onunla kendilerini te­mizleyip mallarını bereketlendiresin[39]

Diğer yandan zekât; ödeyicisini gü­nahtan, malın kirinden temizler ve kişinin mânevî derecesini yükseltir.

Medine’de iken bir Yahudi zekat konusunu duyunca varır haz. Peygambere der ki; “Ya Muhammed, ben de zekat versem sana inanmadan benim de malım korunur mu?”       der ve zekat vermeye başlar. Birkaç yıl zekat verdikten sonra bir gün sürüsü çalınır. O da hemen Hz. Muhammed’e koşar ve “hani malım korunacaktı?” der. Peygamber efendimiz der ki “sürün filanca yerde, git al sürünü” der.

 

ZEKÂTIN HİKMETİ ÜZERİNE

 

Cenâb-ı Hak insanları farklı yeteneklerle donatmış ve buna bağlı olarak servet dağılımında da farklılıklar ortaya çıkmıştır.

 

Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Allah, rızık konusunda sizin bazı­nızı bazınızdan üstün kılmıştır’ Servet üstünlüğü bulunan zenginlerin bir kısım mallarını yoksullara vermeleri farz kılınmıştır.

Bu farklılıkların bir amacı da dünyada yapılması gereken bazı işleri bazı insanlara yaptırabilmektir.

 

Zenginlerden fakirlere yapılacak aktarımı Cenab-ı Hak zenginin isteğine bırakmamış son derece ağır tehditlerde de bulunmuştur. Diğer bütün ilahi dinlerde ise fakirlere olan aktarım konusu sadece tavsiye seviyesinde kalmıştır. İncil’de ve Tevrat’ta durum böyledir. İslam’da ise dünya ve ahret cezası ile ağır cezalar uygulanacağı emredilmiştir.

 

Çünkü böyle bir sıkı tutma olmaksızın zenginden yoksul kesime bu mal akışı sağlanamaz. İş zenginlerin merhametine bırakılamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onların mallarında, dilenen ve mahrûm olanlar için belirli bir hak vardır. ”

 

Zekat, varlıklı kesimle yoksul kesim arasın­daki dengeyi sağlayacak önemli bir tedbirdir. İslam ülkelerinde sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın ve adaletin gerçekleşmesini sağlar, Cenab-ı Hakk’ın Kuran’ı Kerim’de belirttiği üzere servetlerin yalnızca zenginler arasın­da dönüp dolaşan bir güç olmasını engeller.

 

Nitekim İslâm’ın İlk yayılma döne­minde Mısır, Suriye ve Irak topraklarının gazilere dağıtılmayıp, eski sahiplerinde bırakılması, buna karşılık kendilerinden cizye ve haraç vergisi alınarak kamu hiz­metlerine harcanması servet tekellerini önleme amacına yönelik olmalıdır.

 

Bir ayette şöyle buyrulur: “Allah’ın o kent halkından Peygamberine verdiği fey’ ganimet­leri, Allah’a, Peygamber’e, hısımlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalan­lara aittir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.”[40]

 

Miras paylaşımından kredi düzenine kadar, zekât ve diğer ekonomik düzenlemelerde görüleceği üzere İslâm, servetlerin yalnız belli bir sınıfın elinde toplanıp, geniş halk kitlelerinin yoksulluk sınırında yaşamasını onaylamaz.

 

Zekât, zenginle yoksulu birbirine yaklaştırır iyilik ortamı doğar,  zengin Allah rızası için yardım etmenin sevincini duyar, yoksul da zengine karşı kin duymaz, sevgi ve saygı duyar. Kıskançlıklar ortadan kalkar. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: “Mallarınızı zekât vermek suretiyle koruma altına alın, hastalıklarınızı sadaka vererek tedavi edin, gele­cek olan belâlara karşı dua ile hazırlıklı olun”[41] “Kazayı ancak dua çevirir, ömrü de ancak iyilik uzatır. ”

 

Zekât, çalışmaktan âciz olanlara normal bir hayat sürme imkânı da sağ­lar. Toplumu yoksulluktan, devleti zayıflıktan koruduğu gibi zekatın mal alımına dönüşmesi yeniden zenginlerin işlerinin açılmasına yol açar. Bu, ekonominin canlanması anlamına da gelir. Zira, marjinal tüketim eğilimi dediğimiz son birim değerin tüketime harcanması eğilimi fakirlerde yüksektir. Bu eğilim zenginlerde ise düşüktür. Zira zenginin geliri yüksek olduğu için son gelen kazançlar tüketimden ziyade tasarrufa meyillidir.

 

Allah’ın Rasûlü ise zenginler ve fakirler konusunda şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü yoksullar sebebiyle vay zenginlerin haline! Yoksul­lar şöyle diyecekler: Rabbimiz, Senin bize ayırdığın hakları  vermemek sure­tiyle bize zenginler haksızlık ettiler. Allah Teâlâ şöyle buyuracaktır. “İzzet ve celâlim hakkı için, sizi kendime yaklaştıracağım, onları ise uzaklaştıracağım.” Bundan sonra Hz. Peygamber: “Zenginlerin mallarında dilenen ve mah­rum olanlar için belli bir hak vardır” âyetini okumuştur.[42]

 

Başka bir hadisi şerifte ise fakirlerin zenginlerden 500 yıl önce cennete girecekleri bildirilmiştir.

 

Zekât, vermek kişiyi cimrilikten korur, cömert ve eli açık yapar, diğergamlık duygularını güçlendirir sınıfsal kinler ortadan kalkar.

 

Ayrıca servetinin bir bölümünü sırf Allah rızası için yoksul kardeşlerine veren ve buna karşılık onlardan bir şey beklemeyen kimse, sürekli olarak toplum yara­rını kişisel yararı üzerinde tutma alışkanlığını kazanmış olur. Kişi böyle olsa bile ben zekatımı veriyorum bu kadar yeter diyemez. Çünkü kazancında başka haklar da olduğunu hazreti Rasulüllah bildirmiştir.

 

Bedenin şükrü namazken malın şükrü zekattır ve zekat, Allah Teâlâ’nın gazabının  sönmesine vesile olur. Zekat ger­çekte malı azaltmaz, bereketlendirir ve arttırır.  Kur’an-ı Kerîm’de; “Eğer siz şükrederseniz, mutlaka verdiğim nimetleri artırırım’’[43] buyrulur.

 

Malın zekâtını vermek, baharda üzüm bağlarından fazla filizleri veya fazla olup gelişmemiş bazı meyveleri temizlemeye ben­zer. Bunlar temizlenmezse bütün çubuklarda ve dallarda gelişen üzüm salkımlarını veya meyva dallarını kök besleyemez, salkımlar ve meyveler zayıf ve verimsiz kalır. Zekâtı verilmeyen servetin du­rumu da bunun gibidir. İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Toplumun dışında kalarak yalnız başına yaşamını sürdürme diye bir şey yoktur. İnsan yaratılışı itibariyle sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla kazancında toplumun da bir payı vardır.

 

 

Öte yandan toplum bir bütündür. Herkes gelir ve kazanç elde etmede daima birbirinden yararlanır. Bu yüzden de meydana gelen servetlerde, başkalarının katkısı ve hakkı bulunur. Zenginlerin servetinin meydana gelmesinde, içinde yaşadığı toplum bireylerinin katkısını kim inkâr edebilir? Böylesine bir kalabalık çevrede değil de dağ başında tek başına yaşamaya kalksaydı bu kadar servet meydana ge­lir miydi hiç? İşte kişinin kavuştuğu bütün bu nimetleri kendisine hesapsız olarak veren Allah’a şükür ve içinde yaşadığı toplu­ma da ayrıca teşekkür borcu olarak hepsine birden zekât emrine uymakla ödenmiş olur.

 

Her insanın kabiliyeti ve mayası toprak olduğundan, toprağın suyu emip tutması gibi in­sanda da malı tutma özelliği vardır. Kişi daima servet yığmak ister. Bir vadi dolusu malı olsa bir vadi daha ister.  Bu hasletini kırmak için onu Allah Rızasında vermeye alıştırmak gerekir. İnsanın başkalarına vermek suretiyle, cimrilik duyguları azalır. Binaenaleyh zekât, en az alan kadar, veren için de yararlıdır.

ZEKÂTIN İSPATLAYAN DELİLLER NELERDİR

 

 

Zekâtın farz oluşu Kitap, sünnet ve îcmâ ile sabittir.

 

 

Zekât, İslâm’ın beş temel esasından biri olup, Hicretin İkinci yılında Şev­val ayında Ramazan orucu ve fitreden sonra farz kılınmıştır. Kur’ân-ı Ke­rîm’de zekât kelimesi İki yerde sözlük anlamında kullanılmıştır[44] Sekizi Mek­ke döneminde inen âyetlerde olmak üzere toplam otuz âyette de terim anla­mı görülür.

 

Kur’an zekâtın eşanlamlısı olarak “sadaka”[45] ve “hak” sözcükleri­ni de kullanır. Çeşitli âyetlerde teşvik edilen infak” ise gönüllü iyiliği ifade eder. Zekât yirmiyedi âyette namazla birlikte zikredilmiştir. Öyle ki, bu durum namaz ile zekât arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunu gösterir. Bazı alimler zekat verilmeden namaz kılınması halinde namazın da kabul olmayacağını dahi söylemişlerdir.

 

Diğer yandan zekât önceki peygamberlere de genellikle namazla birlikte emredilmiştir. Kur’an’da İbrahim (a.s) ve oğulları îshak ve Ya’kub’un doğru yo­lu gösteren önderler yapıldığı belirtildikten sonra şöyle buyrulur: “Onlara iyi­lik yapmayı, namazı kılmayı ve zekâtı vermeyi vahyettik”

 

İbrahim (a.s)’ın diğer oğlu Hz. İsmail’den de şöyle söz edilir: “O, ailesine namazı ve zekâtı emrediyordu.”

 

Cenâb-ı Hak genel olarak, Tevrat’a uyan İsrail oğullarına da şöyle seslenir: “Namazı kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rü­kû edin.”[46] Hz. Musa, yetmiş kişi İle Sina dağına çıktığında, Yüce Allah ken­disine şöyle buyurmuştur: “Cezama dilediğim kimseyi çarptırırım, rahme­tim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekât verenlere ve âyetle­rime inananlara yazacağım.”[47]

 

Hz. Meryem, babasız dünyaya getirdiği İsa (a.s) konusunda sorulara cevap vermede sıkılınca, beşikteki geleceğin pey­gamberi Hz. İsa şöyle konuşur: “Nerede olursam olayım, Rabb’im be­ni kutsadı ve yaşadığım sürece, bana namazı ve zekâtı emretti[48]

 

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Namazı kılın, zekâtı verin.”[49] “Mü’minle­rin mallarından zekât al ki onları temizleyip mallarını çoğaltasın. ”[50] “Ha­sat günü ürünün hakkını ödeyin”

 

Hz. Peygamberin; “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur. Bunlardan biri de zekât vermektir” hadisi ile Muaz b. Cebeli Yemen’e vali olarak gönderirken kendisine söylediği şu sözler: “Onlara bildir ki, Allah Te­âlâ kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Zekâtı oranın zenginlerinden al, yoksulla­rına ver.”[51] Buyurması sünnetten delil sayılmıştır.  Zekâtın farz olduğunu bildiren daha başka bir çok hadisler de vardır.

 

Müctehit imamlar, zekâtın farz oluşu üze­rinde yüzyıllardan beri görüş birliği içinde olmuşlardır. Ashab-i Kiram zekât vermeyenlerle savaşılması gerektiği konusunda ittifak etmiştir. Zekâtın farz olduğunu inkâr eden kimse dinden çıkar.

 

ZEKÂTI VERMEMENİN CEZASI NEDİR?

 

Cenab-ı Hak Zekât vermeyen için iki yönlü müeyyide olduğunu bildirmiştir. Dünyada ceza öngördüğü gibi, ahirette de azap edeceğini bildirmiştir. Allahü Teâlâ ahiretteki azabı şöyle haber vermektedir. “Altın ve gümüşü birik­tirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için can yakıcı bir azabı müj­dele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp, bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve kendilerine; “İşte nefisle­riniz için toplayıp biriktirdikleriniz! Artık saklayıp biriktirdiğiniz bu nesne­lerin acısını tadın! (denilecektir)” [52] “Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar ze­kât vermezler ve ahireti de inkâr ederler/’[53] Ahiret gününde, cennet ehli, suçlulara sorar; “Sizi sekar cehennemine sürükleyen nedir?’ Onlar derler ki; “Biz namaz kılanlardan değildik ve düşkünleri doyurmazdık.” [54]

 

Hz. Peygamber (s.a.s.) efendimiz de zekatla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

 

‘‘Allah Teâlâ bir kimseye mal verir, o da, bunun zekâtını ödemezse, zekâ­tını ödemediği bu mal kıyamet günü, gözleri üzerinde iki siyah benek bulunan başı kel yılan şekline girip o kişinin boynuna sarılacak ve iki çenesinden tutup şöyle diyecek: “Ben senin malınım, ben senin biriktirdiğinim.” Hz. Peygamber daha sonra şu âyeti okumuştur: “Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Aksine bu onlar için bir kötülüktür. Kıyamet gününde, cimrilik yaparak verme­dikleri bu mallar boyunlarına halka yapılacaktır: Göklerin ve yerin mira­sı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. ” [55]

 

Farz olan zekâtın  yerine getirilmemesinin dünyaya ait cezası, zekâtın İslâm Devleti tarafından zorla alınması ve kendilerine de devletin koyacağı bir ce­zanın (ta’zîr) uygulanmasıdır.

 

Bir ha­diste şöyle buyrulur[56]

 

“Karşılığını Yüce Allah’tan bekleyerek malının zekâtını ödeyene ecri ve­rilir. Zekâtını vermeyenin zekâtını ve devesinin yarısını, Rabbimizin bir alaca­ğı olarak alırız. Zekâttan hiç bir şey Muhammed’in aile fertlerine helâl değildir.”[57] Bu hadisin başka bir rivayetinde, “ceza olarak malın yarısı alınır” ifa­desi vardır.[58]

 

Müctehit imamlardan Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre bu durumda İslâm devleti yalnızca verilmeyen zekât kısmını alır, gerek görürse de ta’zîr cezası uygular. Buna karşılık malî ceza uygulanmaz görüşündedirler. Çünkü Hz. Peygamber döneminde böyle bir ceza uygulanma­mış olup, Hz. Ebû Bekir devrinde de zekât vermeyenlere karşı savaş yapılması öngö­rülmüş, fakat mallarının müsaderesi yoluna gidilmemiştir.

 

Şîrâzî (ö. 476/1083) gibi bazı alimler ise, malî cezanın önceleri var oldu­ğunu, daha sonra neshedildiğini ileri sürmüşlerdir. Hanefîlerden yalnız İmam Züfer bu durumda malın yarısına kadar müsadere edilebileceği görü­şündedir.

 

Zekatın İnkâr edilmesi sebebiyle zekâtı ödemeyen topluluklara karşı savaş açılır. Nitekim ilk halîfe Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın zekât vermek İstemeyenlere karşı savaştutumu bu şe­kilde olmuştur. Bu konuda önceleri tereddüt eden Hz. Ömer, halife Hz. Ebû Bekir’e şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.): Allah’tan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar insan­larla savaşmakla emrolundum. Bunu söylerlerse canlarını ve mallarını ben­den korumuş olurlar. Hesapları da Allah’a kalmıştır, dediği halde bunlarla na­sıl savaşırsın?’’[59]

 

Hz. Ömer’in bu sorusuna Hz. Ebû Bekir şu cevabi verdi: “Allah’a yemin ederim ki, namaz ile zekâ­tı birbirinden ayıranlarla elbette savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Al­lah’a yemin ederim ki, Hz. Peygamber’e ödemekte oldukları dişi bir keçi yav­rusunu bana vermezlerse bundan ötürü onlarla savaşacağım”[60].

 

Bu hadis başka bir rivayette: “Rasûlullah (s.a.s.)’e ödemekte oldukları de­venin bağını ödemeyecek olurlarsa…” ifadesiyle nakledilmiştir.

 

Bu cevab üzerine ikna olan Hz. Ömer şöyle demiştir: “Yemin ederim ki, Yüce Allah, savaşmak için Ebû Bekir’in gönlüne bir genişlik vermiştir. Bu konuda onun hak üzere olduğunu anladım.”

 

İslâm alimleri burada  zikredilen  delillere dayanarak şöyle hüküm vermişlerdir. Bir kimse veya topluluk zekâtı vermezler veya bu konuda İslâm devletine karşı çıkarlarsa kendileriyle savaşılır. Ancak cimrilik veya hükmü bilmeme yüzünden ödemez­lerse dinden çıkmazlar, fakat günahkâr olurlar  

 

 ZEKÂTIN FARZ OLMASI İÇİN GEREKEN ŞARTLAR NELERDİR?

 

Bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekir.

 

Mükellef Olmak

 

Zekât vermenin bir kimseye farz olabilmesi için, öncelikle  Müslüman olması, hür olması, akıllı olması ve ergen olması gerekmektedir.

Müslüman olmayanlara, köle ve cariyeler ile, akıl hastalarına ve çocuklara zekât farz değildir. Şöyle ki:

 

Bir gayrimüslim zekât ile yükümlü değildir. Kuran’ı Kerim’de zekat doğrudan doğruya Müslümanlara emredilmiştir. Ayrıca birçok hadis ve Hz. Peygamberin 10 yıllık uygulaması da bu yöndedir.

 

Müslüman bulunmak, zekâtın farz olması için şart olduğu gi­bi, devamı İçin de şarttır. Zekât, temizleyici bir ibadettir. Müslüman olmayan kimse ise temizlenmeye ehil olmadığı için, bir müslüman bir süre dinden çıkıp, daha sonra yeniden İslâm’a dönse bile irtidat sü­resi için zekât gerekmeyeceği gibi, irtidattan önceki süreye ait zekât borçları da düşer. Şâfiîlere göre, bir kimsenin irtidat etmesi, daha önceye ait zekât borçları­nı düşürmez.

 

Hanefî fukahasına göre, zekâtın yükümlülüğü için, akıllı olmak (deli olmamak) ve ergenlik (yetişkin) çağına ulaşmış bulunmak şarttır. Çünkü akıl hastaları ve ergen olmayan çocuklar namaz ve oruç gi­bi ibadetlerle yükümlü olmadıkları gibi zekâtla da yükümlükleri yoktur. Zekât başlı başına sorumluluğu olan bir ibadettir. İbadette sorumluluk ise ergenlik, akıl ve temyiz çağına ulaşmakla başlar.

 

Hanefîler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, zekâtın farz olması için ergen ve akıllı olmak şart değildir. Bu yüzden çocuğun ve akıl hastasının mal­larından da zekât vermek farzdır. Zekâtı bunlar adına velî veya vasîleri öder. Dayandıkları delil şu hadistir: “Malı bulunan bir yetimin velisi olan kimse, bu malı ticaretle çalıştırsın, malı bırakıp da zekât onu yemesin.”[61] Bu müçtehitlere göre zekât mala bağlı bir yükümlülük olup, akrabalık nafakasında olduğu gibi, malın sahibinde ehliyet şartları aranmaksızın gerekli olur.

Hanefî fukahasına  göre akıl hastalığı, o kişinin çocukluğundan beri devam etmekte ise bu kişiler zekât vermekle yükümlü olmazlar. Fakat ergenlik çağını geçirdikten sonra iyileşirlerse, bu iyileşme tarihinden itibaren zekât vermekle yükümlü olurlar.

 

Ergenlik çağından sonra ortaya çıkan akıl hastalığı ise bir yıldan uzun sürerse, o yılın zekâtı dü­şer. Çünkü bu süre içinde dîni hiçbir emirle  yükümlü olmazlar. Fakat bu yıl içinde bir ara, meselâ; bir İki gün iyileşecek olsalar üzerlerine zekât gerekir. Bu gö­rüş İmam Muhammed’e aittir. Ebû Yûsuf’a göre ise, yılın yarısından fazla sü­reyle iyileşmedikçe o yılın zekâtı gerekmez demektedir.

 

Geçici olarak baygınlık ve koma haline uğrarsa bir kişi ona zekât engeli sayılmaz. Çünkü bu halin uzun sür­mesi mutat değildir. Zekatını normal olarak vermesi gerekir.

 

Küçüklere gelince, bunlar ergenlik çağına girince hemen malı kendilerine verilmeyerek re­şit olup olmadıkları, yani malı yerinde kullanıp kullanamayacakları araştırılır bakılır. Bu konudaki ayette şöyle buyurulur: “Yetimleri ergenlik çağına geldiklerinde onları deneyin. Onların akılca olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendilerine ve­rin.”

 

Ebû Hanîfe’ye göre ilke olarak ergenlikle mâlî velâyet hali kalkar, fakat bir önlem olarak en geç 25 yaşına kadar mal, yetime teslim edilmeyebilir.

 

Çoğunluğa göre ise; yetim rüşt (olgunluk) hali gösterinceye kadar yaşı ne olursa olsun mâlî velâyeti devam eder. Bu yüzden rüşt yaşı, eğitim, kültür ve sosyal çevre şartlarına bağlı olarak farklı yaşlarda gerçekleşmiş olabilir.

 

Bu konuda bir çok ülke uygulamada kolaylık olsun diye standart bir rüşt yaşı belirleme yoluna gitmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde 1299 H. tarihli bir padişah fermanı ile rüşt yaşı, yirmi yaş olarak belirlenmiştir[62].  Buna göre gerçekte, yükümlü er­genlik yaşı ile rüşt yaşı arasında velînin mâlî vesayeti altında bulunacaktır. Bu süreye ait zekâtın veli tarafından verilmesi gerektiğinde mezhepler arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Yukarıda zikredilen hadisin bu dönemi de kapsadı­ğında şüphe yoktur.

 

Diğer yandan, çocuk ve akıl hastalarının “öşür” denilen toprak ürünleri zekâtından sorumlu oldukları konusunda görüş birliği vardır.

 

 

Nisap Miktarı Mala Sahip Olmak:

 

Bir kimsenin zekat verme mecburiyetinde olması için temel ihtiyaçlardan ve borçtan başka nisap miktarı veya daha fazla bir mala mâlik bulunması gerekmektedir. Bu kadar malı olmayan kimseye ise zekât farz ol­maz.

 

Nisap, sözlükte “ölçü, sınır, işaret, asıl” anlamına gelir. Bir terim olarak; zekâtın gerekmesi için ölçü olarak tespit edilen belirli bir miktardır. Servetin zekâtı gerektiren miktarını İfade eder.

 

Zekâtla yükümlü olmanın asgarî sınırı sayılan nisap miktarları, zekâta tâ­bi her mal için, Hz Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu asgarî miktarlar o dönem İslâm toplumunun ortalama hayat standardını ve zenginlik ölçüsünü gösterdiği gibi, sonraki dönemlerde de “zekât nisabı” adıyla aynen korunmuş­lardır. Buna göre fakihler toprak ürünleri dışında, zekâta tâbi bütün mallarda nisabın şart olduğunda görüş birliği içindedirler.

 

Hadis-i şeriflerde bildirildiği üzere, mal çeşitlerine göre belirlenen nisap miktarları şöyle sıralanmıştır; Altı­nın nisabı yirmi miskal, gümüşün nisabı ikiyüz dirhem, koyun ile keçinin nisa­bı kırk, sığır ile mandanın nisabı otuz, devenin nisabı da beştir.

 

Ebû Hanîfe dışında çoğunluğa göre, tarım ürünlerinden de beş vesk (yaklaşık 653 kg., Kûfeliler’e göre yaklaşık 1 ton) nisap olarak alınmıştır. Bu miktarlara ulaşma­yan mallar için zekât gerekmez. Nisap miktarları, bu çeşit mallara sahip olan­lar bakımından zenginlik sınırını ifade eder. Şah Veliyyullah Dehlevî (ö.1176/1762) zekât nisap miktarlarının Hz. Peygamber döneminde karı, ko­ca, bir çocuk ve hizmetçiden oluşan çekirdek ailenin bir yıllık geçim harcama­larına denk olduğunu belirtir.[63]

 

 

Yukarıda belirtilen, nisaba esas alınan mal çeşitleri arasında günümüzde önemli bir değer farkı meydana gelmiştir. Bunların Hz. Peygamber döneminde çekirdek bir ailenin ortalama yıllık harcama miktarları olduğu düşünülürse, gü­nümüzde karı, koca ve çocuklardan oluşan en küçük bir ailenin yıllık asgarî har­camaları tutarı esas alınarak, bir nisap belirleme yoluna gidilmesi uygun olur.

 

Aslî ihtiyaçlar: Zekât matrahı dışında tutulan temel ihtiyaçlar şunlardır; zekât yükümlüsünün oturduğu ev, bu ev için gerekli eşya, kışlık yazlık giysi­ler, gerekli silah, alet, kitap, binek hayvanı ile hizmetçi, bir aylık (sağlam gö­rülen başka bir görüşe göre bir yıllık) ihtiyaç maddeleri veya aile masrafların­dan ibarettir. Borca karşılık olan nakit paralar da bu hükümdedir.

 

Kur’an’daki “…fazlayı infak ediniz” âyetini İslâm bilginleri “kazandığı­nız maldan kendinizin ve aile fertlerinizin temel ihtiyaçlarından fazlasını infak ediniz” şeklinde anlamışlardır. Hz. Peygamber de zekâtın malın fazlasından verilmesi gerektiğini açıklamıştır.

 

Buna göre aslî ihtiyaçları tasnif etmek gerekirse:

a)           Mesken olarak kullanılan ev, bağ, bahçe ve tarım yapılan arazilerin kendisi.

b)           Binek ve koşum hayvanları İle günümüzde bunların yerine geçen oto­mobil, servis aracı, traktör, su motoru veya zanaatkârların iş aletleri, üretim için kullanılan makinalar, tezgâhlar, fabrika vb. aletler. Bunlar kıymeti üzerin­den değil, geliri üzerinden zekâta tabi olurlar. Hz. Peygamber: “Müslümana atı ve kölesinden dolayı zekât yoktur”buyurmuştur.

c)          Örfe uygun giyim ve ev eşyası. Halı, kilim, mobilya takımı, altın ve gü­müşten olmayan yemek takımları, buzdolabı, çamaşır makinesi ve diğer kul­lanılan her türlü elektrikli aletler.

d)           Bilim adamlarının özel kütüphanesi.

e)           Bir kimsenin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile bireylerinin bir aylık (sağlam görülen başka bir görüşe göre bir yıllık) mutat masrafları.

f)           Nisap miktarına ulaşmayan altın, gümüş, nakit para ve ticaret mallan ile borca karşılık tutulan nakit para ve mallar.

İbnü’l-Hümam (Ö.861/1457) bunları şöyle özetlemiştir: Oturulacak ev, gi­yilecek elbise, ev eşyası, binilecek hayvanlar ve kullanılan silahlar için zekât yoktur

1)           Malın, Nâmî (büyüyen, artan) Bir Mal Olması:

 

Bir malın zekâta tâbi olması için “nemâ” niteliğine sahip olması gerekir.

 

Sözlükte “artmak, çoğalmak ve gelişmek” anlamına gelen nemâ, bîr terim ola­rak ikiye ayrılır:

a)           Gerçek üreme: Bir malın ticaretle, doğum yoluyla veya tarımı yapıla­rak artması “gerçek üreme”dir. Bu yüzden ticaret amacıyla elde bulunan eş­ya ve hayvanlar zekâta tabi olduğu gibi, dölünü ve sütünü almak için kırlarda otlatılan ve sâime denilen hayvanlar da zekâta tabidir.

b)           Hükmen üreme: Bir malın kendisinde artma imkân ve potansiyelinin bizzat bulunmasıdır. Altm, gümüş ve paralar bu niteliğe sahiptir. Bunlar tica­rette kullanılmak, malların mübadelesinde vasıta olmak yoluyla ihtiyaçları kar­şılar, bu yüzden bunlar yaratılış bakımından üremeye, artmaya ve ticarete el­verişlidir. Bunun bir sonucu olarak, elde bulunan altın ve gümüş nakitler, kül­çeler, süs takımları, kendileriyle ticarete niyet edilsin veya edilmesin hatta bunlar nafakaya, mesken satın almaya sarfedilmek üzere biriktirilmiş olsa bi­le nisap miktarına ulaşınca zekâta tabi olurlar.

 

Bilim adamlarının meslek kitapları veya zanaatkârların iş aletleri temelde büyüyen ve gelişen mallar değildir. Bu yüzden kendi kıymetleriyle zekâta tabi olmazlar.

 

Kaybolup yıllar sonra bulunmuş olan maldan ötürü de zekât vermek ge­rekmez. Çünkü bunlarda büyüme ve gelişme söz konusu olmaz. Denize dü­şüp yıllarca sonra çıkartılan mallarla gasp edilmiş mallar bu hükümdedir. Zik­redilen bu ve benzeri durumlarda zekâtın farz olmaması şu hadise dayanır: “Dımâr maldan zekât gerekmez,”[64] Dımâr mal; mülkiyet devam ettiği halde, geri dönmesi ve bulunması umulmayan, mal demektir. Bunlardan yararlanıl­ması mümkün olmadığı İçin zekât da gerekmez.

 

Nisab Miktarı Mala Tam Olarak Sahip Olmak:

 

Zekâtı verilecek malın mülkiyetine sahip olmak yanında, bu malın zilyedi bulunmak da gereklidir. Zilyetlik; malın fiilen mülk sahibinin elinde olması ve­ya onun hüküm ve tasarrufu altında bulunması demektir.

 

Buna göre, mülkiyet bulunup zilyetlik olmayan veya zilyetlik bulunup mül­kiyet olmayan şeylerden zekât gerekmez. Mesela; kocasından mehir alacağı olan bir kadın bunu teslim almadıkça zekâtla yükümlü olmaz. Çünkü o, mehre mâlîk ise de henüz zilyet değildir.

 

Yine rehin alanın elindeki rehin mala da zekât gerekmez. Çünkü bu bor­ca karşılıktır. Bunda mülk sahibinin zilyetliği yoktur. Borçlu olan bir kimse de, borcuna karşılık olan bir malından dolayı zekât ile yükümlü olmaz. Çünkü bu mala zilyetliği varsa da hükmen ma! sahipliği yok demektir.

 

Satın alınmış, fakat henüz teslim alınmamış mallar zekât nisabına girer. Sağlam görüşe göre bunlardan da zekât vermek gerekir. Yolcu olmak zekât en­geli değildir. Çünkü yolculuğa çıkan kimse, her ne kadar malının zilyedi değilse de, vekil aracılığı ile malında tasarruf edebilir. Bu yüzden de zekâtla yükümlü olur.

 

Belirli sahibi olmayan mallar zekâta tâbi değildir. Toplumun yararına su­nulan mallar, devletin zekât, vergi ve diğer gelirlerinden elde ettiği mallar be­lirli bir Mâlikî olmadığı için zekâta tâbi olmaz. Bu mallar, yoksulların da içinde bulunduğu bütün topluma aittir.

 

Mülkiyetin aslı devam etmekle birlikte, fiilen yararlanma imkânı bulunma­yan mallardan da zekât vermek gerekmez. Bunlara dımâr mal denildiğini yu­karıda belirtmiştik. Mesela; kaybolan hayvanlar, kaybolmuş mal, denize dü­şen mal, devletin müsadere ederek zulmen aldığı mal, elde bir belge bulun­madığı halde inkâr edilmiş, fakat üzerinden bir yıl geçtikten sonra insanların önünde ikrar edilmek suretiyle delil bulunmuş olan mal zekâta tabi değildir.

 

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeîîlere göre, zekât verilecek malda aranan şart, mülki­yetin aslının olması ve tasarruf yetkisinin bulunmasıdır. Mâlikîler, Hanefîlerden farklı olarak vakıf malın mütevelliğini sahibi üstlenirse, bu malda da zekâtı ge­rekli görürler. Çünkü onlara göre, bir malı vakfetmek onu mülkiyetten çıkarmaz.

 

Şâfiîlere göre, ödünç alınan mal alanın elinde bir yıldan fazla kalırsa, onun zekâtını ödemesi gerekir.

 

Malın Üzerinden Bir Yıl Geçmiş Olmak:

 

Oruç ve hac ibadetinde olduğu gibi zekât konusunda da kameri ay esası uygulanır. Zekâtın farz olması için nisap miktarı malın üzerinden bir kameri yı­lın geçmesi gerekir. Buna “havelânü’i-havr denir. Delil şu hadîs-î şeriftir: “Üzerinden bir kameri yıl geçmedikçe, bir maldan zekât vermek gerekmez. ”[65]

 

Ebû Hanîfe’ye göre, üzerinden bir yıl geçmesi bakımından mallar ikiye ayrılır:

 

a) Nakit para, altın, gümüş ve ticaret mallan ile yılın yarısından fazla bir süreyle mer’ada yayılan (sâime) hayvanlar,

 

b) Tarım ürünleri, madenler ve defîneler.

 

Birinci maddedeki malların zekâtında, nisaba mâlik olduktan sonra bir yıllık sürenin geçmesi şarttır. Toprak ürünleri İle madenlerde ise bîr yıllık süre şartı aranmamıştır. Çünkü pek çok ürünün hasadı birkaç ayda yapılabil­diği gibi, bazı topraklardan yılda birden çok ürün de alınabilmektedir. Bu gibi durumlarda yıl sonunu beklemek yoksulun zararına olur.

 

 

İbn Kudâme (Ö.620/1223)ye göre  yıllanma şartı: Bir yıl geçmesi şartına bağlı olan mallar, geliş­mesi için elde bulundurulan ve saklanan mallardır. Hayvan; sütü, yünü, yav­rulaması veya besi alması için bekletilir.

 

Nakit para ve ticaret malları kâr ama­cıyla saklanır. Bunların üzerinden bir yıl geçmesi şartı konulmuştur. Çünkü bunlar artış ve üremenin beklendiği mallar olup, zekâtının kârdan çıkması amaçlanır. Çünkü bu daha kolay olup, malın tükenmemesini ve yoksullara yardımın sürekliliğini sağlar.

 

Toprak ürünleri ve meyveler ise bizzat kendileri gelişme halindeki gelirleridir. Zekâtı verileceği zaman gelişmesini tamamlamış olur. Bundan sonra artık gelişmeye değil eksilmeye doğru gider.” olgunla­şan meyve ve sebzelerin bekletilmesi halinde kuruması ve çürümesi gibi.

 

Diğer yandan toprak ürünleri, meyve ve madenlerin yıllanma şartı dışın­da tutulması üreticiler bakımındandır. Bunlardan tarım ürünleri için şartları gerçekleşince onda bir (öşür) veya sulama yapılan yerlerde yirmide bir nispe­tinde zekât verilir.

 

Madenlerde ise işletmeci zekâtı beşte bîrdir. Ancak tarım ürünlerini veya madenleri satın alıp, elinde ticaret amacıyla bulunduran kim­seler bunların zekâtını diğer ticaret malları gibi verirler. Yani bu takdirde bun­lar nisabı aşınca ve yıllanma da varsa kırkta bir zekâta tabi olurlar.

 

Ebû Hanîfe’ye göre, öşür arazide insan eliyle yetiştirilen buğday, arpa, pi­rinç, darı, karpuz, patlıcan, yonca, çay, şeker kamışı gibi toprak ürünlerine ni­sap ve yıllanma aranmaksızın öşür hükümleri uygulanır. Yani topraktan ne çı­karsa onda bir veya sulama yapılan yerlerde yirmide bir zekât gerekir.

 

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise, yaklaşık 653 kg.’a ulaşma­yan hubûbâttan ve insanların ellerinde bir yıl kadar kalmayan dayanıksız meyve ve sebzelerden öşür gerekmez.

 

Zekâta tabi malın üzerinden bir yıl geçmesinde, nisap miktarı hem yılın başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu miktarın yıl içinde eksilmesi süre­yi kesmez. Buna karşılık yıl içinde artan mal da, yıl sonunda diğer mal ile bir­likte zekâta tabi olur.

 

Meselâ; bir kimsenin Ramazan ayının ilk günü, aslî ihtiyaçları dışında üç yüz gram altını bulunsa, yıl ortasında bu altının miktarı elli grama düşse veya dört yüz grama çıksa, bir yıl sonra yine Ramazan ayının ilk günü iki yüz gram altını bulunsa beş gram altın zekât yükümlülüğü bulunur. Eğer yıl sonunda şer’i ölçüye göre seksen gramın altına düşmüş olsa nisap miktarı bulunmadı­ğı için zekât gerekmez. Ancak eksik kalan nisâbı, tamamlamak için gümüş, nakit para, döviz veya ticaret malı bulunsa, hepsi birlikte kırkta bir zekâta ta­bi olur.

 

Yıl başında altmış gram altın olsa, yıl sonunda bu miktar iki yüz grama çıksa veya yıl başında iki yüz gram iken, yıl sonunda altmış grama düşse ze­kât lazım gelmez. Belki seksen gram miktarına ulaştığı günden itibaren baş­layacak bir yıllık süre sonunda yine aynı miktarda veya daha fazla bulunacak olursa zekât gerekir.

 

İmam Züfer’e göre, nisap miktarı yılın başlangıcından sonuna kadar tam olarak bulunmalıdır.

 

Şâfiî ve Hanbelîlere göre, nisabın bütün yıl boyunca bulunması gerekir. Zekâta tâbi bir mal, yıl içinde nisabın altına düşse, ona zekât gerekmez. Son­radan yeniden nisabı aşan ölçüde mala sahip olursa, yıl geçme şartı tekrar başlar. Ancak yıl içinde yavrulayan hayvanların yavruları ile ticaret mallarının kârı asla (anamala) tabi olarak değerlendirilir.

 

Zekâta tabi bir mal, üzerinden bir yıl geçtikten sonra artacak olsa, bu ar­tan kısmı arttığı günden itibaren bir yıl geçmedikçe zekâta tabi olmaz. Mese­la; bir kimse Ramazan ayının İlk günü nisaba mâlik olsa, bir yıl sonunda üç yüz gram altm veya bu kıymette ticaret malına sahip bulunsa, yedi buçuk gram altın zekât gerekir. Bundan iki gün sonra altın miktarı dört yüz grama yükselse, artan kısım için yeni yıllanma süresi başlamış olur[66]

 

Malın Borç Karşılığı Olmaması

 

Zekâtta “tam mülk olma” ve “temel İhtiyaçlardan fazla bulunma” şartlarının bir sonucu olarak, zekâta tâbi olan malın borç karşı­lığı olmaması gerekir. Çoğunluk fakihler “gizli mallar” adı verilen para, altın, gü­müş ve ticaret mallarının zekâtında borcun etkili olacağı konusunda aynı görüştedirler.“Açık mallar” denilen tarım ürünleri, hayvanlar ve madenler de, ise borcun, zekâtın vücûbuna engel olup olmayacağı, yani borcun zekât matrahı maldan düşülüp düşülmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır.

 

Alacaklı tarafından istenilebilecek olan borçlar zekâtın farz olmasına en­geldir. Bu borç vadeli mal alımından doğmuş olabileceği gibi ödünç para al­maktan veya başkasına kefil olmaktan dolayı da meydana gelmiş olabilir. Bor­cun doğum nedeni ne olursa olsun, insanlar tarafından İstenebilir nitelikte ise, önce bu borçları düşme hakkı vardır. Önceki yıllardan kalmış zekât borçları da bu niteliktedir. Bu borçlar düşüldükten sonra geride nisap miktarı mal kal­mazsa zekât yükümlülüğü bulunmaz. Ancak insanlar tarafından isteyeni bu­lunmayan adak, kefâret ve hac gibi borçlar ise zekâtın farz oluşuna engel teş­kil etmez.

 

Meselâ; bir kimsenin asli ihtiyaçları dışında, üzerinden bir yıl geçmiş otuz miskal altını bulunsa, on iki miskal de borcu olsa, borç karşılığı dışındaki mik­tar altın nisabı olan yirmi miskalin {80 gr.) altına düştüğü için zekât gerekmez.

 

insanlara ait borçların öncelikle ödenmesi veya bunlara karşılık olarak nakit para yahut ticaret malı ayrılması gerekir. İslâm kul borcu üzerinde çok durmuş, Rasûlullah (s.a.s) dualarında borçtan Allah’a sığınmış,[67] borcunu ödemeden ve karşılık da bırakmadan vefat eden kimi sahâbîlerin cenaze na­mazını kıldırmak istememiştir. Hz. Osman halifeliği sırasında şöyle demiş­tir: “Bu ay zekâtlarınızın verileceği aydır. Kimin ödemesi gereken borcu varsa ödesin, sonra da mallarınızın zekâtını ödeyin. Hz. Osman bu sözleri bir sa­habe topluluğu önünde söylemiş, onun bu uygulamasına karşı çıkan olma­mıştır.

Borcun bulunması tarım ürünlerinin öşrü ile arazi vergisi olan haracın uy­gulanmasına engel değildir.

Hanbelîlere göre, borç, tarım ürünleri dahil zekâta tabi her çeşit malda zekât engelidir. Yani önce borçlar ve nafaka düşülür, sonra nisap miktarı mal kalırsa, bu malın zekâtı verilir. Borç eğer bütün nisabı kapsar veya nisabı ek­siltirse zekâta engel teşkil eder.

 

İmam Mâlik’e göre borç sadece parada zekâtın vâcip oluşuna engel olup, nisabı düşürürse zekât farz olmaz. Tarım ürünleri ile hayvanların ve maden­lerin zekâtını ise düşürmez. Çünkü zekât, bunların kendilerinden farzdır.

 

İmam Şâfiî’nin son görüşüne göre, zekât yükümlülüğü diğer borçlar gibi bîr zimmet borcudur. Buna göre zekât mallarını kaplayan veya nisap miktarını azaltan borç, zekâtın farz olmasına engel değildir. Bu yüzden zekâta tabi ni­sap miktarı yıllanmış mala sahip olan kimse, borçlarına bakılmaksızın zekâtla yükümlü olur. Çünkü borçların biri diğerini ödemeye engel teşkil etmez[68].

 

 

 

 

VERİLECEK ZEKÂTIN GEÇERLİ OLMASI İÇİN GEREKEN ŞARTLAR

 

Niyet:

 

Diğer bütün ibadetlerde olduğu gibi, zekâtta da niyet edilmesi şarttır. Hz. Peygamber (s.a.s): “Ameller niyetlere göredir”[69] buyurmuştur. Zekâtı vermek bir amel ve namaz gibi bir ibadettir. Bu yüzden zekatın nafile sadakadan ayrılması için kişinin niyet etmesi şarttır.

 

Zekâtı yoksula verirken veya zekât için bir mal ayrılırken bunun zekât ol­duğuna kalben niyet edilmesi gerekir. Dil ile söylenmesi şart değildir. Hatta bir malı yoksula zekât niyetiyle verirken, bunun bir bağış veya borç olarak veril­diğini söylemek de zekât olmasına engel değildir.

 

Niyetin vakti, zekâtın ödenme zamanına yakın yapılması gerekir. Çünkü topluca belirlenip ay­rılan zekât, ihtiyaç sahibi fakirlerin durumuna göre parça parça veya değişik za­manlarda verilmesi mümkündür. Bu yüzden bir malı zekât olarak ayırırken bir defa topluca niyet etmek yeterlidir. Çünkü bu durumda zekât veren kimseye bir kolaylık vardır. Nitekim tutulacak bir oruçta da akşamdan güneş battıktan hemen sonra niyetlenmek caizdir.

 

Bir kimsenin zekât olarak ayırdığı mal şayet kaybolur veya çalınırsa yahut da telef olursa, o kişiden zekât borcu üzerinden düşmez sorumluluğu devam eder. Nisab miktarı hala geçerli olduğu için, bunun bedelini vermesi gerekir. Çünkü geride kalan malından hala zekâtı çıkarıp vermesi mümkündür. Fakir olmuş olmaz.

 

Bir kimse bir malı yoksula niyetsiz olarak verse (Mesela sadaka niyetiyle verse)  sonradan zekâta niyetlense, eğer vermiş olduğu bu mal henüz yoksulun elinde mevcut ise, zekata yaptığı yeni niyet geçerlidir. Fakat mal fakirin elinden çıkmış ise, artık zekat niyeti yeterli olmaz.

 

Yine bir kimse, başkasının malından onun adına izinsiz olarak zekât verecek olsa, mal sahibi bunu öğrenerek icazet verdiği takdirde, mal halen yoksulun elinde duruyor ve tüketilmemişse yani hala mevcut ise bu zekat niyeti geçerli olur, aksi halde yani fakir verilen zekat malını tüketmiş ise geçerli olmaz.

 

Zekâtta vekilin değil, mal sahibinin niyetinin geçerli olduğuna dikkat edilmelidir. Bu yüzden mal sahi­bi vereceği zekâtı vekile verirken veya en geç vekil bu zekâtı fakire vereceği zaman mal sahibinin zekâta niyet etmesi gerekir. Yalnızca vekilin niyeti yeterli olmaz. Vekil müslüman ola­cağı gibi, zimmet ehlinden (zimmi) Hıristiyan veya Yahudi de olabilir. Bunda bir mahsur yoktur.

 

Zekât vermek niyetinde olan bir kimse, bunun için bir mal ayırmaksızın zaman zaman yoksullara bir şeyler dağıttığı halde, aklına zekat niyet etmek gelmese, sonradan dönüp de bun­lar benim zekatım olsun diye zekâtına mahsup edemez.

 

Ancak yoksula böyle bir mal verirken; “Bunu niçin veriyorsun?” gibi bir soruya düşünmeksizin hemen “zekât olarak veriyo­rum” diyebilecek bir halde bulunursa bu niyet zekat yerine geçer.

 

Diğer yandan bir kimsenin, senenin değişik günlerinde yoksullara bir süre bağışta bulunduktan son­ra “şu süre içinde tasadduk ettiğim şu kadar şeylerin zekâtımdan olmasına niyet ettim” demesi yeterli olmaz. Çünkü nafile olarak yapılan bir ibadeti, sadakayı sonradan yapıla­cak mücerret bir niyetle farz ibadete dönüştürmek mümkün olmaz.

 

Malının tamamını zekâtına niyet etmeksizin sadaka olarak veren kimse­den zekât borcu istihsan yolu ile düşer. Ancak bu sadaka olarak verdiği malı­nı verirken bir adak veya kefâret gibi bîr borcuna niyet etmemesi gerekir. Ak­si halde mal o niyete göre verilmiş olur, bu mala isabet eden zekât miktarını ayrıca borçlanmış bulunur.

 

Hanefîler dışındaki çoğunluk fakihlere göre, bir kimse bütün malını nâfile sadaka olarak verse ve bununla zekâta niyet etmese zekât borcu düşmüş ol­maz. Çünkü bununla farza niyet etmemiştir. Bu mesele, yüz rekat namaz kıl­dığı halde farza niyet etmeyen kimsenin durumuna benzer[70]

 

Bir kimse zekât gereken bir malın bir bölümünü bir yoksula bağışlasa, bu yaptığı bağış dolayısıyla kendisinden, bu verdiği kısma isabet eden zekât düşer. Buna göre bir zengin, yok­sul birisinden olan alacağını, borçlu durumdaki bu yoksula bağışlasa, sadece bu alacak miktarına isabet eden zekât borcu düşmüş olur. Burada kişinin zekâta ni­yet edip etmemesi sonucu değiştirmemektedir. Çünkü bu durum malın yok olmasına benzer. Şayet o kadar malı yok olacak olsaydı, o kadar miktarın zekâtını ödemesi gerekmeyecekti.

 

Mesela; bir zenginin bir yoksulda dört yüz gram altın alacağı olsa, bu alacağın tama­mını yoksula bağışlayacak olsa, bu alacağa isabet eden on gram zekât borcu düşmüş olur. Yoksa bu dört yüz gram altını diğer mallarının zekâtına mahsup edemez. Yani bütün mallarına göre hesapladığı zekat miktarından bu dört yüz gram altını düşemez. Sadece 400 gram altının zekatını düşebilir o kadar.

 

 

Öte yandan zengin olan borçlu bir kimseye zekat olmak üzere böyle bir mal bağışlanacak olsa veya o kimseden olan alacaktan vazgeçilecek olsa, bununla ne o malın, ne de başka mallarının zekâtı verilmiş olmaz. Sağlam olan görüşe göre ise bu bağışlanan mala veya ala­cağa isabet eden zekâtın da ayrıca verilmesi gerekir denilmiştir.

 

Hanefîlerde ise fetvâya esas olan görüşe göre, zekât memuru açık mallar­dan zekâtı zorla almış bulunursa, bu yükümlünün üzerinden zekât borcu düşer. Gizli mallardan ise zorla zekât alınacak olsa, yükümlü -niyet etmemiş­se- zekat borcundan kurtulamaz. O gizli mallara ilişkin zekatı tekrar hesaplayıp zekata niyet ederek vermesi gerekir.

 

Şâfiîlere göre çocuk ve akıl hastası olanlar  adına velî ve vasîlerinin zekât vermekle yükümlü oldukları için, veli ve vasilerin, bunların zekâtı verirken niyet etmeleri yeterlidir. Çocuk ve akıl hastalarının niyet etmelerine gerek yoktur.

 

Temlik

 

Verilecek zekâtın geçerli olması İçin temlik edilmesi şarttır. Temlik; zekât olarak ve­rilecek mal veya nakit paranın mülkiyetini zekâtı alan kimseye nakletmek de­mektir. Bu, hem mülkiyetin devrini ve hem de zilyedliğin devrini içerir.

 

Bu yüzden mübah kılmak, mesela sofrasına alıp ikramda bulunmak tem­lik niteliği taşımadığı için zekât yerine geçmez. Fakat yapılan ikram nafile sadaka olur.

 

Zekâtın verilebilmesi için kişinin akıllı ve ergen olması gerekir. Akıl hastasına veya temyiz gücüne sahip olmayan çocuğa zekat verilemez. Ancak onlar adına onların annelerine veya babalarına veya vasilerine veyahutta velilerine, yani onu temsil eden yasal kimselere zekat verilebilir.

 

Zekâttaki temlik şartının delil olmasını “zekâtı veriniz” anlamındaki âyet­lerden anlıyoruz. Bu âyetlerdeki vermek fiilini, malın mülkiyetini karşı tarafa geçirmek olarak anlıyoruz. Öte yandan “Sadakalar, (zekâtlar) ancak fakirlerin, miskinlerin… hakkıdır”[71]  âyetinde sayılan sekiz sınıfın başına getirilen lâm” harf-i cerri temlîk ifade eder. Yani zekâtın mülkiyetinin bu sekiz sınıfa veya bu sınıflardan birisine nakledilmesi gerekir[72]

 

Mâlikîler zekâtın ödenmesi için ayrıca üç şart daha İleri sürmüşlerdir,

 

a) Zekâtın, farz olduktan sonra ayrılıp verilmesi,

 

b) Zekâtın onu hak eden kişile­re verilmesi

 

c) Zekâtın, malın aynından yani kendisinden olması.[73]

 

Üçüncü bent hükmü tartışılabilir olmasına rağmen bu ifadede israr edildiği ve malın aynisinden olması gerektiği ifade edilmiştir.

 

ZEKÂTIN FARZ OLMASININ ve ÖDENMESİNİN ZAMANI:

 

Bir kimsenin aslî ihtiyaçları ile borçları dışında kalan nisap miktarı, zekâta tabi ve üzerinden bir yıl geçmiş bir mala sahip olan kimsenin bunun zekâtını vakit geçirmeden ver­mesi gerekir. Zekâtla yükümlü olan kişinin, özürsüz olarak zekâtını geciktirmesi halinde günahkar olur. Çünkü zekât, insana harcanması gereken bir hak olup, yoksulun acil ihtiyacını karşılamak maksadıyla farz kılınmış bir emirdir. Zekatın ödenme devresinden geri bı­rakılması halinde, farz kılınmasının maksadı tam olarak gerçekleşmemiş olur.

 

Zekâtı ödeme vakitleri malın türüne göre belirlenir.

 

a)           Altın, gümüş, para ve ticaret mallarının zekâtı ile hayvanların zekâtının her yıl bir kerede kamerî yıl tamamlandıktan sonra ödenir.

 

b)          Tarım ürünleri ve meyveler, yılda birden çok ürün verme durumuna gö­re öşre tâbi olur. Bunlarda bir yılın geçmesi şartı bulunmaz. Ebû Hanîfe’ye göre, tarım ürünlerinde nisap miktarına ulaşma şartı da aranmaz. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise, tarım ürünlerinin zekâtında nisaba ulaşmak şarttır.

 

 

Ebû Hanîfe ve İmam Züfer’e göre, ürün ve meyve ortaya çıkıp bozulma­sından emin olunacak noktaya gelince, hasat edilecek durumda olmasa bile zekât gerekir. Ebû Yûsuf’a göre, hasat edilecek duruma gelince, İmam Muhammed’e göre ise hasat edilip harman yapılınca zekât farz olur.

 

Şâfiî ve Hanbelîlere göre, hubûbâtta tanelerin güçlenmesi, meyvelerde ise olgunlaşma zamanında zekât farz olur.[74]

c)           Balın zekâtı, zekât verecek kadar balın meydana gelmesi, madenlerin zekâtı ise, zekât verecek kadar maden çıkarmakla farz olur.

 

Nisaba Mâlik olan kimsenin zekâtını yılı dolmadan önce kendi isteği ile önceden vermesi caizdir. Çünkü bu kimse zekâtı farz olma sebebi gerçekleş­tikten sonra ödemiştir.

 

Hz. Ali (r.a)’den rivayet edildiğine göre; “Hz. Abbas, Rasûlullah (s.a.s)’a, vakti gelmeden önce malının zekâtını peşin ödemeyi sor­muş, Hz. Peygamber bu konuda ona ruhsat vermiştir[75]”  Zekât ödemesinin yıl sonuna bırakılması mal sahiplerine kolaylık içindir. Bu yüzden yoksulun bir an önce yararlanmasını sağlamak amacıyla vakti gelmeden önce de verilebilir. Bu durum bir borcu henüz vadesi gelmeden ödemeye benzer.

 

Şâfiîlere göre, peşin zekât vermenin yeterli olması için, sene içinde mal sahibinin yıl sonuna kadar zekâtın farz olmasına ehil olarak kalması gerekir. Diğer yandan zekâtı alanın yıl sonunda da zekât almaya ehil olması şarttır. Bu iki şart gerçekleşmezse peşin verilecek zekât yeterli olmaz.

 

Mâlikî ve Zâhirîlere göre ise, yıl dolmadan zekâtı vermek caiz değildir. Çünkü zekât namaza benzer. Bu yüzden vakti girmeden önce verilmesi yeterli olmaz[76]

 

 

AÇIKTA OLAN ve GİZLİ OLAN MALLARIN TANIMLAMASI

 

Bir kimsenin zekâta tabi olan mal türleri, açıkta olma veya gizli olma niteliklerine göre ikiye ay­rılır: Açıkta olanlara “emvâl-i zâhire” gizli olanlara “emvâl-i bâtıne” diye adlandırılır. Bu iki terim zekâtın devlet eliyle toplanması konusuyla ilgili olarak farklı farklı değerlendirilmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır.

 

Açıkta Olan Mallar

 

Bu mal çeşitleri açıkta görünen ve tespiti mümkün olan mal türlerini kapsar. Bunlar; toprak ürünleri, hayvanlar ve madenler gibi mallar olup bu mallar bu çeşide girer. Bu malların zıddı olarak bilinen emvâl-i bâtıne ise gizli mallardır. Altın, gümüş, para ve ticaret malları gibi…

 

 

Devlet eliyle zekâtın uygulanmasının delilleri şunlardır: Kur’an’da şöyle buyurulur: “Mü’minlerin mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temiz­lemiş ve mallarını bereketlendirmiş olasın. Zekât verdikleri zaman da on­lara dua et.Çünkü senin duan onlar için bir huzur vesilesidir.”

 

Hz. Peygamber yaşadığı sürece zekât ona veya görevlendirdiği zekât memurları­na verilmiştir. İbn Şîrin (ö. 110/728) şöyle demiştir: “Başlangıçta zekâtlar Hz. Peygamber’e veya onun görevlendirdiği memurlara verilirdi. Ondan sonra ha­life olan Hz. Ebû Bekir’e veya tayin ettiği memurlara; Hz. Ömer döneminde de yine kendisine veya zekât memurlarına veriliyordu. Hz. Osman döneminde aynı şekilde devam etmişse de onun şehid edilmesi üzerine müslümanlar gö­rüş ayrılığına düşerek, bir kısmı zekâtı devlete vermekte devam ettiler, diğer bir kısmı da zekâtlarını kendileri dağıtmaya başladılar[77]

 

Enes İbn Mâlik’ten rivayet edildiğine göre, Temimoğulları kabilesinden bir adam Hz. Peygamber’e gelerek “Ey Allah’ın elçisi! Zekâtı senin gönderdiğin memura ödediğim zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı sorumluluktan kurtulur muyum?” diye sordu. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: “Evet, zekâtı benim gönderdiğim elçiye ödediğin zaman kurtulur, borçtan beraat edersin. Ödedi­ğin zekâtın sevabı sanat günahı da onu değiştirene aittir[78] Hz. Ebû Bekir halife olunca, zekâtı devlete vermek istemeyen bazı kabilelere karşı, devlet güçlerini göndererek onları itaat altına almıştır.

 

Hz. Osman devrinden sonra da devlet eliyle toplanmasına devam edilen emval-i zâhire, toprak altından veya toprak üstünden elde edilen ya da elde edilmesi mümkün olan bütün mallar ve hayvanları kapsar.

 

Bunlar toprak mahsulleri, hayvanlar ve madenlerden ibarettir. Zekât mik­tarları ise şöyledir:

 

-İnsan eliyle ekilen ve yağmur suları ile sulanan toprakların ürünlerin­den; 1/10 (onda bir.)

 

-Dışardan sulama, gübreleme gibi harcamalar yapmak suretiyle elde edilen ürünlerde; 1/20 (yirmide bir.)

 

-Yeraltı kaynakları, maden, petrol… ve definelerde 1/5 (beşte bir.)

-Hayvanlardan; sığır cinsinde 1/30 (Otuzda bir); koyun cinsinde 1/40 (Kırkta bir); deve cinsinde, her beş deve için bir koyun; atlarda, her at için bir dinar (4 gr. altın para).

 

Bunların dışında kalan altın, gümüş, nakit para, mücevherat ve ticaret malları emval-i bâtına (gizli mallar) çeşidine girer. Bunların zekâtı, Hz. Osman devrinden itibaren sahipleri eliyle verilmeye başlanmıştır. Ancak bu çeşit ma­lı olanların, zekâtlarını vermedikleri sâbit olursa, İslâm ülkesinde kamunun müdahale hakkı saklı tutulmuştur.[79]

 

Gizli Kabul Edilen Mallar:

 

Gizli olan veya zekât memurlarından gizlenmesi mümkün ve kolay olan mallar bu gruba girer. Bunların tam olarak tespiti zordur. Ancak sahiplerinin be­yanı, herhangi bir yerde emanet edilmiş olmalarıyla tespitleri mümkün olabilir. Al­tın, gümüş, nakit paralar, mücevherât ve ticaret malları bu çeşide girer. Evinde altın süs eşyası bulunduran bir kadın bunların varlığını zekât memuruna bildir­mezse, araştırma yaparak bunları tespit etmek güçleşir. Bu yüzden gizli malların zekâtı, sahiplerinin vermesi için devlet mâliyesinin kontrolü dışında bırakılmıştır.

 

Hz. Osman devrine kadar ister gizli olsun, ister açık bütün malların zekâ­tı devlet tarafından alınmaktaydı. Hz. Osman’ın hilafeti zamanında devlet ge­lirleri arttı. Ticaret malları ile nakit paranın tespit ve kontrolü zorlaşmaya baş­ladı. Bunun üzerine Hz. Osman, gizli malların zekâtını sahibinin isteğine bı­raktı. Bu mallara sahip olan kimseler, devlet başkanlarının vekili kabul edile­rek zekâtlarını muhtaçlara bizzat vermekle yükümlü tutuldular. Said İbn Yezid şöyle demiştir: Hz. Osman’ın minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: “Bu ay zekât verme ayıdır. Kimin üzerinde zekât borcu varsa, borcunu ödesin.” Hz. Osman döneminde başlayan bu uygulama, sonraki yüzyıllarda da bu şekilde devam etmiştir.[80] Ancak İslâm devleti uygun gördüğü takdirde gizli malların zekâtını da toplayabilir. Bir İslâm ülkesinde bunların toplanıp, açık mallarla birlikte tek elden yani devlet eliyle dağıtılması daha uygundur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜZERİNDEN ZEKAT ALINACAK MAL ÇEŞİTLERİ

 

 

Beş çeşit maldan zekât vermek farzdır. Attın, gümüş ve paralar, maden ve defineler, ticaret malları, tarım ürünleri ve hayvanlar. Aşağıda bunları sıra­sıyla inceleyeceğiz.

 

ALTIN, GÜMÜŞ İLA  PARALARIN ZEKÂTI

 

Altın ve Gümüşte Nisap Uygulaması

 

Altının nisabı yirmi miskal, gümüşün nisabı ise iki yüz dirhemdir. Borcun­dan ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak yirmi miskal altına veya iki yüz dirhem gümüşe yahut bunların karşılığı kadar para ya da ticaret malına sahip olan kimse, üzerinden bir yıl da geçmişse zekâtla yükümlü olur.

 

Zekatın nisbeti Altın, gümüş ve parada kırkta bir, yani yüzde iki buçuktur. Buna göre, yirmi mis­kal altında yarım miskal, iki yüz dirhem gümüşte ise beş dirhem zekât gere­kir. Miskalin sikkeli altın para şekline dinar denir.

 

Bir miskal, yirmi kırat olup yüz arpa ağırlığında, bir dirhem ise dört kırat olup yirmi arpa ağırlığındadır. Bîr kırat = beş arpa = 0,2 gr. dır.

 

Zekâtta esas olan ölçü şer’î dirhemdir. Günümüz ölçü birimine göre, 1 şer’î dirhem ~2,8 gramdır. 200 dirhem x 2,8 = 560 gram gümüş olur.

 

1 miskal = 20 kırat olup, 20 kırat x 0,2 = 4 grama denk olur. Buna göre, 20 miskal x 4 = 80 gram, altının nisabı olur. Bu ölçüye göre, ağırlık bakımın­dan yedi miskal altın, on dirhem gümüşe denk olur. Altın ve gümüş arasında­ki bu denklik, piyasada tedavülde bulunan ve standart olmayan, dinar ve dir­hemleri bir esasa bağlamak amacıyla Hz. Ömer’in halifeliği sırasında belirlenmiştir.

 

Şer’î ölçüye göre altının nisabı 80 gram, gümüşün nisabı ise 560 gram­dır. Ancak dirhem ağırlığı ülkelerin örfüne göre bazı değişiklikler gösterdiği için, İslâm bilginleri zekâtın, ülkelerin örfî dirhemleri üzerinden verilebileceği­ne hükmetmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında 20 miskal altın 96 grama; 200 dirhem gümüş de 640 grama denk kabul edilmiştir. Bu örfî ölçü­ye göre, altında zekâtın nisabı 96 gram, gümüşte ise 640 gram olur[81]

 

Altın ve gümüşün nisap miktarları hadis-i şeriflerle sabittir.

 

Hz. Ali (r.a)’nin naklettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuş­tur: “Altında yirmi dinara kadar bir şey yoktur. Senin yirmi dinarın bulunduğu ve üzerinden bir yıl geçtiği zaman, ondan yarım dinar zekât vermen gere­kir[82]” Hz. Ömer’in rivayet ettiği başka bir hadiste,’Allah Elçisi: “Yirmi miskalden az altında zekât yoktur”  buyurmuştur. Abdullah İbn Ömer ve Hz. Aişe’den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber her yirmi dinarda ya­rım dinar ve kırk dinarda da bir dinar zekât alıyordu. ”[83]

 

Gümüşün nisap miktarıyla İlgili olarak Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Beş ukiyye’den az gü­müşte, beş zevd’den az devede ve beş vesk’ten az hububatta zekât yok- tur/[84] Beş ukiyye’nin iki yüz dirheme denk olduğu Hz. Ali’nin rivayet ettiği şu hadisle sabittir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “At ile kölenin zekâtını affettim. Siz her kırk dirhemde bir dirhem zekât verin. 199 dirhemde zekât yoktur. Fakat gümüş 200 dirheme ulaştığında, bundan beş dirhem zekât ver­mek gerekir. ”[85]

 

İbn Ömer ve Hz. Ali şöyle demişlerdir: “Sahabeden gümüşün nisabının 200 dirhem olduğuna karşı çıkan olmamıştır.”

 

Ebû Hanîfe’ye göre, altın ve gümüş, nisap miktarını aşarsa, yirmi miskalden fazla altın, dört miskale ve iki yüz dirhem gümüşten fazla olan miktar kırk dirheme ulaşmadıkça bu fazlalık için ayrıca zekât gerekmez. Ancak bu fazlalık ile birlikte başka bir ticaret malı bulunursa, bunlar birbirine eklenerek he­saplanır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gümüşün zekâtını kırk dirhemde bir dirhem olarak ödeyin.”[86] Fakat altın ile gümüşten nisabın üstün­deki miktar kıymet olarak dört miskale veya kırk dirheme eşit olursa, bu faz­lalıktan da zekât gerekir.

 

Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Hanefîler dışındaki çoğunluk fakihlere göre ise, iki yüz dirhemden fazla gümüşün veya yirmi miskali aşan altının ze­kâtı yüzde hesabı ile verilir. Bu fazlalık az da olsa yüzde iki buçuk zekât ge­rekir. Buna delil şu hadistir: “Her kırk dirhemde bir dirhem zekât verin. İki yüze ta­mamlanıncaya kadar size bir şey vermek gerekmez. Miktar iki yüz dirhem olunca beş dirhem zekât vermek gerekir. Fazlası artık bu hesaba göre zekâ­ta tabidir.”[87]

 

Mesela; bir kimsenin iki yüz otuz dokuz dirhem gümüşü bulunsa, Ebû Ha­nîfe’ye göre, yalnız iki yüz dirhem İçin beş dirhem zekât verilir. Geri kalan otuz dokuz dirhem için zekât gerekmez. Bu küsurlar kırka ulaşmadıkça zekâttan muaftır. Diğer imamlara göre ise, nisap miktarını aşınca bütünü üzerinden kırkta bir zekât uygulanır. Yine bir kimsenin yalnız iki yüz yetmiş dirhem gü­müşü bulunsa, Ebû Hanîfe’ye göre iki yüz kırk dirhem İçin altı dirhem zekât vermesi gerekir. Geri kalan otuz dirhem zekâttan muaftır. Diğer imamlara gö­re bunun için de zekât gerekir.

 

Altın cinsinde de nisaptan sonraki dörder dinarlık fazlalıklar için bu pren­sip uygulanır.[88]

 

Altın ile gümüşün nisap miktarına ulaşıp ulaşmadığını belirlemek için kıy­metlerine değil, ağırlıklarına bakılır. Bunda görüş birliği vardır.

 

Buna göre, altından yapılmış bir vazonun ağırlığı nisaptan az, mesela, on sekiz miskal olduğu halde kıymeti, kendisinde bulunan sanat değeri dolayısıy­la yirmi beş miskal altına denk bulunsa ittifakla zekâta tabi olmaz. Ancak bu­nunla birlikte zekâta tabi başka bir mal bulunup da toplamının nisaba ulaşma­sı durumu müstesnadır.

 

Kendilerinde riba cereyan etmeyen, yani ölçü veya tartı ile alınıp satılma­yan kıymetli mallardan zekât verilmesinde kıymetlerine bakılır, vezin veya sa­yılarına bakılmaz. Buna göre, orta büyüklükte iki koyun zekât yükümlülüğü bulunan Kimse, bunların kıymetlerini para olarak verebileceği gibi, bu ikisinin kıymetine denk iyi bir koyun da vererek zekâtını ödeyebilir. Çünkü koyunlar kıyemî olup, bunlardan birinin yerine başkasını vermekte riba söz konusu ol­maz.

 

Fakat riba cereyan eden mislî (standart) malların kendi cinsinden verile­cek zekâtında miktarlara uyulması gerekir. Meselâ; zekât olarak verilmesi ge­reken beş kile adi buğday yerine dört kile kaliteli buğday verilemez. Yine iki miskal altın yerine, san’at değerinden dolayı buna denk olan bir miskal altın verilemez. Çünkü bu durumlarda faiz söz konusu olur. Bu görüş Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e aittir. İmam Züfer’e göre ise verilebilir. Çün­kü kıymetleri eşittir. Faiz ise Allah ile kulu arasında bulunamaz.

 

Zînet Eşyasının Zekâtı:

 

Altın veya gümüşten yapılmış süs takımları, tablo, kap, kaşık, çatal ve benzerleri için nisap miktarına ulaşınca zekât gerekir. Çünkü altın ile gümüş büyüyen mallar olup, bunlar yaratılış olarak ticaret İçin hazırlanmıştır. Ayrıca bunların özünde satış bedeli olma (semen) niteliği vardır. Bu yüzden İster kül­çe, ister döküm, isterse insanlar için süs eşyası olarak elde bulunsun, sahibi bunların zekâtını vermekle yükümlü bulunur.

 

Zînet altınlara zekâtın gerekli oluşu şu hadise dayanır: Amr İbn Şuayb babası yolu ile dedesinden şunu nakletmiştir:

 

“Yemenli bir kadın kızı ile birlikte Hz. Peygamberin yanına geldi, kızının kolunda iki tane altın bilezik vardı. Hz. Peygamber ile bu kadın arasında şu konuşma geçti:

 

Allah’ın Elçisi sordu:

-Bunların zekâtını veriyor musun?

-Hayır.

-Kıyamet gününde Yüce Allah’ın bu iki bileziği senin koluna ateşten bile­zik olarak takmasını ister misin?

 

Bunun üzerine kadın, bilezikleri kızının kolundan çıkarıp Allah Elçisi’nin önüne bıraktı ve şöyle dedi: “Bilezikler Allah ve Rasûlü’ne aittir.”[89]

Hanefîlere göre altın ve gümüşten yapılan süs eşyaları zekâta tâbidir. Meselâ altın ve gümüşten yapılmış bilezik, kolye, gerdanlık, bileklik, küpe gi­bi kadın süs eşyası nisaba ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, o günkü altın veya gümüş fiyatları ile değeri bulunur ve kırkta bir zekât verilir.

 

İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre ise mübah olan kadın süs eşyası zekâta tâbi değildir. Ancak Şâfiîlere göre, kadın süs eşyasında israfa kaçarsa, meselâ 200 miskal (yaklaşık 800 gr. altın) ağırlığında süs eşyası bu­lundurursa zekâtını vermesi gerekir.[90]

 

Abdullah İbn Ömer’in kızlarına ve cariyelerine taktığı zînet eşyasından zekât vermediği rivayet edilmiştir. Ancak ticaret veya ihtiyaç zamanı için el­de tutulan zînet eşyasına ise zekât gerekir. Burada kıymet değil ağırlık esas alınır.[91]

 

Kadınlara ait süs eşyasına zekâtın gerekip gerekmediği konusunda gö­rüş ayrılığına düşen mezhep imamları, aşağıdaki iki konuda görüş birliği için­dedir:

 

a)          Altın ve gümüş dışında yakut, inci, zümrüt, elmas gibi değerli maden­lerden yapılmış bütün süs eşyaları zekâta tâbi değildir.

 

b)          Erkekler tarafından kullanılan veya dince kullanılması caiz görülmeyen altın ve gümüş bütün süs eşyası zekâta tâbidîr[92]

 

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre, altın ve gümüşten yapılan zînet eşya­sına veya ibrik, tablo, kaşık, çatal gibi ev eşyasına nisap miktarına ulaşınca kendi cinslerinden zekât verilecekse sanat değerlerine bakılmaksızın tartıları esas alınır. İmam Züfer’e göre kıymetlerine, İmam Muhammed’e göre ise yok­sulun lehine olana itibar edilir.

 

Fakat bu zekât kendi cinslerinden olmayan bir mal ile ödenecekse bu tak­dirde tartılarına değil, kıymetlerine göre İşlem yapılır.

 

Nisap Tamamlamada Ekleme

 

Altın, gümüş, para ve ticaret malları nisap tamamlamada biri diğerine ek­lenir. Buna göre, bir kimsenin bir miktar altın ile gümüşü, bir miktar da ticaret malı bulunsa, bunların toplamının kıymeti bir nisap miktarına, mesela 80 gram altına denk olsa, kırkta bir nispetinde zekât gerekir.

 

Ebû Hanîfe’ye göre, nisapların birbirini tamamlaması kıymet, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise cüz bakımından olur.

 

Buna göre, bir kimsenin meselâ; yüz dirhem gümüş ile yüz dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa, bunun için ittifakla beş dirhem miktarı ze­kât gerekir. Fakat yüz dirhem gümüşle, yüz dirhem gümüş kıymetinde beş miskal altını veya elli dirhem gümüş ile yüz elli dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa Ebû Hanîfe’ye göre beş dirhem miktarı zekât gerekirse de, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, cüz bakımından nisaplar tamam­lanmadığı için zekât gerekmez. Diğer yandan yüz elli dirhem gümüş ile elli dir­hem kıymetinde beş miskal altın bulunsa yine ittifakla beş dirhem zekât gere­kir. Çünkü kıymetleri tam gümüş nisabına denktir. Ayrıca birinin nisabı dörtte üç, diğerinin nisabı da dörtte bir nispetinde bulunmakla, tamamı bir nisaba denk olmuş olur.

 

İmam Şafiî’ye göre altın ile gümüş nisap tamamlamak için birbirine eklene­mez. Çünkü cinsleri farklıdır. Belki her birinde ayrıca nisabın tam olması aranır.

 

Ayarı Düşük Altın ve Gümüşün Zekâtı:

 

Değeri düşük bir madenle karışık bulunan altın veya gümüşe “mağşûş” denir. Altının gümüşle veya gümüşün bakırla karıştırılması gibi.

 

Şayet altın ve gümüş başka bir madenle karışık bulununca, altını çoksa altın hükmünde, gümüşü çoksa gümüş hükmünde olur. Eğer karışık maden yarıdan fazla ise altın veya gümüş kısmı nisap miktarına ulaşırsa veya ulaşmadığı takdirde başka parası yahut ticaret malı bulunursa, ona göre zekâtı hesap edilerek ve­rilir. Bunlar ticaret mallarından İse diğer maden kısmı da ayrıca dikkate alınır. Bunların altın veya gümüş kısmı nisap miktarına ulaşmazsa tamamı ticaret malı hükmünde olur.

 

Altın ile gümüş rayiç para niteliğinde olmamak üzere karışık bir halde bu­lunursa bakılır. Eğer altın kendi başına nisap miktarında ise veya ikisi bir ni­sap miktarında olup altın gümüşe tartı veya kıymetçe galip veya eşit ise hep­si altın sayılır, ona göre zekât gerekir. Fakat altın nisap miktarında olmayıp kendisine gümüş galip ise hepsi de gümüş sayılır.

 

Mesela; altın ve gümüş karışımı bir tabloda altın yirmi miskal, gümüş üç yüz dirhem olsa hepsi altın sayılır. Yine altın on miskal olduğu halde, üç yüz dirhem olan gümüş kısmından kıymetli bulunsa yine hepsi altın sayılır. Fakat altın yine on miskal olduğu halde gümüş kısmı üç yüz dirhem kadar olup kıy­metçe on miskal altından yüksek bulunsa hepsi gümüş sayılır.

 

Tedâvülde bulunan mağşûş paraların altınları veya gümüşleri, karışık maddelerden fazla veya eşit durumda ise, altın veya gümüş gibi zekâta tabi olurlar. Eğer altın veya gümüşü yarıdan azsa, ticaret malları hükmünde olup yıl sonundaki kıymetlerine göre zekâtları verilir. Bunlarda ticaret niyeti aran­maz. Çünkü nakit para yerindedirler.

 

Altın ile gümüş karışımı rayiç para, akçe veya ticaret mali kabilinden olma­yınca tartıları esas alınır, bunlar nisap miktarına ulaşırsa veya ulaşmadığı hal­de zekâta tabi başka bir mal ile birlikte bulunursa ona göre zekâtları hesaplanır.

 

Kâğıt Paraların Zekâtı

 

Kâğıt paralarla madenî paralar, altın ve gümüş paralar yerine mal müba­delelerinde kullanılan paralardır. Bu paralar, tedavüldeki paralara karşılık merkez bankasında stok edilen veya stok edilmesi gereken külçe altınlar kar­şılığında çıkarılan banka havalesi niteliğindedir. Kâğıt paranın çıkışı ve yayıl­ması 17. yüzyılda Avrupa’da altın karşılığı temsilî para şeklinde olmuştur. Al­tın paranın basılması, taşınması ve korunmasındaki güçlüklere karşılık kâğıt para çok düşük maliyetle büyük miktarda satın alma gücü kazandıran kolay taşınıp, korunabilen bir para türüdür.

 

Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında da bir altın lira (7 gram) yüz ku­ruş itibar edilerek 19. yüzyıl ortalarında “kâime-i mu’tebere-i Osmaniyye” adıy­la ilk kağıt para basılmıştır.

 

Kısaca bu kağıt paraların, altın ve gümüş gibi bunların yerine ve bunları temsil etmek üzere mal mübadelesinde satış bedeli olarak kullanılması örf ha­line gelmiştir. Ancak 20. yüzyıl ortalarından sonra kağıt paranın altına olan bağlılığı giderek azalmış, bazı ülkeler merkez bankalarındaki karşılık olan al­tınları gereksiz stok sayarak serbest bile bırakmış, böylece kağıt paranın satın al­ma gücünü devletin ekonomik gücünden aldığı esası kabul görmüştür.

 

Ancak kağıt paraların istenildiği an, altın ve gümüşe çevrilmesi mümkün­dür. Bu yüzden de bunlar İtibari olarak karşılığı bulunan para sayılırlar. Bun­lar eşyanın günümüzdeki karşılığı olan satış bedeli (semen) olmuşlardır. Bu­nun için nisap miktarına ulaşınca kağıt paralara da altın ve gümüşte olduğu gibi kırkta bir oranında zekât gerekir. Fakihlerin çoğunluğunun görüşü budur

 

Kağıt paranın nisabını belirlemede, ticaret eşyasında olduğu gibi yoksu­lun yararına olan, gümüş nisabının ölçü alınması bir çok fakih tarafından öne sürülmüşse de, bu konuda altın nisabının, esas alınması daha uygundur[93].

 

Çünkü gümüş tarihi süreç içinde önemli ölçüde değer kaybına uğrarken, altın günümüzde ülkeler arası döviz gücünü korumuştur. Hz. Peygamber dönemin­de, altının ağırlık birimi olan miskal, Mekkelilerin paralarının esası idi. Her ül­kedeki kuyumcular altının fiyatını kendi bölgesel paraları ile belirlemektedirler. Bu duruma göre, aslî ihtiyaçları ve borcu dışında 80 gram altın karşılığından fazla kağıt paraya sahip olan kimse, üzerinden bir yıl da geçmiş olunca kırk­ta bir zekâtla yükümlü olur.[94]

 

Diğer yandan kâğıt para sisteminin altın yerine temsîlî para döneminde olduğu gibi daha açık standart bir karşılığa bağlanması ve bu karşılıkla ilgili hükümlerin temsîlî parayı da kapsamına alması esas olmalıdır. Çünkü kendi maliyeti çok düşük ve önemsiz olan kağıt paranın satın alma gücü, temsil et­tiği karşılıklara göre ortaya çıkmaktadır. Altın ve gümüş para gerçek değeri ile tedavülde bulunur. Faiz yasağı sebebiyle bu tür paralarla kendi cinslerinden olan külçe, zînet ve benzeri altın ve gümüş stokları arasında bir satın alma gücü farkı meydana gelemez. Buna göre, faiz yasağı altın veya altına endeks­li parayı enflasyona karşı korur[95]

 

Kağıt para, gerçek karşılığı olan altınla bağlantısı kesilince itibârî değer­le dolaşan bir para türü olmuştur. Nitekim Emevîler devrinden itibaren yaygın­laşan ve fels adı verilen madeni paralar itibarî paralardır. Bunlar bakır, nikel, kalay karışımı paralar olup, altın veya gümüşü, içindeki karışımından az olan paralar da bu niteliktedir. Bu çeşit paraların zekâtı da kendi cinslerinden veya yıl sonundaki kıymetleri üzerinden kırkta bir olarak verilir.

 

Satış bedeli olarak kullanılabilen ekonomik değerlerin zekât dışı tutulma­sı yoksulları zekât nimetinden mahrum eder ve servet sahiplerinin mal varlı­ğını bu tür kağıt ve madenî paraya çevirerek zekât gibi önemli bir İbadetin se­vabından nasipsiz kalmasına yol açabilir. Bunun sonunda, zekâttan beklenen amaç gerçekleşemez[96]

 

Maaş, Ücret ve Serbest Meslek Kazançlarının Zekâtı

 

Bir hizmet karşılığında çalışan kimseye verilen aylık ücrete “maaş”, eme­ğin ve hizmetin fiyatına da “ücret” denir. Serbest meslek kazançları da avu­kat, muhasebeci, mâlî müşavir gibi geçici veya sürekli olarak her türlü serbest meslek faaliyetlerinden doğan kazançlardır.

 

Memur maaşları, işçi ücretleri, doktor, mühendis, avukat, terzi ve berber gibi serbest meslek sahiplerinin kazançlarından, temel ihtiyaçlar ve borçlar dü­şüldükten sonra, elde kalan nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa % 2.5 zekâta tâbi olur. Ancak bu yükümlünün, onu zengin kılan ze­kâta tâbi para, altın, gümüş, ticaret malı gibi başka ekonomik değerleri varsa, dönem sonunda, maaş, ücret veya serbest meslek gelirlerinden elde bulunan miktar da bunlara eklenerek, tek zekât matrahı üzerinden hesaplama yapılır.

 

Hz. Ebû Bekr’in devlet gelirlerinden hak sahiplerine atâ (bütçe fazlası para­dan verilen pay) adıyla maaş verirken, yükümlünün, üzerinden bir yıl geçmiş ze­kâta tâbi malı varsa, bunun zekâtını kaynakta kestiği, Hz. Osman’ın da aynı şe­kilde uygulamada bulunduğu, Hz. Ali’nin “kişinin kazandığı malın üzerinden bir yıl geçmedikçe, o malda zekât tahakkuk etmez” dediği, Abdullah İbn Mes’ûd’un da aynı şekilde fetva verdiği nakledilmiştir[97]. Ancak Hz. Ali’nin bu sözü, dönem sonunda nisap miktarı mala sahip olanın, yıl sonuna doğru elde ettiği kazancı­nın, bu matraha eklenmeyip, bir yıl daha bekletileceği anlamına gelmez.

 

Alacakların Zekâtı

 

Başkalarının zimmetinde olup, nisap miktarına ulaşan nakit para türün­den alacaklar, zekâta tabi olup olmama bakımından kuvvetli, orta derecede ve zayıf alacaklar olarak üçe ayrılır. Alacakların bu şekilde sınıflandırılması Ebû Hanîfe’ye göredir.

 

a)            Kuvvetli alacak: Borç verme veya veresiye satıştan doğan alacaklar, borçlu borcunu kabul ediyorsa veya borç sağlam belgelerle ispat edilebilecek durumda ise kuvvetli alacaklardır. Bunlar tahsil edilmeden zekatı verilmemekle beraber tahsil edildiklerinde  geçmiş yıllara ait zekâtlarının da verilmesi gerekir.

 

Kuvvetli olan ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunan bir alacaktan, zekât yükümlüsü, en az beşte bir kadar miktarı tahsil edince, bu miktarın zekâtını hemen verir. Bundan az tahsil edilirse, sahibinin zekâta tabi başka bir malı bu­lunmadığı takdirde zekâtını hemen vermesi gerekmez.

 

Diğer yandan İmam Muhammed’e göre böyle bir alacak, borçlu tarafın­dan inkâr edilmekte ise, alacaklının ispat edici belgeleri bulunsa bile, tahsil edildiği zaman geçmiş yıllara ait zekâtı lazım gelmez. Sağlam görülen görüş de budur. Çünkü her belge hakim tarafından geçerli sayılmaz ve herkes dava açma imkânını bulamayabilir.

 

b)          Orta derecede alacaklar: Ev veya dükkân kirası gibi kendisi zekât konusu olmayan bir malın bedeli bu niteliktedir. Bu gibi borçlarda yıllanma süresi kiracının zimmetinde borç meydana geldiği tarihten itibaren başlar ve geçecek yıllar için ze­kât vermek gerekir. Ancak tam nisap miktarı kadar tahsil edilmedikçe, sahibinin zekâta tabi başka malı bulunmadığı takdirde, zekâtını hemen vermesi gerekmez.

 

Bu tür alacakla­rın geçmiş yıllara ait zekâtları lazım gelmez. Belki nisap miktarı kabzedilip bir yıl geçince veya zekâta tabi başka mal varsa, yıl geçmesi beklenmeksizin bu­na eklenerek zekâtı verilir.

 

 

c)           Zayıf alacaklar.. Mehir, miras, vasiyet, anlaşmalı boşanmada kadından alınacak muhâlea bedeli ve diyet alacağı gibi alacaklar bu niteliktedir.

 

Bu gibi alacaklardan nisap mik­tarı elde edilip üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât vermek gerekmez.

 

Sonuç olarak; bu alacakların her birinden zekât vermek gerekir. Ancak ödeme, teslim alma sırasında farz olur. Kuvvetli alacaklarda nisabın beşte bi­ri alınınca, orta ve zayıf alacaklarda ise nisabı tamamlayacak kadar bir miktar alınınca zekât vermek gerekir.

 

Zayıf alacaklar yeni bir kazanç elde etme niteliği taşıdığı için bunların üzerinden bir yıl süre geçmesi gerekir.

 

Zekâta tabi başka bir mal bulunması halinde ise bun­lar birbirine eklenerek zekâtı verilir.

 

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, diyet dışındaki tüm alacaklar eşit olup kuvvetli alacak niteliğindedir. Tahsil edilen alacağın üzerinden bir yıl geç­mese bile zekâtı verilir. Çünkü borçlunun yanında iken geçen süre alacaklının yanında geçmiş gibidir.[98]

 

Şâfiîlere göre, altın, gümüş veya ticaret malının karşılığı olan alacaklar için, elde etmeye güç yetince geçmiş yılların zekâtını da vermek gerekir. An­cak alacak hayvan cinsinden veya hurma, üzüm gibi yiyecek maddeleri kabi­linden olursa, geçmiş yıllar için zekât gerekmez.

 

TİCARET MALLARININ ZEKÂTI

 

Arapça “urûz” terimi ticaret malı demektir. Bunun tekili olan “araz” ise dünya malı anlamına gelir. “Arz” ise, altın ve gümüş para dı­şındaki mallar, ev eşyası, akarlar, hayvan türleri, tarım ürünleri, elbiseler ve benzeri menkul ve gayri menkullerden ticaret için hazırlanan mallar  ifade edilir. Bir kimsenin; kâr elde etmek amacıyla edindiği ev, dükkân, arsa, tarla, bah­çe, ve benzeri akarların hükmü de ticarî eşyanın hükmüyle aynıdır. Bu akar­lar da, satmak niyetiyle elde tutulursa, ticari eşya gibi aynı şekilde zekâta tâbi olurlar.

 

Ancak bu gibi geliri olan akarlar, kira geliri elde etmek amacıyla elde bulundurulacak  olursa, kira geliri nisab tutarına  ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, kırkta bir zekâta tabi olur.

 

Ancak kişinin oturduğu ev, ticaret için kullanmakta olduğu varsa iş ye­ri, depo, büro ile sanayi için kullandığı tesisler zekâta tabi değildir.

 

 

Ticaret Mallarının Zekâtına ilişkin Hukuki Dayanaklar

 

 

Bakara suresindeki bir ayette şöyle buyurulur. “Ey İman edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Özellik­le kötü olanını seçmeyin. Gözünüzü kapatmadan alamayacağınız şeyle­ri mi bağışlıyorsunuz? Bilin ki Allah, kendi kendine yeterli ve övgüye de­ğer olandır,”[99] Bu âyette geçen “kazandıklarınızın temizlerinden…infak edin” manasındaki ifade, fukahanın çoğunluğu tarafından “ticaret yoluyla elde ettiğiniz kazançtan zekât verin”  biçiminde anlaşılmıştır. Çünkü bu âyet, ticaret mallarının ve tarım ürünlerinin zekâtı ile ilgili olarak inmiştir.[100]

 

Hz. Peygamber efendimiz bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Deve ve sığırdan zekât vardır, ku­maştan da zekât vardır.”[101] Semüre İbn Cündeb (r.a) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.v) ticaret İçin hazırladığımız mallardan zekât vermemizi bize emrederdi.”[102] Ebû Amr İbn Hammas’ın babasından rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer kendisine, ticaret için elinde bulunan ok torbaları ve derilerden zekât ödemesini bildirmiştir.[103] İbn Kudâme (Ö.620/1223) ticaret mallarına zekât uy­gulaması ile ilgili olarak şöyle demiştir. “Bu yaygın olan bir olaydır. Ashab-ı kiram’dan da kimse buna karşı çıkmadığı için icmâ meydana gelmiştir. Bu, Hz. Ömer, İbn Ömer ve İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Haşan, Câbir b. Zeyd, Tâvus, Nehaî, Sevrî, Evzaî, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’in gö­rüşü de böyledir[104]

İmam Mâlik ve Dâvud ez-Zâhirî‘den rivayet edilen, ticaret mallarından ze­kât olmadığına ilişkin görüşü “Atlarla kölelerin zekâtından sizi affettim” hadisine da­yanmaktadır.

 

Ancak bu hadisten kastedilen bu malların ticaret olmaksızın kendilerinden zekât verilmeyeceğidir. Halbuki ticaret için elde bulunduruldukları takdirde kıymetleri üze­rinden zekât verilmesine bu hadis engel olmaması gerekir.

 

Diğer yandan Mâlikîler’in mezhep görüşüne göre, şartlar gerçekleşirse ticaret mallarına zekât gerekir[105]

 

Ticaret malları normal olarak gelişmesi ve çoğalması arzu edinilen mallardır. Nitekim zekâta tabi olan altın, gümüş, para, hayvanlar ve tarım ürünlerinde de bu özellik vardır. Ticaret mallarının temelde para olarak değerlendirildiğinde şüphe yoktur. Bu malların bedeli olan nakit paraya zekât gerekirken, ticaret mallarına gerekmeme­si ekonomik bir çelişki olurdu. Diğer yandan bu durum nakit paranın tica­ret malına çevrilerek sürekli zekât dışı tutulmasına ve yoksulların bundan za­rar görmesine yol açardı[106]

 

Ticaret Malından Zekât Alınmasının Şartları

 

-Ticaret malının nisap miktarına ulaşması: Yıl başında kıymetleri en az iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın miktarında bulunan ticaret mal­larının zekâtı için yıl sonundaki kıymetleri esas alınır. Bu kıymetlere göre ze­kâtı verilir. Malın kıymeti, bulunduğu beldenin piyasa rayicine göre belirlenir. Eğer bu mallar şehir dışında bir yerde ise buraya en yakın şehirdeki kıymet­leri esas alınır.

 

Zekât nisabını tamamlamak İçin ticaret mallarının kıymeti altın, gümüş veya paraya ilave edilir. Kısaca bunları birleştirerek toplam üzerinden hesap yapılır.

 

-Ticaret malının üzerinden bir yıl geçmesi: Ticaret malına sahip olundu­ğu tarihten itibaren malların kıymetleri üzerinden bir yıl geçmiş olması gere­kir. Malın kendisinin üzerinden yıl geçmesi şart değildir. Hanefî ve Malikilere göre bu konuda geçerli olan yılın başı ile sonu olup, ortası değildir. Bir kimse yılın başında nisap miktarı mala sahip olup yıl içinde bu mal azalır, sonra yıl sonunda yeniden nisap miktarına ulaşırsa bu mâldan zekât vermek gerekir. Yılbaşında veya yıl sonunda nisaptan eksik olan maldan ise zekât vermek ge­rekmez.

 

Şâfiîlere göre, ticaret malının yıl sonunda nisap miktarına ulaşması esas­tır. Çünkü yıl sonu zekâtın farz olma vaktidir. Buna göre, bir kimsenin yılbaşında on miskal altını bulunsa, bunun beş miskali ile bir ticaret malı satın al­sa, yıl sonunda bu malın kıymeti on beş miskale ulaşsa, elindeki beş miskalle birlikte toplam yirmi miskal altın karşılığına sahip olduğu için zekâtla yü­kümlü olur.

 

Hanbelîlere göre ise ticaret malının yıl boyunca nisap miktarının altına düşmemesi gerekir. Ancak yarım gün gibi kısa süreli eksilmeler zarar vermez.

 

-Satın alma sırasında ticarete niyet etmek: Ticaret malları satın alınır­ken bunlarla ticaret yapmaya niyet etmek gerekir. Eğer bu mallara sahip ol­duktan sonra niyet edilirse, niyetin ticaret işine yakın olması gereklidir. Satışa sunmak, satış için ilan vermek veya satış için başkasına yetki vermek gibi bir fiil olmadıkça mücerret bir niyetle bir mal, ticaret malına dönüşmüş olmaz.

 

Diğer yandan kendisiyle ticaret yapılan malın ticarete niyet etmeye elve­rişli bir mal olması gerekir. Mesela, bir kimse haraç veya öşür arazisini ticaret amacıyla satın alsa, bunu satıncaya kadar ekip biçecek olsa, zekât değil, haraç ve­ya öşür vermesi gerekir.

 

İmam Muhammed’e göre miras, bağış veya vasiyet gibi bir yolla intikal eden bir mal için ticarete niyet edilse, mücerret bu niyetle mal ticaret için ol­muş olmaz. Ebû Yûsuf’a göre ise, kişi kendi kabulüne bağlı olan bu gibi mal­ları ticaret yapmak niyetiyle kabul etse, o mal ticaret malı sayılır.

 

Başlangıçta ticaret niyetiyle satın alınmamış olan bir mal, mesela, bir ar­sa, bir takım eşya, halı veya bir miktar zahire ileride satılmak üzere saklansa, bu bir ticaret malı sayılmaz. Bu yüzden bunların üzerinden bir yıl geçse de ze­kât gerekmez. Bir kimse şehir kenarındaki bir gayri menkulünü ziraî ürünler yetiştirmek veya depo vb. için kullanılmak üzere kiraya vermekte ise, bu yer geliri üzerinden zekâta tâbi olur. Fakat burası zamanla belediye imar sahasına girip, par­sellendikten sonra satışa sunulduğu tarihten İtibaren ticaret malına dönüşür ve rayiç değeri üzerinden kırkta bir oranında zekâta tâbi olur.

 

Özet olarak,

 

-bir şeyin ticaret malı sayılıp,

-bundan zekâtın gerekmesi için; malın nisap miktarına ulaşması,

-üzerinden bir yıl geçmesi,

-niyetle birlikte fiilî olarak da ticarete başlanılmış olması,

-ayrıca malların ticaret niyetine elverişli bulunması gereklidir.

 

 

Ticaret Malından Zekâtın Hesaplanması:

 

Ticaret eşyasının üzerinden bir yıl geçince, altın veya gümüşten hangisi yoksulun lehine olacaksa, onunla nisap belirlemesi yoluna gidilir. Ancak gü­nümüzde gümüş, altına göre çok değer kaybettiği için, altının ölçü alınması daha uygundur[107]. Zenginlik sınırının tespitinde, temel ihtiyaç maddeleri istisna edilerek, tercih edilen görüşe göre kişi kendisinin ve bakmakla yükümlü oldu­ğu kimselerin bir yıllık masraflarını ve borçlarını düşer. Geride kalan nakit pa­ra veya ticaret eşyası nisap miktarına ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bu­lunursa, bunlar birbirine eklenerek kırkta bir zekâta tâbi olur.[108]

 

Ticaret malının zekatı kırkta bir olarak kendi cinsinden verilebileceği gibi, malın kıymetinin kırkta biri de verilebilir. Zekât yükümlüsü bu konuda tercih hak­kına sahiptir. Çünkü ticaret malı, zekâtın farz olduğu bir maldır. Altın, gümüş, hayvan veya tarım ürünlerinde zekât kendi cinslerinden verilebildiğine göre, bunların zekâtını da kendi cinsinden vermek caizdir. Bu görüş Hanefîlere aittir.

 

Fakihlerin çoğunluğuna göre ise, ticaret mallarının zekâtını kıymet olarak vermek gerekir. Çünkü nisap kıymet üzerinden belirlenmektedir. Bu yüzden zekât malda değil, ancak kıymetinde farz olmuştur.”[109]

 

Hanefîlere göre ticaret mallarının zekâtının kendi cinsinden verilebilmesi uygulamada bir takım kolaylıklar getirmektedir. Özellikle yoksulların ihtiyacı olan gıda maddeleri, giyecek, yakacak, inşaat malzemesi ve benzerlerinin kendi cinsinden zekâtını vermek yoksulların doğrudan yararlanmasını sağlar.

 

Diğer yandan esnaf ve tüccarın büyük meblağlara ulaşan zekâtını yıl sonun­da nakit olarak ayırıp ödemesi güçlük doğurur, bu durum zekâtın ya geç ödenmesine veya az verilmesine ya da hiç verilmemesine yol açabilir.

 

Halbu­ki, bir gıda toptancısının, bir kumaş tüccarının veya bir konfeksiyoncunun sa­yım yaparak ticaret malının kırkta birini mal olarak yoksullara dağıtması ya da bunun Asr-ı Saadette olduğu gibi devlet eliyle yapılması, bir İslâm ülkesinde yoksulluk problemini kökten çözmeye yeterlidir. Nitekim ülkemizin zekât po­tansiyeli ile ilgili olarak yapılan bazı istatistik çalışmaları, bu sosyal yardımlaş­ma kurumunun, tam olarak uygulanması durumunda (yapılan hesaplamalara göre arka arkaya 6 yıl zekatlar doğru olarak ödense fakir kalmıyor bu ülkede) büyük bir ekonomik güç oluşturacağını ve bu yolla yoksulluk probleminin kökten çözülebileceğini, or­taya koymuştur.[110]

 

Ticaretten yıl boyunca elde edilen kârlar ile hayvanlardan doğan yavru­lar, miras, bağış gibi ticari olmayan yollardan elde edilen mallar sermayeye eklenir. Yıl sonunda bunlar bir bütün olarak değerlendirilerek zekât hesabı ya­pılır. Ancak yıl dolduktan sonra meydana gelecek ilâvelerin, asıl mala eklene­meyeceği konusunda görüş birliği vardır[111]

 

Ancak ayni olarak yapılacak zekatların muhafaza, nakil, bozulma ve uyumsuzluk gibi sorunlar yaratacağı unutulmamalıdır. Bu yüzden zekat toplanırken ağırlıklı olarak değer üzerinden toplanması, buna mukabil dağıtımlarda ayni vermeye önem verilmesi uygun olur kanaatindeyiz. Peygamber efendimiz bir hadisi şeriflerinde “fakiri doyurunuz, yetimi sevindiriniz” buyurmuşlardır. Buradaki doyurmaktan maksatı fakiri yemek vererek doyurmak kadar ona gelecekteki günlerde doyabileceği ayni yiyecekleri de vermek anlamına gelir. Dolayısıyla ayni vermek uygun, fakat ayni zekat toplamak uygun değil diye düşünürüz.   

 

 

ŞİRKETLERİN ZEKATI

 

lllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll

Şirketlerin zekatı olabilmesi için ortakların birbirine özel olarak yetki vermeleri gerekir. Ortakların normalde ticari işlemlerde vekil olduğu kabul edilir. İslâmî esaslara göre kurulan ortaklıklarda her ortak kendi hissesine dü­şen zekâtla yükümlü olur normalde.

Zekatın bir ibadet olması nedeniyle niyete bağlı olması yüzünden bazı farklılıklar gösterir. Sermaye ortaklığı ve kar ortaklığı şeklinde bir ayrımla zekat durumlarını kısaca açıklamaya çalışalım.

 

1)           Sermaye Ortaklığı ve Sanayi Kuruluşlarının Zekâtı

 

Sermayeler eşit veya farklı miktarlarda olabileceği gibi kârın paylaşılma şekli de serbest sözleşme ile belirlenebilir. Zarara katılma kural olarak sermaye oranlarına göre olabileceği gibi bu çeşit ortaklıklar ya ticaret şirketleri veya üre­tim yapan sanayi şirketleri şeklinde de olabilir.

 

Ticaret şirketlerinde zekât dışı olabilecek büro, dükkan, depo, servis aracı, lojman gibi sabit sermaye daha az olur.

 

Örnek olarak vermek gerekirse bir gıda maddeleri ticareti yapan bir şir­ketin (ltd veya A.Ş. olabilir) yıl sonu envanter sonuçlarına göre, borçlar düşüldükten sonra 30 kg. külçe altın değerinde nakit parası, otuz ton pirinci, otuz ton toz şekeri ve otuz ton da kuru fasulyesi bulunsa, yüzde yirmi beş, yüzde yirmi beş ve yüzde elli olmak üzere üç ortak varsa, her birinin zekât yükümlülüğü %50 %25 ve %25 oranlarına göre olur. Ayni veya değeri üzerinden verilebilir.

 

Sanayi şirketlerinde ise artıcı (nâmî) özelliği bulunmayan sabit sermaye yatırımları da­ha büyük olur. Bir fabrikanın binası, makineleri, depoları, servis araçları, loj­manları ve ticaret mali niteliğinde bulunmayan diğer taşınmazları bütünüyle zekât dışı kalır. Borçlar düşüldükten sonra, geride kalan nakit para, döviz, hammadde, mamul veya yarı mamul tüm ekonomik değerler yıl sonu değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olurlar[112] Şirketin tüm mal varlığı içinde zekâta tabi olan değiş­ken değerler yüzde otuz olursa, yalnız bu kısım değerler üzerinden zekât hesaplanması gerekir. Her ortak, şir­ketin zekâta tabi mal varlığından kendi hissesine düşen kısmını hesaplayıp % 2.5 zekât vermekle yükümlü olurlar. Ancak  bir ortağın şirket dışı borçları varsa, bu payını adı geçen özel borçlara karşılık tutabilir. Zekâta tabî başka malı varsa, bunlar da şirket hissesine eklenerek zekât hesabı yapılır ve makul bir zamanda zekatları ödenir[113]

 

Bazı İslam hukukçularına  göre, sanayi kuruluşlarının zekât nispeti; sâfî gelirden % 10 veya gayrisâfî gelirden % 5 olması gerekir. Ancak sanayi makineleri ile tarım arazileri bir­birine kıyas edilemeyecek derecede farklılık gösterdiği için bu görüş eleştiril­miştir.

 

Günümüz mâliyet hesaplamalarında, makineler İçin amortisman bedeli ve yıpranma paylarının dikkate alınması, bunların topraktan farklı bir yapıya sahip olduğunu gösterir.

 

Nitekim 1965’te Kahire’de ve 1984’te Kuveyt’te yapılan bilimsel konfe­rans kararlarında, sınaî makinelerin safî gelirlerinden % 2.5 oranında zekât alınması tavsiye edilmiştir.

 

Diğer yandan çoğunluğunu Mısırlıların oluşturdu­ğu bir grup bilgine göre ise, sanayi sektöründe zekât, döner sermaye ve gelir toplamından % 2.5 oranında uygulanmalıdır.

 

2)           Hisse Senetlerinin Zekâtı

 

Hisse senetleri başlangıçta şirketin gerçek mal varlığını yansıtırken, yıllar sonra, şirke­tin mal varlığı yüzlerce kat büyüdüğü halde hisse senetlerindeki miktarın sa­bit kaldığı görülmektedir.

 

Mesela, hisse senetlerindeki toplam meblağ, baş­langıçta 50 kg. külçe altın değerinde nakit para tutarında iken, şirketin mal varlığı ileriki yıllarda, 80-90 kg. külçe altın değerine yükselebilmektedir.

 

Hisse senedine Türk lirası olarak yazılan rakamlara göre bir kaç katı nominal değer üzerinden alıcı bulması da, bu senetlerle mal varlığı arasındaki büyük farkı kapatmaya yetmemektedir. Diğer yandan on beş-yirmi yıl önceye ait rakam­lara göre kâr paylarının verilmesi de yanıltıcı olmaktadır.

 

Dağıtılmayan kârların şirketin mal varlığına eklenmesi ve sürekli büyü­menin sağlanması ortakların rızası bulununca mümkün ve caizdir.

 

Ancak or­taklıktan amaç kâr elde etmek olduğu için ortaklardan herhangi birisi ihtiyacı olduğu için kâr dağıtımını istese onun kârını hesaplayarak vermek gerekir. Bu takdirde kâr almayan ortakların hisseleri büyümüş olur. Kısaca dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârların, ya da şirketin enflasyonlar yüzünden sürekli değeri değişen mal varlığının yeniden değerleme yoluyla, para karşılıkları he­saplanarak hisse senetlerine yansıtılması gerekir[114]

 

Meselâ; bir kimsenin on yıl önce, toplam sermayesi iki yüz milyar lira olan bir şirkette, bir milyar lira­lık hissesi varsa, şirketin mal varlığı üzerinde %05 oranında hak sahibi demek­tir. Böyle bir şirketin mal varlığı bugün, rakamsal olarak on trilyon Liraya çık­mışsa, bu ortağın hakkı yaklaşık elli katına yükselmiş bulunur. Bu şirketin sâbit sermaye oranı %50 ise, bu ortağın 100 milyar lira olan hisse senedi değe­rinin yarısı kırkta bir zekâta tâbi bulunur.

 

Borsada alım satımı yapılan hisse senetlerini de bu ölçüler içinde değerlendirip, döner sermaye oranı belirlen­dikten sonra zekât hesabını yapmak gerekir. Bir İslâm beldesinde her müslü­man ortağın yıl sonlarında, ortağı bulunduğu şirketin zekâta tabi mal varlığı içindeki hissesinin yüzde oranını bilme hakkı vardır. Bunu şirket yönetimi belirleyip isteyen bütün ortaklara bildirmesi gerekir.

 

Şâfiîlere göre şirketlerin zekâtı, dönem sonunda şirket yönetimince he­saplanarak verilir. Ortakların böyle bir hesap çıkarması güç olduğu için, böy­le bir zekât uygulaması İslâm ülkesinde kolaylık meydana getirir.

 

Hanefîlere göre de şirket ana sözleşmesine madde konularak veya sonradan genel ku­rulun vereceği yetkiye dayanarak, şirket yönetiminin vereceği zekât yeterli olur. Bu yapılamadığı takdirde, ortakların zekâta tâbi mal varlığı konusunda bilgilendirilmesi gerekir.

 

1984’te Kuveyt’te yapılan “I. Zekât Kongresinde, şirketlerin zekâtının, şirket tüzüğünde gerekli düzenleme yapılıp, genel kuruldan bu yönde karar çı­karıldıktan sonra, hisse sahiplerinin rızaları da alınarak şirket yönetimince ve­rilmesi tavsiye edilmiş, fakat bu yapılmadığı takdirde her ortağın kendi hissesinin zekâtını hesaplayıp vermesi gerektiği belirtilmiştir.

 

Hisse senetleri elde bulun­durma amacına göre ikiye ayrılmıştır,

 

a) Hisse senedi sırf ticaretini yapmak, yani borsadaki değer artışından yararlanmak amacıyla alınmışsa, bunun ze­kâtının vücûb tarihindeki piyasa değeri üzerinden % 2.5 oranında verilmesi gerekir.

 

b)Gelirinden (temettü’) yararlanmak amacıyla alınmışsa, çoğunluk âlimlere göre, elde ettiği geliri, diğer mallarına katarak, nisap ve bir yıl geçme şartı gerçekleşmişse % 2.5 oranında zekâta tâbi olur.

 

 

Suudî Arabistan’ın Cidde kentinde 6-11 Şubat 1988’de yapılan İslâm Fı­kıh Akademisi’nin dördüncü dönem toplantısında, hisse senetlerinin zekâtı is­ter şirket yönetimince, ister hisse senedi sahiplerince verilsin, hesaplamanın gerçek şahıslara ait malların ve sanayi kuruluşlarının zekâtı nasıl hesaplanı­yorsa, o şekilde hesaplanması gerektiği karara bağlanmıştır[115]

 

Hissedarın, şirke­tin gerçek mal varlığı ve bunun içinde kendi payına düşen zekât miktarını Öğ­renme imkânının bulunmaması durumunda hisse senedini alma amacına gö­re ikili ayırım burada yapılmıştır.

 

Buna göre; hisse senedi borsa değer artışın­dan yararlanmak amacıyla ticaret için alınmışsa, piyasa değeri üzerinden, pi­yasa değeri oluşmamışsa, bilirkişinin belirleyeceği değer üzerinden % 2.5 ze­kâta tâbi olur.

 

Hisse senedi sırf yıllık kârını (temettü’) elde etmek amacıyla alın­mışsa, gelirinin % 2.5’u oranında zekâta tâbi olur. Şirketin üretim ve ticaret faaliyetlerinin meşru olması gerekir.

 

Emek Sermaye (Mudârabe) Ortaklığı:

 

Bir taraf sermayeyi, diğer taraf da emeğini ortaya koyarak emek-sermaye ortaklığı kurulabilir. Buna İslâm’da “mudârabe” ortaklığı denir. Kârın paylaşılması sermaye sahibi İle işletmeci arasında serbest sözleşmeye göre belirlenir.

 

İşte emek-sermaye ortaklığında, ortaklığın tasfiyesi beklenmeksizin yıl sonunda sermaye sahibi, sermaye ve kârdan payına düşenin, işletmeci ise, zekât yükümlüsü olacak durumda ise, yalnız kârdan payına düşenin zekâtı ile yükümlü olur[116]

 

Tahvil ve Hazine Bonolarının Zekâtı

 

Maktu gelirli tahvil ve hazine bonolarının kıymeti üzerinden, kâr-zarar tahvilleri ise yıl sonundaki ana para ve kâr toplamı üzerinden, zekâta tabi olur.

 

 BİNA, ARSA ve NAKİL ARAÇLARININ ZEKÂTI

 

Müteahhitlerin  zekât durumu şöyle değerlendirilebilir.

 

–Müteahhit inşaatlarını tam olarak kendi sermayesiyle tamamlayıp sa­tışa arz ediyorsa, her yıl zekât hesap dönemi sonunda, inşaatının ulaştığı nok­tada toplam rayiç bedeli üzerinden % 2.5 oranında zekâta tâbi olur.

 

–Yaptığı inşaatı proje üzerinden veya inşaat devam ederken peşin pa­rayla satması durumunda, satış bedelinin yalnız kendisine isâbet eden kâr kısmı zekât matrahına eklenir.

 

Taksitlerle satması durumunda, zekât hesap dönemine kadar teslim aldığı taksitlerin toplamı kadar imâlât yapmışsa, yine yalnız kâr kısmı zekât matrahına eklenir ve bunun değeri üzerinden % 2.5 oranında zekât hesaplaması ge­rekir.

 

Böyle bir taksitli satış istisnâ’ (spariş) sözleşmesi niteliğinde olup, bir yıl­da ödenen toplam bedel ve yapılan iş miktarı dikkate alınarak zekât hesabını çıkarmak güç olmaz.

 

–Mütahidin ileride inşaat yapmak üzere elinde bulunan arsalardan imarı alınmış ve inşaat kararı verilmiş olanlar, değeri üzerinden % 2.5 oranında zekâ­ta tâbi tutulur.  Ancak arazi olarak alınmış, fakat henüz parsel yapılmamış, ya da parsel yapılıp da İmarı alınarak henüz inşaat veya satış kararı verilmemiş durumda olan yerler, akar niteliğinde olup, tarım arazisi ise ve ekilip biçiliyorsa öşre, akar olarak kiraya verilmişse kira geliri üzerinden zekâta tâbi olur. Ya da boş olarak tutuluyorsa, kiraya verilmemiş bir akar olarak geliri olmadığından dolayı zekât hesaplamak gerekmez[117]

 

–Kooperatif inşaatını üstlenen müteahhitler, yaptıkları sözleşme uyarınca, yıllık âidat toplamı kadar iş yapar. Ancak bu âidatın içinde müteahhit kârı da var­dır. Müteahhidin bu karı hesaplayarak zekât matrahına eklemesi gerekir. Ko­operatif üyeleri kendisi oturmak veya kiraya vermek amacıyla yatırım yapı­yorsa, zekâta tâbi olmazlar. Satıp kârından yararlanmak amacıyla üye olan ise, zekât hesap dönemi sonunda, kendi hissesine düşen inşaat değeri üze­rinden % 2.5 oranında zekât hesaplayıp ödemesi gerekir.

 

–Emlâkçilik yapan bir ticaret adamı, kendi satın aldığı ve mülkiyetinde olup devamlı olarak satışa arzettiği taşın­mazlarından, zekât hesap dönemi sonunda elinde bulunanların değeri üzerin­den % 2.5 oranında zekâta tâbi olurlar. Komisyoncu olarak başkalarına ait taşınmazları satan veya kiraya vermekte olan emlâkçı ise, komisyon gelirlerinden elde kalanı, dönem sonunda zekât matrahına ekler.

 

–Bir kimse sırf kira gelirinden yararlanmak için iş yeri, dükkân, depo, ant­repo, iş hanı gibi akarlar edinse, zekât hesap dönemi sonunda bu kira gelir­leri başka mal ve parası da varsa bunlara eklenerek % 2.5 üzerinden zekâ­ta tâbi olur.

 

–Kira geliri sağlamak için elde tu­tulan daire, işyeri, dükkân, han, apartman, depo ile üretim için tesis edilen fabrikalar, nakliye işinde kullanılan otobüs, tren, uçak, gemi, tır ve benzeri vasıtalar bunlar arasında sayılabilir. Bunların hepsi kendisinde büyüme ve gelişme olmaksızın geliri için yapılan yatırımlardır. Bu yüzden de gelirlerin­den zekat vermek gerekir. Bedelleri üzerinden değil.

 

Diğer yandan bazı durumlarda kira geliri ve ticaret malı olma niteliği bir malda toplanabilir. Bir müteahhit, satacağı bazı daireleri geçici olarak kira­ya verse, bu dairelerin ticaret malı olma niteliği değişmez. Yine rayiç bedelleri üzerinden zekat hesaplanması gerekir.

 

Galericilerin alıp-satmak üzere ellerinde bulunan otomobil, minibüs, kam­yon, otobüs gibi araçları değerleri üzerinden zekâta tâbi olur. Başkalarına ait araç­ları komisyon usûlü satan galericiler ise, bu gelirlerinden dönem sonunda elinde kalanı zekât matrahına ekler ve zenginse –nisab tutuyorsa – % 2.5 üzerinden zekâta tâbi olur.

 

Şehirlerarası otobüs işletmeciliği yapan bir firma, işlettiği kendi mülkiye­tinde bulunan otobüslerin gelirinden dönem sonunda % 2.5 zekâta tâbi olur. Ancak yıl içinde bunlardan meselâ, beş tane otobüsün satışına karar verilse, alıcı çıkıncaya kadar, bunlar sefere devam edebilir, fakat ticaret malına (uruz) dönüştükleri için, bunlar değeri üzerinden zekât matrahına eklenir.

 

 MADENLERİN ZEKÂTI

 

Ha­nefîlere göre, “rikâz” maden ve defineleri kapsamına alan bir terimdir.

 

Madenler üç türlüdür

 

1)           Katı olup eritilebilen madenler: Altın, gümüş, ba­kır, demir, kurşun, kalay, tunç civa, madenleri bu niteliktedir. Bunların zekâtı nisap miktarına ulaşınca beşte birdir.

2)           Eritilmeyen madenler: Bunlar ateşte erimeyen ve şekil almayan, mermer, kireç, alçı taşı, elmas, yakut, fruze, tuz gibi madenler­dir. Bu gibi madenlerden üretici zekâtı alınmaz. Bunların tamamı sahibine, sa­hibi yoksa bulana aittir.

3)           Sıvı madenler: Cıva, petrol gibi katı olmayan mad­delerdir. Bunlardan da üretici zekâtı gerekmez. Bunlar tam olarak arazi sahi­bine aittir. Üretimden sonra ticaret malı olarak zekâta tabi olurlar.

 

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Biliniz ki, ganimet olarak elde etti­ ğiniz malların beşte biri, Allah’ın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimle- rin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kadirdir[118]

 

Hanefîlere göre madenler ganimet hükmündedir.

 

Sünnetten delil, Hz. Peygamberin şu hadisidir: “Rikâzda humus (beşte bir nispetinde vergi) vardır.”

 

Hz. Ömer’in Medine dışında bulunan 1000 dinar altın paranın 200 dina­rını devlet adına beytülmâle aldığı,

 

Hz. Ali’nin de madenleri “rikâz” diye İsim­lendirip, çıkarılan madenlerden ve eski devirlere ait buluntu paralardan beşte bir oranında vergi aldığı nakledilmiştir.

 

Bir topraktan çıkarılan, bu toprak müslümanların eline geçme­den önceki döneme ait olan define, ganimet hükmünde olup, bundan beşte bir zekât alınır. Buna kıyasla aynı hükümde sayılan madenlerden de beşte bir alınması gerekir[119]

 

Ebû Hanîfe’ye, bir gö­rüşe göre Mâlik’e ve Ahmed İbn Hanbel’e göre ise beşte bir geliri fey hüküm­lerine tâbi olup zekât dışında, kamu hizmetlerine harcanır.

 

Hanefîlere göre madenlerin zekâtı beşte bîr iken, diğer üç mezhebe gö­re kırkta birdir. Bu görüş ayrılığı, üç mezhebin madenleri rikâz kapsamı dışın­da kabul etmesinden kaynaklanmıştır.

 

Bu duruma göre, devletin mülkiyeti altında bulunan mîrî arazilerde bulu­nacak madenlerin tam olarak devlete ait olması gerekir.

 

Ebû Yûsuf’a gö­re ise denizden çıkarılan nakit altın ve gümüşten, inci ile anberden beşte bir oranında pay alınır. Delil Hz. Ömer’in uygulamasıdır.

 

 

 Ömer İbn Abdilazîz’in, Umman zekât memuruna, balık tutan veya balık ticareti yapan kimse, zengin durumda olunca, balıkların değeri üzerinden %2.5 zekâta tâbi olur demiştir.

 

 

Ürettiği petrolü veya çıkardığı madenleri ham veya işlenmiş ola­rak piyasaya sürünce bunlar ticaret malı sayılır ve nisap miktarını aştığı zaman, diğer şartlar da bulununca kırkta bir zekâta tabi olur.

 

Depolanıp satışı gecikirse her yıl için kırkta bir zekât borcu yenilenir.

 

İmam Şâfiî’ye göre altın ve gümüşten başka madenlerden zekât vermek gerekmez. Altın ve gümüşte kırkta bir zekât verilir. Çünkü altın ve gümüşün zekâtı ile ilgili hadisler umum ifade eder. Ayrıca madenin zekâtında bir yıl geç­me şartı yoktur. Çünkü bir yıl geçme şartı, mallarda büyümenin gerçekleşme­si için konulmuştur,[120]

 

TARIM ÜRÜNLERİNİN ve MEYVELERİN ZEKÂTI

 

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey iman edenleri Kazandıklarınızın ve sizin İçin yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden infak edin. ”[121] Fakihler buradaki ayeti kerime emrinin, topraktan çıkarılan ürünlerin zekâtı ile ilgili olduğu görü­şündedirler.

 

Aynı ayeti kerimede zikredilen “infak” terimi zekâtı da kapsamaktadır. Yi­ne bir başka ayette “hasat günü ürünün hakkını, zekâtını verin”[122] buyrulmaktadır. Fakihlerin büyük çoğunluğu bu ayetteki “hak” teriminin toprak ürünlerinden alınması gere­ken zekât olduğunu ifade etmişlerdir.

 

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak ürünlerinde onda bir (öşür), kova (el emeği) ile sulananlarda yirmide bir (nısıf öşür) vardır.”[123] Hadislerde “öşür” terimi “toprak ürünlerinden alınan ze­kât” anlamında kullanılmıştır.

 

İslâm âlimleri, tarım ürünlerinin onda bir veya yirmide bir ora­nında zekâta tâbi olduğu konusunda görüş birliği içindedirler.

 

Ancak zekâta tâbi olup olmayan arazi veya toprak ürünü çeşitleri üzerinde alimler arasında görüş ayrılıkları olmuştur.

 

Tarım Ürünlerinden Zekât Alınmasının Şartları

 

Akıl hastası veya küçüklerin mahsulünden de ze­kât gerekir. Ancak yükümlünün müslüman olması gereklidir.

 

Hanefîlere göre şu şartlar öngörülmüştür.

 

a)           Toprağın öşür toprağı olması. Haraç arazisinden öşür vermek gerek­mez.

 

b)          Topraktan ürün çıkması.  Eğer öşür toprağından bir şey çıkmazsa öşür vermek de gerekmez. Çünkü öşür, çıkan üründen verilir. Haraç toprağını İse boş bırakırsa yine haraç ver­gisi ile yükümlü olur.

 

 

c)          Toprağı ekip biçmek; gelir ve ürün elde etmek, büyüme gibi amaçlar için yapılmalıdır.

 

Tarım ürünlerinden devletçe alınacak miktar, arazinin türüne göre değişiklik gösterir. Bu miktar zekât, sa­daka, haraç veya kira bedeli çeşitlerinden birisine girer.

 

1)           Zekât Verilecek Tarım Ürünleri Ve Yükümlüler

 

İmamı Azam Ebû Hanîfe’ye  göre tarım ürünlerinin zekâtında nisap aranmaz. Buğday, arpa, pirinç, darı, baklagiller, karpuz, patlıcan, domates, şekerkamışı, şeker­pancarı, hurma, üzüm ve benzeri öşür arazisi ürünlerinden az olsun çok olsun öşür zekâtı alınır. Bu öşrün dayandığı delil olarak Kuran’ı Kerim’deki “Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden verin”[124] ayeti gösterilmektedir.

 

Kısaca Ebû Hanîfe’ye göre insan eliyle yetiştirilen ve topraktan çıkan her üründen öşür gerekir. Öşürde bir çeşit vergi anlamı bulunduğu için bunu İs­lam devletinin zorla alma hakkı vardır. Bu yüzden ölünün terekesi olan ziraî ürünlerden, çocuk veya akil hastasına ait arazilerin ürününden de öşür alınır. Bir yıl geçme şartı yoktur. Her üründen ayrı ayrı alınması gerekir.

 

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in de içinde bulunduğu çoğunluğa göre, ta­rım ürünleri için nisap miktarı, her ürün çeşidi için beş vesk (yaklaşık 653 kg, Kûfeliler’e göre 1 ton)’dur. Bu nisaba ulaşmayan tarım ürünleri için öşür gerekmez.  Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Beş vesk’ten az (üründe) zekât yoktur.”[125]

 

Bunların bir yıl dayanabilecek özellikte  olması gerekir. Armut, elma, şeftali, ka­yısı, domates, biber, pırasa ve kereviz gibi dayanıksız ürünler olduğu için yaş meyve ve sebze türleri için öşür gerekmez.

 

Ürünlerin zekâtına hangi oranın uygulanacağını tespit için toprağın sulama tekniğine göre bir emek harcanmaksızın yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanalla­rı ile sulanıyorsa  çıkacak ürünün onda biri; şayet bir emek harcanıyorsa, kova, dolap, motor veya ücretle alman su ile sulanıyorsa yirmide bir olarak verilir.

 

Sulama yapılmayan yerden elde edilen 50 ton buğda­yın öşrü 10 ton iken, sulama yapılan yerde bu miktar 5 tona inecektir Su­lamanın ürünü arttırdığı ve üstelik yarım ton da eksik öşür verildiği düşünülür­se çiftçilerin sulamalı tarıma teşvik edildiklerinin anlaşılması gerekir..

 

Gübreleme, ilaçlama, mazot ve işçilik harcamalarının önemli ölçüde arttığı göz önünde tutulduğunda bu gibi topraklar­dan elde edilen ürünün masrafla sulanan toprakların ürününe kıyas edilmesini uygun görenler olduğu gibi sulama dışında kalan bu girdilerin ze­kât matrahından düşüldükten sonra, geri kalan net tutardan sulama usûlüne göre ze­kât verilmesi gerektiğini öne süren çağdaş âlimler de vardır.

 

İmam Şafiî ve Mâlik’e göre, bir yıl kadar dayanıklı olan gıda maddeleri ze­kâta tâbi olur. İmam Şafiî, meyve türünden sadece hurma ve üzüme öşür ge­rektiği görüşündedir. Ahmed İbn Hanbel ise, gıda maddesi ayırımı yapılmaksızın, insan eliyle yetiştirilen, dayanıklı olup ölçüyle alım Satımı yapılabilen her türlü tarım ürününe öşür gerektiğini söyler.

 

Zeytin, susam, ay çiçeği tanelerinden öşür alındığı takdirde, daha sonra yağlarından yeniden öşür alınmaz.

 

Üreticiden ticaret amacı ile satın alan bir tacir yeniden ‘‘ticaret malı” zekâtına tabi olur.

 

Sahibi vefat etse bile, mirasçılarının öşrünü vermesi lazımdır. Arazinin vakfedilmesî öşrünün ödenmesini iptal etmez.

 

Ebû Hanîfe’ye göre on kg. üzüm toplanıp yenmişse, bir kg’nı zekât olarak hesaplamak gerekir.

 

Ürünün  öşrü veya mirî arazinin kira bedeli bir şekilde zayi olsa veya sahibi vefat etse bu kaybolan bedeli ödemek gerekir.

 

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre beş vesk (653 kg) olan nisabı ta­mamlamada değişik türler birbirine eklenmeden her türlerin ayrı ayrı nisabı doldurmaları gerekir.

 

Vakfedilmiş öşür arazisi ürünlerinden de öşür verilmesi gerekir.

 

Karşılık beklemeden ekilmek üzere bir arazi  birisine ver­ilirse, çıkan ürünün öşrünü bu kimsenin vermesi gerekir.

 

Ücretle kiraya verilmişse, ürünün öş­rü, Ebû Hanîfe’ye göre arazi sahibinin vermesi gerekir.  

 

Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, ki­raya verilen arazilerde öşür kiracıdan alınır.

 

Hanefî fakihleri Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in görüşü ile fetva vermişlerdir.

 

Ürün paylaşma (müzâraa) yöntemiyle ki­ralanmış ise, öşür, Ebû Hanife’ye göre toprak sahi­binden alınırken, çoğu fakihlere göre, ürünün paylaşılması oranında sahib ve işletmeciden alınır.

 

Ürünler olgunlaştıktan sonra, hasat edilmeden kökünde satılırsa öşrü arazi sahibinin, olgunlaşmadan önce satılırsa satın alanın vermesi gerekir.

 

Öşür toprağından beslenen arıların balından onda bir zekât gerekir.

 

Ha­raç arazisinden, mübah  mer’a veya ormanlardan beslenen arıların balları ise öşre tabi olmaz.  “Ebû Seyyâre (r.a), kendisinin arı kovanları olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber bunların öşrünü vermesini, bildirmiş­tir.”[126] Diğer yandan Allah Elçisi, Yemen halkına şöyle yazmıştır: “Bal üretici­lerinden öşür alınsın.”[127]

 

Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, baldan zekât gerekmez. Dayandıkları delil, Tirmizi’nin; balın zekâtı konusunda önemli bir rivayetin bulunmadığını söyle­mesi ile balın süte kıyas edilmesidir[128]

Türkiye Topraklarında Öşür

 

Gerek fakihlerin çoğunluğunun görüşünü, gerekse devirler içinde arazi statülerinde meydana gelen değişiklikleri dikkate alarak Türkiye topraklarının bugünkü durumunu şu şekilde değerlendirmek mümkündür:

Anadolu ve Rumeli’de önceleri geniş yer tutan mirî arazilerin bir bölümü da­ha sonra bedel karşılığında satılıp tapu ile devredilmiş ve sahipsiz toprakların ihyası sonucu da geniş alanlar zilyedlikle şahısların mülkü haline gelmiştir. Böylece alma, satma, ekip biçme, kiraya verme veya mirasla intikal konularında zil­yedine tam tasarruf yetkisi veren mülk arazi türü ortaya çıkmıştır. Bu çeşit ara­ziler “sırf mülk arazi” çeşidine girer ve öşür arazisinde olduğu gibi çıkacak ürü­nün öşre tabi olması gerekir. Eğer öşür devlet eliyle alınmıyorsa, hayvanlarda olduğu gibi sahiplerinin bunu uygun yerlere kendilerinin vermesi gereklidir.

 

HAYVANLARIN ZEKÂTI

 

Kur’an’ı Kerim’de  doğrudan doğruya hayvanların zekâtından söz eden bir âyet bulunmamaktadır.  Ancak “Onların mallarından sadaka (zekât) al…”[129]   âyetinin genel anlamı­nın hayvanları da kapsadığı düşünülebilir belki. Çünkü hayvanlar, özellikle göçebe toplumlarda önemli bir geçim ve zenginlik aracıdır. Nitekim çölde yaşayan Araplar arasında ‘‘mal’’ kelimesi hayvan anlamında kullanılmıştır. Ülkemizde de bu terim aynı şekilde hayvanlar için kullanılmaktadır.

 

Hz. Peygamber’in hadislerinde ise  Öbür zekât malları gibi hayvanlar da ay­rıntılı bir şekilde yer almıştır. Nitekim Allah’ın Elçisi zekâta tâbi olan mallarla onların nisap ve nispetlerini belirten uzun bir vergi tarifesi hazırlatmış, fakat bunu gereken yerlere gönderemeden vefat etmiştir. Bu zekât tarifesi Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde uygulamaya konulmuştur.[130]

 

Bu tarifeye ve ilgili diğer hadis ve uygulamalara göre, hayvanların zekâ­tında aşağıdaki esaslara göre zekât vermek gerekli olur.[131]

 

a)           Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîler döneminde yalnız deve, sığır ve koyun zekâta tâbi tutulmuştur. Manda sığır türünden, keçi ise koyun türünden sayılır. Buna göre sayı beş olur. Bunlar aynı zamanda evcil hayvanlardır. Bu yüzden evcil olmayan hayvana zekât gerekmez.

 

b)           Devenin nisabı beş, koyunun nisabı kırk ve sığırın nisabı ise otuzdur. Bu nisaba ulaşmayan hayvanlara zekât gerekmez.

 

c)           Hayvanların üzerinden sahibinin mülkiyetinde olmak üzere bir yıl geçmelidir. Eğer hayvan bir kimsenin mülkiyetinde bir yıl kalmazsa ondan zekât vermek gerekmez. Rasûlüllah (s.a.s), “üzerinden bir yıl geçmedikçe, bir maldan zekât vermek gerekmez” buyurmuştur. Çünkü yıl tamamlanmadan genel olarak malın büyümesi ve yavrulaması tamam olmaz.

 

Buna göre, yıl içinde hayvanın satış, bağış vb. yollarla elden çıkması ha­linde, yeniden başka hayvan satın alınır veya hayvan mübadelesi yapılırsa ni­sabı tamamlamada sonradan alınan hayvanların üzerinden bir yıl geçmesi konusunda satın alındıkları tarihe itibar edilir.

 

d)           Hayvan, yılın büyük bir kısmında sâime, yani kırlarda mer’a ve otlak­larda beslenmiş olmalı, ağılda yemle beslenen (melûfe) hayvanlardan olma­malıdır. Bu hayvanlar mücerret sütleri alınmak veya üremeleri sağlanmak ve­ya besicilik için kırda otlamış olmalıdır. Bu yüzden altı aydan az süreyle kır­larda beslenen veya mücerret binilmek veya yük taşıtılmak yahut kesilip etle­ri alınmak üzere meralarda az çok otlatılan hayvanlar da zekâta tabi değildir. Ticaret için olan hayvanların hükmü diğer ticaret malları gibi olur. Ticaret ma­lı olmayan hayvanlardan zekâtın farz olması için yılın yarıdan fazlasında her­kese açık meralarda beslenmesi gerektiği, çeşitli hadis-i şeriflerle sabittir[132]

 

e)           Hayvanın tarım ve nakliye işlerinde kullanılan (âmile) hayvanlardan ol­maması gerekir.

 

 

İmam Mâlik’e göre, hayvanların sâime olmasına veya tarım ya da nakli­ye işinde kullanılıp kullanılmamasına bakılmaksızın belirtilen türler nisaba ula­şınca, bunlara zekât gerekli olur.

 

Zekâta tâbi olan hayvanlar ve nisap miktarları şöyledir.

 

1)           Koyun ve Keçilerin Zekâtı:

 

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sâime olan koyunların sayısı kırka ulaştığı zaman yüz yirmiye kadar bir koyun verilir Yüz yirmiyi aşınca, iki yü­ze kadar iki koyun, iki yüzü aşınca üç yüze kadar üç koyun, üç yüzü aşınca her yüz tane için bir koyun verilir.”[133] Yılın yarıdan fazlasını mubah otlaklar­da beslenerek geçiren hayvana “sâime” denir.

 

Sâime olan koyun ve keçi sürüsünün kırktan azına zekât ge­rekmez. Koyun ve keçi sayısı kırk olur ve bunların üzerinden bir yıl geçerse zekât verilmesi gerekli olur. 40’tan 120’ye kadar bir koyun, 121’den 200’e kadar iki ko­yun, 201 ’den 399’a kadar üç koyun zekât verilir. 400 koyun için de dört koyun zekât gerekir. Bundan sonra her yüz için bir koyun daha verilir. Zekât mikta­rının arttığı dilimlerin alt ve üst sınırı arasındaki sayı bağışlanmış olup, zekâ­ta tabi değildir. Meselâ; zekata tabi ve üzerinden bir yıl geçmiş yalnız kırk ko­yunu olanla, yüz yirmi koyunu olan iki mükellef de birer koyun zekât verir.

 

Keçi de koyun gibidir. Çünkü hadislerdeki “ğanem” ifadesi erkek ve dişi koyun ile keçiyi içine almaktadır. Ni­sabı tamamlamada birbirine eklenir.

 

Verirken ortalama iyi olanın verilmesi gerekir. Erkekle dişi fark etmez. Zekat memurlarından birisi çok gösterişli bir deveyle gelince peygamber efendimiz neden bu kadar gösterişliyi aldığı için kızmıştır. Zekat amili ise “Ya Rasulüllah bunu iki taneye saydım” deyince ses çıkarmamıştır.

 

Koyunlar ile keçilerden hangisi daha fazla ise zekâtın ondan verilmesi sünnete daha uygundur. Sayılar eşit olursa dilediğinden verebilir. Ancak ta­mamı koyun veya tamamı keçi olursa, zekâtını kendi cinsinden vermek gerekir.[134] Elde olmayandan vermesi istenemez..

 

Salim babasından rivayetle Hz. Peygamber’in zekât mektubunda şöyle yazdığını nakletmiştir: “Kırk koyundan yüz yirmiye kadar bir koyun, bundan fazlasına iki yüze kadar iki koyun, bundan fazlasına üç yüze kadar üç koyun, üç yüzden fazlasına her yüz sayısı için bir koyun zekât verilir. Sonra sayı dört yüze ulaşıncaya kadar bir şey vermek gerekmez. Zekâttan kaçırılmak için ay­rı koyunlar birleştirilmez, toplu halde bulunan koyunlar da ayrılmazlar. Koyun­ları karışık halde bulunan ortaklar eşit şekilde ödeşirler. Çok yaşlı veya kusur­lu hayvan zekât olarak alınmaz. ”[135]

 

Bu hadiste yasaklanan birleştirme ve ayırma şöyle olur. Ortak olan üç ki­şinin nisap miktarına ulaşan kırkar koyunu olsa, bunlar ayrı kabul edilirse üç koyun, birleştirilirse yüz yirmi koyuna bir koyun zekât gerekir. Burada her or­tağın hissesi ayrı kabul edilerek zekâta tabi olur.

 

Yine iki ortaktan her birinin yüz bir koyunu olsa ayrı kabul edilirse iki koyun, birleştirirse sayı iki yüz iki­ye ulaşacağı için üç koyun zekât gerekir. Burada yoksulun lehine olan tercih edilerek, hisseler toplu olarak zekâta tabi tutulur.

 

2)           Sığır ve Mandaların Zekâtı:

 

Sığırların zekâtının farz oluşu sünnet ve icma delillerine dayanır.

 

Muaz İbn Cebel (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) beni Yemen’e gönder­di ve her otuz sığırdan iki yaşında dişi veya erkek bir sığır, kırk sığırdan üç ya­şında dişi bir sığır (müsinne) veya buna denk maâfir kumaşı zekât almamı emretti.”[136]

 

 

Ebû Zerr (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Deve, sığır veya koyun sahibi bir kimse eğer bunların zekâtını ödemezse, kıyamet gününde bunlar olduklarından daha büyük ve iri olarak gelecekler; o mal sahibine boynuzları İle toslayacaklar ve çiğneyeceklerdir. Sonuncusu işini bitirince birincisi yeniden toslamaya ve çiğnemeye başlaya­cak, İnsanlar arasında hüküm verilinceye kadar bu durum sürecektir.”[137]

 

Sâime olan sığır cinsi hayvanların nisabı otuzdur.

 

Bundan azına zekât gerekmez. Otuz sığırdan kırk sığıra kadar zekât olarak iki yaşına girmiş erkek veya dişi bir buzağı verilir. Kırk sığırdan altmış sığıra kadar üç yaşına girmiş erkek veya dişi bir dana verilir. Altmış sığırdan ise birer yaşını bitirmiş iki bu­zağı verilir. Sonra her otuzda bir buzağı ve her kırkta bir dana hesabı üzere zekât verilir.

 

Meselâ; yetmiş sığır için bir buzağı ile bir dana zekât verileceği gibi; sek­sen sığır için iki dana; doksan sığır için üç buzağı; yüz sığır İçin bir dana ile iki buzağı ve yüz on sığır İçin de dört buzağı veya üç dana vermek konusun­da sahibi muhayyerdir. Çünkü bunda dört otuz, üç adet de kırk vardır. Bun­dan sonraki sayılar için de bu şekilde zekât hesabı yapılır.

 

Zekât konusunda sığır ile manda aynı tür kabul edilmekle beraber  karışık ol­maları halinde birbirine eklenirler. Meselâ; yirmi beş sığır ile beş manda bulunsa şayet, bun­lar için iki yaşına girmiş bir buzağının verilmesi gerekir.

 

Manda ve sığırın iki türünden hangisi daha fazla ise zekâtın on­dan verilmesi gerekir. Sayıları eşit olduğu takdirde, pahalı olanların ucuzundan, ucuz olanların pahalısından verilir.

 

Meselâ; sığır ve manda eşit miktarda karışık iken manda daha kıymetli ise mandanın ucuzundan, sığırın iyisinden verilir. Bu bir ortalama yöntemidir ve Rasulüllahın emirlerine de uygun üşmektedir.

 

Hayvanlar  erkek-dişi olarak karışık olduğu takdirde, erkek olandan zekât veril­mez. Dişi olandan verilir. Ve bu özellik fakire bir sermaye oluşturarak fakirlikten uzun  süre kurtulma imkanı sağlar. Adeta ona sermaye sağlamak gibi bir anlam taşır ve yararlıdır..

 

Muaz (r.a) hadisinde ilgili nassa göre eğer nisabı teşkil eden hayvanların hepsi erkek olursa deve, sığır veya koyun gibi bütün türlerin ze­kâtı için erkek hayvan vermek yeterlidir. Çünkü malında bulunmayandan ze­kât vermek kişiye teklif edilemez.

 

3)           Develerin Zekâtı:

 

Salim (r.a)’in babasından rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber’in zekât mektubunda develerin zekâtı açıklanmıştır. Diğer yandan Allah’ın Elçisi, beş deveden azında zekât olmadığını bildirmiştir[138]

 

Sâime develerden birer yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun verilir. Fazlası dokuz deveye kadar muaftır. On deveden yirmi deveye kadar her beş devede bir koyun verilir. Yirmiden yirmi dörde kadar zekâttan muaftır. Yirmi beşten otuz beş deveye kadar iki yaşına girmiş bir dişi deve yavrusu verilir. Otuzaltı deveden kırk beşe kadarda üç yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Kırk altı deveden altmışa kadarda dört yaşma girmiş bir dişi deve verilir. Altmış bir deveden yetmiş beş deveye kadarda beş yaşında bir dişi deve verilir. Yetmiş altı deveden doksana kadar üçer yaşına girmiş İki dişi deve vermek gerekir. Doksan birden yüz yirmiye kadarda dört yaşına girmiş iki dişi deve verilir. Yüz yirmi deveden yüz kırk beşe kadarda böyle dört yaşında İki deve ile birlikte her beş devede bir koyun verilir. Yüz kırk beş deveden itibaren 224′e kadar beş’er, ondan sonra on’ar basamak olarak devam eder[139]

 

 

Zekât verilecek develerin orta halde dişi olma­sı gerekir. Erkek deve verildiği takdirde kıymet olarak verilir.

 

Değişik yollarla aynı türden sâime hayvanlar yıl içinde ilâve olsa, yıl so­nunda hepsinin zekâtı birden lâzım gelir.

 

İmam Şafiî’ye göre ise, mülk edinme tarihinden itibaren 1 yıl hesap edilir.

 

Kör topal olanlar zekât olarak verilmez fakat hesaba dahildir.

 

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, sâime olup henüz yaşını doldurmamış olan kuzulardan, sığır, manda ve deve yavrularından dolayı, sayıları nisap miktarına ulaşsa bile zekât gerek­mez.

 

Fakat aralarında kendi türlerinden büyük hayvanlar bulunursa onlarla birlikte zekâta tabi olurlar.

 

Meselâ; yıl boyunca elli koyun ile sekiz aylık yetmiş beş tane kuzu bulun­sa, yıl sonunda iki koyun zekât verilir. Yine yirmi dokuz sığır yavrusu ile bir tane de sığır bulunsa bir yaşını bitirmiş bir buzağı vermek gerekir. Dört deve yavru­su ile bir tane de İki veya üç yaşına girmiş deve bulunsa bir koyun zekât verilir[140]

 

Ebû Yûsuf’a göre, henüz yaşını doldurmamış olan hayvanların sayısı ni­sap miktarına ulaşınca zekât gerekir. Meselâ; kırk kuzu için bir kuzu zekât ve­rilir. İmam Şâfiî de aynı görüştedir.

 

Zekâta tabi hayvanların bir bölümü helak olsa, Ebû Hanîfe ile Ebû Yû­suf’a göre zekatı etkilemez, İmam Muhammed ve İmam Züfer’e göre ise zekât helak oranında azaltılır.

 

Hanefî ve Hanbelilere göre zekâtı verilmeden satılması halinde, ancak kişi zekât miktarını tazmin ederse caizdir.

 

Şâfiîlere göre ise bir malın zekâtı şartlar farz olduktan sonra satılması halinde, sa­tım akdinin, zekât tutarı kadar olan kısmı batıl olur. Çünkü farz olan miktara yoksullar da ortak olup onların da izni olmaksızın satılamaz.

 

4)           Atların Zekâtı:

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sîzi at ve kölenin zekâtından muaf tuttum” “Müslüman’ a kölesi ve atından dolayı zekât yoktur.”[141] Ancak Allah Elçisi’nin “üreme amacıyla bulundurulan sâime atları” bundan istisna ettiğini bildiren hadisler de nakledilmiştir.

 

Hz. Ömer uygulamada Allah Rasûlü ve Ebû Bekir döneminde atlardan zekât alınmadığı gerekçesiyle, Şam’dan bu konuyu sormak için gelenlere, ze­kât gerekmediği yönünde cevap vermiştir[142]

 

 Ancak daha sonra Şamlıların, atlarının zekâtını alması için Ebû Ubeyde İbnü’l-Cerrah’a başvurması ve Ebû Ubeyde’nin yazılı cevap istemesi üzerine, Hz. Ömer “atların zekâtını vermek istiyorlarsa, bu zekâtı almasını ve oranın yoksullarına dağıtmasını” yazılı ola­rak bildirmiştir[143]

 

Fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamberin atları zekâttan muaf tuttuğunu bildiren hadislere ve uygulamaya dayanarak, at çeşidine zekât gerekmediği görüşündedir.

 

Hz. Peygamber ve dört halife döneminde atlar genel olarak yolculuk, sa­vaş ve nakliye işinde kullanıldığı için, diğer deve ve sığır cinsinin tarım ve nak­liye işinde kullanılınca (âmile) zekâttan muaf tutuldukları gibi, atların da muaf tutulduğu anlaşılmaktadır.

 

Ebû Hanîfe ve Züfer’e göre; “nesli elde edilip ileride satılmak üzere, erkeği ve dişisi karışık bir halde yaşayan ve yılın çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren sâime atlar için ya her at için 1 dinar (yaklaşık 4 gr. altın para) veya atın değeri üzerinden % 2.5 ze­kât vermek gerekir.

 

Ebû Hanife’nin bu durumda Atlar tica­ret amacıyla yetiştirilir veya satın alınırsa, bunların zekât dönemi sonunda, değerleri üzerinden zekât matrahına eklenmesi gerektiğinde şüphe yoktur.

 

5)           Balıkların ve Hayvan Besi Çiftliklerinin Zekâtı

 

Ömer İbn  Abdilazîz’in, Umman zekât memuruna, denizden çıkarılacak balıkların değeri gümüş nisabına ulaşınca, onlardan zekât tahsil etmesini em­rettiği nakledilir.[144] Buna göre ticaret amacıyla balık tutan veya balık ticareti yapan kimse, zengin durumda olunca, balıkların değeri üzerinden %2.5 zekâ­ta tâbi olur.

 

Tavuk çiftliklerini ise iki duruma göre değerlendirmek gerekir. Sırf yumur­talık tavuk yetiştiren çiftlikte, zekât dönemi sonunda, döner sermaye kapsa­mına; temel ihtiyaçlar ve borçlar düşüldükten sonra nakit para kaynakları, ke­sin alacaklar ve o tarihte elde bulunan yumurta stokları ile kesim ya da satı­şına karar verilmiş olan piliç ve tavuklar girer. Bunlar ticaret mali olarak de­ğerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olurlar.

 

Çiftliğin taşınmazları, kümes, sos­yal tesis, servis aracı gibi sâbit sermâye kısmı zekâttan muaf olacağı tabiidir.

 

Etlik piliç ve­ya yavru yetiştirip satan çiftliklerin sahibi ise, zekât dönemi sonunda bunların değerinin % 2.5’u üzerinden zekâta tabi olur.

 

Deve kuşu, hindi gibi eti yenen hayvanların yetiştirildiği çiftliklerin durumu da tavuk çiftlikleri gibidir.

 

Sığır cinsi hayvan yetiştirilen çiftliklerin zekâtı şöyledir. Yıl boyunca veya en az altı aydan fazla süreyle ağılda beslendiğinden, kendileri için üretici zekâtı gerekmez. Süt amacıyla besleni­yorsa, zekât dönemi sonunda döner sermaye sayılan; temel ihtiyaçlar ve borçlar ayrıldıktan sonra elde kalan para, kesin alacak, süt ürünleri ve etlik için satımına karar verilen hayvanlar değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi bulunur.

Böyle bir çiftlik tam olarak etlik hayvan yetiştirmek amacıyla kurul­muşsa, zekât dönemi sonunda elde bulunan para, kesin alacaklar ve elde bu­lunan hayvanların bütünü, değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur.

 

 

ZEKÂTIN DOĞRUDAN KİŞİLER TARAFINDAN VEYA DEVLET ELİYLE VERİLMESİ

 

Zekât kişinin kendine doğrudan farz olan bir ibadet olması dolayısıyla, doğrudan doğruya yükümlünün kendisi tarafından, ze­kât niyetiyle yerine getirilmesi temel yöntem budur. Ancak zekâtın malî yönünün bulunma­sı nedeniyle, daha başlangıçta onun kamu eliyle toplanmasını gerekli kıl­mıştır. Bu yüzden farz kılınışının ardından peygamber efendimizin oranları ve nelerden zekat alınıp alınmayacağını belirlemesinin ardından yine onun talimatlarıyla zekâtı toplama ve ihtiyaç sahiple­rine ulaştırma işini devlet üstlenmiştir.

 

 

Nitekim Kur’an’da  Hz. Peygamber’e zenginlerin mallarından zekâtı al­ması emredilmiş[145] ve bunun birtakım görevliler (âmiller) eliyle yapılmasına işa­ret edilmiş ve kendilerine bu görevlerine karşılık olarak, zekât gelirinden pay verilmesi istenmiştir.[146]

 

Hz. Peygamber, dört halife ve daha sonraki devirler­de zekâtı toplama ve hak sahiplerine dağıtma işi genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır. Hz. Peygamber’in Muaz İbn Cebel’i, Yemen’e vâli ola­rak gönderirken, “Onlara söyle, Allah, mallarında zekâtı farz kıldı. Bu zekât onların zenginlerinden alınır ve oranın yoksullarına verilir. ” buyurması

 

-bir uygulama örneğidir.

 

-Aynı zamanda belde ve bölgelerin yerinden yönetimi için bir teşviktir.

 

Zekât memurlarının maaşları, beytülmalin “zekât fonu” nda toplanan ze­kâtların sekizde biri üzerinden ödenir. Ancak her memurun, topladığı zekâtın sekizde birini almasını öngören İslâmî bir prensip de yoktur. Devlet zekât me­muruna (âmil) emeği karşılığında belli miktarda bir gelir tahsis eder.

 

Hz. Pey­gamber’in maaş karşılığı çalışanların alacağı ücretle ilgili olarak buyurduğu şu hadis, daha çok zekât memurları için de söylenmiştir. “Her kim bizim bir işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, eşi yoksa evlensin, hizmetçisi yoksa hiz­metçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o, ya hilekârdır veya hırsız.” Burada, ödenecek ücretin işçi ve memurlara sağlaması gereken adeta bir ha­yat standardına işaret edilmektedir denilebilir. Buna göre, maaşından yapacağı tasarruflarla iş­çi ve memur makul süre içinde bir ev edinebilmeli, bekârsa kendi ücretiyle evlenebilmeli ve biniti yoksa bir binit veya araç satın alabilmelidir.

 

 

Zekât memurları yoluyla zekatların  Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer devirlerinde her çeşit zekâta tabi malların zekâtını toplamışlar, ancak Hz. Osman devrinden itiba­ren özellikle zahiri mallar denilen tarım ürünleri ile hayvanların zekâtlarını top­lamakla görevlendirildiler. Gizli mallar kişilerin kendi sorumluluğuna bırakıldı. Ancak mal sahibinin gizli mal denilen altın, gümüş, nakit para ve ticaret mallarının zekâtını vermediği belirlenirse, yine devlet eliy­le alınır denmiştir.

 

 

Çoğunluk fakihlere göre esasında devletin, zekâta tâbi olan bütün malların zekâtı­nı isteme yetkisi vardır. Devlet bu yetkiyi kullanarak, yükümlülerin zekâtını zorla alma hakkına sahiptir. Bazı fakihlerce, zekâtın yükümlü eliyle doğrudan hak sahiplerine verilmesinin caiz görülmesi, devlet eliyle toplanan zekâtın hak sahiplerine ulaşmama endişesine dayanır[147]

 

Muhammed İbn Hasan’ın, Ziyad İbn Hadir’den rivayet ettiği şu uygulamaya göre: “Ömer İbnü’l-Hattâb, Aynu’t-Temr bölgesine beni zekât memuru olarak gönderdi ve bana müslümanların ticaret mallarından kırkta bir, zimmîlerin mallarından yirmide bir, harbîlerin mallarından ise onda bir ora­nında zekât almamı emretti.”[148]

 

 

Hanefîlere göre pasaportlu harbîlerden (İslâm ülkesinde geçici olarak ka­lan gayri müslim ülke vatandaşı) vergi almak mütekabiliyet (karşılıklılık) esası­na dayanır. Burada amaç, yabancı ülkedeki müslüman tüccarların haklarını korumaktır. Eğer yabancı ülkenin uyguladığı vergi miktarı bilinmiyorsa, ilke olarak onda bir esası uygulanır.

 

 

Çünkü Hz. Ömer gümrük me­murlarına; “Eğer hesapta bîr güçlükle karşılaşırsanız öşür (onda bir) alın” tali­matını vermiştir[149] Harbî bîr defa verdikten sonra yıl geçmedikçe ondan tekrar öşür alınmaz. Harbîden vergi almak onun malını koruma karşılığıdır. Harbînin bir İslâm ülkesinde kalma süresi bir yıldır. Kalma süresi uzarsa, onda bir nispetinde veya müteka­biliyet esasına dayanan miktardaki vergi, yıllık olarak alınmaya devam edilir.

 

Şâfiîlere göre, gizli malların zekâtının bizzat yükümlünün kendisi  tarafından verilir. Ancak açık malların zekâtı konusunda ise iki görüş vardır. Bu mallar devlet tarafından toplanıp, hak sahiplerine dağıtılabileceği gibi, yükümlü tarafından doğrudan hak sahibine de verilebilir.

 

Mâlikîlere göre zekât hükümleri doğrudan devlet eliyle uygulanır.

 

Hanbelîlere göre ise, bu konuda bir ayırım yapılmaksızın, yükümlü devlete vermek­le, doğrudan hak sahiplerine vermek arasında serbest bırakılır.

Sonuç olarak; Görüldüğü üzere zekatın doğrudan yükümlüler tarafından mı yoksa devlet eliyle mi verileceği konusunda farklı anlayışlar vardır. Temel ve ortak amaç zekatın ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasıdır. Bu yetki kişilerin kendilerine bırakılsa bile bir aksama olması halinde devlet yetkilerinin kullanılabileceğine ilişkin açık görüşler de vardır. Özellikle peygamber efendimiz zamanındaki uygulamalar bu işin devlet eliyle yapılması şeklindedir. Raşit halifeler döneminden sonra Emeviler zamanında yönetimin sultanlığa dönüşmesi, bir çok sahabenin bu yönetime muhalefet etmesine yol açtığı gibi zekatını vermek isteyenler de devlete vermek istemedi. Halkın sahabelere bu durumu sorması üzerine onlar, biraz da korku ile devlete duyulan kızgınlık yüzünden halka bildiğiniz gibi yapın dediler. Böylece zekatın devlet eliyle toplanması büyük ölçüde bitti ve kurumsal bir halden ferdi bir gayrete dönüştü denilebilir.

 

ZEKÂTIN ÖDENME ŞEKLİ:

 

Hanefîlere göre zekât borçları, o malların kendi cinslerinden verilebilece­ği gibi, kıymetleri de verilebilir. Dayandıkları delil sünnettir. Allah’ın Elçisi, hay­vanların zekât borçlarının ödenmesinde aradaki yaş farklarının iki koyun veya yirmi dirhemle kapatılmasının istenmesi[150] develerin zekâtında beş devede bir koyun zekât verilmesi, bir cins yerine başka cinsin verilebileceğini gösterir.

 

 

Zekâta tabi olan altın, gümüş, ziraî ürünler ve evcil hayvanlar ile ticaret mallarının zekâtlarını kendi cinslerinden vermek caiz olduğu gibi kıymetlerini vermek de caizdir. Bu konuda mal sahipleri tercih hakkına sahiptir. Nitekim, öşür, haraç, fitre, adak ve azat etme dışındaki kefâretlerde de hüküm böyledir.

 

Ebû Hanîfe’ye göre, zekât değerinin belirlenmesinde esas olan zekâtın farz olduğu tarih, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise ödeme tarihidir. Sâime hayvanlarda ise ittifakla ödeme günüdür.

 

Hz. Peygamber zekât develeri arasında büyük hörgüçlü bir deve görmüş, zekât memuruna; “Ben size insanların en iyi mallarını almayı yasaklamadım mı?” buyurmuş, memur da: “Bunu, zekât develerinden iki deve bedeli olarak almıştım” deyince, Allah Elçisi susmuştur,[151] İki deve yerine bir tanesinin alın­masının kıymet bakımından oluşu açıktır.

 

 

Bir kimse altının zekâtı için, kıymeti kadar gıda madde­si veya kumaş verebilir. Yine sâime hayvanlar veya ticaret malları yerine de, değerleri kadar nakit para verilebilir.

 

Şâfiîlere göre ise her malın zekâtının kendi cinsinden verilmesi asildir, kıymetleri verilemez.

 

Bir alacağı, bir malın veya kabzedilecek başka bir alacağın zekâtı olarak bağışlamak caiz değildir. Çünkü alacak maliyet bakımından maldan eksiktir. Bu yüzden tam olan bir şey karşılığında eksik olan bir şey verilemez.

 

Bir kimse bir yoksuldan olan alacağının tamamını, bu yoksula bağışlasa, bu alacağın zekâtı verilmiş sayılır.

 

Yine alacağın bîr bölümünü bağışlasa, yal­nız bu bölümün zekâtını verilmiş sayılır.

 

Diğer yandan bir kimse bir yoksuldaki alacağını, başka mallarının zekâ­tına mahsup edemez. Yine yoksuldaki böyle bir alacağını, başka bir alacağı­nın zekâtına da karşılık olarak sayamaz.

 

Borçlarını ödemekte güçlük çeken kimselerdeki alacakların zekâta mah­sup edilememesi yerinde bir prensiptir. Bu mahsup caiz görülseydi, esnaf ve tüccar alamadığı batık alacaklarını zekâta sayarak bu hakkı kötüye kullanabi­lirdi. Sıkıntıda olan veya kendini bu şekilde sıkıntıda gösteren borçlular da, borçlarını zekâta saydırmak için yıl sonlarını beklerlerdi. Bu durum gerçek yoksulların haklarının kaybolmasına yol açardı.

 

Diğer yandan alacaklı, yoksul olan borçlusunu zekât yoluyla borcundan kurtarmak isterse, ona diğer zekâta tabi mallarının zekâtından verir ve yoksul da bununla borcunu ödeyebilir.

 

Ancak zengin kimsede olan alacak, üzerinden bir yıl geçtikten sonra o zengine bağışlansa, sağlam görüşe göre, bu alacağın zekâtı düşmüş olmaz.

 

Bir kimse, başkasındaki alacağını elindeki bir malının zekâtına mahsup etmek üzere bir yoksulun gidip almasına yetki verse, bununla o zekât kabz sı­rasında ödenmiş olur.

 

Bu duruma göre sağlam müşteri çek ve senetleri zekâta sayılmak üzere, ciro edilerek yoksula verilebilir. Ancak zekât bu çek veya senedin bedeli tah­sil edildiği zaman ödenmiş sayılır.

 

Nisap miktarında olan bir malın zekâtı daha yıl dolmadan yoksullara ve­rilebilir.

 

Ancak nisap miktarına ulaşmayan malın zekâtı önceden verilemez. Böyle bir mal daha sonra nisap miktarına ulaşsa bu andan itibaren bir yıl so­nunda ayrıca zekâta tabi olur. Daha önce verilen miktar nafile sadaka yerine geçer.

 

İmam Mâlik’e göre zekât yıl sonundan önce verilemez. Nitekim ibadetler de vaktinden önce eda edilemez.

 

İmam Şâfiî’ye göre de yalnız bir yıllık zekât önceden verilebilir.

 

Hanefîlere göre ise nisap miktarındaki bir malın bîr kaç yıllık zekâtı birden verilebilir.

 

Yıl sonunda bu miktar mevcut bulundukça zekâtları verilmiş bulu­nur. Bu miktar azalır ve nisabın altına düşerse, daha önce verilmiş olan ze­kât, bir nafile sadaka yerine geçer.

 

Meselâ; zekâta tabi iki yüz gram altını olan bir kadın, sıkıntıda olan bir yoksula otuz gram ağırlığındaki bir bileziği zekât olarak verse, altı yıllık zekâtı peşin ödemiş olur. Ancak bu kadın üçüncü yıl­dan sonra yoksul düşse, son üç yıllık peşin verilen zekât nafile sadakaya dö­nüşür.

 

Bir kimse usûl ve fürûundan olmayıp yalnız hısımlık bakımından nafaka­sıyla yükümlü bulunduğu bir yetime zekât niyetiyle ihtiyaçlarını giderse veya ona yenilecek bir şeyler verecek olsa, bu, kişinin  zekâtı yerine geçer. Fakat böyle bir yetimi sofrası­na alarak birlikte yedikleri yemekleri zekâtına saymak istese Ebû Yûsuf’a gö­re caiz olur ise de, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre caiz olmaz. Çün­kü bu durumda temlik bulunmuş olmaz.

 

Zekâtın ehil olan kimseye temlik edilmesi şart olduğu için, temlik niteliği taşımayan ibâha suretiyle fakirlere yemek yedirme, bir hayır için para harca­ma zekâta mahsup edilemez.

 

Meselâ; bir zekât parasıyla mescit, yol, köprü, çeşme ve okul inşa ettirilemez, ölülerin kefenleri alınamaz ve borçları ödene­mez. Ancak ihtiyaç sahibine yemek, bir lokantada ikrâm edilir veya tabldot usûlü teslim edilmiş olursa temlik gerçekleşir.

 

Bir yoksul aldığı zekât parasını kendi isteği ile yukarıda belirtilen hayır iş­lerine harcasa, bundan hem o yoksul, hem de ona bu zekâtı vermiş olan kim­se sevap kazanmış olur.

 

 

 

Yine vereceği zekâttan düşmek üzere bir yoksulu evinde oturtmakla ze­kât verilmiş olmaz. Çünkü bu bir temlik sayılmaz[152] Ancak kişi ay sonlarında yoksul kiracısına zekât niyetiyle yardım yaparak kirayı ödemesini sağlayabi­lir.

 

 

IV – ZEKÂTIN VERİLECEĞİ YERLER

 

 

Kur’an-ı Kerim’de zekâtın kimlere verileceği belirtilmiş ve hicretin 9. yılın­da inen Tevbe sûresinde bunlar şöyle sıralanmıştır: “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât işinde çalışanlara, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yo­lunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir”  Âyet, mala düşkün bazı kişilerin toplanan zekâta göz dikmesi ve Hz. Peygamber’den haksız isteklerde bulunması üzerine inmiş, onların bu davranışları önceki iki âyetle kınanmıştır.Böylece zekât fonunu, kamu gücünün dilediği şekilde kullanmasına engel olunmuştur.

 

Öyle ki, zekatın kimlere verileceğinin ayet tarafından belirlenmesi adeta idareye böyle bir yetkiyi bırakmayarak adeta düşkünlerin, fakirlerin, ihtiyaç sahiplerinin hakları Allah’ın berlirlemesiyle adeta garanti altına alınmış olmaktadır. Bu çok büyük bir güvencedir ve zaman içinde idarelerin farklı belirlemeler yaparak fakirin hakkının yenmesine engel olmayı amaçlamaktadır.

 

Abdullah ibn Abbas (r. anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygam­ber, Muaz İbn Cebeli Yemen’e gönderirken ona şu emri vermiştir: “… Eğer onlar zekâtın farz olduğunu kabul ederek sana itaat ederlerse, Allah’ın kendi­lerine zekâtı farz kıldığını ve zenginlerden alınıp fakirlerine verileceğini onla­ra bildir[153]” Bu hadis zekâtın İslâm devleti tarafından müslümanların zengin­lerinden alınıp fakirlerine harcanacağına delildir.

 

 

Diğer yandan Hz. Peygam­ber Muaz b. Cebel’e Kitap, sünnet ve bu iki kaynakta bulunmayan konularda kendi içtihadına göre yönetme yetkisi vermiştir. Buna ek olarak malî ve eko­nomik muhtariyetin de verildiği dikkate alınırsa, Yemen bölgesinin Rasûlullah (s.a.s) tarafından federatif bir statüye kavuşturulduğu söylenebilir[154]

 

 

ZEKÂTIN VERİLECEĞİ SEKİZ SINIF

 

 

Zekâtın sarf yerleri Tevbe sûresi 60. âyetteki sırasına göre sekiz sınıf olup şunlardır:

 

-Müslüman fakirler,

-miskinler,

-zekât işinde çalışanlar,

-kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler,

-köleler,

-borçlular,

-Allah yolunda olanlar

-yol­da kalmışlar.[155]

 

1-2)Yoksullar ve düşkünler: Bunlar, Kur’an’daki ifadesiyle “fakirler ve miskinlerdir” Fakir; ev ve ev eşyası gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan malı ol­sa bile, gelirleri mutat olan ihtiyaçlarını karşılamayan ve borçları düşüldüğün­de, nisap miktarından daha az malı bulunan kimselerdir. Bir işte çalıştığı halde gelir düzeyi temel İhtiyaçlarını karşılamayan kimse de bu sınıfa girer.

 

Miskin ise, hiçbir geliri ve malı bulunmayan kimsedir. Kur’an’da “sarp yo­kuşa tırmanmanın” tanımı yapılırken, “toza toprağa bulanmış bir düşküne (miskin) yemek yedirmek” ten söz edilir” Bu ifade, miskinin son derece yok­sulluk ve sıkıntı içinde bulunan kimse olduğuna işaret eder. Buna göre, mis­kin fakirden daha muhtaç kimsedir[156].

 

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile Mâlikîlerden İbnu’l-Kâsım’a göre fa­kir ve miskin aynı sınıf olup, aralarında bir fark yoktur.

 

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise fakir; kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli geliri ve malı olmayan kimsedir. Miskin ise, sahip olduğu gelir ve malla kıt kanaat geçinebilen kişidir.

 

Hz. Ömer’e göre fakir, müslümanların; miskin ise gayri müslimlerin muh­taçlarını ifade eder. Nitekim Hz. Ömer’in, beytülmal görevlisinden, yoksul bir Yahudi’ye maaş bağlamasını isterken, zekâtın verileceği sınıfları bildiren âyet­teki “mesâkîn (miskinler)” den kastedilenin “ehl-i kitabın yoksulları olduğunu” söylediği nakledilir.

 

Ancak tâbiîn fakihlerinden İkrime ve Hanefîlerden Züfer dışında, hiçbir fakih bu görüşe katılmamış, çoğunluk tarafından gayri müslirnlerin yoksullarına sadece nâfile sadaka verilebileceği görüşü benimsenmiştir.

 

Fakir ve miskinlere bir defada verilebilecek en çok zekât miktarı konusun­da Hanefîler “nisab”ı çoğunluk fakihler ise “kifâye (yeterli miktar)”yi esas al­mışlardır. Bu son görüşe göre yoksula nisabı aşsa da, yeterli miktarda zekât verilebilir.

 

Şâfiîlere göre, fakirin fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu ye­tecek ve bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar zekât vermek caiz­dir.

 

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise fakir ve miskinlere bir yıl yetecek kadar ze­kât verilebilir. Bunun miktarı da kişi, çevre ve ailenin durumuna göre belirle­nir.

 

3)Zekât işlerinde çalışanlar: (Amiller) Bunlar zekât işlerinde çalıştırılan memur­lardır. Âyette geçen “âmil” sözlükte bîr iş yapan, işçi, zanaatkâr gibi anlamla­ra gelir. Terim olarak ise zekât gelirlerini toplamak ve hak sahiplerine dağıt­mak İçin görevlendirilen kişiyi ifade eder.

 

Bu terim hadislerde genel olarak İda­reci, her türlü devlet gelirini ve özellikle zekâtı toplayıp dağıtan memur anla­mında kullanılır. Bunun yanında eş anlamlısı olan “ârif, âşir, câbî, emîn, hâ­zin, sâî ve musaddık” terimlerinin de kullanıldığı görülür. Kur’an’da “âmillerin, zekâttan pay almayı hak eden sekiz sınıftan biri olarak zikredilmesi, bu göre­vin bir ücret karşılığında yapılabileceğini gösterir. Buna göre çalışan kişi zen­gin de olsa, emeğinin karşılığını alabilir.

 

Zekât toplama işinin belli bir yüzde karşılığında uzmanlaşmış kişi veya kuruluşlara yaptırılması da mümkündür. Buna göre zekât gibi büyük bir sos­yal yardımlaşma kurumu İslâm devletine her hangi bir malî yük getirmeden çalışabilecek, üstelik devletin bütçeden yapması gereken harcamaların önemli bir bölümü bu fondan karşılanabilecektir.

 

Zekât memurunun adalet sahibi olması ve zekâtla İlgili hükümleri bilmesi gereklidir. Buna öşür toplayan memurlar, eksperler, kâtipler, zekâtı dağıtan­lar, toplanan malları koruyanlar ve benzerleri de dahildir.

 

4)Müellefe-i kulûb: İlgili âyette dördüncü grup olarak zikredilen bu sınıf, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseleri kapsar.

 

Hz. Peygamber, Mek­ke’nin fethinde yeni İslâm’a girmiş bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bun­ların İçinde henüz İslâm’a girmeyenler de vardı. Bu sınıfa zekât vermenin amacı; imanı zayıf olanların imanlarını güçlendirmek veya kötülüklerinden gü­vende olmak yahut onları hayra sevketmektir.

 

Günümüzde kimilerini, İslâm’a vereceği zararı önlemek, islâm’ın lehinde çalışmasını sağlamak veya ulusla­rarası lobi faaliyetlerini yönlendirmek için bu fondan yararlandırmak mümkün­dür.

 

Hz. Peygamber gerek zekât ve gerekse fey’ ve ganimet gibi devlet gelir­lerinden, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kişilere paylar vermiştir. Safvan İbn Ümeyye, Uyeyne İbn Hısn ve el-Akra’ İbn Hâbis bunlar arasındadır.

 

Hatta bunlardan kimilerine, bu fondan yararlanabileceğini bildiren belgeler de vermiştir. Bu belge sahipleri Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekr’e gelerek paylarını istediler; o da görüş almak üzere bu kişileri Hz. Ömer’e gönderdi. Ömer (r.a) onlara: “Hz. Peygamber, İslâm’a ısındırmak için size zekâttan pay veriyordu. Bugün Allah dinini güçlendirmiştir. Müslüman ka­lırsanız kalırsınız, aksi halde sizinle savaşırız” dedi. Hz. Ömer’in bu içtihadı üzerine, artık dört halife döneminde bu sınıfa zekât verilmediği, hatta bu ko­nuda sahâbe icmâı oluştuğu öne sürülmüştür.

 

Hanefî ve Mâlikî fakihlerine göre, Hz. Peygamber’in vefatından sonra müellefe-i kulûbun zekât gelirlerinden payı düşmüştür. İmam Şâfiî’ye göre ise, savaş şartları gibi sıkıntılı dönemlerde ihtiyaç duyulursa bu fon yeniden işleti­lebilir.

 

Bir Kur’an hükmünün Hz. Peygamber’in vefatından sonra içtihatla nesh ve ilga edildiği düşünülemez. Ancak müslümanların güçlenip, düşmanın zayıf duruma düşmesi yüzünden âyet hükmünün gerekçesi (illet) ortadan kalktığı İçin, Hz. Ebû Bekir döneminde uygulama durdurulmuştur. Daha sonra şartlar değişip, Hz. Peygamber dönemindeki gerekçe ortaya çıkarsa, müellefe-i kulûba zekâttan pay vermenin bir sakıncası kalmaz[157]

 

5)Köleler: Kölelikten kurtulmak, hürriyetini para ile satın almak isteyen kimselere de zekât verilir. Zekât fonundan yararlanılarak kölelerin özgürlüğü­ne kavuşturulması, İslâm’ın insan hürriyetine verdiği önemi gösterir. İslâm’ın doğuşu sırasında kölelik bütün dünyada yaygın durumda idi. İnsanlar zorla kaçırılıp köleleştiriliyor, borçlu borcundan, suçlu suçundan ötürü köle yapılı­yordu. İslâm bütün bu köleleştirme yollarını yasakladı. Haklı ve meşrû bir sa­vaşta alınan esirlerin önce fidye veya karşılıksız olarak salıverilmesini emret­ti. Yalnız uluslararasında savaş esirlerinin köleleştirme uygulaması bulu­nursa, “mütekâbiliyet” ilkesi uyarınca, devlet başkanına alınan esirleri köleleş­tirme yetkisi verdi. Bu çok sınırlı cevaza karşılık, İslâm dinî köleler İçin insan­ca yaşama hakkı tanıdı ve onların özgürlüğe kavuşturulması için bir dizi ön­lemler aldı.

 

6)Borçlular: Borcu düşüldükten sonra, nisap miktarı malı kalmayan kim­seler bu sınıfa girer. Başkasından malı veya alacağı olup da, bunu alması mümkün olmayan kimse de borçlu sayılır. Bu şekilde borcu yüzünden darda bulunan kimseye zekât vermek borçsuz yoksula vermekten daha faziletlidir. Çünkü borçlunun hürriyeti bir bakıma kısıtlanmış olur, onu bu sıkıntıdan kur­tarmak gerekir.

 

Başkasının malını veya canını kurtarmak, ara bulmak gibi sebeplerle borçlanan kimse zengin olsa da borçlular sınıfından yararlanabilir.

 

Çoğunluk fakihlere göre iki türlü borçlu vardır. Birincisi, kendi ihtiyacı için borçlanan kimsedir. Kendisi ve aile bireyleri için yaptığı geçim harcamaları, mesken edinme, tedavi harcamaları, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle borçlanan kimse bu gruba girer.

 

İkincisi ise, toplumun yararı için borçlanan kimsedir. Düşman iki toplumun arasını bulmak için borç yükü altına giren, başkasına kefil olarak borçlanan veya hayır için hizmet ederken borca giren ve bu yüzden sıkıntıya düşen kimseler bu gruba girer.

 

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şu beş kişi dışında zengine zekât helal değildir: Bunlar; zekât işinde çalışan, Allah yolunda savaşan, zekât malını parası ile satın alan zen­gin, yoksul komşusunun zekât verilen şeyi kendisine hediye ettiği zengin ve borcu düşüldüğünde yoksul duruma düşen zengin kimseler,”[158]

 

 

Kendi ihtiyacı için borçlanan kişiye zekât verilebilmesi şu şartların bulun­masına bağlıdır:

a)           Bu kişinin nisap dışında borcunu Ödeyecek malının bulunmaması,

b)           Borçlu; içki, kumar, zina gibi bir haramı işlemek veya harcamalarında açıkça israfa kaçmak suretiyle borçlanmış olmayacak,

c)           Borcun vadesi gelmiş bulunacak,

d)           Borç kişi veya kuruma ödenmesi gereken gerçek bir borç olacak, ze­kât veya kefâret borcu gibi, kişilerce istenmeyen bir borç olmayacak.

Sanayi devriminin yaşandığı günümüzde en büyük borçlar en büyük ser­maye sahiplerine ait bulunmaktadır. Vadesi yirmi yıla kadar uzayabilen borç­ların sahiplerinin, bu borçların karşılığı olan ticaret malları, menkul ve gayri menkul kıymetler, sanayi tesisleri var olduğu sürece yoksul saymak mümkün olmaz. Çünkü gerektiğinde temel ihtiyaçların dışında kalan bu mal varlığı sa­tılarak borçlar tasfiye edilir.

 

 

Bunun için borca karşılık olabilen veya karşılık olarak gösterilen ekonomik değerler zekâta tabi olmaz. Mesela; bir kimsenin on kg. külçe altın değerinde, üzerinden bir yıl geçmiş ticaret malı olsa, buna karşılık işleri bozulduğu için oniki kg. külçe altın tutarında borcu bulunsa, bu borcuna karşılık başka bir malı da olmasa, bu kişi borçlarını ödemek için bü­tün ticaret mallarını verse, yine, iki kg. külçe altın değerinde bir borçla karşı karşıya gelecektir. Bu yüzden zekât fonundan desteklenebilir.

 

Kötülük yolunda veya kötü bir amaçla borçlanmış olan kimse, sonradan pişman olup tevbe ederse, buna da zekâttan pay verilir.

7)Allah yolunda olanlar: Kelime olarak “Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” tamlaması, terim olarak iki farklı anlamda kullanılmıştır. Birinci anlamı; İslâm’ı yüceltmek için bilfiil savaşta bulunmaktır. Buna göre savaşta olan mücâhitlere zekât verilir. Hatta İmam Şâfiî ve Mâlik’e göre, savaşa katılanlar arasında zengin-yoksul ayırımı da yapılmaz. Çünkü savaşçılar kendi beldelerinde zengin de olsalar, savaş bölgesinde kendi mallarından ayrı yer­dedirler.

 

Fî sebîlillâh’ın ikinci anlamı ise; Allah rızasına uygun ve O’na yaklaşmak için yapılan her türlü hayırlı iştir. Buna göre Allah rızasını gözeten, hayır ve tâat niteliği bulunan işleri yapan kişi ve kurumlara zekât fonundan yardım yapı­labilecektir.

 

İşte bu farklı anlam yüzünden, kimi fakihler yalnızca savaşa katılanlara veya hac ve umre yapanlara yahut ilim tahsil edenlere zekât verilebileceğini söylerken[159] bir kısım fakihler de câmi, okul, hastahane, köprü yapımı gibi hayır İşlerine, bu fondan para ayrılabileceğini belirtmişlerdir. Nitekim Enes ve Haşan el-Basrî, köprü ve yol yapımı gibi sadaka-i câriye sayılan yerlere zekât verilebileceği görüşündedir.[160]

 

Hac ibadetinin “Allah yolunda olanlar” kapsamına girdiğini gösteren delil şudur: İbn Abbas (r. anhümâ)!dan rivayet edildiğine göre; bir kimse devesini Allah yoluna vakfetmiş, karısı ise haccetmek istemişti. Hz. Peygamber, kadı­na; “O deveye binerek haccet, çünkü hac da ‘fi sebîlillah (Allah yolunda)’ sa­yılır,” buyurmuştur.”[161] Ancak nafilelerde genişlik bulunduğu için nafile hac için zekât verilemez.

 

Diğer yandan büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (5.587/1191), el-Bedâ- yi adlı eserinde “fî sebîlillâh (Allah yolunda)” terimini “Allah’a yaklaştıran bü­tün işler” olarak tefsir etmiştir[162]

 

Bu yüzden, Allah’a itaat ve hayır yolunda bulu­nan herkes, ihtiyaç sahibi olunca bu sınıfa girer. Böylece İslâm’ın yayılması için çalışan ve hayır işlerine koşturan kimseler desteklenmiş olur. Hanefîler’den bir kısmı “Allah yolunda” ifadesini “ilim öğrenmek” anlamına almışlar­dır. İlim öğrenmekte olan kimse zengin de olsa bu sınıfa girer.

 

 

İmam Mâlik; Allah yolları çoktur. Fakat burada “Allah yolunda” ifadesin­den, “O’nun yolunda savaşmak” anlamının kastedilmiş olduğu konusunda gö­rüş ayrılığı bulunduğunu bilmiyorum, demiştir.[163]

 

8)Yolda kalmış kimse: Yolculuğa çıkan, iyilik ve yararlı bîr iş için yolcu­luk yapan ve gittiği yere yardımsız olarak ulaşamayan kimse bu sınıfa girer. Hac, savaş, mendup ziyaretler veya ticaret için yapılan yolculuklar buna ör­nek gösterilebilir.

 

Yolculara, kendi beldesinde zengin de olsalar yolculuk sırasında muhtaç düşmüşse, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilir. Ancak böyle bir yol­cunun mümkün olursa zekât yerine borç alması daha hayırlıdır.

 

Kendi beldesinde malını kaybetmek veya alacaklarını alamamak suretiy­le muhtaç duruma düşen kimse de böyle yolcu hükmündedir. Bunlar ihtiyaç­ları kadar zekât alabilirler daha sonra mallarını elde edince, almış oldukları zekâttan geri kalan miktarı başkalarına tasadduk etmeleri gerekmez.

 

Bir kimse zekâtını yukarıda belirtilen sınıflardan herhangi birine verebilece­ği gibi, ikisine, üçüne veya hepsine de dağıtabilir. Çünkü ayet-i kerime zekâtı yal­nız bu sekiz sınıfa ait kılmış, ancak bu sınıflar arasında bir tercih belirtmemiştir.

 

Diğer yandan nisap miktarına ulaşmayan zekâtın bu zikredilen sınıflar içinde bir tek şahsa verilmesi de caizdir. Çünkü âyette “el-fukarâ (fakirler)” ke­limesinin elif lâm belirtme takısı ile belirli (marîfe) kılınması, mecaz anlamın­da cins bildirir. Böylece bu cinslerin İçinden bir kimseye vermekle cinse ver­mek gerçekleşmiş olur. Burada elif lâm takısı gerçek anlamı olan kapsam (İs­tiğrak) anlamında alınırsa, bütün cinsi kapsar. Bu takdirde bir beldedeki zekât üzerinde o beldedeki her yoksulun hakkı olur. Bu ise uygulamada büyük güç­lükler doğurur, akla uygun değildir.[164]

 

Şâfiîlere göre, zekâtın bir beldedeki sekiz sınıfa harcanması gerekir. Da­yandıkları delil: “Zekâtlar yalnız fakirlerin ve miskinlerin … hakkıdır.” anlamın­daki âyetin temlik lâmı ile zekâtı bu sınıflara tahsis etmesi ve atıf vâvı ile hükmün hepsini kapsamasıdır.

 

Eğer zekât İslâm devleti eliyle dağıtılıyorsa, bu sekiz sınıfa ayrılmalıdır. Bunlardan biri de zekât memuru sınıfıdır. Zekâtı devlet değil de malın sahibi veya vekili dağıtırsa, bu takdirde zekât memurla­rının payı düşer. İmkânlar ölçüsünde zekâtın bütün sınıflara dağıtılması müstehaptır. Zekâtın her sınıftan en az üç kişiden azına verilmesi tarzındaki tak­sim uygun değildir. Şâfiîlerden bir bölümü fitre zekâtının üç fakir veya miski­ne verilmesini caiz görmüşlerdir.[165]

 

Günümüzde bu sekiz sınıftan dördünün genel olarak bulunması müm­kündür. Bunlar da; fakirler, miskinler, borçlular ve yolculardır.

 

Dört mezhep müctehitlerinin büyük çoğunluğuna göre,[166] zekâtın Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de zikrettiği yerlerden başkasına verilmesi caiz değildir. Bu yüzden; mescit yapımı, yol, köprü, çeşme yaptırma nehir kanalları açma, ölü kefenlenmesi, ölen kişinin borcunun ödenmesi,, sur ve kale yapımı, savaş mal­zemesi hazırlamak, savaş gemileri inşa ettirmek, silah satın almak gibi, malın mülkiyetini karşı tarafın zimmetine temlîk anlamı taşımayan ibadetlere ve Al­lah’a yaklaştırıcı yollara harcanması caiz olmaz.

 

Çünkü, “Zekâtlar ancak yok­sulların, düşkünlerin… hakkıdır” âyetinde “innemâ” kelimesi, “hasr ve isbaf anlamı taşır. Yani zikredileni sabit kılmak, bunun dışında kalanları hükmün dı­şında bırakmak İçindir. Dolayısıyla zekâtların bu sayılan yerlerden başkasına verilmesi caiz değildir. Çünkü bunlarda temlik yani birini zekât malına bizzat sa­hip kılma, zekât malını onun mülkiyetine geçirme söz konusu olmamaktadır.

 

ZEKÂT VERİLMEYECEK KİMSELER

 

Zekâtın verilebileceği sekiz sınıftan sonra zekâtın bunların dışında kalan yerlere verilmesi halinde, kişi yükümlülükten kurtulamayacağı gibi, bu sosyal güvenlik kurumundan beklenen ferdî, sosyal ve ekonomik amaçlar da gerçekleşemeyecektir.

Bu yüzden, nitelik bakımından sekiz sınıfa girmekle birlikte, zekâtın verilemeyeceği kimseler de vardır.Bunlar şunlardır.

 

1)           Ana, Baba, Eş ve Çocuklar

 

Bir kimse kendi zekâtını yoksul bulunan eşine, usul ve fürûuna veremez.

 

Usul; bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleridir.

 

Fürû ise; oğulları, kızla­rı, bunların çocukları ve torunlarıdır.

 

Bir kimsenin boşanma iddeti beklemekte olan karısı da bu hüküm kapsamına dahildir. Çünkü bir kimse, yoksul düştükleri zaman za­ten bunlara bakmakla ve normal olarak nafakalarını sağlamakla yükümlüdür. Bunlara zekât verirse, yararlanma, dolaylı yoldan kendisine dönmüş olur. Hal­buki zekât verildikten sonra artık, zekât verenle zekât arasında menfaat bağı­nın kesilmiş olması gerekir.

 

Şâfiîlere göre kendisine bakmakla yükümlü hısımı bulunan kimselere de zekât verilmesi caiz değildir. Çünkü hısımları tarafından nafakası sağlanan kimse muhtaç sayılmaz. Böyle bir kimse her gün kendisine yetecek kadar ka­zancı bulunan kimseye benzer.

 

Ebû Hanîfe’ye ve Hanbelîler’de tercih edilen görüşe göre, bir kadın zekâ­tını yoksul bulunan kocasına veremez. Çünkü bu takdirde zekât nafaka yoiu ile kadına geri dönmüş olur.[167]

 

Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Şafiî ve Mâlik’e göre, karının yok­sul bulunan kocasına zekât vermesi caizdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s) bu ko­nuda soru soran Abdullah İbn Mes’ûd’un karısı Zeynep (r. anhâ)’ya şöyle bu­yurmuştur: “Kocan ve çocuğun tasadduk etmeye en layık olan kimseler­dir.” [168] Aksi görüşte olanlar, bu hadisteki “tasadduk’’u nâfile sadaka vermek olarak yorumlamıştır.

 

Zekâtı, usul ve fürû dışında buna ehil olan hısımlara vermek daha fazilet­lidir. Şöyle ki: Önce muhtaç olan erkek veya kız kardeşlere, sonra bunların ço­cuklarına, sonra amcalara, halalara, sonra bunların çocuklarına, sonra dayı­lara, teyzelere ve bunların çocuklarına, daha sonra diğer zevi’l-erhâm denilen yakınlara vermek daha faziletlidir.

 

Hz. Peygamber (s.a.s) hısımlara tasadduku teşvik ederek şöyle buyur­muştur: “Yoksullara verilen sadaka bir sadakadır, hısımlara verilen sadaka iki sadakadır. Biri sadaka diğeri akrabaya iyilik[169]

 

Nafile sadakalara gelince, bunların usul ve fürûa, karı veya kocaya veril­meleri caizdir. Çünkü bunu yapmakla da sadaka ve akrabaya iyilik olmak üze­re iki sevap kazanılmış olur.

 

Nitekim nafile sadakaların zenginlere ve gayri müslimlere verilmesi de caizdir. Çünkü Allah Teâlâ; “Onlar, Allah sevgisiy­le miskin, yetim ve esirlere yemek yedirirler[170]” buyurur. Hz. Peygamber döneminde esirler müşriklerden ibarettir.

 

Diğer yandan Allah’ın Elçisi, Ebû Bekir (r.a)’in kızı Esma’nın; Medine’ye ziyârete gelen müşrik annesi ile ilgili sorusuna; “Anana iyilik et” diye cevap vermiştir[171]

 

2)           Müslüman Olmayanlar

 

Zekât ibadet içerikli bir yükümlülük olduğu için gayri müslimlere, inançsız kişilere ve dinden dönenlere verilemez. Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel (r.a)’i Yemen’e gönderirken: “Zekâtı oranın zenginlerinden al, yine oranın fakirleri­ne ver’’ buyurmuştur[172]

 

Aralarında dört mezhep imamının da bulunduğu fakihlerin çoğunluğuna göre zekât, İslâm toplumundaki gayrî müslim tebeaya (zimmîler) verilemez. Çünkü zekât müslüman yoksulların hakkıdır. Onların zenginlerinden alınıp, yoksullarına verilir. Gayri müslimler zekâtla yükümlü değildir. Böyle bir yü­kümlülüğe katılmayanların, bundan yararlanma haklan da bulunmamalıdır.

Hz. Ömer’in zekâtın verileceği yerleri belirleyen âyetteki “miskinler” keli­mesi için, “bunlar ehl-i kitabın yoksullarıdır” yorumuna dayanarak, kimi fakih­ler zekâtın zimmîlere de verilebileceğini ile sürmüşlerdir. Nitekim Hanefî fakihlerinden Züfer de bu görüştedir. Çünkü zekâtın amacı Allah Teâlâ’nın rızası­nı kazanmak için sıkıntıda olanların ihtiyacını karşılamaktır. Bu amaç zekâtı, yoksul zimmîlere vermekle de gerçekleşir.

 

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, yoksul zimmîlere yalnız farz ol­mayan (nâfile) sadakaların verilmesi câîz olur. Delil şu âyettir: “Eğer sada­kaları açıktan verirseniz ne güzel! Gizleyip de yoksullara verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Biz sizin kötülüklerinizi örteriz.”[173] Bu âyette müslüman veya zimmî yoksul arasında bir ayırım yapılmamıştır. Bu yüzden âyet genel anlam bildirir. Ancak yukarıda verdiğimiz Muaz (r.a) hadisi, zekât konusunda âyeti tahsis etmiştir. Bu hadis sebebiyle zekât ancak müslüman olanlara verilebilir.

 

Ebû Yûsuf, imam Şâfiî ve çoğunluğa göre zimmîlere zekât verilemediği gibi, diğer sadakalar da verilemez. Onlar bu konuda zekâta ve harbî olan gay­ri müslimlere verilen sadakalara kıyas yapmışlardır[174]

 

 

3)           Zenginler

 

Zengin kimseye zekât vermek caiz değildir. Yalnız zekât memuru emeği­nin karşılığı olarak zekâttan pay alacağı için o zengin de olsa kendisine ayrı­lan payı alabilir.

 

Yine yolculuk sırasında muhtaç duruma düşen zengin kimse de zekât alabilir. Çünkü yolcu gerçekte zengin olsa bile o anda yoksul sayılır.

 

Temel ihtiyaçların dışında nisap miktarı mala sahip olan kimse “zengin” sa­yılır.

 

İslâm’ın malın çeşidine göre belirlediği nisaptan az miktarda mala sahip olan kimse sağlıklı, güçlü ve çalışabilecek durumda olsa bile zekât alabilir. Çün­kü bir kimse güçlü kuvvetli olduğu halde işleri bozulabilir, yeni iş bulamaz veya çalıştığı işten elde ettiği gelir geçimini sağlamayabilir.

 

Buna göre evi, ev eşya­sı, hizmetçisi, biniti, silahı, giysisi, meslek sahibinin elinde meslek âfetleri, ilim adamının yararlanmakta olduğu kütüphanesi bulunsa bile, geçimini sağlayacak kadar geliri bulunmazsa, zekât alabilir. Çünkü bu sayılanlar temel ihtiyaçlardır.

 

Zengin bir kimseye nafile niteliğinde olan bir sadakanın verilmesi caizdir. Bu yüzden vakıfların gelirini vakfiye gereğince zengin kimselerin alması da helal bulunmuştur. Bu bir hibe, bir atıyye sayılır.

 

Bir kimse zekâtını, araştırıp zekât almaya ehil olduğunu sandığı bir şah­sa verse, o kimsenin zekâta gerçekten ehil olduğu anlaşılırsa zekâtı ittifakla geçerli olur. Bunun aksine durumu anlaşılamaz veya zengin olduğu daha son­ra ortaya çıkarsa Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre yine geçerli olur. Fakat araştırmaksam, zekâta ehil olup olmadığını hiç düşünmeksizin verecek olsa zekâtı yine geçerli olursa da, zekâta ehil olmadığı daha sonra anlaşılırsa zekâtı yeniden vermesi gerekir. Çünkü araştırmak konusunda kusuru vardır.

 

Zekâta ehil olup olmadığında şüphe edilen bir kimseye araştırmaksızın verilen zekât geçerli olmamak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eğer sonradan ze­kâta ehil olduğu ortaya çıkarsa bu tehlike kalkar,[175]

 

Şâfiîlere göre çalışıp kazanma imkânına sahip olan fakir ve miskinlere zekât verilemez.

 

Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Zekâtta zengin­ler ile çalışıp kazanma gücüne sahip olanların hakkı yoktur.”[176]

 

Diğer yandan kendisi zengin olduğu halde, zekâttan pay alabilen kimse­ler bir hadiste şöyle sıralanır: “Sadaka beş kişinin dışında zenginlere verilmez:

 

1) Zekât işinde çalışanlar,

 

2) Zekât malını satın alan kimse,

 

3) Allah yolunda savaşanlar,

4) Yoksulun, zekât olarak aldığı malı zengine bağışlaması[177]

 

Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, müellefe-i kulûb ile mücahitlere zengin olsalar bile zekâttan yardım yapılabilir

 

4)           Hz. Peygamber’in Yakınları:

 

Hz. Peygamber’in ailesine zekât ve sadaka almak yasaklanmıştır. Çün­kü zekâtlar insanların mallarının kirleridir. Hz. Peygamberin ailesine, beytül- maldeki ganimetlerin beşte birinden yetecek kadar harcama yapılır. Bir hadis- i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Bu sadakalar ancak insanların kirleridir, Mu­hammed’e ve Muhammed’in ailesine helâl değildir[178]

 

Hanefî ve Hanbelîlere göre kendilerine zekât-ve sadaka vermek caiz ol­mayan Hâşimoğulları şunlardır: Abbasoğulları, Ali oğulları, Cafer oğulları, Akîl oğullan, Hâris İbn Abdiimuttaliboğulları.

 

Ancak zamanla Hz. Peygamberin yakınlarının büyük baskılara uğrama­sı ve beytülmaldeki paylarını alamamaya başlaması üzerine, yasaklayıcı ha­dislere rağmen,Ebû Hanîfe (ö. 150/767) toplum şartlarının değiştiğini, beytülmalden olan hakların sahiplerine gitmediğini söyleyerek, Hâşim oğullarına zekâttan pay verilmesinin gerektiğine fetva vermiştir. Diğer yandan bir çok alime göre Haşim oğullarına nafile sadakalar helaldir.

 

5)           Küçükler ve Akıl Hastalan

 

Yedi yaşından küçüklere ve akıl hastalarına doğrudan zekât vermek ca­iz değildir. Zekât bunların velîlerine teslim edilir. Bayram ve benzeri sevinçli günlerde muhtaç olan hizmetçilere, işçilere veya temyiz çağındaki çocuklara yahut sevinç haberi getiren yoksul kimselere verilecek hediyelerin zekât niye­tiyle verilmesi caizdir.

 

Zenginin küçük olan çocuğuna zekât vermek caiz değildir. Çünkü küçük çocuk babasının zenginliği ile zengin sayılır. Diğer yandan zengin bir kadı­nın yetim ve babası müslüman olan çocuğuna zekât verilebilir. Çünkü bu ço­cuğun nesebi babası yönünden sabit olup, anasının serveti ile zengin sayıl­maz.

 

Öte yandan yine bir kimse zekâtını, zengin bir şahsın yoksul ve müslüman olan ba­basına veya yoksul ve müslüman olan büyük oğluna veya kızına yahut o şah­sın yoksul ve müslüman olan karısına verebilir. Çünkü bunlar müstakil vela­yet sahibi olup birbirinin serveti ile zengin sayılmazlar.[179]

 

Zekâtın, malın bulunduğu yerdeki yoksullara verilmesi esas olan yöntemdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s), Muaz (r.a)’a; “Zekâtı Yemen halkının zenginlerinden al, yi­ne Yemen halkının yoksullarına ver” buyurmuştur.

 

Zekâtın yıl sonunda başka beldedeki fakirlere gönderilmesi tenzihen mekruhtur. Ancak zekâtın gönderileceği yerdeki ihtiyaç sahipleri akraba olur veya malın bulunduğu beldedeki fakirlerden daha muhtaç durumda olurlarsa, bu takdirde başka beldeye göndermek caiz olur.[180]

 

Zekâtın toplandığı yörede dağıtılması halinde;

-İhtiyaç sa­hiplerinin daha iyi tespiti mümkün olduğu gibi,

-Gerçek İhtiyaçların daha iyi bilinmesi imkan dahiline girer,

-Toplama ve dağıtma masrafları böylece azalır

-Ve çeşitli beldelere de bu yolla mâli ve ekonomik bir özerklik ile

-Yerinden yönetim imkânlarının tanınması

bu faydalar arasındadır.

 

 

 

 

 

 

ZEKÂT VE VERGİ

 

 

Kur’an ve sünnette namazla birlikte zikredilen zekât, mâlî bir İbadettir.

 

Bu yüzden yükümlünün niyeti İle yerine getirilir.

 

Hz. Peygamber ve ilk dört Halî­fe döneminde bütün zekât türleri görevli zekât memurlarınca toplanır ve yıl boyunca ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı.

 

Hz. Osman döneminden itibaren “bâtınî mallar” denilen altın, gümüş, nakit para ve ticaret mallarının zekâtı yü­kümlülerce hesaplanıp verilmesi esası benimsendi.

 

Zekâtın dışında kamu harcamaları için haraç, cizye, gümrük, rüsum ve benzeri vergiler ihtiyaca gö­re örfi olarak alınmağa devam edildi.

 

Zekâtın verileceği sekiz sınıf bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği için, onu bunun dışındaki yerlere harcama imkâ­nı yoktur. Cenab-ı Hakk adeta fakirleri ve hayra yönelik şeyleri garanti altına alarak gelecekteki idarelerin keyfi tavırlarına bırakmamıştır denilebilir.

 

Bir başka yönden de fakirlerin, zenginle3rin merhametine bırakılmadığı söylenebilir. Bunu sağlayan şey ise temel olarak zekatın verilmemesi halinde uğranılacak dünya ve ahret azabıdır.

 

Zekât devlet eliyle tahsil edilince, devlet yükümlünün vekili sıfatıyla hare­ket eder, zekât fonu onun elinde, vasînin elindeki yetimin malı gibidir.

 

Vergi, kamu giderlerini karşılamak üzere devletin tek yanlı olarak ve ver­gi koyma yetkisine dayanarak, kişi ve işletmelerin gelir ve mallarından aldığı paralardır. Günümüzde Devlet tarafından çeşitli adlarla alınan vergilerde, zekâtın verileceği sekiz sınıf gibi bir “harcama alanı” sınırlaması yapılmadığı için, verginin zekâttan sayılmaması gerekir.

 

Bu yüzden mü’min vergi olarak verdiği meblağı, zekâtından düşemez.

 

Ancak zekât veriyorum diye vergi ver­meme hakkı da söz konusu olmaz.

 

Çünkü her devirde İslâm toplumlarında devlet, kamu harcamaları için zekâtın dışında başka adlarla örfî vergiler al­mıştır.

 

Zekâtın harcama yerleri dışında kalan kamu hizmetlerinin yürütülebil­mesi için buna ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü yol, köprü, baraj, elektrik santralı, ordunun ve güvenlik güçlerinin harcamaları, sağlık hizmetleri gibi toplumun bütününü İlgilendiren işlerin yürütülmesi zekâtın dışındaki kaynaklardan elde edilen vergi gelirleriyle sağlanır.

 

İslami bir devlette İslam devleti oldukça makul bir büyüklüktedir. Devletin küçük olması onun toplayacağı vergilerin de makul seviyede kalmasını, dolayısıyla vergi yükünün de ölçülü olmasını sağlar. Büyük İslam mütefekkiri İbn-i Haldün, Mukaddime adlı eserinde “devletin gereğinden fazla büyümesinin özel sektörün daralmasına yol açacağını, bu yüzden de vergi verecek özel sektörün azalacağını, bunların sonucunda da yeniden devletin aleyhine olacağını” belirterek özel sektöre ağırlık verilmesinin daha önemli olduğunu belirtir.

 

Diğer yandan vergi, ticaret ve sanayi kuruluşlarında kârdan alınırken, ze­kât nisabın üzerinde elde bulunan ve yıllanmış olan sermayenin bütünü üze­rinden alınır. Bu yüzden vergi matrahı İle zekât matrahı farklı esaslara daya­nır.

 

Zekât Allah tarafından konulmuş olup, mal çeşitlerine göre nisap miktar­ları ve zekât oranları Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Vergi ise ka­nunla insanlar tarafından konulur, yine kanunla kaldırılır, miktar ve oranları da kanunla düzenle­nir, gerektiğinde arttırılır, eksiltilir. Ancak yine de bu vergi koyma ve kaldırma kararlarının seçilmiş halk temsilcileri tarafından bir danışma kararı ile yapıldığı unutulmamalıdır demokrasilerde..

 

 

Ancak şunu da belirtelim ki, sosyal güvenlik ve yardımlaşma kurumlarının çok geliştiği Osmanlı döneminde eğitim, sağlık, yoksulluk ve din hizmetle­ri gibi en önemli kamu harcamaları, büyük ölçüde hayırsever zenginlerin kur­duğu vakıfların gelirleriyle karşılanmış, devletin büyük ölçüde vergi toplama­sına gerek kalmamıştır[181]

 

Başka bir deyimle daha az vergiyle kamu işleri yürü­tülürken, merkezî yönetim, güvenlik işlerine ve otoritenin güçlenmesine daha fazla eğilme fırsatını bulmuştur.

 

Diğer yandan müslümanların zekâtına karşılık gayri müslimlerden aşağı­daki vergiler alınır

 

a)           Öşür: Ebû Hanîfe’ye göre, bir İslâm ülkesinde yaşayan zimmîlere ve pasaportlu harbîlerin nisap miktarına ulaşan ticaret mallarına öşür uygulanır. Bunun miktarı zimmîlerde yirmide bir, pasaportlu gayri müslim yabancı malla­rında ise onda birdir. Bu uygulama mütekabiliyet  esasına dayanır. Bu öşür, arazi mahsulünden alınan öşürle karıştırılmamalıdır.

 

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, İslâm ülkesinde ticaret yapan zimmî ve harbîler arasında bir ayırım yapılmaksızın, bunlara onda bir (öşür) ticaret vergisi uygulanır. Bu ticaret yılda bir kaç defa tekrarlansa veya ellerinde nisap miktarı mal bulunmasa bile öşür vermeleri gerekir.

 

Ancak Şâfiîlere göre pasaportlu gayri müslim yabancılardan öşür alınabilmesi için bunun önceden şart koşulması gerekir.

 

Zekâtın İki katı vergi uygulaması: Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed İbn Hanbel’e göre özellikle Benî Tağlib Arap’larından olan Hıristiyan’lardan zekâtın iki katı vergi alınır. Çünkü bu vergi cizyenin yerini tutmaktadır. Hz. Ömer böyle  yapmıştır[182]

 

 

Burada söz konusu olan vergi, temelde cizyedir. Sadece vergi konusu ve nispetleri bakımından zekât hükümleri çifte zekât oranında uygulanmaktadır[183]

 

 

Fitir Sadakası

 

 

“Fıtr” sözlükte “orucu açmak”, fitre de “yaratılış” anlamına gelir. Böylece “fıtır sada­kası” denir ki, fıtrat sadakası, yani sevap için verilen yaratılış atıyyesi demektir.

 

Di­ni olarak tanımlarsak  Ramazan bayramına yetişen ve temel ihtiyaç­larının dışında belli bir miktar mala sahip olan müslümanlann kendileri ve velayet­leri altındaki kişiler için yerine getirmekle yükümlü bulundukları mâlî bir ibadettir denilir.

 

Fıtır sadakası, Ramazan orucunun farz kılındığı hicretin 2. yılı Şaban ayında, zekâttan önce meşru kılınmıştır.

 

-Bu bir mali yardımlaşma olup,

 

-Orucun ka­bulüne,

 

-Ölüm sırasındaki sıkıntılardan

 

-Ve kabir azabından kurtuluşa

 

-Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye ve

 

-onların da bayram sevincine ka­tılmalarına bir yardımdır.

 

Fitrenin dayandığı dedil hadis delilidir. İlgili hadisler aynı zamanda zekatta olduğu gibi onun uygulama şartlarını da belirlemektedir.

Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber fıtır sadakasını 1 sâ’ (ölçek) hurma ve 1 sâ’ arpa olmak üzere köle, erkek, kadın, küçük ve büyüklere farz kılmış ve insanlar (bayram) namazına çıkmadan ön­ce verilmesini emretmiştir[184]

Ebû Said el-Hudrî (r.a)’den rivayet edilen bir hadiste fitre verilebilecek maddeler ve miktarları şöyle belirlenir: “Biz Peygamber devrinde fitreyi, yiye­cek maddelerinden 1 sâ’ olarak verirdik. O zaman bizim yiyeceğimiz arpa, ku­ru üzüm, hurma ve keş (yağı alınmış peynir) idi.”[185]

İbn Abbas (r. anhümâ),nin naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Rasulüllah (s.a.s) oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiye­cek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim namazdan önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur[186]

Abdullah b. Salebe (r.a) şöyle nakletmiştir: “Rasûlullah (s.a.s) Ramazan bayramından bir veya iki gün önce bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: ‘‘Buğ­daydan, arpadan veya hurmadan 1 sâ’ını hür veya köle, küçük veya büyükler için sadaka olarak veriniz[187]

Yukarıdaki hadis-i şerifler fitre miktarının buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden 1 sâ’ olduğuna delâlet etmektedir. Ancak buğday cinsinin miktarı İbn Abbas’ın ve Amr b. Şuayb’ın babası ve dedesi yoluyla merfû olarak riva­yet ettikleri hadislerde yarım sâ’ olarak belirtilmiştir. İbn Abbas’ın rivayet etti­ği hadis şöyledir: “Fitre sadakası buğdaydan iki müd’dür[188]

 

Bir müd, bir sâ’lık ağırlık ölçüsünün dörtte birine eşit olup 260 dirheme denktir. Bu da şer’î ölçüye göre 260 x 2,8 = 728 gr. olur. Buna göre buğday yarım sa’ = 2 müd x 728 = 1456 gr. olur. Bir sâ’ ise 2912 gr. olur.

 

Örfî ölçüye göre bir dirhem 3,2 gr. olup, 1 sa’ = 1040 dirhem x 3,2 = 3328 gr. olur. Bunun yarısı olan 1664 gr. da buğdayın fitre miktarı olur

 

Sonuç olarak;

 

 

a)           Arpa, kuru hurma ve kuru üzümün fitre miktarı, şer’î ölçüye göre yak­laşık 3 kg., örfî ölçüye göre İse 3,33 kg. olur.

 

b)           Buğday ve aynı hükümde olan, buğday unu ve kavut için ise şer’î öl­çüye göre yaklaşık 1,5 kg., örfî ölçüye göre ise 1,66 kg. olur.

 

 

Bu iki tür ölçekten birisini tercih etmek mümkün olmakla birlikte örfî ölçek daha fazla olduğu İçin yoksulların yararınadır ve daha çok sevap kazanmaya sebep olur. Bu nedenle örfi ölçülerin uygulanması daha takva olabilir. Elbette dileyen de şer’i ölçüleri uygulayabilir. Bunda bir mahsur olmaz.

 

Hanefîler dışındaki üç mezhep imamına göre fitre, buğdaydan da 1 sâ’dır.

 

Yukarıdaki dört cins gıda maddesi yerine kıymetleri de verilebilir.

 

Ancak yoksullar bu maddelerin kendilerine muhtaç oldukları zaman, fitreyi kendi cinslerinden vermek daha faziletlidir.

 

KİMLER FİTRE VERME MECBURİYETİNDEDİR.

 

  1. Öncelikle Müslüman olmak gerekir:

 

Ancak Şafiî mezhebinden bir görüşe göre, gayri müslim bir kimsenin, bakmakla yükümlü olduğu müslü­man yakınının fitresini ödemesi gerekir.

 

  1. Mal varlığı nisabı gerekir:

 

Hanefîlere göre fitre sadakası ile yükümlü sayılmak için, kişinin ramazan bayramının birinci günü, temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip ol­ması gerekir.

 

Zekât nisabından farklı olarak, sahip olunan malın “artıcı (nâ- mî)” özellikte olması ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunması gerekmez.

 

Temel ihtiyaçlar, mesken, elbise, ev eşyası, binit, silah, hizmetçi, ailenin bir yıllık ge­çim masrafları ve borçlarıdır. Nisap miktarı iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın veya bunların kıymetine denk bir maldır.

 

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise, fıtır sadakasının vücûbu için, zenginlik ölçüsü olan nisaba mâlik olmak şart değildir. Temel ihtiyaçları­nın dışında, bayram gün ve gecesinde yetecek kadar azığa sahip olmak yeterlidir.

 

  1. Ehliyet sahibi olmak

 

Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve diğer üç mezhep İmamının ortak görüşüne gö­re, fıtır sadakasının mâlî yönü ağır bastığı için, bununla yükümlülük için akıllı ve ergen olmak şart değildir.

 

 Bu yüzden küçüğün ve akıl hastasının malından da velisinin fitre vermesi gereklidir.

 

Fitre’nin ibadet yönünü üstün kabul eden, Hanefîlerden İmam Muhammed ve Züfer’e göre ise, küçüklerin ve akıl hasta­larının malından fıtır sadakası gerekmez.

 

  1. Velâyet etmek ve bakmakla yükümlülük şartı:

 

Bir kimsenin, kendi dışındaki kişinin fıtır sadakası ile yükümlü sayılması için, bu kişinin velâyeti altında olmak ve bakmakla yükümlü bulunmak mecburiyeti altında olması gerekir.

 

Buna göre bir kimse velâyeti altında bulunan küçük çocuklarının veya akıl hastası olan yakınlarının fitresini vermekle yükümlüdür.

 

Buna karşılık kişinin bakımlarını üstlenmiş olsa bile,

-ana babası,

-büyük çocukları,

-karısı,

-kardeşleri

-ve diğer yakınları için

fıtır sadakası vermesi ge­rekmez.

Buna rağmen vekâletleri olmadığı halde bu sayılan kişiler için fıtır sadaka­sı verecek olursa, bu da yeterli olur. Böylece yoksullar bununla bayram namazından çık­madan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar[189].

 

  1. Fitrenin verilme zamanı

 

Hanefîlere göre, fıtır sadakası ramazan bayramının 1. günü fecrin doğu­şu ile vacip olur. Çünkü fitre bayrama ait kılınmıştır. Böylece oruç tutmanın yasaklandığı bir günde, fitre ile yoksul müslümanların sevinçle bayrama katıl­maları amaçlanmıştır.

 

Fitre, Ramazan bayramından bir veya iki gün öncesi ile bayram namazı arasında ödenir. Böylece yoksullar bununla, bayram namazından çıkmadan ön­ce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bununla birlikte fitre, ramazan ayının girme­sinden itibaren, hatta ramazan ayı girmeden önce de ödenebilir. Bayram gü­nünden sonraya kalırsa, yükümlülük düşmez ve ilk fırsatta ödenmesi gerekir[190].

 

Fakihler fitrenin bayram günü sabah vakti girdikten sonra ve namaz kılın­madan önce verilmesinin müstehap olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Dayandıkları delil, Abdullah İbn Ömer (r. anhümâ)’den rivayet edilen şu ha­distir: “Hz. Peygamber fitrenin, insanlar bayram namazına çıkmadan Önce ve­rilmesini emretmiştir”[191]

 

Ramazan bayramının İlk günü sabah olmazdan önce vefat eden veya yoksul düşen yahut  sabah olunca dünyaya gelen veya İslâm’a giren bir müs­lüman için fitre vermek vacip olmaz. Fakat, sabah olduktan sonra ölen zengin bir müslümana vacip olmuş bulunur. Vasiyet etmiş ise mirasın üçte birinden verilir.

 

Bir özür yüzünden oruç tutamayan müslüman da fitre ile yükümlü olur. Hasta, yolcu ve çok yaşlı kimseler gibi.

 

Nisaba mâlik olan hür bir müslüman, hem kendisi hem de yoksul olan bu­nak veya akıl hastası yahut küçük çocukları ve hizmetçisi için fitre vermekle yükümlüdür.

Yoksul bir çocuğun babası ölmüş veya yoksul düşmüş olursa babasının babası nisaba mâlikse babası yerine geçerek fitre verir. Ancak zahir rivayete göre bu durumda dedenin çocuk için fitre vermesi gerekmez.

 

Bir kimse kendi yanında olsalar bile ana-babasınm fitresini vermekle yükümlü değildir. Ancak babasının yoksul ve akıl hastası olması durumu müs­tesnadır.

 

Hanefiler dışında üç mezhep imamına göre fitre Ramazan ayının son ak­şamı güneşin batmasından itibaren vacip olur. Bayramdan sonraya geri bıra­kılması caiz değildir. Ancak özürlü olması durumu müstesnadır. Bununla bir­likte geri bırakma fitreyi düşürmez ve kazası gerekir[192]

 

FİTRE NERELERE VERİLMELİDİR

 

Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâta benzer bir yapı gösterir.

 

Fitre, niyet edilerek fakirlere temlik suretiyle verilir, mübah kılma tarzında fitre ol­maz. Niyet, verilecek fitre ayrılırken veya verme anında yapılabilir. Ancak fakire verirken bu­nun fitre olduğunu söylemeğe gerek yoktur. Zira açıktan söylendiğinde fakirin gururunun kırılması muhtemeldir. Bunda teşvik gerektiren bir durum da sözkonusu olamayacağı sebebiyle gizli niyet yapılması ve hatta fakire “kabul ettiğin için teşekkür ederim “ denmesi güzel ve yerinde olur.. zira verilen yardımı almayabilirdi de..

 

Bir kimse fitresini eşine, usul ve fürûuna yani anne veya babasına, çocuk ve torunlarına veremez.

 

Ebû Yûsuf ile İmam Şâfiî’ye göre yoksul olan zimmîye (İslâm üikesi va­tandaşı olan gayri müslim) de verilemez. Fetvaya esas olan görüş budur. Çünkü fitrenin amacı, bayram gününde yoksul müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak, onların bayram sevincine katılmalarını sağlamak ve rahat ibadet yapmalarına imkan hazırlamaktır. Zimmîlere fitre vermekle bu amaç gerçek­leşmiş olmaz.

 

Bir kimse fitresini bir veya bir kaç yoksula verebilir. Bîrden çok kimseler de fitrelerini bir kaç yoksula veya tek yoksula verebilirler. Fakat bir görüşe gö­re bir fitre, birden çok yoksula dağıtılamaz. Çeşitli kimselere ait fitreler karış­tırılarak da yoksullara dağıtılabilir. Bununla birlikte fitrelerin ayrı ayrı verilmesi daha uygundur.

 

Fitre yükümlünün bulunduğu yerdeki yoksullara verilmelidir. Başka yerle­re gönderilmesi mekruhtur.

 

Fitre için hadislerde dört temel gıda maddesinin belirlenmiş olması, bu yardımlaşmanın her devir ve bölgede uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Çünkü bundan maksat yoksulun bir günlük ihtiyacını karşılamaktır. O da bu gıda[193] maddeleriyle veya bunları satın alacak kadar bir kıymetle gerçekleşir. Eğer bunların yerine belli bir para tespit edilseydi, bu derece gerçekçi bir sonuç or­taya çıkmazdı. Çünkü gıda maddelerinin fiyatları sık sık değiştiği için böyle bir meblağ ile yoksulun bu miktarda gıda maddesi alması mümkün olmayabilir ve maksat gerçekleşmezdi.

 

Diğer yandan, bu fitre miktarlarının kişinin bir günlük yiyecek ihtiyacını karşılamayı hedeflediğinde açıklık vardır. Nitekim yemin kefaretinin “ailesine yedirdiğinin ortalamasından 10 yoksulu doyurmak” ve oruç fidyesinin de “oru­ca güç yetiremeyenlerin bir yoksul doyumu kadar fidye vermekle yükümlü” tu­tulması, fıtır sadakasının miktarı konusunda ortalama bir ölçü getirmektedir. Bu da yoksulun bir günlük yiyecek ihtiyacının karşılanmasıdır. Fitre mal ola­rak değil de, para olarak verilecekse günün şartlarına göre, yükümlülerin du­rumu dikkate alınarak bir tespitin yapılması daha uygun olur. Bu, hadislerde belirtilen gıda maddelerinin ortalama değerlerini almakla da gerçekleşebilir.

 

2.         Nahl, 16/71.

3.         Meâric, 70/24.

4.         Haşr, 59/7.

6.         Tirmizî, Kader, 6; İbn Mâce, Mukaddime, 10; A. İbn Hanbel,  316, 350, V, 277, 280.

11.       Meryem, 19/55.

17.       En’âm, 6/141.

18.       Buhâri, İmân, 1, 2, Tefsîru Sûre 2/30; Müslim, imân 19-22; Tirmizî, İmân, 3; Nesâî, İmân, 13.

25.       Şevkânî, Neylû’f-Evtâr, IV, 121,132 vd.

26.       Kardâvî, Fıkhu’z-Zekât, Tere. İbrahim Sarmış, İstanbul 1984, I, 86, 87; Y. Vehbi Yavuz, İslâm’da Zekât Muessesesi, İstanbul, 1977, s. 85.

29.       Şevkânî, a.g.e., IV, 119; Kardâvî, a.g.e., I, 90.

30.       Zühayli, age, 11, 735.

31.       bk. Kâsânî, age, II, 39 vd.; İbnü’l-Hümâm, age, I, 481-486; İbn Âbidîn, age, II, 4 vd; Meydânı, Lübâb, I, 140; ibn Rüşd, age, l, 236; Şafiî, Umm, IV, 125; İbn Kudâme, Muğnî, II, 261 vd.

33.       Nisa, 4/6.

34.       Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm, fil, 79 vd.; H. Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, s. 511; H. Vetdet Velidedeoğlu, T. Medeni Hukukunun Umumî Esasları, İst. 1968, II, 56.

41.       bk. Kâsânî, age, II, 9; İbn Âbidîn, Reddü’i-Muhtar, II, 5; Şirâzî, Mühezzeb, I, 141 vd; ibn Kudâme, Muğnî, III, 48-53; Zühaylî, age, II, 741, 742.

43.       Kâsânî, age, li, 51; İbnüTHümâm, age, I, 510; İbn Âbidîn, age, II. 31, 72.

44.       İbn Kudâme, Muğnı, Muhtasaru Hırkî Şerhi, Kahire, t.y., I, 625.

45.       Kâsânî, age, II, 57-63.

46.       Bilgi için bk. Kâsânî, age, II, 53 vd; İbnü’l-Hümârri, age, II, 4; ibn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 245; ibn Kudâme, age, il, 689; Zühaylî, age, II, 800 vd.

47.       Kâsânî, age, II, 51; İbnü’l-Humâm, age, I, 510; ibn Âbidîn, age, II, 31, 72; Şürünbüiâlî, Merâkı’l-Felah, s. 121; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 261 vd; Zühaylî, age, II, 744 vd; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 333 vd.

49.       Nesâî, Cenâiz, 67; Ebû Dâvud, Büyü’, 9; Dârimî, Buyû’, 53.

50.       bk. Malik, Muvatta, Zekât, 17; Zühayîî, age, II, 748, Ebû Ubeyd, Emvâl’den naklen.

51.       İbn Âbidîn, age, li, 6 vd; Zuhaylî, age, II, 747, 748.

52.       Şirâzî, Mühezzeb, I, 142; ed-Dırdır, eş-Şerhu’s-Sağîr bi Hâşiyeti’s-Sâvî, Mısır ty, I, 647 vd; İbn Kudâme, age, III, 41 vd; Zühaylî, age, II, 748, 749.

54.       bk. Kâsânî, age, li, 40; İbnO’i-Hümâm, age, I, 493; İbn Âbidîn, age, II, 4, 14, 15; Meydânî, Lübâb, I, 140 vd; Şirâzî, age, I, 170; İbn Kudâme, age, II, 638 vd; Zühaylî, age, II, 750 vd; Bilmen, age, s. 334 vd.

55.       Tevbe, 9/60.

56.       bk. Kâsânî, age, II, 39; ibn Âbidîn, age, İt, 85; İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, İli, 947; Şirâzî, age, 1, 171; İbn Kudâme, II, 665 vd.

58.       ibn Âbidîn, age, II, 72.

60.       Dârimî, Zekât, 12; bk. Ebû Dâvud, Zekât, 22; Tirmizî, Zekât, 37; ibn Mâce, Zekât, 7.

61.       bk. İbn Rüşd, Bidâye, I, 266; ed-Dırdır, age, I, 431; Şevkânî, age, İV, 151.

62.       Tevbe, 9/103-104.

63.       Ebû Ubeyd, Kiîâbü’l-Emvâl, s. 751.

64.       Mâlik, Müdevvene, ll, 88.

67.       İbnü’l-Hümâm, age, I, 519 vd; II, 522; İbn Âbidîn, age, II, 38 vd; Meydânî, LObâb, I, 148; Şirâzî, a.g,e 1,157 vd; İbn Kudâme, age, III, 1-16; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s, 64,

68.       bk. Buhârî, Menâkıbu’î*Ensar, 27; Hıyel, 3; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Tirmizî, Zekât, 8, 10; A, b. Hanbel, 1,148,

85.

69.       Dârekutnî, Sünen, İl, 93; Ebû Ubeyd, Emval, nr. 1107, 1167.

73.       Şemsüddin Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr (İbn Kudâme’nin Muğnî’si ile birlikte), Beyrut, 1972, II, 440.

79.       Mâlik, Müdevvene, I, 8, II, 22, 53.

81.       Şâfiî, Ümm, II, 36; Kurtubî, Câmi’, II, 136.

82.       Paranın tarihçesi için bk. Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Kahire, 1298, s. 148; İbnü’l-Hümâm, age, II, 522; K. Miras, Tecrîd-i Sarih Tere. V, 40; Artuk, “Sikke”, İ.A. X, 622; Feridun Ergin, iktisat, s, 539 vd; Halil Erdem, Meskûkât-ı Osmaniye, İstanbul 1334, I, 3; Hamdi Döndüren,İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 64 vd.

84.       Standart bir karşılığa endeksli para birimi için, riba cereyan eden mislî mallar esas teşkil edebilir. Bu konu­da altı maddenin örnek olarak sayıldığı hadis için bk. Müslim, MOsâkât, 81; Tirmizî, Büyü’, 23; Ham di Döndüren, age, s. 99, 100.

85.       Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 1122, 1125-1129.

87.       Şirâzî, age, I, 142.

93.       İbn Kudâme, Muğnî, İSI, 35; Kardâvî, age, I, 329.

94.       Tirmizî, Zekât, 3; İbn Mâce, Zekât, 4, 15; Dârimî, Zekât, 7.

95.       bk. Mâlik, Muvatta, I, 25; Müdevvene, II, 14.

96.       Kâsânî, age, II, 21; İbnü’i-Hümâm, age, I, 526 vd; İbn Âbidîn, age, il, 45; Meydânı, Lübâb, 1,150 vd; Zeylaî, Tebyînü’i-Hakâik, I, 280; ibn Rüşd, age, I- 260 vd; ibn Kudârne, age, III, 29-36; Zühaylî, age, ll, 787 vd.

100.     Komisyon, İlmihal, I, 459, 460, isam, İstanbul 1998.

101.     Şirbinî, age, I, 401; Dırdır, eş-Şerhu’l-Kebîr, I, 477; Zühayiî, age, II. 799; Ortaklıklar içirt bk. İbnü’l- Hümâm, age, V, 2; İbn Âbidîn, age, îll, 364; ibn Kudâme, age, V, 1 vd; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, 95 vd;

102.     İbnü’i-Hümâm, age, l, 537-543; Kâsânî, age, ll, 65 vd; İbn Kudâme, Muğnî, III, 17 vd.

104.     Buhârî, Müsâkât, 3, Zekât, 66; Ebû Dâvud, Lukata, İmâre, 40; Diyât, 27; Müslim, Hudûd, 45, 46; Tirmizî, Ahkâm, 37; İbn Mâce, Lukata, 4; Mâlik Muvatta’, Zekât, 9, Ukul, 12; A. b. Hanbel, I, 314, II, 180,186, 203, lif, 128, 335, 336; Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 856-860.

105.     Ebû Ubeyd, age, nr. 871, 874, 875.

106.     Zühaylî, age, il, 776.

107.     ibn Rüşd, age, I, 250; Zühaylî, age, ti, 778.

108.     Kâsânî, age, il, 65 vd; İbnü’l-Hümârrvage, I, 537 vd; İbn Âbidîn, age, II, 59 vd; Zühaylî, age, il, 775 vd; Bilmen, age, s. 353, 354.

109.     Ebû Yûsuf, Harâc, s. 76.

110.     Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 888.

113.     bk. Tevbe, 9/34.

116.     Kâsânî, age, I!, 57-63.

118.     Buhârî, Zekât, 4, 32, 38; Müslim, Zekât, t, 3; Tirmizî, Zekât, 7; Ebû Ubeyd, Emvâî, nr. 1422-1424. Vesk; Kûfelilere göre 200 kg. İtk bir ölçek olup, bu da 60 sa’a denktir.

119.     Komisyon, İlmihal, I, 447. İsam neşri.

120.     Kâsânî, age, il, 56; Şirbinî, age, I, 382; Zühaylî, age, II, 820; İbnü’l-Humâm, age, il, 8; Meydânî, age, I, 154; İbn Kudâme, age, II, 728.

123.     Zühayti, age, M, 709.

127.     Ebû Ubeyd, age, s. 274; Ebû Yusuf, age, s. 75.

131.     Ebû Yûsuf, Haraç, Mısır, 1352 H, s. 75, 83, 85; Ebû Ubeyd, Emvâl, Kahire 1968, s. 94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 314, vesika: 325; Afi Şafak, İslâm Arazi Hukuku, s. 146-149; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, s. 572 vd; Ziihaylî, age, V, 332 vd.

132.     Kâsânî, age, II, 57; İbnü’i-Hümâm, age. IV, 365 vd; Meydânı, age, 1, 154.

134.     Şirâzî, Mühezzeb, I, 157; ibn Kudâme, age, II, 725-727; Buhûtî, age, II, 255; Zühaylî, age, il, 824, 825.

135.     Toprak mülkiyetinin kazanılması için bk. Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, 1981, yy, s. 198-200.

136.     Tevbe, 9/103.

139.     San’arti, Sübülü’s-Selam, il, 129.

140.     bk. Ebû Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Fer’, 2; ibn Mâce, Zebaih, 2; Malik, Muvatta, Zekât, 23; Dârimî, Zekât, 4.

146.     Tirmizî, Zekât, 4; Ebû Dâvud, Zekât, 5.

147.     Buhârî, Zekât, 4; Müslim, Zekât, 1,3.

148.     bk. Kâsânî, age, II, 31 vd; İbnü’l-Hümâm, age, i, 494 vd; Şirâzî, age, t, 145 vd; Şirbinî, age, I, 369 vd; İbn Kudâme, age, II- 579 vd.

150.     Ebû Ubeyd, Emval, nr. 1364.

151.     Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 1365.

153.     Ebû Dâvud, Zekât, 5; Dârimî, Zekât, 36.

154.     Tevbe, 9/103.

156.     Buhârî, Zekât, 1.

157.     Ebû Dâvud, İmare, 10; A. b. Hanbel, IV, 299.

159.     Zühaylî, age, il, 826.

160.     Buhârî, Zekât, 37.

161.     Kâsânî, age, il, 25; İbnü’l-Hümâm, age, I, 507; Meydânı, age, I, 147; İbn Âbidîn, age, II, 29.

163.     bk. Kâsânî, age, II, 21; İbnü’l-Hümâm, age, I, 527; İbn Âbidîn, age.li, 31; Şirbînî, age, I, 399; eş-Şirâzî, age, I, 161; ibn Kudâme, Muğnî, III, 33; İbn Rüşd, age.l, 260 vd.; Bilmen age, İstanbul 1959, s.467 vd.

164.     Tevbe, 9/60.

165.     bk. Tevbe, 9/58, 59.

166.     Buhârî, Zekât, 1; Müslim, İman, 29;.Ebû Dâvud, Zekat, 5; Nesâî, Zekât, 46; ibn Mâce, Zekât, 1; A. b. Hanbel, I, 233.

167.     bk, Şafiî, Umm, Mısır, 1329. H. VII, 273; A. b. Hanbel, V, 230, 236, 242.

169.     bk. Beied, 90/11, 14, 16.

170.     Ebû Yusuf, Harâc, s. 136.

171.     bk. Cassâs, Ahkâmü’i-Kur’ân, ili, 124; Şevkânî, Neylü’i-Evtâr, IV, 166.

172.     İbn Rüşd, age, I, 233; Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, s. 42, 43; Zühaylî, age, II, 871, 872.

173.     Muhammed, 47/4.

175.     Mevsılî, İhtiyar, I, 119; İbn Kudâme, el-Muğrıî, II, 527.

176.     Komisyon, İlmihal, I, 488.

178.     Kâsânî, age, II, 45.

186.     İnsan, 76/8.

187.     Müsitm, Zekât, 49.

188.     Buhârî, Zekât, 1, 63, Tevhîd, 1, Meğâzî, 60; Müslim, İman, 7, 29; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Tirmizî, Zekât, 6.

190.     bk. Kâsânî, age, 43 vd; İbnu’l-Hümâm, age, İl, 21 vd; el-Fetâvâ’f-Hindîyye, I, 176; İbn Âbidîn, age, il, 81 vd; İbn Rüşd, age, I, 267 vd; Zühaylî, age, il, 883, 884.

193.     ibn Mâce, Sünen, I, 590.

194.     bk. Müslim, Zekât, 167, 168; Ebû Dâvud, Zekât, 29, İmâre, 20; Nesât, Zekât, 95, Fey’, 15

195.     Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi’, İS, 49.

196.     Şelebî, Ta’lîi, s. 311,362.

197.     bk. Müslim, Zekât, 168;Zeyiâî, Nasbu’r-Râye, II, 404.

200.     Bent Tağlib, Hıristiyan Araplar olup, Hz. Ömer onlara cizye vergisi koymak istedi. Onlar, kendilerinden acemler gibi cizye değil zekât almasını istediler. Hz. Ömer, zekâtın müslümanlara farz olduğunu söyledi. Bunun üzerine ona: “Zekât adı altında dilediğin kadar çok vergi al, cizye adıyla alma” dediler. Hz, Ömer de onlara bir çeşit sözleşme ile zekâtın iki katı vergi koydu, bk. İbn Âbidîn, age, li, 37; Zühaylî, age, II, 739-

201.     bk. Yahya b. Âdem, Haraç, Neşr: A. M. Şakir, Mısır 1368/1949, No: 37, 202, 206; Ebû Ubeyd, Emvâl, Kahire, 135H. No: 69-72; Salih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 70, 94, 95.

202.     Buhârî, Zekât, 76; Müslim, Zekât, 12.

204.     Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müsiim, Zekât, 12, 13, 16; Ebû Dâvud, Zekât, 17, 20; Nesâî, Zekât, 31, 33; ibn Mâce, Zekât, 21; A. ibn Hanbei, II, 277.

205.     A. ibn Hanbel, V, 432.

206.     Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.

207.     Ölçü birimleri için bk. Hamdi Döndüren, ibn Âbidîn Tercümesi Fihristi ve Terimler Sözlüğü, İstanbul 1988, Dirhem, Sâ’ ve Müdd maddeleri; Kâsânî, age, II, 72 vd; İbnü’l-Hümâm, age, II, 36-41; Meydânî, Lübâb, I, 140, 147.



1.er-Râğıb eî-îsfehânî, Huseyn b. Muhammed, Müfredata Elfazi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnan Davûdî, Daru’l-Kalem, Dimeşk 1992, s. 54-55; Ayrıca bk. Abduh, Muhammed – Riza, Reşid, Tefstru ’l-Mcnâr, Daru’l-Menâr, Mısır 1954, I, 7-16.

[2]  ez-Zemahşerî, Mahmûd b. Ömer, Esâstı’l-Belâğâ, Daru Sadır, Beyrut 1992, s. 273; İbn Manzur, Cemâiuddm Muhammed b. Mukerrem, Lisnmı’t-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut 1968, XIV, 358-359; ez-Zebîdî, Muhammed Murtadâ, Tâcu’l-’Arûs, Dâru Libya, Bineazj 1966, X, 164-165.

[3] Zekâtın Kur’ân-ı Kerim’âe Kavramsal Çerçevesi KUR’ÂN ve SÜNNETTE ZEKÂT, Zekâtın Kur’ân-ı Kerim’âe Kavramsal Çerçevesi, Doç. Dr. Şehmus DEMİR, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi/Erzurum

[4]   bk. İbn Manzûr, XIV,358. ‘

4   Zemahşerî, Esâstı’l-Belâğa, s. 273.

[6]   îbn Manzûr, XIV, 358; ez-Zebîdî, X, 164.

[7]    el-İsfehânî, s. 380.

7.’Ûde, Halil Ebû ‘Ûde, et-Tatavvuru ‘d-Dilâli beyne Lıığati’ş-Şi’ri’l-Câhilî ve Luğcıti’l-Kur’âni’l- Kerim, Mektebetu’l-Menâr, Ürdün 1985, s. 211.

[9]   İbn Manzûr, XIV, 359.

[10]   Geniş biîgi için bk. Tuğ, Salih, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., Ankara 1963, s. 7-13.

[11]  el-İsfehânî, s. 381.

[12]  el-’Acem, Refîk, Mcvsmtu Mıtstakıhâti’l-Fıkh inde’l-Muslim, Mektebe tu Lübnan, Lübnan 1998,1, 745; el-Kardâvî, Yusuf, İslâm Hukukunda Zekât, çev. İbrahim Sarmış, Kayıhan Yay., İstanbul 1984,1, 54.

[13]  bk. Abdulbaki, Muhammed Fuad, e\-Mu’cenuı’l-Mıtfehre U Elfâzi’l-Kur’ân İ’l-Kerîm, Dâru’d- Da’ve, İstanbul 1987, s. 331-332.

[14]  Kehf, 18/81; Meryem, 19/13, 31, 55; Enbiya, 21/73; Mu’minûn, 23/4; Nur, 24/56; Nemi, 27/3; Rûm, 30/39; Lokman, 31/4; Fussilet, 41/7; Müzzemmil, 73/20; Beyyine, 98/5.

[15]   Bakara, 2/43, 83, İ10, 177, 277; Nisa, 4/77, 162; Mâide, 5/12, 55; A’râf, 7/156; Tevbe, 9/5, 11, 18, 71; Hac, 22/41, 78; Nûr, 24/37; Ahzâb, 33/33; Mücâdele, 58/13.

15.ed-Dâmeğânî, Huseyn b. Muhammed, İsi âh u’l-V acıdı ve’n-Nezâir fi’l-Kur’âni’l-Kerîtn, thk. Abdulazîz Seyyidu’I-Ehl, Daru’1-İIm İi’l-Melâym, Beyrut 1985, s. 218.

16.İsmail b. Ahmed, Ebû Abdirrahman, Vucûhu’l-Kur’ân, thk. Necef Arşî, Mecmeu’l-Bııhûsi’l- Islâmiyye, Meşhed 1422, s. 290; Ayrıca bk’,. Gözeler, Esra, Sami Diui Geleneğinde Salâh, Savm ve Zekât Kavramlarının Semantik İncelemesi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), AÜSBE,, Ankara 2005, s. 102-104.

17.et-Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân ‘an Te’ıûli Âyi’l-Kıtr’ân, Matbaa tu Mustafa el- Babî el-Halebî, Mısır 3954, XXIV, 92-93; el-Kurtubî, Ebû Abdiliah Muhammed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’I-Kutubiİ-Arabî, Kahire 1967, XV, 340; İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azun, thk. Muhammed İbrahim el-Benna ve Diğerleri, Dâru Kahraman, İstanbul 1985, VII, 153.

18.Fussiiet, 41/7. Verilen örnek âyetlerin Türkçe’ye çevirisi, Dameğani ve İsmail b. Ahmed’in verdiği anlama uygun bir şekilde yapılmaya çalışılmıştır.

[20]  el-Beydavî, Abdullah b. Ömer, Envâru’t-Tenzîl vc Esrâru’t-Te’vîl, Dersaadet Kitabevi, İstan­bul, ts., II, 349.

[21] Fatır, 35/18.

[22]  bk. Nisa, 4/49.

22.  bk. Kehf, 18/19.

[24] ‘Zekâ’ kelimesinin, ‘temizle{n)mek, arınmak, iyi olmak’ ve bunlara yakın anlamlarda kullanıl­dığı âyetler şunlardır: Bakara, 2/129, 151, 174, 232; Âli İmran, 3/77, 164; Nisa, 4/49 (iki de­fa); Tevbe, 9/103; Kehf, 18/19, 74, 81; Meryem, 19/ 13, 19; Tâhâ, 20/76; Nûr, 24/21 (iki defa), 28, 30; Fâtır, 35/18 (iki defa); Necin, 53/32; Cuma, 62/2; Nâzîât,       79/18; Abese, 80/3, 7; A’iâ, 87/14; Leyi, 92/18; Şems, 91/9.

[25]  bk. Bakara, 2/196, 263; Nisa, 4/114; Tevbe, 9/103; Mücadele, 58/12.

[26]  bk. Bakara, 2/215, 219, 264, 267; Enfal, 8/36; Tevbe, 9/34;

[27]  bk. Nisa, 4/36; Nahl, 16/90.

[28]  bk. Bakara, 2/177.

[29]  bk. Bakara, 2/177; Nûr, 24/22.

[30]  bk. Nisa, 4/8.

[31]  bk. Hakka, 69/34; Müddesir, 74/44; İnsan, 76/8; Fecr, 89/18; Maun, 107/3.

[32]  Gözübenli, Beşir, “Zekât: Rahmet Getiren Paylaşım”, İslâm’a Giriş – Ana Konulara Yeni Yakla­şımlar – içinde, DİB. Yay., Ankara 2006, s. 311.

[33]  Tevbe Sûresi, 9/103.

[34]  Garaudy, Roger, 20. Yüzyıl Biyografisi, çev. Ahmet Zeki Ünal, Ankara 1989, s. 294-295; Çiftçi, Adil, “Bir Sosyolog Olarak Fazlur Rahman”, İslâm ve Modernizm -Fazlur Rahman Tecrü­besi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., İstanbul 1997, s. 58.

35. Hanefi, Haşan, ” Aksiyon Olarak ’Hermentik’ İslâm Örneği-”, çev. Dücane Cündioğlu, Tezkire, 1997/11-12, s. 54.

[36] Mâ’ûn suresi

[37]  Mâ’ûn suresinin, müşriklerden ‘Âs b. Vâil hakkında nazil olduğu ifade edilmiştir (el- Vahidî, Ali b. Ahmed, Esbâbu’n-Nuzûl, Dâru İbn Kesîr, Beyrut 1993, s. 376-377). Dolayısıyla, bu yaklaşıma göre dini yalanlamak, inkâr etmek anlamına gelmektedir. O halde sebebi nüzul açısından söz konusu edilen müşrikler ise, namaz kılmaktan, müşriklerin putlarına karşı yaptıkları ibadetlerin de anlaşılabileceğini ifade etmek gerekmektedir. Ancak burada, sebebin hususi olmasının hükmün umumi olmasına engei olmadığı temel kuralını da göz ardı etmemek gerekmektedir.

[38]  Gözübenli, “Zekât: Rahmet Getiren Paylaşım”, s. 327.

[39] Tevbe, 9/103.

[40]    Haşr 59/7

[41]    Bu hadisi Taberânî ve Ebû Nuaym, Hılye’de, ibn Mes’ud’dan; Ebû Dâvud ise mürsel olarak Hasen’den rivayet etmiştir. Hadis zayıftır.

[42]    Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 62; Meâric, 70/24.

[43]    İbrahim; 14/7.

[44]    bk. Kehf, 18/81; Meryem, 19/13.

[45]    Tevbe, 9/60, 79.

[46]    Bakara, 2/43.

[47]    A’râf, 7/156.

[48]    Meryem, 19/31.

[49]    Bakara, 2/10.

[50]    Tevbe, 9/103.

[51]    Buhârî, Zekât, 1, Tevhîd, 1; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Zekât, 46; ibn Mâce, Zekât, 1.

[52]    Tevbe, 9/34, 35.

[53]    Fussılet, 41/6, 7.

[54]    Müddessir, 74/42-44.

[55]    Buhârî, Zekât, 3, Tefsîru Sûre, 3/14; ibn Mâce, Zekât, 2; Mâlik, Muvatta’, Zekât, 22; A. b. Hanbel, H, 255, Âyet için bk. Âl-i imrân, 3/180.

[56] İbn Hakîm (r.a.)’ın babası yoluyla dedesinden rivayet etmiştir.

[57]    Ebû Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Zekât, 4, 7; Dârimî, Zekât, 36; A. b. Hanbel, V, 2, 4.

[58] 25.    Şevkânî, Neylû’f-Evtâr, IV, 121,132 vd.

[59]    bk. Müslim, İmân, 32-36; Buhârî, İmân, 17, 28, Salât, 28, Zekât, 1, i’tisâm, 2, 38; Ebû Oâvud, Cihâd, 95; Tirmizî, Tefsîoı Sûre 88; Nesâî, Zekât, 3; ibn Mâce, Fiten, 1-3.

[60]    Buhârî, Zekât, 1, Murteddîn, 3, İ’tisâm, 2. ; Müslim, imân, 32; Ebû Dâvud, Zekât, 1; Tirmizî, İmân, 1; Nesâî, Zekât, 3

[61]   Tirmizî, Zekât, 15; Mâlik, Muvatta’, Zekât, 12. Bu hadis zayıf olup Tirmizî îie Beyhakî, Amr b, Şuayb’dan babası ve dedesi yoîu ile rivayet etmiştir. Şâliî ile Beyhakî bunu sahih bir isnatla Yusuf b. Mahik yolu ile Hz. Peygamberden mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Ayrıca Beyhakî aynı hadisi Hz. Ömer’den mevkuf olarak nakletmiş ve isnadı sahihtir, demiştir, bk. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 331 vd.

[62] Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm, fil, 79 vd.;

[63]   Dehlevî, Huccetullahi’l-Bâliga, Beyrut 1990, İl, 110-114, Tere. M. Erdoğan, li, 131-135; Kardâvî, age, İt, 157.

[64]   Mâlik, Muvatta’, 18. Bu hadis Hz. Ali’ye nisbet edilmiş olup gariptir. Ebû Ubeyd bunu Emvâl’de Hasan-ı Basrî’den; İmam Mâfik, Ömer b. Abdifazîz’den rivayet etmiştir, bk. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 334; İbn Âbidîn, age, II, 12; Zühaylî, age, II, 736, 737.

[65]   İbn Mâce, Zekât, 5; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 328, 330.

[66] Kâsânî, age, II, 51; İbnü’l-Humâm, age, I, 510; ibn Âbidîn, age, II, 31, 72; Şürünbüiâlî, Merâkı’l-Felah, s. 121; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 261 vd; Zühaylî, age, II, 744 vd; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 333 vd.

 

[67]   Müslim, Zikr, 60; Ebû Dâvud, Edeb, 98, Vitr, 32; Tirmizî, Deavât, 19, 67; ibn Mâce, Dua, 3, 15.

[68] Şirâzî, Mühezzeb, I, 142; ed-Dırdır, eş-Şerhu’s-Sağîr bi Hâşiyeti’s-Sâvî, Mısır ty, I,              64 7 vd; İbn Kudâme, age, III, 41 vd; Zühaylî, age, II, 748, 749

[69]  Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155.

[70] bk. Kâsânî, age, li, 40; İbnO’i-Hümâm, age, I, 493; İbn Âbidîn, age, II, 4, 14, 15; Meydânî, Lübâb, I, 140 vd; Şirâzî, age, I, 170; İbn

[71] Tevbe, 9/60.

 

[72] bk. Kâsânî, age, II, 39; ibn Âbidîn, age, İt, 85; İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, İli, 947; Şirâzî, age, 1, 171; İbn Kudâme, II, 665 vd.

 

[73]   Zühaylı, age, II, 753.

[74]   Şirbinî, Muğnî’l-Muhtâc, I, 386; Buhutî, Keşşâfü’l-Kınâ’ an Metni’l-İknâ’, Mekke, ty, II, 192.

[75] Dârimî, Zekât, 12; bk. Ebû Dâvud, Zekât, 22; Tirmizî, Zekât, 37; ibn Mâce, Zekât, 7.

 

[76] bk. İbn Rüşd, Bidâye, I, 266; Şevkânî, age, İV, 151.

 

[77] Ebû Ubeyd, Kiîâbü’l-Emvâl, s. 751.

 

[78] Mâlik, Müdevvene, ll, 88.

 

[79]   Serahsi, Mebsut,- III, 18; Kâsânî, age, II, 7, 69.

[80]   Kâsânî, age, II, 7; Seyyid Sabık, Fikhu’s-Sünne, I, 204.

[81] [81] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 602

[82] bk. Buhârî, Menâkıbu’î*Ensar, 27; Hıyel, 3; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Tirmizî, Zekât,        8, 10; A, b. Hanbel, 1,148,

[83]   Dârekutnî, Sürten, II, 92; ibnü’l-Hümâm, age, I, 524.

[84]   Buhârî, Zekât, 4, 32, 38; Müslim, Zekât, 1, 3; Tirmizî, Zekât, 7.

[85]   Tirmizî, Zekât, 3; Ebû Dâvud, Zekât, 5; İbn Mâce, Zekât, 4; Nesâî, Zekât, 18.

[86]   Şevkânî, Neylü’i-Evtâr, IV, 137.

[87]   bk. Tirmizî, Zekât, 3; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Zühayiî, age, II, 762.

[88]   bk. İbnü’l-Hümâm, age, (, 520; ibn Âbidîn, age, II, 42; Meydân?, Lübâb, I, 149; ibn Kudâme, Muğnî, III, 6; Zühaylî, age, II, 762.

[89]   Nesâî, Zekât, 69; Ebû Dâvud, Sünen, i, 358. Bu hadis zayıftır.

[90]   Şirbinî, age, I, 390 vd; Şirâ2Î,age, 1,158 vd.

[91]   İbn Kudâme, age, III, 9-17.

[92] Şâfiî, Ümm, II, 36; Kurtubî, Câmi’, II, 136.

 

[93]   Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 607

[94]  Zühaylî age, II, 758; Bilmen , age, s. 349 vd.

[95] Standart bir karşılığa endeksli para birimi için, riba cereyan eden mislî mallar esas teşkil edebilir. Bu konu­da altı maddenin örnek olarak sayıldığı hadis için bk. Müslim, Musâkât, 81; Tirmizî, Büyü’, 23; Hamdi Döndüren, age, s. 99, 100.

 

[96] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 608

 

[97] Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 1122, 1125-1129.

 

[98]   Kâsânî, age, II, 10; İbn Âbidîn, age, II, 47; Zühaytî, age, II, 768, 769.

[99]   Bakara, 2/267.

[100]  İbn Kesîr, Muhtasar Tefsir, l, 240.

[101]  Kâsânî, age, il, 20, 21; Şirbinî, age, I, 397; İbn Kudâme, age, İÜ, 30.

[102]  İbnü’l-Hümâm, age, I, 526, Ebû Dâvud’dan naklen, bk. Tirmizî, II, 357.

[103]  Ebû Dâvud hasen tsnadla Semüre’den rivayet etmiştir. Mâiik, Müdevvene, Mısır, 1321, lî, 14; Şafiî, Ürrım,

II,    38.

[104] İbn Kudâme, Muğnî, İSI, 35; Kardâvî, age, I, 329

[105] bk. Mâlik, Muvatta, I, 25; Müdevvene, II, 14.

 

[106] Kâsânî, age, II, 21; İbnü’i-Hümâm, age, I, 526 vd; İbn Âbidîn, age, il, 45; Meydânı, Lübâb, 1,150 vd; Zeylaî, Tebyînü’i-Hakâik, I, 280; ibn Rüşd, age, I- 260 vd; ibn Kudârne, age, III, 29-36; Zühaylî, age, ll, 787 vd.

 

[107] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 613

[108]  İbnü’l-Hümâm, age, 1, 528.

[109] Kâsânî, age, II, 21; Şirbinî, age, i, 399; İbn Kudâme, age, İli, 31; Zuhaylî, age, II, 794 vd.

[110]  bk. İslâm’da Zekât Potansiyeli, Marmara İlahiyat Fak. bildiriler kitabı.

[111] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 614

 

[112] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 616

 

 

[113] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 616

[114] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 617

 

 

[115] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 617

 

 

[116] Şirbinî, age, I, 401; Dırdır, eş-Şerhu’l-Kebîr, I, 477; Zühayiî, age, II. 799; Ortaklıklar içirt bk. İbnü’l- Hümâm, age, V, 2; İbn Âbidîn, age, îll, 364; ibn Kudâme, age, V, 1 vd; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, 95 vd;

 

[117] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 619

 

 

[118]  Enfâl, 8/41.

[119] Zühaylî, age, il, 776.

 

[120]   Şirâzî, Mühezzeb, I, 162; Şirbinî, Muğnîi-Muhtâc, I, 394 vd.

[121]   Bakara, 2/267.

[122]   En’am, 6/141.

[123]   Buhârî, Zekât. 55; Tirmırî, Zekât, 14; Şevkânî, Neylii’i-Evlâr, IV, 139; bk. Müslim, Zekât, 8; Ebû Dâvud, Zekât, 5, 12; Nesâî, Zekât, 25; ibn Mâce,’ Zekât, 17; Dârimî, Zekât, 29; Malik, Muvatta, Zekât, 33.

[124]   Bakara, 2/267.

[125] Buhârî, Zekât, 4, 32, 38; Müslim, Zekât, t, 3; Tirmizî, Zekât, 7; Ebû Ubeyd, Emvâî, nr. 1422-1424. Vesk; Kûfelilere göre 200 kg. İtk bir ölçek olup, bu da 60 sa’a denktir.

 

[126]   Şevkânî, age, IV, 145 vd; İbn Mâce, Zekât, 20.

[127]   Zeylaî, age, II, 390.

[128] Zühayti, age, M, 709.

[129] Tevbe, 9/103.

[130]   Buhârî, Zekât, 37.

[131]   İbnüTHümâm, age, I, 494 vd; Kâsânî, age, II, 30; İbn Kudâme, age, il, 575-577, 591-596, 625; Şîrbinî, age, I, 368 vd; İbn Âbidîn, age, II, 30 vd; Zühaylî, age, İl, 832 vd.

[132] bk. Ebû Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Fer’, 2; ibn Mâce, Zebaih, 2; Malik, Muvatta, Zekât, 23; Dârimî, Zekât, 4.

 

[133]   Ebû Dâvud, Zekât, 5; Mâlik, Muvatta’, Zekât, 23; Dârimî, Zekât, 4; A. İbn Hanbe!, I, 12.

[134]   bk. Kâsânî, age, M, 28; İfanü’l-Hümâm, age, I, 499 vd; ibn Âbidtn, age, II, 24; Şirbinî, age, I, 374; İbn Kudâme, age, II, 592; Zühaylî. age, II, 844, 845.

[135]   Tirmizî, Zekât, 4; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Sünen, 10.

[136]   Ebû Dâvud, Zekât. 5; Tirmizî, Zekât, 5; İbn Mâce, Zekât. 12; Nesâî, Zekât, 8.

[137]   Buhârî, Zekât, 3, 43; Müslim, Zekât, 24-28; Ebû Dâvud, Zekât, 32; Tirmizî, Zekât, 1; Nesâî, Zekât, 2, 8, 11; İbn Mâce, Zekât, 2; Dârimî, Zekât, 3.

[138] Buhârî, Zekât, 4; Müslim, Zekât, 1,3.

[139] bk. Kâsânî, age, II, 31 vd; İbnü’l-Hümâm, age, i, 494 vd; Şirâzî, age, t, 145 vd; Şirbinî, age, I, 369 vd; İbn Kudâme, age, II- 579 vd.

 

[140] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 618

 

[141]   Buhârî, Zekât, 45, 46.

[142] Ebû Ubeyd, Emval, nr. 1364.

[143] Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 1365.

 

 

[144]   Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 888.

[145] Tevbe, 9/103.

 

[146]   Tevbe, 9/60.

[147] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 619

[148]   Îbnü’l-Hümâm, Fethu’t-Kadîr, I, 530-vd.

[149]Zühaylî, age, il, 826.

[150] Buhârî, Zekât, 37.

 

[151]   bk. Buhârî, Zekât, 41, 63, Megâzî, 60, Tevhîd, 1; Müslim, imân, 29, 31; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Dârimî, Zekât, 9.

[152] bk. Kâsânî, age, II, 21; İbnü’l-Hümâm, age, I, 527; İbn Âbidîn, age.li, 31; Şirbînî, age, I, 399; eş-Şirâzî, age, I, 161; ibn Kudâme, Muğnî, III, 33; İbn Rüşd, age.l, 260 vd.; Bilmen age, İstanbul 1959, s.467 vd.

 

[153] Buhârî, Zekât, 1; Müslim, İman, 29;.Ebû Dâvud, Zekat, 5; Nesâî, Zekât, 46; ibn Mâce, Zekât, 1; A. b. Hanbel, I, 233.

 

[154] bk, Şafiî, Umm, Mısır, 1329. H. VII, 273; A. b. Hanbel, V, 230, 236, 242.

[155]   bk. Kâsânî, age, II, 43-46; İbnü’l-Hümâm, age, il, 14-20; İbn Âbidîn, age, II, 79-84; ibn Rüşd, age, I, 266- 269; ibn Kudâme, age, II, 665 vd; Zühaylî, age, II, 866 vd.

[156] [156] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 647

 

[157] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 649

 

[158]   İbn Mâce, Sünen, I, 590.

[159] Mevsılî, İhtiyar, I, 119; İbn Kudâme, el-Muğrıî, II, 527.

[160] Komisyon, İlmihal, I, 488.

[161]   Ebû Dâvud, Menâsîk, 79; Zühaylî, age, ü, 874.

[162] Kâsânî, age, II, 45.

 

[163]   Zühaylî, age, II, 876.

[164]   Kâsânî, age, (l, 46; İbnü’t-Humâm, age, II, 14; Meydânî, age, l, 156; İbn Âbidîn, age, I, 84; İbn Rüşd, age, i, 267; ibn Kudâme, age, II, 668.

[165]   Şirâzî, Mühezzeb, I, 170 vd; Şirbinî, Muğoî’l-Muhtâc, III, 106 vd; Zühayiî, age, II, 867, 868.

[166]   bk. Kâsânî, age, II, 45; ibn Âbidîn, age, II, 81, 83, 85; Şirâzî, age, I, 170-173; ibn Kudâme, lî, 667; Zühaylî, age, II, 875.

[167]   Kâsânî, age, II, 40; Meydânî, Lübâb, i, 156; İbn Âbidîn, age, II, 87.

[168]   Ebû Dâvud, Zekât, 44; bk. Talâk, 19.

[169]   Tirmizî, Zekât, 26; Nesâî, Zekât, 22, 82; ibn Mâce, Zekât, 28; Dârimî, Zekât, 38; A. b. Hanbel, IV, 17, 18, 214.

[170] İnsan, 76/8.

[171] Müslim, Zekât, 49.

[172] Buhârî, Zekât, 1, 63, Tevhîd, 1, Meğâzî, 60; Müslim, İman, 7, 29; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Tirmizî, Zekât, 6.

 

[173]   Bakara, 2/271.

[174] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 654

 

[175]   Kâsânî, a.g,e II, 48; İbnü’l-Hümâm, age, II, 27 vd; İbn Âbidîn, age, II, 88, 93, 96; Bilmen, age, İstanbul 1985, s.359-361; Meydânî, age, f, 157.

[176]   Ebû Dâvud, Zekât, 24; Nesâî, Zekat, 91; A. İbn Hanbel, IV, 224, V, 362.

[177] ibn Mâce, Sünen, I, 590.

[178] bk. Müslim, Zekât, 167, 168; Ebû Dâvud, Zekât, 29, İmâre, 20; Nesât, Zekât, 95, Fey’, 15

 

[179]   Kâsânî, age, il, 47; ibn Âbidîn, age, II, 81, 85. 95 vd.

[180]   İbnül-Hümâm, age, li, 28 vd; İbn Âbidîn. a.ge., il, 93 vd; ei-Fetâvâ’l-Hindiyye, I, 178; Meydânî, age, I,

158.

[181] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 659

[182] Bent Tağlib, Hıristiyan Araplar olup, Hz. Ömer onlara cizye vergisi koymak istedi. Onlar, kendilerinden acemler gibi cizye değil zekât almasını istediler. Hz. Ömer, zekâtın müslümanlara farz olduğunu söyledi. Bunun üzerine ona: “Zekât adı altında dilediğin kadar çok vergi al, cizye adıyla alma” dediler. Hz, Ömer de onlara bir çeşit sözleşme ile zekâtın iki katı vergi koydu, bk. İbn Âbidîn, age, li, 37; Zühaylî, age, II, 739-

 

[183] bk. Yahya b. Âdem, Haraç, Neşr: A. M. Şakir, Mısır 1368/1949, No: 37, 202, 206; Ebû Ubeyd, Emvâl, Kahire, 135H. No: 69-72; Salih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 70, 94, 95.

 

[184] Buhârî, Zekât, 76; Müslim, Zekât, 12.

[185]   Buhârî, Zekât, 74; A. İbn Hanbel, Ifl, 73, 98.

[186] Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müsiim, Zekât, 12, 13, 16; Ebû Dâvud, Zekât, 17, 20; Nesâî, Zekât, 31, 33; ibn Mâce, Zekât, 21; A. ibn Hanbei, II, 277.

[187] A. ibn Hanbel, V, 432.

[188] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.

[189] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 664

[190] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 665

[191]   Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.

[192] Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali sh. 665

 

[193] bk. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 11, 29-31; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, II, 98 vd; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I, 179-181; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-MDctehid, I, 269; İbn Kudâme, Muğnî, İli, 55.

 

30 Temmuz 2012
Okunma
bosluk

Eskimeyen bir haber; Said-i Nursi TBMM’de Atatürk’e bağırmıştı; “Paşa! Paşa! İslamiyette imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur (= dinden çıkmış) ”

Said-i Nursi TBMM’de Atatürk’e bağırmıştı

Erdoğan’ın açılım konuşmasında andığı SAİD NURSİ, TBMM’de Atatürk’e bağırmıştı: PAŞA PAŞA namaz kılmayan haindir..

05.10.2009 – 22: 00

 

ENSONHABER.com / ÖZEL Başbakan , 3. Olağan Kurultayı’nda yaptığı birlik konuşmasında,Nazım’lı, Ahmet Kaya’lı, Said -i Nursi’li birlik mesajı verdi.SAİD-İ NURSİ’SİZ TÜRKİYE’NİN MANEVİYATI NOKSAN KALIR
Erdoğan, “Bu ülkenin tarihinden, Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Pir Sultan’ı, Hacı Bayram Veli’yi çıkartmaya kalkarsanız, onları görmezden gelirseniz, onları yok sayarsanız bu ülke öksüz, yetim, köksüz kalır. Yunus Emre’siz bir Türkiye dilsiz kalır. Mevlana’sız bir Türkiye ruhsuz kalır. Sabahat Akkiraz’a kulak vermeyen, dinlemeyen bir Türkiye türküsüz kalır. Tatsoy Efendi’yi yok sayan Türkiye’nin besteleri yarım kalır. Cem Karaca bu ülkenin hasretini çektiği kadar, bu ülke de Cem Karaca’nın hasretini çekti. ‘Hoşçakalın İki Gözüm’ diyen Ahmet Kaya’ya vefa göstermeyen bir Türkiye’nin şarkıları eksik kalır. Nasıl Mehmet Akif’siz bir Türkiye tahayyül edilemezse, Nazım Hikmet’siz bir Türkiye eksik sayılır. Seversiniz, sevmezsiniz, beğenirsiniz, beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz, etmezsiniz Ama Ahmedi Hani’siz, Bitlisli Said-i Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır. Biz bu ülkenin tüm renkleriyle, bütün çiçekleriyle, bütün kokularıyla, dağları, taşları, ırmaklarıyla Türkiye’yiz. ” dedi.
ATATÜRK’E BAĞIRDI: PAŞA PAŞA
Peki Erdoğan’ın açılım konuşmasında adını andığı isimlerden biri olan Bitlisli Said-i Nursi kimdi? 1876 yılında Bitlis’in Nurs köyünde dünyaya gelen Said-i Nursi’nin Atatürkle yaptığı konuşma Türk siyasal hayatına damga vuracak cinstendir. Said-i Nursi Atatürk tarafında ‘ya davet edildi. 1922′de ‘ya giden Said Nursi için Millet Meclisi’nde ‘hoş geldiniz’ töreni yapıldı. M. Kemal Atatürk çok sayıda Milletvekilinin hazır olduğu bir ortamda Said-i Nursi’ye dönerek “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz” der. Onun bu sözlerine karşı Bediüzzaman, daha şiddetli ve daha kararlı bir ses tonuyla şu cevabı verir: “Paşa! Paşa! İslamiyette , imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.”
MUSTAFA KEMAL ODASINA ÇAĞIRIR
Pek çok şahidin huzurunda M. Kemal’in bilahere onu odasına çağırması ve orada üstadın ona üç saat nasihat etmesiyle münakaşa son bulur. Bu ders ve özür olayını Said-i Nursi şöyle anlatır: “Bir zaman dünyanın büyük bir makamını işgal eden bir küçük adama bu dersi verdim. Fakat ben enaniyetten nefsimi kurtaramadığım içindir ki, çok sarstı; fakat intibaha gelmedi. Mektubattaki Desise-i şeytaniyeyi ona ders vermiş, konuşmamız üç saatten fazla sürmüştür. Bana ilişemedi ve tarziye vermeye mecbur kaldı..”

 

BENİMLE ÇALIŞ dediler
Bu olaydan sonra ‘dan ayrılır. “Gittim, gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. ‘Bizimle beraber çalış’ dediler. Dedim: Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz.” diyerek Van’a doğru yola çıkar..

 

30 Mayıs 2012
Okunma
bosluk

Toplumu bilgisiz bırakmak itaatin şartımıydı? Osmanlı ve Selçuklu ile günümüz ilim ve eğitiminin karşılaştırılması (merhaba yorumcusuna cevaptır.)

öğrenci sayısındaki artışa rağmen belli standartları tutturmak elbette mümkün. ülkemizde ideolojik nedenlerle akademik kadrolar laik düşüncelerle elde tutulmak isteniyor ilginç bir şekilde. bu durum kadroların kontrollü, yetkili ve dar tutulmasına bilinçli olarak sebep olan çevreler var. önce bunun aşılması gerekir. ve bunlar verimsiz kadrolar. koca üniversiteden uluslararası dergilerde yayınlanan makale dsayısı üçü beşi geçmiyor. dolayısıyla sorun idrak, ahlak ve kalite boyutlarında felaket adeta.

osmanlıda ortalama sınıftaki öğrenci sayısı 18 idi. bazı özellikli derslerde 6 kişiye bir hoca düşerdi. bunu bugün sabancı üniversitesi sınıfa 6 kişi koyarak kaliteye önem veriyor. öğrencilere şayet fakirse veriliyordu. büyük selçukluda siyesetname yazarı nizamül mülkün teklifi üzerine yurt ve burs sağlandı öğrencilere. fakir olan imamı gazali de bu yurt ve bursla okuyup büyük alim oldu.

osmanlıda beşeri sermaye ücretlerin yüksekliği nedeniyle çoktu ve güçlü idi. ilme ve alime itibarı ücretlerinden anlıyoruz. örneğin bir müderrisin (profesör) ders saati ücreti 14 akçe idi. hat hocası ise 15 akçe idi. derse yardımcıları giriyorsa dersin önemine göre 4 ila 8 akçe idi.bunlar oldukça yüksek ücretler denilebilir. bir keçiden alınan yıllık verginin 3 akçe olduğunu düşünün.

osmanlı ile selçuklu arasında eğitim ve devlet anlayışı ve idaresi farklı anlayışlarda olduğu doğrudur. selçuklu toplumu dinamik bir toplumdur ve sürekli türkmenler orta asyadan anadoluya göç etmektedir. hoca ahmet yesevinin selçukludan bütün türk dünyasına tarifi imkansız dini olumlu katkıları vardır. 99 000 müridini orta asyadan balkanlara kadar salmıştır. 1205 te ahi evranı veli ortaya çıkmış ve bütün çalışanları toparlayarak önce ahlaki bir terbiyeye tabi tutmuştur. hemen arkasından gelen moğol istilası uzun yıllar acılar yaşatmış ve taht kavgaları sürmüştür.

bütün bunlara rağmen anadolunun imarına çok emek vermişlerdir. ustalar icazetli ve ücretleri yüksek idi. bir hat hocası 15 yıldan önce icazet alamazdı. dolayısıyla tam bu acıların yaşandığı sırada bir de mevlana çıktı. arkasından yunus emreyi görüyoruz. bunun anlamı moğol işgalini hafifletici insanların allah tarafından bir nefes almak için gönderilmesi denilebilir belki. I alaattin keykubat gibi ilme ve ahiliğe önem veren şahları da düşünürseniz. buna irandan gelen bürokratik kadfrolar da ilave edilince serbest bir tartışma ortamı oluştu denilebilir.

osmanlıya gelince ilk kuruluş yıllarında fatihe kadar rahattı. osman, orhan ve ı murat ahi kuşağı kuşandılar. fakat fatihten sonra emperyal bir politikaya döndü ve yerli halktan saraya adam alırsa onun kendi halkına taraflı davranacağını düşündü ve devşirmelere yöneldi. bu durum osmanlı ayakta iken yararlı oldu, osmanlı düşerken zararları çok oldu. fetihler sürekli artınca ADALET VE İTAAT VE DÜŞÜK VERGİLER le yönetmek istedi. toplumu kitlesel eğitim ı abdülmecide kadar yapılmadı. KURANI DAHİ meal tefsir yazdırmadı. 16 kavmi egemenliğine almasına rağmen onların diline de çevirmedi. osmanlıda en önemli kitap MIZRAKLI İLMİHALDİ. MUHAMMEDİYELER KURAN GİBİ OKUNURDU. bu davranışlartın altında yatan korku öyle her şeyi herkesin bilmesi işi karıştırır idi. İTAAT ETMESİ İÇİN TOPLUMUN BİLGİSİZ OLMASI VE DOĞRUNUN NE OLDUĞUNU SINIRLI SAYIDAKİ SARAY MÜDERRİSLERİ SÖYLERDİ (Benim babamın öz dayısı da okumuş ve saray müderrisi olmuş. adı: ama hafızın hakkı imiş.) fakat cumhuriyette kaybetmişler. allah rahmet etsin
osmanlıda teknik ilerleme selçukluya göre çok cılızdır. hatta küçük bazı şeylerin dışında yok denecek kadar azdır. çünkü sistem buna müsait değildir.

islam dünyasındaki eşari mezhebi ile mu tezile mücadelesi 1200 lerde eşarini lehine sonuçlanmıştır ve mu tezile AKLIN önemini işaret ederken eşari NAKİL önemlidir demektedir. aklı bir kenara attığınızda dünyevi bir çok ilim önemsiz süfli uğraşmaya değmez ilan ediliyordu. artık ilim üretmek şeyhlerin keşfine kalıyordu enteresan bir şekildi. ve söyledikleri de kurandan bir parça gibi saygı görür hale geliyordu fakat kimsede onun yanlışlığını söyleyemezdi . zira tarikatlarda da kesin itaat mecburiyeti vardı. bilsen bile susman gerekiyordu. hazerfan ahmet çelebi bile üsküdara uçtuktan sonra padişaha, padişahim bu birgün topkapıyı da uçup gelip yakar deyince çelebi kelleden oluyordu.
yani bu ortam sürekli korkuya dayalı hale geliyordu ve korkulan hemen temizlenmeliydi.

peygasmber efendimiz zamanındaki bir elin parmaklasrı kadar olan salavatların sayısı 300 leri geçer hale geldi. bunun anlamı allahın yerine peygamberin konması ve her ne istenecekse ondan istenir hale gelmesiydi. kuran yerine de muhammediyeler, enverül aşıkınlar, ahmediyeler, mızraklı ilmihal yeterli,liğinde DÜŞÜNMEYEN, DÜŞÜNMEDEN İTAAT EDEN BİR TOPLUM İSTENİLEREK OLUŞTURULMASINDAN KAYNAKLANIYORDU. zaten islamın en parlak yıllarında insanlar kütüphanelerindeki ciltlerin sayısı ile iddialaşırken 8-12 yüzyıllar idi. bu sorun yalnız osmanlının sorunu demek de kısmen yanlış olabilir. bütün islam toplumunda bir gerileme de zaten vardı demekte mahsur yok. ama herkesin bacağı da ayrı.

hayırlarla kalınız efendim

 

aşık ahi kul ahmed söyledi. Doğrusunu Allah bilir.

5 Mayıs 2012
Okunma
bosluk

Vahiy ve sünnette eğitim anlayışı

Vahyin eğitim anlayışının temelleri Kuran’ı Kerim’in Alak Suresinin ilk 5 ayetinde saklıdır. Bu ayetler Cebrail Aleyhisselam’ın hira mağarasında getirdiği ilk ayetlerdir:

Yaratan Rabbinin adıyla oku.

O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.

Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.

O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti.

İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.(Alak 1-5)

                       

Okuma yazma bilmeyen bir peygambere “oku” emrinin verilmesi dikkat çekicidir. “İkra=oku”

birleştir, parçalar arasındaki bağı keşfet, bul, (icma = ) dağılmışı topla, anla ve anlamlandır anlamlarına geliyor. Muhammed Esed, “Kuran Mesajı” adlı meal tefsirinde bunu “telaffuz etmek-dile getirmek-mesajı anlamak ve zihne yerleştirmek olarak ifade ediyor. Bazı tefsirler ise bunun “tebliğ et”anlamına işaret ediyorlar. İkra ile alaka aynı şeyi gösterir. Parçaları birleştir, keşfet.

Rab = Terbiye eden, eğiten demek. Burada “Rab” sıfatının kullanılması ilginçtir. “İlah” geçmiyor, “Rab” geçiyor, “Senin Rabbin”. Bir şefkat var. Kuran’ı Kerim’de 2500 civarında “Allah” lafza-i celali varken 900 defada “Rab” sıfatı geçiyor!

Allah yarattı ve terbiye etti. Yaratan ve senin nasıl eğitileceğini bilen O. Seni senden iyi bilen Rabbindir. Tasarrufta bulunduğun isim Allah olsun.

Ahz – Keşf

Ahzetme – Gizli olanı keşfetme

Veren – Alan

Verileni al – Saklama

Dirayete – Rivayete

Eğitimin maksadı bilgi ve ahlakın birlikteliği

İlim yürekten alınır. Temel unsurdur. Ahlakıyla beraber alınır, dizden alınır. Aksi halde malumat olurdu. Bilgi ahlakı, bilginin olmazsa olmazıdır.

İkra = Üret ve ilet…

Ve Rabbukel Ekrem = Senin Rabbin en büyük ikram sahibidir.

Bu büyük ikram = Öğrenebilme yeteneğininin verilmesidir.

Talimu-l esma = Eşyaya isim verme yeteneğini verdi ki, meleklere secde ettiren de buydu.

Allah Hz.Adem’e eşyanın varlığını onu nasıl isimlendireceğini öğretti. Allah’ın isminin üzerinde tecelli ettiği şeyler. Örn.yeme içme, Allah’ın Rezzak sıfatının bir tecellisi. Merhametli olması Rahman veya Rahim sıfatının bir tecellisi.v.s. Bilgiyi işleme; anlama ve anlamlandırma özelliği. Bu aynı zamanda bilgisayardan da ayıran özellik. İyi – kötü, güzel – çirkin v.s

Melekte muhakeme var, alimi var –şeytan alim idi-, bilgiyi biriktiriyor ve karşı çıkıyor. Yeryüzünde kan dökecek günah işleyecek birini mi yaratacaksın diyor. Melekte günah işleme yok.

Diğer taraftan insanın iradesi ile tercih yapabilme özelliği var. Melekte olmayan, tercih etme, günah işleme özelliği. İyi – kötü, güzel – çirkin ayrımında tercih yaparak en güzel amel yoluyla meleği geçmesi. Veya inkar ile hayvandan da aşağı düşmesi- esfeli safilin-

Esmaü-l Hüsna’nın tecellisinin eşyaya yansıması.

Kulli iradeden bir irade.

Külli şefkatten bir şefkat.

Külli merhametten bir merhamet.

Fail Allah, mef’ul Adem.

Eğitimin ilahi bir ikram ve şefkat olduğunu belirtti.

Eğitilebilir olmak yetmez. Müfredatın da iyi olması gerek = Munbit toprak.

Hem de öğreteceklerini de bildirmiş.

Rububiyetin tecellisi insanda eğitim olarak tecelli eder.

Bilginin kaynağı Allah’tır. Kutsaldır.

Hümaniter Eğitim Düşüncesi

Humaniter düşünce insana bilgi elde et, güçlenirsin diye emreder = bilgi “put” olur.

Batıda bilgi çalınmıştır = Saklar, karşı kullanır.

Bizde ise bilgi verilmiştir. Allah vermiştir. Teşekkür gerekir.

Bizde bilgi arttıkça tevazu artar. Bilgi tefekkürdür, teşekkürdür.

Batıda ise; bilgi arttıkça kibir artar.

İnternetten de öğrenebilir. CD, hafızadır. Bilginin işlenmesi ve anlamlandırılması gerekir. İnsan ile bilgisayarı ayıran da budur. Ama insan olunca, ilm ile veli arasındaki bu farkı fark eder.

İlim irtibat kurmaktır. Akıl bağdır. Eşyayı anlamlı bir bütün halinde görmedir. Vahyin ilim ve insan tasavvurunun iyi anlaşılması gerekir.

Peygamberler bütünü, tevhidi temsil ederler. Bu bağı kurmaya hikmet denir.

Peygamber efendimiz Eba Zer’e güneşin batışını seyredelim diyor ve soruyor: Güneş nereye gitti ya Eba Zer? Allah ve Rasulü daha iyi bilir. Cevap verir: “Güneş, Allah’a secde etmeye gitti”. İlmin konusu bütün kainattır.

“Ve nnecmu ve şşeceru yescudan” = yıldızlar ve ağaçlar secde ederler. (Rahman 55)

Yani Allahın verdiği görevi yapmaya gidiyor = yörüngeye uyuyor. Adeta bir tavaf. Onun Allah’ı zikri bu. Ağaçlar kökleri ile secdede, eşya gölgesi ile secdede, hayvanlar ön ayakları ile rukuda, dağlar dimdik ayakta durarak kıyamda. İnsan ise bu üçünü de yapacak kabiliyette = namazda.

Peygamberin öğretme nesnesi bütün kainattır. Kainat öğrenmeye konudur. Ayat = Mucize demektir. O zaman kainatta mucize olmayan şey yok demektir. O halde öğrenilen her şey mucizedir. Vahyin Penceresi budur.

Kuran içinde barındırdığı kevni ayetlerle bilim dünyasına yol gösteriyordu. Amerikan Uzay Dairesi NASA, sürekli olarak her yeni buluş ya da keşfin arkasından Kuran’ı tekrar tercüme ve tefsir ettiriyordu. Örneğin “Yasin” suresinde güneş ve ay için “her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler” (Yasin 40) buyurulur. Evrenin sürekli genişletildiği ayetle sabittir. Allah bir ayette “yıldızların yerine yemin eder”. Bugün yıdızların yerinin son derece önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Yine kainatın “yoktan varedildiği” belirtilirken batı, “maddenin ezeli” olduğunu düşünüyordu. Bugün maddenin karadeliklerde zeval bulması onları maddenin kalıcı olmadığı fikrine getirdi ve şaşırdılar. Fikirlerinin temelleri sarsıldı. “Evrenin sürekli genişlediğinin” ortaya konması onları “bunun bir başlangıcının olması gerektiği” fikrine ve “Big-Bang” denen “Büyük Patlama” fikrine götürdü. “Sıfır hacimde sonsuz bir enerjinin bir patlama ile bu günkü evreni 13,7 milyar yıl önce meydana getirdiği” fikri onları “peki buna kim karar verdi ve bu düzeni kim meydana getirdi” fikrine cevap aramaya itti. Ortada bir düzen vardı ve bunu birisi irade etmiş olmalıydı. Bunun nasıl olduğu bilinmiyordu. Bunun için Tanrıya başvurulmalıydı. Materyalist alimler de artık bir üstün güce inanmaya başlamışlardı. (Daha geniş bilgi için bknz. Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi Yay; Zamanın Kısa Tarihi, Taşkın Tuna; Kara Delik Evrenin Sonu mu?, John Taylor; Karadelikler ve Bebek Evrenler, Stephans Hawkings)

Batı ortaçağda dünyayı düz zannederken İslam dünyası gezegenlerle ilgili çok şey biliyordu. İslam alimlerinin batı dillerine tercüme edilen kitapları onlar için dayanak oldu. Kilise engizisyon mahkemelerinde alimlerini yargılarken İslam bilimi teşvik ediyordu. Ancak İslam ülkelerinde İslam’ın doğru anlaşılmaması, daha çok uhrevi ilimlere önem verilmesi, yasakçı bir yönetim anlayışının hür düşünceyi öldürmesi ilmi geriletti, alim yetişmedi, ilim “Allah’ın işine karışmak” olarak algılandı, toplum öldü. Fakat batı gerek fikri ve gerekse fiziki pisliğin içinden yaptığı önemli keşiflerle ilmi hem ilerletti ve hem de yaygınlaştırarak kullanıma sundu. Şüphesiz bunun karşılığını da aldı. “Biz başarıyı (medeniyeti) gezdirir dururuz”(ayet) emrine uygun bir gelişmeydi. Başarı oraya verilmişti. Yan ürün ise, zaten yanlış olan, ilme de karşı çıkan dinin dışlanmasıydı = laiklik. İlim bugün başdöndürücü bir hızla ilerlemektedir. “İlmin sonsuz” olduğunu idrak edenler her an yeni bir buluşun onları piyasadan sileceği korkusu içinde ar-ge araştırmalarına büyük paralar harcamaktadırlar. Adeta var olma yarışı.

Bu, ilim ve teknolojinin ticari boyutuydu. Yukarıda bahsettiğimiz ilmin felsefi boyutu ise önce bir Allah kavramını ve arkasından ilme yol gösteren İslam’ı (Kuran’ı) işaret ediyordu.

İlmin Hayata, Alime, Talebeye Yansıması

Bilmenin bir tevhid eylemi olduğu, bilginin ahlaktan ayrılmaması gerektiği, bunun amacının ahlak olduğu, bunun da Allah’ı işaret ettiği söylenebilir.

İlmin işlev olarak faydalı da olması gerekir. Hz. Rasulüllah “fayda vermeyen ilimden ya Rabbi sana sığınırım” buyurdu. Özünde faydasız, sahibine faydasız ilimden uzak durmak gerek. İlmin kişiyi bir şekilde Allah’a ulaştırması ya da fayda sağlaması gerek.

Hammadde bilgi ise, mamul ahlak olacak. Yoksa faydasız bilgi oluyor.

Eskiden ilim Allah rızası için yapılırdı. Şimdi maaşa talip olanlar, ilme talip oluyorlar. Belki bugün nüfusun artması, ilim ve teknolojinin ilerlemesi, bir meslek için ilim yapmayı gerekli kıldı, standartlar yükseldi. Ancak ilim yuvası sayılan üniversitelerin de makam ve maaş saikinden uzak olmasını dilerken devletin “marifet iltifata tabidir” kuralı gereğince onları geçim derdinde bırakmaması gerekir. Bir asistan 1 300 lira maaş alıyor? Bu adama nasıl ilim yaptırırsın?

Peygamber ve Raşit halifelerden sonra bilgide bozulma başladı. Bu, ahlaka yansıdı. Yerel kültürlerin İslam’ın içine akması bütüncül sistemi bozdu. Müslümanların bağrına sızdı. İslam’a değil. “Sakınan korunur” kuralına uyulmadı. İnsanlar terbiyeden geçmeden İslam’a girdi. Hz. Ömer devrinde Mısır ve İran süratle fethedilince, oralar irfan ve hikmet ile doldurulamayınca felsefe ve mistisizm geldi doldurdu.

Modern Eğitimin Üç Ana Zaafı

Modern eğitim;

- Bilgi ile bilgi ahlakının arasını ayırdı.

Akılla kalbin,

Duygu ile düşüncenin,

Eylemle bilginin arasını ayırdı.

- Bilenle bilginin arasını ayırdı.

Bu, bilginin üstadsız aşırılabileceğini,

Bilgi ile bilenin arasındaki bağı kopardı.

- Alim ile ahlakın arasını ayırdı.

Alim; ahlak ile bilgiyi sindirmiş olana denir.

Hayata uygulayandan alınır = İlmi ile amil olmak.

Bizde, ilmin soyu, babası vardı. Eskiden hangi okulu bitirdin sorusu yanlışken bugün iyi bir okul tercih nedeni. “Kimin tedrisatından geçtin?” denmelidir. Ancak maddi ilimlerde teknolojinin ilerleyerek branşlaşmanın artması çok sayıda uzman kişiler marifetiyle eğitimi gündeme getirdi. Bilgi amele dönüşmüyor!. İlim, ilim halkasından, rahle-i tedrisatla öğrenilir. Üstadla öğrenci arasındaki fark ontolojik değildir, derece farkı yoktur. Halka halindedir = eşittir.. Özgürlükçüdür, tartışır, fikir sorar.

İmam-ı Azam’ın ilim halkasına yaklaşık 60 kişi katılırdı. İmam-ı Azam önce konuyu anlatır, sonra teker teker sorar, önemli gördüklerini not alır ve en sonunda da kendi görüşünü söylerdi.

Günümüzde ilim insanları tesviyeye tabi tutuyor = soykırım. Bir manipülasyon aleti. İnsanın şahsiyeti biçilince geriye hiçbir şeyi kalmaz. Mühendislik olarak bakılıyor. İnsana saygı duymuyor.

Ulus devlet, tek tedrisat uyguluyor. Edirne’den Şırnak’a aynı. Coğrafi ve demografik şartlar gözönünde bulundurulmuyor. Fırsat eşitliği yok.

Sınav

Böyle eğitime böyle sınav sistemi. Talebeyi kumarbaz yerine koyuyor. Standart zekalara hitab ediyor.= Rakamsal zeka.

Analitik zeka, sanatsal zeka ve diğer zeka türleri dikkate alınmıyor. Bu bir entelektüel soykırımdır. 1 800 000 çocuk sınava giriyor, 600 000 içeri, geri kalan dışarı. Okumuş, ancak becerisiz ve dolayısıyla işsiz. Meslek lisesi yerine genel lise.

Sınavın ölçüm sonucu, “başarılı” dediğimiz “başarılı” “başarısız” dediğimiz “başarısız mı?” Kral çıplak!

Alim, ilmiyle amil olmalı. Yani taşıyıcı.

İlmi ahlakından koparıp malumata çevirmiş = Kes, kopyala yapıştırla ortaya çıkan şey…

Başarıya Kilitlenmek

Başarının putlaştırılması, şartlı refleks (Pavlov)’un köpeklere yaptığını insana yapmak…

Başarı güzel bir şey. “Ameller sonuçlarına göredir” (hadis). Başarı ağacın meyvası gibidir.. Kötü olan başarı değil, başarıya odaklanmaktır = Sonuca kilitlenmek.

Başarı odaklı sistem bir hayat tasavvuru halini alıyor. Hayata, ticarete yansıyor. Nasıl kazandığına bakmıyor. Ne kadar kazandığına bakıyor. Hile yaparak vergi rekortmeni olunabilir. Yahut gayri ahlaki bir iş kolundan çok kazanç elde edebilirsiniz.

Mekkeli müşrikler Yemen ile Suriye cennetleri arasında ticaretin kaymağını yiyorlardı. Başarılıyız diyorlardı. Fakat Peygamber efendimiz tekere çomak soktu. Düzenlerini bozdu. Asıl kabul edilemez olan buydu. Onun için de karşı çıkmışlardı.

Başarı odaklı eğitim – sorumluluk odaklı eğitimle karşı karşıya. Başarı odaklı eğitimde insan tasavvuru = sorumsuz ama başarılı olmalı. Ahlaksız olabilir. Hakeme göstermeden serbest. Roma’nın yakalanmayan hırsızı ödüllendirmesi ile aynı.

Başarı odaklı eğitim sürdürülebilir değildir. Ezici, sürü psikolojisi içinde başar ama sisteme takılma. Bu ahlaksızdır.

Uluslararası güçlerin yaptığı da başarıdır. 600.000. kişinin üstüne bomba atmak da başarıdır. IMF’nin borç verdim diye önerdiği; kalkınmayı durdur, sıkı para politikası izle, bütçe fazlası ver ve paramı geri öde; işsizlik artabilir, ticaret sekteye uğrayabilir, iflaslar ve intiharlar olağandır demesi de bir başarı. Tefeci… Ya insan ne olacak? İşte faiz bunun için yasak ve ahlakı, merhameti yok! Aklı, kabiliyeti, zekayı dışlayan, başarıya odaklı bir sistem… Bu sistemde başarılı olanlar, hayatta başarısız oluyor: Kendisi ile, ailesi ile, arkadaşları ile.. Ona armağan olarak verilen yetenekleri ona ket vurur hale geliyor.

Kendi seçmiyor mesleğini. Siz seçiyorsunuz. Tekrar sınava giriyor. Kabiliyet katilliğine dönüşüyor. Çocuk kendisi ile savaşıyor. Her şeye rağmen kazanılmış olan, fetişleştirilen, putlaştırılan, başarıdır. Neye, niçin, nasıl, kaça maloldu diye sormuyor. Başarısızlık halinde doğan psikolojik sıkıntıların ve intiharların özünde başarı odaklı eğitim var desem abartı olur mu? Başardığı zaman da “ben başardım”diye kibirleniyor, yetki aldığında da hizmet yerine menfaatini düşünüyor, zulmediyor. Karun da “bu serveti yeteneğim sayesinde elde ettim” dedi. Ve yerin dibini boyladı. Bir sahabe peygamberden ısrarla istediği dünyalık bir duanın ardından 6-7 sene içinde büyük bir koyun sürüsüne sahip oldu ve zekat memurlarını “peygamber benimle ortak mı kazandı” diye tersleyerek isyan etti. Başarıyı yani rızkı kendinden bildi. Verildiğini düşünmedi. Daha sonra pişman olarak zekatını vermek istedi ise de gerek Hz. Peygamber ve gerekse Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer onun zekatını almadılar.

Bilgi ile aranan; dünyevileşme, güç, makam, kariyer, maaş, hakimiyet. Halbuki gayret bizden muvaffakiyet Allah’tandır. İlmi verilmiş bilmek gerekir.

Başarı odaklı bir sınavla öğrenci hayatın tek yönüne hazırlanıyor. Hayatın sürprizlerine hazır değiller. “İnsan için çalıştığının karşılığı var” (ayet). Ancak yalnız hayat bu değil.

Hayatı mühendislik olarak görmek yanlıştır. Doğal hayat tabiri, karmaşıktır.

Başarıya odaklı sistem insan tasavvurunu yanıltıyor. Anne baba başarılı olan çocuğunu erdemli olana tercih ediyor. İyi – kötü’nün yerini, başarılı – başarısız ayrımı alıyor. Çocuk fırsatını bulunca kopya çekiyor. Mekanik eksenli insan, erdemli insana karşı bir Truva atı. Hitler Berlin’i bombalayın diyor. Karşı çıkılınca, “düşman karşısında başarısız olursa ölmeyi de hak ederler diyor = başarısızın yaşamaya da hakkı yok!

Nuh başarısız mıydı? Hayır! Tevhid uğrunda ölen insanlar başarısız mı?

Başarı odaklı eğitim, çocukları dengesiz yapıyor. Hayatta; sosyal ilişkiler, davranış uyumu, toplum ve kendisi ile barışık yaşama, Allah’la olan ilişkisi, sıkıntılara göğüs germede dayanıklılık.. Bunlar hayata uyum sağlamada önemli şeyler.

Erdem ve sorumluluk odaklı eğitimin yerini başarı odaklı eğitim alıyor.

Allah’tan, erdemden, faziletten yırttığını başarıya yamıyor.

Hayat denizinde fırtınanın ne zaman kopacağı belli olmaz. “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten ailenizi koruyun”(ayet).

“Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır”(hadis). Bununla sürdürülebilir olana işaret var. Halbuki başarı odaklı eğitim veya davranışlar, bir yerde ya diğer insanlarla ya da sistemle çatışır. Devamlı sürdürülemez.

Başarılı olan mutlu mudur?

Mutluluk ile haz, keyif alma ayrıdır. Doğrudan orantı kurmak yanlıştır. Başarı ile mutluluk arasında bağ yoktur. Hiçbir şeyi eksik olmayan insanlar mutlu mu? Doğrudan bağ kuran vahyi unutmuştur. Gelir ve maddi tatmin düzeyi yüksek toplumların mutsuzluğundan; içki, çok yemek(obozite), seks ve uyuşturucuya mübtela olduklarından bahsediliyor. Yapılan araştırmalar gelir düzeyi çok düşük bir Afrika ülkesinin en mutlu insanlara sahip olduğunu gösteriyor. İsyan ettirecek fakirliğin bir mutsuzluk kaynağı olabileceğini de unutmamak gerekiyor. Bir hadiste “İsyan ettirecek fakirlikten ve şımarttıracak zenginlikten ya Rabbi sana sığınırım” buyuruldu. Genel olarak insanın dünyevi şeylerle tatmin için yaratılmadığını söyleyebiliriz. İnsan “Allah’ın zikri” ile mutmain olmak üzere yaratılmış (ayet). Bir namazın arkasından duyulan ferahlamayı neyle izah edebiliriz? Nefsin gıdası maddi rızıklardır ve eksikliği vücutta otomatiğe bağlanmıştır. Acıkanın karnı ağrır v.s. Ancak ruhun ihtiyacı ilahi rahmettir. Fakat bunun için otomatik bir isteklilik sözkonusu değildir. İnsanın hür iradesine bağlanmıştır. İşte cennet – cehennem bunun için vardır. Dilerse inanır ilahi rahmete kavuşur iki cihanda mutlu olur. Dilerse inkar eder, ilahi rahmet ona dünyada bir şeyler verir ve yaşatır, ancak korkunç bir akıbet ise onu bekler…

Tevekkül

Sınavdan çıkmışsanız ve başaramamışsanız, kendinizle de barışık iseniz, bu başarısızlık bir bitiş olmaz. Bir sorgulama yapıp insanın kabiliyetini keşfetmesi güzeldir. Bir müslüman bir meslek sahibi olacak. Bunun için çalışacak. Buna fiili dua diyoruz. Sonrası tevekkül. Her şeye rağmen kazanamamışsa, “bir kapı kapanınca başka bir kapının açılacağına” da inanacak. Umutsuzluk yok. Gayrete devam ve sebeplere riayet. Ve her daim dua. Sağlam bir kalp. Allah, verirken de dener, alırken de dener. Asıl sınav; her değişiklikte kalbin neye meylettiği, şükür ve sabır ikileminde sebepleri aşarak onu Rabb’inden bilip bilmediği, Rabbini unutup unutmadığıdır. Hayatta başarı kadar başarısızlıklar da mutlaka vardır. Müslümanlar uhut harbinde yenilgiye uğradılar. Bu bir başarısızlıktı ve başa geldi. İki nedenle olaylar başa gelir. Birincisi insanın elleriyle yaptığından dolayı, ki; buna rağmen çoğu affedilir. Diğeri de deneme için. Kulum ne diyecek? Peygamberlerin başına bunlara ilave olarak bir de örnek olması için gelir ki, onların işi daha zor.

Test yöntemi; feylesof, mütefekkir çıkarmıyor. İnciyi kırarsanız kum çıkar. Onun için inciyi kırmamak gerek.

Sivil toplum kuruluşları, hayır kurumları, kısmen ticaret maksadıyla kurulan kurumlar parelel bir eğitim sergilemeye çalışıyorlar. Bunların desteklenmesi uygun olabilir. İçlerinde bu işi bir gönül meselesi haline getirip, fedakarlık yaparak, kendini sevdirerek başarılı olanlar olduğu gibi başarısız olanlar da var. Özelleştirmeyi kesin bir başarı olarak düşünmemek ancak, bir katkı olarak düşünmek gerek.

Amerika’da paralel eğitim home school’lar yoluyla evde yapılıyor. Devlet, “nasıl olsa yapacağım masrafı üzerimden aldın” diye ona para veriyor. Bizde devletin yakın gelecekteki planlamasında özel okullara öğrenci başına belli bir miktar ödeme yaparak bir çeşit özelleştirme düşünülüyor. Birisi çıkıp da “alt gelir guruplarından elde edilen vergiler zenginlerin finansmanına harcanıyor” diyebilir!

Eğitim Metedolojisi

Peygamber efendimiz bir esiri 10 öğrenciyi okutması karşılığında serbest bıraktı. Cahil bir toplumdan ilahi rahmetin de tesiriyle Kuran’ın eğitici vasfıyla “Her biri bir yıldızdır. Hangisine tabi olursanız kurtulursunuz” dediği bir “Sahabi” çıkardı.

Öğrenci sayısı çok önemli. 54 öğrencili bir sınıfta öğretmenin yapabileceği pek bir şey yok. Sabancı Üniversitesi’nde sınıfların 6 kişiden oluştuğu ve hayattan alınan örneklerle yerine giderek ders işlendiği söyleniyor. Kuran’ın eğitim metodolojisi de öyle. Kuran’da yaşanmış bir hikaye anlatılır. Bu sırada da çok şeyler söylenir. Bu şekilde hafızaya da güzelce yerleşmesi sağlanır. Amerikan özel üniversiteleri her yıl ilanlarında nasıl bir eğitim metodolojisi izleyeceklerini belirtiyorlar. Tipik olan şu: “case study” = hayatın içinden canlı örnekler üzerinden tartışmalı anlatımları sürdürmek. Örneğin; bir finansal analiz yapacaksanız bunu bir şirketin fiili bilançosu üzerinden yürütmek. Ya da “yerinde görerek” eğitim.

Okul insani ilişkilerin geliştirildiği bir çevre olmalı. Okulda mahşeri bir yalnızlık yaşanıyor. Otobüste kulaklık kullanıp kimse ile ilgilenmeyen birisi gibi. İnsani yalnızlaştırıyor. Dersane = parası olmayan ölsün. Varoşlardaki okulların rehbercilikleri ile dersaneye gidemeyen çocukların psikolojilerini konuşmak gerek…

Dersanelerin ilk kuruluş maksadı derslere takviye idi. Şimdi ise kast sistemine dönüştü. En parlak öğrenci üste para verilerek alınıyor. Öğrenciyi tasnif ediyor. Kime nereyi kazandırdı ise onun reklamı yapılıyor. Ölçü; okul kazandırmak. Erdem yok, insan yok. Dersane başarı odaklı eğitimi destekliyor. Hastalar artsın diye dua ediliyor. Milli Eğitim sınav sayısını artırdıkça hastalar artıyor ve onlara ekmek kapısı açılıyor. İşin içine küçücük beyinler de dahil ediliyor.

Paradoks yanlış, konsept yanlış, strateji yanlış.

Allah’ın gör dediği yerden baksınlar ve Allah’ın gör dediğini görsünler. Malzeme insan olunca, ona insanca muamele gerek, merhametle muamele gerek

Sürekli eğitim

Milli Eğitim Bakanlığı’nın düşündüğü ve fakat bir türlü uygulamaya koyamadığı ömür boyu öğrenmeyi amaçlayan her yaştaki insanı meslek sahibi yapma adı altında bir çalışma var. Bunu yalnız meslek edinme olarak düşünmemek gerekiyor. İnsan kabiliyetinin ortaya çıkarılması ve moral değer olarak meşguliyet… Hiç bir iş yapmayan, hobi olarak bile bir şeyle uğraşmayan bir insanın neler yaşadıklarını düşünebiliyormusunuz? “İşe yaramak” “ben varım” ile eş anlamlı. Ne iş yaparsanız yapın ama bir şeyler yapın. Eh, faydalı olursa daha güzel tabii. Askerde çukuru kazdırırlar ve arkasından aynı çukuru tekrar kapattırırlar. Amaç boş durarak düşüncede meydana gelebilecek sapmayı meşguliyetle önlemektir. Erken emeklilikle boş gezen yığınları bir düşünsenize. Halkı meşgul etmek zorundasınız. Cami, namaz ve cami arkadaşlıkları kısmen bir meşguliyet ve sohbet ortamı sağlar. Namaz kılmıyorsa gideceği yer kahvehanedir. Saatlerce oyun ve zararlı düşünceler. Batı bu sorunu hobi, spor ve bazı çalışma kulüpleri üyeliği ile çözmeye çalışıyor. Amaç meşguliyet ve işe yararlılık sağlayarak psikolojik sorunlardan kurtulmak. Bu anlamda spor, bütün dalları ile takım tutma anlamında seyirlik değil, uygulanır halde. Milyonlarca lisanslı oyuncu. Ama hiç biri meşhur olmak derdinde değil. Belki çok azı.

Öğrenmede okumak da çok önemli. Bu ülke okumuyor. Buna kısa dönemde yapılacak pek bir şey yok. Çok yazık… Seyrediyor. O halde bu seyretme fiilini değiştiremeyeceğimize göre bunu kullanmalıyız. Proğram içeriklerini eğlenceden, öğrenecek bir şeylere çevirmeliyiz. RTÜK biraz daha aktif olabilir. Yasal düzenlemelerle öğretici proğram mecburiyeti getirilebilir. Eğlence proğramları azaltılabilir. Eğitim kanalları olabilir.

Bu çalışma konusunda Bakanlık tereddütler yaşıyor. Belediyeler de işin içinde olmalı. Bize göre harika bir şey. Bakanlığa moral vermek gerekiyor…

 

————————————————–

Not: Her kim bu sitede yer alan islami bir emirle amel ederse; o kişiye duamız vacip olmuştur. Şifa bulur veya işi olur ve imanla göçer ve ahirette şefaatimiz vacip olur bi iznillah. Bu bir dua’dır. İlgili yazıyı okuyunuz lütfen (Derdi olan, imanla ahirete göçmek isteyen, ahirette bi iznillah şefaat duası talep eden her kim var ise; bu yazıyı okuya,) yazısı..

 

 

 

aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur.

23 Nisan 2012
Okunma
bosluk

Notice: Undefined variable: pagingMiddleString in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/plugins/wp-page-numbers/wp-page-numbers.php on line 212
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Son Yorumlar


Notice: Undefined variable: pre_HTML in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/themes/seohocasiv2/sidebar.php on line 20

Notice: Undefined variable: post_HTML in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/themes/seohocasiv2/sidebar.php on line 26
cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma