Notice: Undefined variable: has_ut in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/plugins/all-in-one-seo-pack/aioseop.class.php on line 567

ahiliğin ilahi kaynağı (aşk, kulluk ve namaz)

Değerli ahiler,

Cenab-ı Hak bir hadisi kudside bilinmeyi murad ettiğini (ahbeptu-muhabbet) bunun için de kainatı yarattığını belirtiyor. Bu hadiste iki unsur göze çarpıyor. Birincisi muhabbet yani aşk. İkincisi gereğini yaptığı yaratma fiili. Yani, iş..

İşte siz de sevdiğiniz birine bu sevgiyi bildirmek isteseniz yapmanız gereken şey bir fedakarlık ölçüsünde bir şeydir. Bir çiçek almak, yahut ona yardım etmek, fedakarlık derecesinde elbisesini temizlemek, çocuksa gece kalkıp ilgilenmek. Yani bir emek sarfetmek. Yani sevgi aslında bir emek denilemez mi?

İşte ahilere atfedilen ancak onların bu sözü söylediğine dair bir kanıtın elimizde olmadığı “ALLAH DER ÇALIŞIRIZ” sözü aslında aşk ve iş kavramlarını bütünüyle barındırıyor denilebilir.

Konuya bu açıdan bakıldığında aşk kavramının kaynağının ilahi olduğu düşünülmelidir. Ancak insan Cenab-ı Hakka karşı saygı bazlı ve edepli bir sevgi duyabileceği gibi insan olarak eş olarak da cinsiyet bazlı sevgiler duyabilir. İşte bu sevginin de üst seviyeye çıkabilmesi için Allah için kavramına dayanması gerekir. Aksi halde cinsi bir sevgiden öte geçmez. İşte ilahi sevgininin kaynağı onun gönderdiği sınırlarla belirlenmiş dindir, yani İslam’dır. Ortada, açıkta yanan bir ateş düşünün. Bu ateşin her an çevreye sıçraması ve ekinleri, evleri yakması mümkündür. Ama ahiler şöyle yaparlar. O ateşin etrafını küçük taşlarla çevirirler, üzerine iki demir atar ve bir toprak kap koyup içine de bir şeyler koyarak bir şeyler pişirirler. Bunun anlamı ilahi veya cinsi her ne ise sevginin taşlarla kontrol altına alınması ve üzerine konulan yemekle de yararlı hale getirilmesidir. Kontrolden mana edeptir. Hazreti Rasülüllah miraca çıktığında Cenab-ı Hakk’ın yaklaş nidasına karşılık yaklaşmış ancak bir yay aralığı kalınca durmuştur. İşte bu edeptir. Kulluktır. Arkasından verilen hediye ise 5 vakit namazdır. İşte bu üç şey olan aşk, kulluk, ve namaz aynı anda ve aynı yerde miraçta, huzurda verilen üçü de birbiriyle bağlantılı ana unsurlardır.
Bunun arkasından Cenab-ı Allah’ın iş olarak kendine edinip altı günde yarattığı kainata insanı gönderişiyle ilgili olarak baktığımızda insanın dünyaya gönderilişinde hanginizin daha iyi amel işleyeceğini sınamak olduğu belirtilir mülk suresinde. Bunun anlamı şudur: amel ederek sevginin ispatlanması sorgulanmak istenmektedir gerçekte. Şöyle de düşünebilirsiniz bunu. Birisi sizi sevdiğini söyleyip duruyor fakat bunu ispat edecek hiç bir şey yapmıyor. Ne dersiniz ona. Defol başımdan demez misiniz? Bir çocuğu seviyorum diyeceğinize onun yanına çömelmek ve elinden tutmak daha anlamlı bir sevgi aktarımı olmaz mı sizce? Ya da babasının yüzüne çıplak olarak yatıvermiş çocuk sevgiyi güveni nasıl hisseder?

İngiliz oyun yazarı sheaksper bir oyununda oyuncuyu şöyle konuşturur. “karının senin için yaptığı fedakarlığa bak” burada sözkonusu olan fedakarlığın sevme fiiline dayandığıdır.

Bu kitapçığın ilerleyen sayfalarında göreceksiniz. Birisi bize dost olmak istemiş de bir de önce keramet anlamında bir güzel şiir sonra da kötü bir eşşek şiiri gönderdik. Birincide hoşnut oldu fakat ikincide bozuldu. Yani iyime iyi kötüme kötü dedi. Halbuki kötüme de iyi demeliydi. Biz de hemen onu çizdik. 20 gün sonra sözlerinden cayarak kendini belli ediverdi. Buradaki incelik şudur. Aşk ya da sevme fiilinin bir bütün olduğu, parçalanamayacağı ve tam bir bağlanmanın sözkonusu olması gerektiği şeklindedir.

Japonlar çokça intihar eden bir topluluktur. 5 yıl Amerika’da master yapmış bir kız evine döndüğünde ailesiyle karşı karşıya geçiyor. 3 metre uzaktan ellerini kavuşturup eğiliyor ve selamlıyor böylece. Hiç bir temas yok. işte sevginin aktarımı için aslında temas önemli bir unsur. Bu olmayınca kişide sevgi eksikliği oluyor ve biraz da psikolojik faktörler devreye girince haydi bakalım intihar. Mesela bu fakir sulu zırtlak bir ademdir ve herkesin koluna girer öyle götürürür. Kimse benim insanları sevdiğim kadar onlar beni sevemez. Biz Allah’ı dost tutarız onlar kendi gelir bize dost olurlar.

Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şey iş dediğimiz yada dini literatürde salih amel olarak geçen şeyler ve bunun yansımaları aşktan kaynaklanmaktadır. Bu sevme fiili öylesine bir ihtiyaç ki kişi eğer bu sevgiyi Allah’a yöneltemezse gider olmadık yerlere başını vurur. Kadına aşırı yönelir ilahım der, parti başkanına yönelir peygamber gibi görmeye başlar, onsuz ortada kalacağını düşünür, karizmatik liderler bu tür etkilerin artığı dönemleri oluştururlar, bilmem nereyi kurtardı der, bilmem şu savaşı kazandı der, o olmasaydı kurtulamazdık der, resminden heykelinden rozetinden medet umar. Halbuki İslam’da asla bir liderin ilahlaşması yoktur ve kendisi dahi kul diye hitap edin demiş ve mezarının ziyaret dışında imdat beklenen yer haline getirilmemesini hadisi ile emretmiştir. Bütün bunlar dinin iyi tanınmaması ve imanın güçlü olmamasındandır. Çünkü iman güçlü olmayınca önce yolunu şaşırıyor sonrada o iman sevgi eksikliğinden hareket noktasına ulaşmıyor, feda edeceği bir şey de olmuyor.

İşte burada ima etmek istediğimiz şey sevginin gücünün imanla kendini ortaya koyması ve bu sevgi gücünün iş veya amel dediğimiz hareket sahasına intikalidir. Mesela oğlan kızı seviyor ve masanın üstünden aşıp gidiyor. Ne derse alıyor, parası yok borca giriyor, nereye derse geliyor.

İşte sevginin gücü olarak imana yansıması, beraberinde merhameti tetikliyor, yiğitliği sağlıyor, cömertliği artırıyor, insan sevgisini artırıyor, iyi işleri getiriyor, doğal sonuç olarak namaz kılmasını sağlıyor, yani ibadetlerdeki üşenmeyi kaldırıyor ve kolaylaştırıyor, artırıyor da artırıyor….

İşte sonuç olarak gelmek istediğimiz nokta ahlak olarak nitelenebilecek temel argüman ya da fedakarlıkların temelde taa Cenab-ı Allah’tan başlayarak neşet ettiğini bir diğer adla ahlakın temelinin din olduğunu vurgulamak istiyoruz.

Bugün bütün dünyada var olan kültürlerin tamamının temelinde bir şekilde ilahi dinler vardır. Bozulmuş ve şirke dönüşmüş Musevilik, Hırıstiyanlık, Budizm, Konfüçyüzm, Shintoizm (Japonya) gibi dinlerin hepsinde de ahlak ilkeleri hala vardır. Ancak İslam’ın mükemmel yapılandırması olmadığı için insanlar ahlaklı olmuyorlar. Avrupa ben eğitirim dedi sonuç felaket ve suç oranları düşmüyor. Bu kitapçığın sonunda merhametle ilgili makaleleri bulacaksınız.

İnançsız bir insan da merhametli ve ahlaklı olmaya çalışabilir şüphesiz. İnsanda doğuştan bir merhamet bazı insanlara biraz fazla verilmiş olabilir. Buna fitri ahlak diyoruz. Bu merhamet bütün kainatta dağılmış bir haldedir ve Cenab-ı Hakk’ın Rahman sıfatının bir tecellisidir ki bu merhamet müslüman kafir farkettirmeden verip dağıtır. Ancak bu merhametin dışında bir de idraki olan merhamet yada ahlak var ki, bunun kazanılabilmesi için İslam’a girip iman derecesini çokca artırıp namazdan ve hiç bir görevden üşenmeden severek ve isteyerek canını feda edercesine korkusuz, tevekküllü, nasibe inanmış, rızkına razı, okuyan, mesleğini düzgün yapıp doğru çalışan sonuç olarak tam bir müslüman olmakla elde edilir.. Bu ahlakı idraki düşük, formalite için namaz kılan, bencil müslümanlar edinemez.. Bugün müslümanların perişan bir yaşam sürmelerinin temel nedeni iman derecesinin düşüklüğüdür. Yani Kuran’ı terketmişlerdir. Camide müslüman desem ihlası ve ihsanı yok, yatıp yatıp kalkıyor, ne okuduğunun fakında değil, namaz idraki yok ki bu ibadet ahlaka dönüşsün. İşinde kafirle aynı işi yapıyor, faizci, işçi hakkını tam vermiyor, evinde mum tutturuyor zalim. Halbuki Allah ona eşini de işini de mallını da evladını da parasını da, evini de emanet olarak verdi ve geri alacak.. oysa o benim dedi ve mülkiyeti ilan etti. işte bütün sıkıntılar mülkiyet olarak görmekten kaynaklanıyor. Benim param diyor ve ihtiyacının değil canının çektiği onlarca ve pahalı şeyleri alıyor. Evler tıka basa çul çabut dolu. Ve fakire verecek şey kalmıyor.

En son varmak istediğimiz yer şurasıdır ki; Ahilik kurulurken islami bir ülkeden (Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah’dan) alınmıştır. Onun kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’ndan. O tarihler zaten Türkmenlerin Anadolu’ya akın ettikleri ve müslüman oldukları bir döneme rastlar.

ahi kul ahmed

10 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Allah der çalışırız (Başsöz)

Güllerim
Ahi güllerim
Sizleri çok özlerim
Yanımda hep
Bir ahi beklerim
Güllerim güllerim
Ben hep
Hakka gül derenim
Ahilerim
Canlarım
Güllerim

BAŞSÖZ

Allah’ın (cc.) adıyla, Hz. Muhammed (a.s)’a salatü selam olsun.

Değerli Okuyucu,

Elinizde bulunan bu küçük kitapçık Kırşehir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği’nin Ahiliğe küçük bir hizmet sağlamak amacıyla talebi üzerine acizane Kırşehir, Aşıkpaşa Mahallesi Tekke Sokak’ta yetişmiş bir kardeşiniz olarak tarafımızdan hazırlanmıştır. Fikri çalışma bu acizden, maliyetlerini karşılamak da anılan birlikten olmuştur.

Bu satırları yazmaya başlarken, bir yandan Müslümanların terörist olmadıkları, onların da diğer insanlar gibi barıştan yana oldukları yolundaki, bildik/alışılmış yorumların -iyi niyet¬li- bir yenisini dinliyordum görsel basında. Öte yandan da seni, onu ve beni yani bizi nasıl bir geleceğin beklediğini düşünüyor, gelecekte neler yapılması gerektiği sorusunu -hemen her gün sorduğum bu soruyu- kendime bir defa daha soruyordum.

Düşündükçe gördüm ki, -11 Eylül’ün, yeryüzünün gerçek şer odaklarının maskelerini düşürmesi ve insanlığın onları daha yakından tanımış olması gibi son derece müspet rolü yanında- İslam dünyası için de, tarihinin önemli bir dönüm noktasını teşkil etmesi de mümkündür. Zira İslam bir yandan 11 Eylül sürecinde Batı tarafından terör ile eşanlamlı hâle getirilmeye -kasıtlı olarak- çalışılmakta, buna mukabil İslam dünyası çok farklı tepkiler vermekte, daha doğrusu ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bocalamaktadır. Bu durumun tek kelimeyle manası İslam dünyasının tarihin dışında kalmasıdır.

Bir başka ifadeyle İslam dünyası tarihin öznesi değil, nesnesi durumundadır. Tarihin şu andaki öznesi olan Batı -Kıta Avrupası ve Amerikasıyla Batı- ise, insanlığı son derece vahim gelişmelerin eşiğine getirmiş bulunmaktadır. Batı, yeryüzünün beşeri-maddi bütün imkânlarını kendi egoizmi ve çıkarcılığı uğruna vahşice, hoyratça
zalimce, adaletsizce, müsrifçe talan etmeye devam etmekte ve bu düzeni “Globalizasyon” “Küreselleşme”
“yeni dünya düzeni” etiketi altında kendi dışındaki dünyaya dayatmaya ve kalıcı hâle getirmeye çalışmaktadır. İslami terminoloji ile ifade edecek olursak “şer odakları” her çeşidiyle “munker”i yay(gınlaştır)makta; “hayır odaklan” ise. her çeşidiyle “ma’rûf’u yeryüzünde egemen kılmakta başarısız kalmaktadırlar. Bu denklemde İslam dünyasının olması gereken yeri elbette ki “hayr”ın safında olmak, hatta öncülük rolü oynamaktır:

İşte böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı şahit olasınız, peygam¬ber de size karşı şahit olsun. (2/el-Bakara, 143)

Siz insanlar için [tarih sahnesine] çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği (ma’ruf) emreder kötülüğü (munker) yasaklar/engeller, Allah’a iman edersiniz. (3/ Âlu İmrân, 110)

Ne var ki İslam dünyası şu anda böyle bir rolü yerine getirebilecek durum¬da değildir, zira bunun için gerekli donanıma sahip değildir. Burada söz konusu olan “donanım” sadece madde planında “kalkınmışlık-gelişmişlik”ten ibaret değildir, Bilakis asıl donanım eksikliği hiç düşünmediğimiz bir alanla, yani “Müslümanlığımız” ile ilgilidir. Bu noktada “İslam dünyası İslam’dan uzaklaştığı için geri kalmıştır, tekrar İslam’a dönerse bütün problemler çözü¬lür” şeklindeki yüzeysel ve yaygın yaklaşımdan bir farkımızın olup olmadığı akla gelebilir.

İki söylem arasındaki zahiri benzerliğe rağmen, özde çok derin bir fark vardır. Bu derin fark yaygın söylemdeki “İslam’ın geçmişteki yorumlardan ibaret, geleneksel yaklaşımların tekrarı niteliğindeki geleneksel/taklidî bir “İslam” olması; her şeyin hazır İslami çözümlerinin elde mevcut olduğunun “varsayılması”; buna mukabil bizim işaret ettiğimiz “Müslümanlık”ın yeniden inşa edilmesi gereken bir “dünya görüşü” olmasıdır. Daha açık bir ifade ile İslam dünyası problemin sadece verili bir İslam’a dönmek kadar basit olmadığını; bilakis dönmeye ve ihya¬ya çalıştığı verili “İslam”ın birçok iç problemle karşı karşıya bulunduğunu, dolayısıyla kendi “İslam’ımızı kendimiz inşa etmekte mükellef olduğumuzu” bilmesi gerekir.

Yine bilmesi gerekir ki, bu yeniden inşa süreci parçacı ve yüzeysel değil, kapsamlı ve köklü bir çaba olmak zorundadır. Zira artık İslam sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık göz önüne alınarak ve gezegen ölçeğindeki gelişmelere merkezi bir önem verilerek yeniden formüle edilmek durumundadır. Bu yeni formülasyonu, “İslam’ı bir “dünya görüşü” olarak sunmak” şeklinde özetlemek mümkündür.
İşte elinizdeki bu küçük eserin temel hedefi İslam’ı bir “dünya görüşü” olarak sunabilmek için onun içinde ürettiği ve tamamen onun normlarına göre geliştirerek Türk gelenek ve görenekleriyle bezenerek akli bir usta (Ahi Evren) tarafından inşa edilerek piyasaya sürülen ve insana uygunluğu nedeniyle yaygınlaşan ve pislikleri arasına almayarak ve kesip atarak uzaklaştırmak suretiyle uzun bir yaşam sürme şansı elde eden AHİLİK anlatılmayaca fakat tanıtılıp sohbet şeklinde sevdirilmeye çalışılacaktır.

Bunun bir amacı da, bu suretle İslam dün¬yasının tarihe müdahil olmasını sağlamaya yönelik bir katkıda bulunmaktır.

Elinizdeki bu küçük çalışma dine dayandığı halde dinİ boyutu anlatılmamış bir Ahi kitapçığından, ya da siyasi ve ideolojik, ya da tarikat veya parti mülahazasıyla yazılmış ve aslından koparılmış bir Ahi kitabından farklı olacaktır. Öyle ki insanlar itikatlarındaki sapmalardan dolayı hemşericilik dinine yada ahi dinine tapmak istemektedirler. Allah’ın yücelmesi ve peygamberin örnek alınması gerekir ve bütün müslümanların ümmet ve kardeş olarak görülmesi gerekirken, hemşeriler, yada hemşerilerin içinde dar bir alanda ahilik için çalışmak istemektedirler. Bir üst paranteldeki bir başka sara hastalığı ise Milliyetçiliktir. Milliyetçilik, İslam’ı ve ümmeti parçalayan afazi bir hastalıktır.

Işte bu saydığımız hastalıklar Ahiliğin de bu tür insanlar tarafında kendi bakış açılarına göre yorumlamak istemeleriyle yeni bir afaziye yol açmaktadır. Tarafsızlıklar yitirilmektedir. Hatta Dr ünvanıyla yazanlar bile “aman İslam’ını anlatmayalım da Batılılar örnek alsınlar” dalalet veya gafletine düşebilmektedirler. Böylece Ahiliği İslamın bir başarısı olmaktan uzaklaştırıp İslam’ın tebliğ gücünü zayıflattığının farkında bile olmamaktadfırlar. Allah iman ve idrak versin onlara.bu, elma var ağacı yok demeye benzemektedir.

Bu noktada yapılması gereken şey şu olabilir.. Kırşehirdeki Ahilik Araştırma merkezi önce Enstitüye dönüştürülmelidir bir..bu dönüşüm yapılsın yapılmasın piyasaya çıkmak isteyen her Ahi kitabı bu merkezin onayından geçmesi teşvik ve sağlanabilir. Basılacak kitabın kapağına bu merkezin tasdikinden geçtiğine ilişkin bir logo ve ibare yazılırsa bu iş olur. Insanlar da adeta kalite kontrolden geçmiş gibi bu kitapları almaya yönelirler ve dışardakilerin satışı düşer. Ilgili merkeze duyurulur..

Bu küçük çalışma bu yönde bir kırılma ve yeni bir anlayışın yerleşmesi yönünde atılmış bir ilk adım olabilirse amacına ulaşmış olacaktır.

Bu vesileyle, bu çalışmanın, imkânsızı mümkün kılan imanın davasını yüklenecek olan “Âsım’ın Nesli”ne küçük bir öğüt olmasını diler, bu neslin yetişme¬sine de vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.

10 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Bilim ve din

Din ve bilim insanlık kültürünün iki temel kaynağını oluştururlar. Tarihe baktığımızda her iki disiplinde bağnazlıklar, güvensizlikler, zıtlaşmalar ortaya çıkmıştır.

İyi-kötü, doğru-yanlış, gerçek-hayal kavgası ilk insandan beri hep olmuş ve dünyanın sonuna kadar da olacaktır.

Dinin ve bilimin kavramaları, tanımlamaları ve metodolojisi farklar oluşturuyor.

Bilim bilimsel kuşkuculuğu ele alır. Metodolojisinde doğrulanmayan veya yanlışlanmayan şeyleri kabul etmez. Ancak metodoliji ile ölçüp test edemediği konularda nötr kalır. Deneyüstü gerçeklerin varlığını reddetmez. En önemli metotları deney, gözlem, akıl yürütmedir. Cevap veremediği sorularda hükme varmaz. Bir bilim adamı laboratuara girdiğinde bütün önyargı ve kabullerini vestiyere asarak girerse gerçeğe ulaşır. Evrenin nasıl var olduğu, nasıl işlediği, gelecekte muhtemelen neler olacağı pozitif bilimin ilgi alanı ve sorularıdır. Aklı ve deneyi yücelten rastyonolistler pozitif bilimin gelişmesine böyle katkı sağladılar. Ancak Tanrı fikrine direnç gösteren Hümanistler ise bilimi din gibi doğma haline getirdiler ve inanç sistemlerini oluşturdular. Bu noktada Hümanizm yeryüzü dini oldu ve pozitif bilimden ayrıldı.

Bilim ve Din sınır sorunu

Din iyi, doğru, güzel ve gerçeği araştırırken, bilimin metodolijisini ve kavramlarını reddettiğinde çatışma ortaya çıktı.

Çağımızda insanlar entelektüel bütünlüğü koruyarak sorulan her türlü pragmatik sorulara cevap almak istemektedirler. Tanrı’nın varlığını bana kanıtla, neden ibadet etmeliyim, öldükten sonra hayat var mı, Tanrı’nın sıfatları nelerdir? gibi sorular geçmiş çağlardan çok fazla soruluyor. Geçtiğimiz çağlarda bu sorular bilgisizlik kaynaklı sorulardı. Ama bugün pozitif bilim adına bu sorular soruluyor. Eğer günümüzün inanç sistemleri Tanrı’nın varlığı tartışılmaz, ibadetin gerçekleri tartışılmaz ön kabulü ile hareket ederlerse pozitif bilim tarafından reddedilirler.

Bir din adamı dini verilerini pozitif bilimin metolojisine açar, yanlışlanan görüşlerini değiştirebilmeye hazır olursa bilimle arasında sorun kalmaz.

Bir pozitif bilim insanı bilimsel yöntemleri dini değerlere uygular kanıtlanan dini bilgileri kabul eder akla en yakın açıklamayı benimserse dinler arasında sınır ihlali oluşmaz.

Aslında bilim evrenin nasıl yaratıldığı ile, din ise neden yaratıldığı ile ilgilenir. Bu sınırlarda kalan ilişki çatışmaz, birbirini tamamlar.

Örnek vermek gerekirse, bilim DNA’daki şifrelerin nasıl olduğu, ne yazıldığı ile ilgilenir. Din ise DNA’daki şifrelerin neden yaratıldığı ile ilgilenir. Eğer bilim DNA’daki şifreler amaçsız bir araya geldi derse sınırını aşmış olur. Eğer Din DNA’daki şifrelerle oynamak, ilgilenmek gereksizdir ve lüzumsuzdur derse sınırını aşmış olur.
Pozitif bilim “Evrenin nasıl yaratıldığı benim ilgi alanım, neden yaratıldığı benim yöntemlerimin sınırını aşar” diyebiliyorsa dinle çatışmaz. Eğer Din “Evrenin nasıl yaratıldığı ile uğraşıp Tanrı’nın yarattığı yöntemleri ortaya çıkarmanızı destekliyorum. En mahrem yaratılış sorularını sorabilirsiniz, Tanrı ve ölümden sonra yaşamla ilgili sorular sorabilirsiniz. Kanıtlayamadığınız durumda nötr kalırsanız benim için sorun olmaz. Ama kanıtlayamadığınız bilgileri savunursanız bilimi din haline getirmiş olursunuz” derse pozitif bilim buna itiraz edemez.

Farklı sayıda din ve farklı sayıda bilim metodolijisi mevcuttur. Bu zihinsel tartışma en güçlü fikirlerin kabulünü doğuracaktır. Yanlış dinlerin anlaşılması veya pozitif bilimin yer yüzü dini olması böyle önlenecektir.
Evreni bir kitap olarak kabul edersek bu kitabın nasıl yazıldığı, kalemi, mürekkebi ve kağıdı ile pozitif bilim ilgilenir. Evren kitabının neden yazıldığı ve bütünsel anlamı ile din ilgilenir.

DNA’daki şifrelerle oynamaya karşı çıkmak dini bilimden uzaklaştırır. DNA’daki şifrelerin insanlığın zararına kullanılması bilimi dinden uzaklaştırır.

Bilim kendi ahlak sistemini oluşturamamıştır. Dinden ödünç aldığı ahlak sistemini değiştirdiği zaman pozitif bilim insanlığın zararına kullanılmış olur. Örnek vermek gerekirse atom çekirdeğindeki dizilere müdahale etmek ve enerji üretmek pozitif bilimin başarısı idi. Ahlaki standardı bozulduğunda atom bombası oluşturarak insanlığa zarar verdi.

Bugün aynı tehlike DNA için geçerlidir. DNA zincirine müdahale edilerek bitkilerde köklü değişiklikler yapılıyor, üretim arttırılıyor. Eğer insan geni ile oynanırsa insan-hayvan arası canlılar ortaya çıkabilecektir. Yahut maymun geni ile oynayarak insana benzer canlılar oluşturulabilecek. Maymun genlerinden insan görünümlü ama maymun davranışlı canlılar ortaya çıkabilecek. İnsanlığı öğrenemeyen insan görünümlü canlılara insan denilemez fakat bugün pozitif bilimde bu artık akla yakın gözüküyor.

Evrime kökten karşı çıkanlar din adına karşı çıkmamalılar. DNA’nın değiştirilebilirliği mümkün. İlk insan topraktan yaratılmıştır. DNA’da toprakta oluşan inorganik ve organik maddelerin dizilimidir. Kuran’ı Kerim’de ışınsal varlıklardan insanı ayırt etmek için Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığının söylenmesi bilime ters düşmez ki.

Allah’ın mutlak gücünün maymun DNA’sına ihtiyacı yoktur. Bu maymun DNA’sı insan DNA’sı haline getirilmesi laboratuarda mümkün olursa dinin yorumu ne olmalı? Yorum bulmazsa, reddederse akla bilime ters düşmez. Dinin bunda duruşu “DNA’yı insanlığın zararına kullanmayın, insan suretindeki maymunlara insan denilmez. İnsan aklına sahip maymunlar ortaya çıkarsa insanlığın yararına olmaz, yaratıcısının işine karışmış olursunuz. Böyle bir şey yaparsanız da sonucuna katlanırsınız, tıpkı nükleer enerjide olduğu gibi” olmalıdır. DNA araştırmalarına din adına karşı çıkmak dinin sınırlarını aşmak anlamına gelir.

Din ve pozitif bilimin sürtüşme içerisinde olduğu evrim konusuna bu şekilde yaklaşıldığında iki disiplin birbirini tamamlamış olur.

Pozitif bilim pragmatiktir

Yanlışlanamayan sorulardan bilimsel cevaplar üretilemez. Pozitif bilim doğal dünyaya ilişkin hipotezler üretir, formüle eder. Doğa üstü sebepleri tamamıyla reddetmez, ama verimsiz olduğunu düşünür. Son seçenek açıklama olarak ele alır.
Pozitif bilim bilimsel araştırmaların yüksek standartları ile paranormali, normal dışını, mistizmi, soyut gerçekliği bu bilimsel standartlarla ölçer. Pozitif bilimin yüksek standartları gerçekliği sadece maddesel, somut gerçekliğe indirgemeyi terk etti. Soyut gerçeklik sanat gerçeklik gibidir. Maddesel keskinlikle hareket edilmez. Tıpkı internet ortamı gibi sanal bir ortamda banka hesabınızdan bir milyon doları başka banka hesabına havale etmeniz gibi. Ortaya çıkan durum somut ama standardı sanaldır ve bilimsel gerçekliktir. “Görmediğim şeye inanmam” diye aklı görselliğe indirgeyen yaklaşım materyalist indirgecilik gibi tarihin çöp sepetinde kalmıştır.

Kanıta dayalı DİN

Pozitif bilim evrendeki gerçekler karşında kibir ve üstünlük güdemez. Doğaya hakim değildir. Doğaya hakim olmak iddiası, damar tansiyonuna hakim olamayan bir insan için sınırını bilmemektir. Kibir ve üstünlük yanılgısıdır. Bilim dünyadaki yerimizi doğru tanımlayamazsak bilimsel kisveye bürünmüş yeryüzü tanrıcılığı yapmış bilim oluşur. Bu durumda bağnazlığın bir türüdür.

Bilim otorite veya doğa üstü güce dayanarak hareket etmez. Kanıta dayanarak hareket eder. Ama doğa üstü gerçekliği bilimsel bir olgu olarak seçenekleri içerisinde düşünür. Dini görüşleri olgu olarak almayan bilimsel yöntem önyargılı bir yöntemdir.

Eğer din kendi bilgilerinin sorgulanmasına karşı çıkarsa akla ve bilime ters düşer. Vahiy bilgilerini kanıta dayalı sorgulamaya açmayan dinler mevcuttur. Hıristiyanlığın teslis inancı veya Budizm’in ruh inancı gibi. Bilim imanla uğraşmaz pozitif bilime rağmen yanlış bilgiye inanan kanıta dayalı olmayan bir dine inanan insan yanlış yapıyorsun der yoluna devam eder. Akla ve bilime uymayan inanç sistemleri tarihin çöp sepetinde kalırlar. Sorgulanmadan kaçan inanç sistemleri hayatiyetlerini sürdüremezler. Kendine güvenen din ve inanç sistemleri bilimin sorgulamasından kaçmaz tartışır. Sınırlarını koruyan din ve bilim ilişkisi insanlığın geleceğini aydınlatacaktır. Dinin hayata anlam katma özelliği, teselli etme gücü ve ölümden sonrasını açıklama kapasitesine bilimin ihtiyacı vardır. Aynı şekilde dininde bilimin yöntemlerine, metodolijisine gerçekleri ortaya çıkarmak için ihtiyacı vardır.

Kendine güvenen din bilimi pozitif bilimler tarafından test edilmekten korkmaz ve çekinmez. Aynı şekilde çıkan gerçeklerin bilimin özgürlük alanını sınırlandırma ihtimalide gerçek bilim adamlarını tedirgin etmez.
Bu bakış din ve pozitif bilimin birbirini tamamlaması ve eşgüdümüne neden olur. Eğer amaç gerçeğe ve evrensel doğrulara ulaşmaksa en kolay, en verimli ve en ideal yöntemin bu olduğunu objektif bakış açısı olan her birey onaylayacaktır.

9 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Peygamberimizin (sav) Hayatı Nasıl Geçti?

Allah’ın insanlığa son elçisi, kâinatı ve ahireti kendisi için yarattığı habibi Hz. Muhammed (sav) in hayatı Allah’ın koruması ve terbiyesi altında istikamet ve ihlâs dairesinde geçti. Yüce Allah insanlığa örnek olsun diye gönderdiği son elçisi hakkında Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurur: “Ey Resulüm, ben seni çok güzel ahlak üzere yarattım.” Kulları olan insanlara da “Allah’ın elçisi olan Hz. Muhammed (as) da sizin için çok güzel örnekler vardır.” “Öyle ise o size ne emrederse onu alın ve uygulayın, neyi de yasaklarsa ondan kesinlikle kaçının” buyurmuştur. Bunun için peygamberimizin ahlakı hakkında en yakını olan Hz. Aişe (ra) “Onun ahlakı Kur’an idi” buyurmaktadır.

Kur’anı anlamak ve Allah’ın rızasını kazanmak isteyen peygamberin hayatını çok iyi öğrenerek onun sünnetine en güzel şekilde uyması gerekir. Çünkü Yüce Allah “Allah’ın resulüne itaat Allah’a itaattir” derken ayrıca “Allah’ı seviyorsanız resulüne uyun ki Allah da sizi sevsin. Şayet Resulüne uymuyor ve sünneti ile amel etmiyorsanız bilin ki Allah’a muhabbetiniz yoktur” buyurmuştur. Öyle ise Allah sevgisi ve rızasını kazanmanın Allah’ın rahmetine ermenin yolu “Rahmeten-lil Âlemin” olan Hz. Muhammed’e (sav) uymaktan geçmektedir.

Peygamberimiz (sav) yaşayan Kur’an idi. Kur’an-ı Kerimin tebliğcisi olduğu gibi tatbikçisi de idi. Bunun için “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın” “Ben nasıl hac yapıyorsam siz de öyle yapın” buyururdu. Muallimi Hz. Cebrail (as) idi. Cebrail (as) dan öğrenir ve sahabelerine öğretirdi. Doğruluk ve istikamet, emanet ve ehliyet, akıl ve zekâ, takva ve vera, tebliğ ve tatbik, cihad ve mücahede, ahlak-ı hasenesi idi.

Çocukluğunda ve gençliğinde iffet ve hayâ, edep ve itaat üzere, gençliğinde akıl ve zekâ, tedbir ve istikametle yaşadı. Peygamberlik döneminde ise kendisini Allah’a teslim etti. Ne emredilirse onu yaptı ve hiç kimseden korkmayarak ve çekinmeyerek emr-i ilahiyi tebliğ ve tatbik etti.

Onun en büyük mucizesi Kur’an-ı Kerimden sonra hayatının Kur’an-ı Kerimin gösterdiği istikamet üzere olmasıdır. İstikamet ise “Sırat-ı Müstakim” üzere hiç taviz vermeden yürümektir. Hiçbir tedbir ve maslahat istikametine zarar verememiştir. İstikamet ise Fatiha suresinde istenen “Kendilerine nimet verilen peygamberlerin yolu olan İmanda tevhit, İslamda ibadet ve takva, ihsanda Allah’ı görüyor gibi ibadet etmektir. Bütün peygamberlerin yolunu tamamlamıştır. Bütün işlerinde ve ibadetlerinde ifrat ve tefritten azade, kâinattaki câri olan kanunlara muvafık, itidalli, istikametli, vasat, orta ve doğru yolu takip etmiştir. Adalet ve iktisadı netice veren yol ve davranışların tümünü kendi zatında göstermiştir. Hikmet, iffet ve şecaatin neticesi olan adl ve adalet üzere ömrünü geçirmiştir. Bunun için hayatında hiçbir kusur, noksanlık ve eksiklik yoktur ve en büyük düşmanları dahi istikamet ve ahlakında bir eksiklik bulamamışlardır. “Fazilet odur ki düşmanları dahi tasdik ede!” Bunun içindir ki hayatı ile gösterdiği bu yolda kendisinden sonra gidenler “Sıddıklar, şehitler, evliyalar ve Salihler zümresine” dâhil olarak insanlığın medar-ı iftiharı olmuşlardır.

Peygamberimiz (sav) çocuklara karşı çok şefkatli, gençlere karşı anlayışlı, kadınlara karşı iffetli, büyüklere karşı saygılı, arkadaşlarına karşı haklarını koruyacak şekilde davranırdı. Komşularına karşı hakperest, dostlarına karşı vefalı, düşmanlarına karşı adaletli davranırdı. Hukukullaha ve hukuk-u ibada çok dikkat ederdi.

Geceleri Allah’a ibadetle geçirir; ama ailesini ve hanımlarını asla ihmal etmezdi. O kadar ince ruhlu idi ki gece ibadeti için bile hanımlarından izin ve müsaade alırdı. Davetlere yalnız gitmez hanımları için de müsaade alır ve beraber giderdi. Seferlerine bile hanımlarını götürmeyi ihmal etmedi. Birçok hanımını bir arada ve adilane idare eder, hiçbir dedikoduya fırsat vermezdi. Bununla beraber ilk hanımı Hz. Hatice’yi unutmaz ve vefakârlık gösterirdi. Bu vefakârlığını onun dostlarına karşı davranışları ile belli ederdi. Gündüzleri planlı ve programlı geçirir ne zaman ne yapacağını planlar ve hiçbir zaman boş vakit geçirmezdi. Tedbir ve planlamada üzerine yoktu. Ne zaman ne yapacağını ve nasıl davranacağını bilir asla yanlış adım atmazdı.

İnsanları çok iyi tanır ve herkese durumuna göre davranır ve sorularına onun isteğine ve durumuna göre cevap verirdi. Kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemezdi.

En büyük davası “İman Davası” idi. Peygamberlik hayatı olan 23 sene boyunca Tevhit davasını savundu ve Tevhidi insanlığa anlattı. Mücadelesi de “Tevhit Mücadelesi” idi. Mekke’de müşriklere Tevhidi ders vererek putperestliği yıktı. Medine de ise Allah’a inandıkları halde şirke düşen Yahudi ve Hıristiyan’lara Tevhit hakikatini bir başka yönden anlatarak şirklerini iptal etti ve “Aramızdaki müsavi olan kelimeye, bir olan Allah’a imana ve ibadete” davet etti. “Allah’a şirk koşmadan Tevhit inancı ile vefat edenlerin ehl-i necat ve ehl-i cennet olacağını müjdeledi.” Kur’anın tabiatçılığa ve maddeciliğe karşı verdiği Tevhit dersini de sahabelere anlatarak ahirete irtihal etti.

Allah bizleri sünnetinden ayırmasın. Ahirette şefaatine mazhar etsin. Amin!

8 Eylül 2011
Okunma
bosluk

Neden Mezopotamya yada Arap Yarımadasına inen peygamberleri biliyoruz? Başka yerlere gelen peygamberler var mı? İsimlerini söyler misiniz?

Cevap:
Sultan-ı kâinatın insan için yarattığı şu mükemmel memleketine bir muallim ve muarrif üstat, ışığın güneşe ihtiyacı gibi lazım ve zaruridir. Güneş ışıksız olmadığı gibi, Ulûhiyet de nübüvvetsiz olmaz. Nübüvvet olmazsa Uluhiyet bilinmez. O zaman kainatın yaratılış amacı gerçekleşmez. Çünkü güzellik görünmek ve takdir edilmek ister. Sanat ise nazarları kendine celbetmekle teşhir edilmeyi gerektirir. Bu da dellal vasıtası ile teşhir ister.

Yüce Allah dünyayı bir okul olarak yaratmıştır. Öğrencisi insandır. Kitabı Kur’an-ı Kerimdir ve Onun diğer asırlarda temsilcisi olan mukaddes kitaplardır. Öğretmenleri peygamberlerdir. Okulun amacı öğretmen ile gerçekleşir. Öğretmen olmazsa öğrenciler kitapların ne anlama geldiğini bilemez. Anlaşılmayan bir kitap muallimsiz olsa manasız bir kağıttan ibaret kalır. Bunun için öğretmen okuldan daha önemlidir. İşte “Peygamberimiz olmasaydı Allah kainatı yaratmazdı” gerçeği böylece hakikat olduğu bilinir.

Kainatı yaratmakla kendini tanıtmayı, pek çok nimetleri insanın istifadesine sunması ile kendini sevdirmeyi amaç edindiği anlaşılmaktadır. Öyle ise insanın “Nereden? Nereye? Necisin?” suallerinin sırlarını açıp bir elçi vasıtası ile bildirmesi rahmetin ve hikmetin gereğidir. Bunun gibi pek çok nübüvvet görevleri katiyen ifade eder ki “Uluhiyet risaletsiz olamaz.”

Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.

Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahvâli beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur. Enbiyay-ı sâlife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtatla akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhepler taaddüt etmiştir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde: Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde onları Allah azabıyla korkutan bir peygamber gelip geçmiş olmasın” Her milletin bir peygamberi vardır” buyurmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim: “Deyiniz ki biz Allah’a, bizlere indirilen Kur’an’a; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve İsâ’ya verilenlere iman ettik. Onları biribirinden ayırmayız” buyrulmaktadır. Ayette geçen “nebiyyûn” kelimesi ile, daha önce gönderilen diğer peygamberlerin kastedildiği anlaşılmaktadır.

Peygamberlerin sayısı konusunda ise yüce Allah Kur’anda “Biz sizden önce de peygamberler gönderdik. Onların bir kısmının kıssalarını size anlattık, pek çoğunu da anlatmadık” buyurur. Peygamberimiz (sav) ise kendisinden önce 124.000 peygamber geçtiğini hadislerinde haber vermiştir. Diğer bir rivayette ise 224.000 denilmiştir. Bu peygamberlerin 315 tanesi Resuldür. Kendilerine kitap ve şeriat verilmiştir. Geri kalanı Nebidir. Bediüzzaman hazretleri de 124.000 peygamberden bahsetmektedir.

Kur’anda 25 peygamber ve üç de evliyanın adı geçmektedir. Veli olanlar ise Hz. Zülkarneyn, Lokman, Üzeyir (as) dır. Hz. Meryem’in kadın olarak peygamber olup olmadığı konusunda da ihtilaf vardır. Eş’ari mezhebine göre o da nebi sayılabilir. Çünkü kendisine vahiy geldiği ayetle sabittir. Ayrıca Kehf Suresinde Hz. Hızır’dan isimsiz bahsedilmekte, Musa (as) ile olan maceraları anlatılmaktadır. Hz. İsa (as) dan sonra yaşamış olan Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud ve Yasin suresinde ise Hz. İsa (as) ın elçisi olarak Habib-i Neccar’dan isim verilmeden bahsedilmektedir.

Bu bakımdan, her müslüman icmâlî olarak; başta Hz. Muhammed (sav) olmak üzere, daha önce gönderilen bütün peygamberlere; tafsili olarak da, Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı iman etmeleri, ayrıca, Allah tarafından önceki milletlere gönderilen ve adları bildirilmeyen bütün peygamberlere toplu olarak iman etmeleri gerekir.

8 Eylül 2011
Okunma
bosluk

peygamberlerin vasıfları

Peygamberlerin Vasıfları:
Peygamberlerin tümünün beş temel vasfı vardır. Bunlar: “Sıdk, Emanet, Fetanet, Tebliğ ve İsmet”tir. Bu vasıfları üzerinde taşımayan peygamber olamaz; peygamberlik iddia ediyorsa bu sahte olur.

Sıdk: Doğruluk ve asla yalan söylememektir. Bu vasfı peygamberliğinden önce de sonra da devamlı olmalıdır. İnsanlara yalan söyleyen Allah hakkında da söyleyebilir. Allah adına yalan söylemek ise günahların en büyüğüdür. Sıdk sadece sözle olmaz; davranış ve tutumda, hal ve hareketlerinde de doğru olması demektir. Tüm peygamberler her şeyleri ile doğrudurlar.

Emanet: Herkesin güvenini kazanması demektir. Güvenilmeyen insan peygamber olamaz. Toplumda kendisine itimat edilen ve güvenilen biri olması ve bu vasıfları ile öne çıkması ve meşhur olması gerekir. Peygamberimize “Muhammedü’l-Emin” denilmesi bunu ispat eder. Diğer peygamberler de böyledir.

Fetanet: Akıllı ve zeki olmak demektir. Akıl ve zekânın olması yetmez; aklını ve zekâsını mükemmel şekilde doğru olarak kullanmak daha önemlidir. Peygamberler akıl ve zekâları ile tebliğ ve davette, insanları idare etmedeki siyaseti ile bunu ispat ederek insanlara kendilerini kabul ettirmiş olmaları gerekir. Tüm peygamberler böyledir.

Tebliğ: Bu Allah’ın vahyini insanlara sadece duyurmak demek değildir. Eksiksiz duyurmak ile beraber insanların anlayacağı şekilde ve yanlış anlamalara fırsat vermeyecek tarzda muhataba göre açıklamak ve doğru olarak yorumlayıp uygulamak anlamlarını içeren bir vasıftır. Bazılarının zannı gibi peygamber (hâşâ) bir postacı değildir. Zaten Arap müşrikleri de bunu istiyorlardı. Siz Allah’ın emrini duyurun biz istediğimiz gibi anlayalım ve yorumlayalım diyorlardı. Peygambere itaat etmek istemiyorlardı. “Bize bunu bir melek getirseydi itaat ederdik” diyorlardı. Tebliğ, vahyin doğru şekilde anlaşılması ve doğru uygulanması anlamlarını içerir. Yoksa Allah bir melek ile kitabını gönderir ve gerisini insanlara bırakırdı.

İsmet: Günah işlememek, tüm kusur ve hatalardan uzak durmak demektir. Bu kusur ahlaktan ibaret değildir. Düşünce ve inançta, ibadet ve tebliğde, insani ve beşeri münasebetlerde istikamet ve doğruluk üzere olmak anlamlarını içerir. Peygamberler bunların tümünde hata ve günahtan, yanlış davranış ve hareketten uzaktırlar ve beridirler, her yaptıkları doğrudur. Yine peygamberler vahyi izahtaki hatalardan beridir demektir.

Bunların dışında ahir zaman peygamberi olan peygamberimiz’e (sav) has olan ve “Hasâis-i Nübüvvet-i Muhammediye” denilen vasıfları da vardır. Bunlar ise: “Son peygamber olması, Kur’anın, ahkâmının ve dininin kıyamete kadar devam etmesi ve tüm insanlara gönderilmiş olması” gibi üç temel vasfıdır.

Son Peygamber Olması: Hz. Muhammed (sav) son peygamberdir. Her şeyin bir sonu vardır. Peygamberlik müessesesinin sonu da Hz. Muhammed (sav) ile son bulmuştur. Bunun için peygamberimiz (sav) “Hatemu’l-Enbiya”dır. Bundan sonra peygamber yoktur. Çünkü sonunda kıyamet kopacaktır.

Dini Kıyamete Kadar Geçerlidir: Sondur, en mükemmeldir ve tüm insanların tüm zamanlardaki ihtiyacına kâfidir. İnsanlığın dünya ve ahiret saadeti için daha mükemmeli yoktur ve olamaz. Daha mükemmeli olamayacağı için yenisine ihtiyaç yoktur. “İnsan mükemmel yaratılmıştır. Daha mükemmeli olamaz” gibi bir durumdur bu. Bundan daha mükemmelini akl-ı beşer düşünemez. Bilmemek ve kabul etmemekle gerçekler değişmez. İnsan aklının görevi itiraz etmek değil anlamaya çalışmaktır. Yani akıl itiraz aleti değil; anlama aletidir.

Tüm İnsanlığa Gönderilmiştir: Kur’an ve Hz. Muhammed (sav) tüm insanlığın peygamberidir. Arapların ve müslümanların peygamberidir denemez. Peygamberimizin ümmeti tüm insanlıktır. İngiliz, Rus, Çin, Japon, Kızılderili, Zenci ve Eskimo’ların ve şu anda yeryüzünde bulunan Hindu, Şinto, Hıristiyan ve Yahudilerin peygamberi Hz. Muhammed (sav) dir. Hepsi peygamberimizin (sav) ümmetidir. Ancak onlar kabul etmemektedirler. Bu Arap müşriklerinin peygamberimizin peygamberliğini kabul etmemeleri gibi bir durumdur.

Ümmet ikiye ayrılır: Ümmet-i Da’ve ve Ümmet-i İcabe. Bir peygamberin davet ile mükellef olduğu tüm insanlara “Ümmet-i Dave” denir. Peygamberin davetini kabul edenlere ise “Ümmet-i İcâbe” denir. Bizler “Elhamdülillah” daveti kabul edenlerdeniz. Kabul etmeyenlerin tümü de “Davete” muhatap olanlardır. Bunun için “Ümmet-i Dâ’ve” dirler. Daveti kabul edenlerin görevi ise kabul etmeyenlere daveti duyurmak ve tebliğe devam etmektir.

8 Eylül 2011
Okunma
bosluk

halifeliğin şartları

Sayın Mehmet Lengerli ve “bir kul” kardeşlerim,
selamün aleyküm.
biz yazar kardeşlerimizi severiz. onlar elini taşın altına koyan kişilerdir.

ikincisi eleştiri yaparken, eleştirinin arkasından doğrusunun ne olduğu konusunda bir öneri de sunduğumuza neden dikkat etmiyorsunuz?

işin aslı yazar ehil olması gereken kişidir Nisa 59 ve adaletten önce gelir. yani işi bilmeyenin adalet dağıtması mümkün olmaz demektir.

biz yazarın bilgi birikimini bilmediğimiz için onu eserinden tanımak zorunda kalıyoruz.
biz yazıda güzel kaleme alındığını, şurda şu vardı burda bu vardı onu da yazayım gibi şeylere bakmayız.
soru şudur: bu yazı ne diyor, ve beni nereye götürüyor, ne öneriyor? buna bakarız. ileri sürülen gerekçeler de bizi hiç ilgilendirmez. ta da başında ne dediğin de önemli değil. en sonun da hangi limana girdin. daha ağır bir ifadeyle başında kiminle sözleşme yaparsan yap sonunda kime secde ettin? işte budur önemli olan.

bu dedikodu yazısı yanlış demedik. müftülük de zaten bunları yazıyor, 117 000 personeliyle bu din bir türlü hayata geçmiyor, sen niye düşünüp bir yol ve yöntem önermiyorsun da o başarısızlığı tekrar ediyorsun dedik. yani yazarı düşünmeye ve çalışmaya zorladık. bu kötü mü?

diğer yazılar konusunda yazılar iç çelişkilerle dolu. yazı ayetle başlıyor fakat laiklikle, onlara gülücükler atarak bitiyor. bu inanılmaz ölçüde tehlikeli bir durum.. ne diyeceğiz git ona mı ib..  et diyeceğiz. ağır oluyor değil mi?

sayın yazar arkadaşa yazılarımızı karşılıklı birbirimize gönderip kontrol edelim dedim. oralı bile olmadı.. bunun anlamı kibir değil mi.. konunun hem uzmanı değilsiniz, hem danışmıyorsunuz, hem müslüman görünüp milliyetçilik şarkıları söylüyorsunuz islama aykırı olarak, ve hem de kalbinizde laiklik ve onun meşhur temsilcileri var!
ne milliyetçilik ne laiklik asla islamla bağdaşmaz. islam, dünya ve ahirete dair her konuda fikri ve hükmü olan dünyavi ve uhravi komple bir sistemdir. işte bir müslüman yazar ya da okuyucu ben müslümanım deyip liberallere, yahut feministlere, yahut avrupalılara (teknik hariç) çanak tutup onların şarkılarını söyleyemez.. bu yüzden bir yazarın okuyucuyu kandırarak (iyi niyetli diyelim fakat sevdiği başka ve bilgisi az ve kibir onu danışmadan da alıkoyuyor) tehlikeli limanlara taşıması çok tehlikeli bir durum sayılmaz mı? alimin mecbur olduğu an gerekli vasfı tevazudur.. bu bile çok şeyi halladebilirdi.. ama yok..
ne diyeceğiz şimdi.. bu adam iyi adam mı diyeceğiz hala..
siz yolda giden güzel bir kıza “afedersiniz sizi iyi niyetli olarak öpebilir miyim” diyebilir misiniz. iyi niyetlisiniz fakat suç işliyorsunuz değil mi.

solcu bir yazar olsanız ona karşı gardınızı alır ve korunursunuz. fakat burda benzerinizden etkileniyorsunuz ki bu nasıl bir tehlike varın siz hesabedin.
insanlar kutsallarını tartışmak istemezler. 500 yıllık yanlışı hala sürdürmek ister. kim buna dokunursa bu sefer döner onunla kavga eder. adam dolu camide en ön safa kadar atlaya atlaya gidiyor. diyorum ki peygamber efendimiz rahatsız etmeyin insanları diyorum üç kişi biden biz senden rahatsız oluyoruz diyorlar. işte böyle..

sonuç olarak dinin kuran ve hadislerdeki hükümlerinin hukuk ve halk diline indirilmesi gerekir. nedenlerin niçinlerin yanında hayat ne hale geldi, insan ne hale geldi, sorunlar ne hale dönüştü ve bu emirler hayata bu özelliklere göre nasıl formüle edilebilir? işte bunların üzerinde kafa yormak gerek. yazar a bu da varmış yapıştıralım diyeceğine önce anlamaya çalışmalı sonra da çözüm sunmalıdır. kalbinde laiklik olan birisi ne anlayabilir ne de çözüm sunabilir. sundukları da yeni efendilerinin yeryüzü sultanlığını pekiştirir ve kişi sevdiği ile beraberdir artık..

oğuzhan kardeşim neden hep din yazıyorsunuz. din de var milliyet de var demişti.

bu bile allaha değil ama dine şirk sayılabilir.. çünkü milliyet din çadırının içindedir. yani yanyana değildir. din, milletinle ilgilen fakat milliyetçilik yapma diye yasaklar. asabiyet yasaktır diye hadis bulunduğunu defalarca yazıyorum. fakat sizlere kar etmiyor.. aşılamayan şey kavimsel benlik duygusudur. kişi çocukken önce babasını sonra ben kimim deyip kavmine sarılır. 40 yaşından sonra yavaş yavaş dinini hatırlamaya başlar. bu yüzden milliyetçi partilerin en çok destekleyenleri gençlerdir. çünkü bir aktiviteyi de içerir o partiler. adında da zaten “.. hareket..” kelimesi vardır. genç de zaten yerinde duramaz..
bu partinin başkanı namaz da kılsa islam bunu reddeder..
islam ÜMMETÇİDİR yalnız bir ulusu değil dünyadaki bütün müslümanları kapsar, ve birlikte hareketi öngörür. ulusculuk, milliyetçilik tefrikadır ve reddedilir.

Allah’ın adının anılmadığı her yazı ve konuşma meleklerin lanetine uğrar. biz dinimize aşığız ve onun ilmini bütün dünyevi ilimlere onun gözüyle bakarak değerlendiriyoruz. örneğin iktisatta adam smithin şarkılarını söylemem ben, ya da kadın haklarında feminist söylemlerin arkasında marksizmin olduğunu bilir ve kaçınır, kadın veya erkek hakkını kendi dairem olam islam dairesinde ararım.
insanlar halen yaşadıkları yaşamı “bu doğru olmalı” diye düşünüyor ve sorgulamıyor. sistem öyle eğitiyor ve böyle düşün diyor. ben kravatı bile ne düğünümde ne haftasonu takmam. etrafım diyor ki, bunu tak çünkü saygıdır, sen ev sahibisin diyor. işte tipik örnek. ben şunu diyorum. insan iman ışığı ile güzel söz ve güleryüz gösterirse işte saygı budur, onlar da hoşnut olacaklardır diyorum ve dediğimi yapıyorum.
işte nefsim pay almasın ama, yürekten ve sağlam bir iman, imanı bilgi ile techiz edilirse, daışmayla kontrol edilip sorgulamalı bir analiz ile sonuçta insan sevgisinin yansımasına onun ihtiyacına göre çözüm üretilebilirse o zaman sonuç alınabilir.
yani formül şu olmalı, BANA ANLATMA; BENİ ANLA 

hocalar, diyanet, yazarlar hepsi anlatıcı. çünkü kibir var. bak ne kadar güzel yazdım, bu kaçıncı yazım, kaç kişi benim yazımdan alıntı yaptı v.s.
ama kaç kişiyi irşad edip ALLAHa postaladın, bu yok…

Geçen hafta 5 gün her gün saat 10 otobüsünde konuştuğum iki işçi üç öğrenci. 15 dakika ona anlattırdım, son 15 dakikada ben sohbet ettim. dikkat, nasihat değil.. ve 5inden de namaza başlama sözü aldım..
Bunları övgü için anlatmadım. işte bir yazarın anlatma değil onu anlama ve uyararak anlatılanı hayata geçirebilmesini hedef alma hedefi olmalıdır..

BİR KUL kardeşim de lütfedip sen halife ol demiş. doğrudur, ben zaten halifeyim. bütün insanlar halifedir. sadece bunların bazıları görevini yapmaz ve zayi eder, bazıları da tam yapmaya çalışır. bir kul kardeşim de halife olmak istiyorsa şartları şu:
-12 yaşında namaza başlasın
-her gün derslerine mevlana dan iki sayfa okusun.
-mahalle camisinde taşın üstüne çıkıp ezan okusun.
-ilahi aşka düşüp bir bardak şarabını gündüz gözüyle içsin
-imam hatip diye orta okul 2. yi birakıp bir yılını yaksın
-sürekli zikre dikkat etsin
-günahına nasuh tövbe etsin
-servisi terkedip otobüsle gidip gelsin ve böylece insanlığını anlasın,
-yemek fişini bıraksın, istediği zamanda yiyerek nefsi büksün,
-elbisenin sıkmasına isyan edip bolluk için cübbe giysin,
-koltuk yerine sandalyeye otursun tevazu olsun
-simitçiye hergün iki lira bıraksın 6 çocuğa simit olsun,
- bir dul aileye her ay otomatik önemli bir para versin,
-telefon gelince bir çuval unu lacivert elbiseyle eve indirsin, devlet görev yapmalı, bu da devlet görevi demeli.
- her gün bir işçi ya da arkadaşı yemeğe götürmeli,
- kanunların zulmu ile mücadele etmeli (kdv, reklamlar, faizler, asgari ücret, ahiliği merhamet olarak sunmalı,v.s)
- istisnasız herkese özellikle tanımadıkların, kızılayda bile selam vermeli. bir kilometrede 30 kişi olmalı.
- yetim okullarına ve yaşlı huzur evlerine müsait zamanlarda gitmeli,
- geceleri insanların hidayeti için ağlamalı,
-yolda giderken herkese dua ile gitmeli,
-bütün hayat merhametle bezenmeli,

işte bunları yapabilirsen değerli hemşerim senin adını levhi mahfuza halifeliğini iyi yapıyor diye yazarlar. herkes halifedir lakin zayi edenler çoktur.

Allah azizdir o halde kulu da azizdir.

biz sizlerin hepinizi seviyoruz. lakin mücadelemiz yanlış veya eksik fikirlerledir.
sözümüz ya da ilacımız kişiye yada hastaya değil, hastalığadır. onun için kimse sevgimizden şüphe etmesin. lakin biz ALLAHI da hem ilimle hem aşkla severiz. sıkıntılar biraz da ilimsiz sevip ortaya çıkmaktan kaynaklanıyor sanırım.. sabrınız için teşekkür ederim. sevgilerimle…

31 Mayıs 2011
Okunma
bosluk

tesbihçi ahmet ağanın kaza namazları

Dursun abi,

öncekini beğenmekle hata ettin. seni uyutmam bak haberin olsun. ya yerini aç, ya gönlünü aç. sessizlik de bir bıkma işareti sayılır. öt biraz da sabahı anlayalım. namaz kazaya kalmasın.

bülbül ötmezse gülün kadrini kargalar bilmez. ses verecek birini arıyorum. lakin herkes köçek(Estağfurullah sözün gelişi)…bu davula bir zurna lazım, ağzından sular aka aka..

davulum yarılana kadar feda olsun. lakin milletin kulağına az geliyor şu hale bak..

her yazdığım bir sırrı ifşa ediyor lakin aptallara ne gam. ırgalamıyor. sürekli pazar yeri değiştiriyorum. yeni müşteriler bulur muyum diye. gel gör ki herkes bugdaydan yana.. bizde himmet bulunmaz ama rahmete çanak tuttuğumuzu görenler var. bize kızanlara ikram ederiz. çorbadan başka aşımız olmaz. kebap isteyen başka kapıya..

bak benimle görüşmek istemişsin.. bunca lafın üstüne pişman olabilirsin sonra. iyi düşün. her karganın eti yenmez. ben adamı alır göklere çıkarırım sonra bir bırakırım.. paraşütün yoksa çakılırsın haberin olsun..
kiminle çuvala girmek zordu?

neyse, seni iyilerden saydık da çalıp durduk yere. sen de değerini belli et artık.. boş bırakmadım aşşayı.

*

dizdi gene tesbihçi ahmet ağa birşeyler.
görelim kim takar boynuna anın seyreyler…

*

Ey Allahın fakir kulu
Söylen sözü eğri büğrü
Dinlemezler yorma gari
Yazdıkların nice senin

*

Pazar kurup gül satarsın
Gülüne paha biçersin
Pahayı aşıklar bilir
Sattıkların nice senin

*

Gonca güle bülbül konar
Aşk derleyip halin yanar
Bahar öter kışın gider
Bahçelerin hazan senin

*

Akıl arar kendi gibin
Fikir sorar doğru kimin
Karga söyler rehber benim
Yaptıkların heba senin

*

Cümleyi aşk ile seven
Hakka vera ile bakan
Hak sevince oldu yaren
Vereceğin gönül senin

*

Aşk ile döner dururum
Kimse bilmez nihanım
Sevgi ile harman oldum
Tarladaki dane senin

*

Kul Ahmet sen garip kulsun
Yarenliğin kimler bilsin
Kendi alıp kendi satar
Pazardaki mana senin

*

Dursun abi selam olsun
Yarenliğim hatır bulsun
Hemşehriler sala salsın
Öldürdüğün ne ki senin

*

ahi kul ahmed

27 Mayıs 2011
Okunma
bosluk

“eyvallah”

Bak Tahsinciğim, bey’den mey’den anlamam. ikisinden de sarhoş olurum sonra. ikisi de haram biliyorsun. niye bana ikram ediyorsun? Davulcuların sarhoşken daha ala davul çaldıkları doğrudur. Neşet’imin sülalesi iyi bilir. Lakin yasak olan sarhoş olmak değildir. “mey”le “bey” yasaktır. o zaman sarhoş olmak için başka şeyler bulmak lazım değil mi? senin aklına bir şey geliyor mu?

Gelin sarmak, kız sarmak 5 dakkada bitiyor. gül kokluyorum 3 günde soluyor. dost bildiğim az deyince hopluyor. avrat desen şal deyip de zıplıyor. el aleme güçlerimiz yetmiyor. kardeş hani, miras için kaçıyor. selam versem rüşvet deyü almıyor. iyiliği maraz deyü yapmıyor, zengin “benim” deyü vermiyor. fakir “yetmez” deyü çalıyor. dindar bana kafir deyü sövüyor. kafir sorsan İsa deyü tapuyor. yahudinin oyunu mazlumları biçiyor.

anlıyacağın ortada ne sarhoş var ne sarhoş olunacak bir şey. bir şeyler içiliyor aslında velakin hepsi de zamanın kıskacında. benim derdim sarhoşluktan uyanmamak. sorun bu.. bu yüzden çok etkili ve uzun ömürlü bir içki bulmalıyım ki hiç ayıkmayayım.. senin şu “eyvallah” kapından bir girelim bakalım. karşımıza ne çıkacak? Ayva arapçada evet demektir. Allah’ı da biliyor olsak da ne kadar doğru tanıdığımız muğlakdır. bu, bir anlamda Allah’a evet demek anlamına gelebilir mi sence?

bana hitabını boşver. Fakat O hep kendi alıyor kendi satıyormuş. bize hiç kar bırakmıyormuş doğru mu? hem de kendi yazdığını bize oynatıp alkışları da kendine çeviriyormuş öyle mi? Napalım Ona küselim mi şöyle bir?
bak ben şimdiye kadar naptım biliyor musun.

Babam kızardı, kaçardım, kişiliğimi korudum=hürriyet. okurdum, posasını atardım maksad bulurdum, onunla oynardım=hürriyet. sigara içerdim, bıraktım=hürriyet. Günahları terkettim kimse bana hadi demiyor=hürriyet. Yemek fişini bıraktım istediğim gibi yiyorum=hürriyet. Servisle işe gitmeyi bıraktım, otobüste insanlığımı anladım=hürriyet. pantolonun sıkmasına itiraz için bol cübbe giyip ferahladım=hürriyet.

işte bütün hürriyetler senin “eyvallah”a çıktı aslında. yani sen “eyvallah” dedin lakin ben yıllardır onu yaşatmışım. kelimenin sahibi anlaşıldı umarım.

dedim ya ben davul çalarım. lakin sarhoş olamadım. rahmetli muharrem ertaşı sedirinde rahmet içinde görmüştüm çocukken. keşke sorsaydım.
uzun hikaye tahsin kardeş. bir zurnacı da arıyorum benim ritmime nağme dizecek. lakin çok köçek var. zurnacı yok.. ömürlük bir içecek bulunca bana haber ver e mi?

Bak sevdim işte bu sözü
Şöyle selamın diyesi
Ol hayırların mihengi
Kabul imiş “eyvallah”

Kabul olur mu hayırlar
Döşediğim ak yazılar
Sarıversem al yazmalar
Gelin imiş “eyvallah”

Maksat Hakka ok atasın
Halis niyyet kılasın
Kalemle kılıç çalasın
Alim imiş “eyvallah”

Fakir kulun imam oldu
Halkı bekler uya hadi
Namazların her rekatı
Gözü yaşmış “eyvallah”

El yazar kalem sanırsın
Görür gözün kim bilirsin
Hak gizler de sen açarsın
Yapan O’ymuş “eyvallah”

Yapan O’ysa kalpler bizar
Kader yazar kullar oynar
Sebepleri azar azar
Dizen O’ymuş “eyvallah”

Ahmet beye nida olmuş
Kılıç elde kalem çalmış
Öküz çekmiş teker ötmüş
Saman sarmış “eyvallah”

Tahsin kula selam olsun
Kalem ile doğru yazsın
Öküz koşup tarla sürsün
Dane sözmüş “eyvallah”

Sor bak SAHİBİNİN kimi var
Kim içmiş meyinden deyi ver
Dünya içen kullarını salıver
SENİ içtim kadehleri kırıver
“EYVALLAH”

işte ben içecek bir şey buldum ki ölene kadae ayıkmam. bu yüzden de sarhoşun sorumluluğu olmaz. yani=Hürriyet=HÜR ADAM. Bütün hürriyetler HAKKA çıkar Elhamdülilah.

 
Kul Ahmet Atik
26 Mayıs 2011
Okunma
bosluk

ALLAH’IN SİYASETİ TEVHİD

Sevgili Seçmenler,

Yaklaşan günlerde bir genel seçim hak ve yetki ve görevimizi yerine getireceğiz inşallah. Bir seçmenin oy kullanmama isteği bir tavır koyma olarak bir anlam bulabilir belki. Fakat üşenerek gitmemek ise “ben başkalarının kararlarına razıyım” demektir ki, adeta bir sorumsuzluk örneği oluşturur. Dinimiz bile bu sorumsuzluğu onaylamaz. Çünkü tevhid siyasetle kaim olur.

Siyaset bir insan idare etme sanatıdır. Karmaşık, insan toplumunun yapısıyla ilgilenen kişilerin; esnek, kuşatıcı, sorun oluşturan değil çözüm üreten, pratik bir yapıya sahip olmaları gerekir. Toplumun bütün kesimlerine hitab edemiyenler ve zamanı iyi okuyamayanlar bir şekilde iktidarı kaybetmişlerdir.

İslam da insanın aklı olan laik’likten farklı bir toplum modeli sunar. O da aynı şekilde siyasi ve toplumsal ilkelere uyulmasını emreder. Bu ilkeler şunlardır:

-ŞURA oluşturmak için seçim yapılması. Devletin niteliği cumhuriyet. Delege ve başkan sultası yoktur, doğrudan seçimi esas alır. İradenin tam yansıması esastır. Şura kararları tavsiye değil mecburi uyum gerektirir.

-Önce emanetlerin ehline verilmesi gerekir. Nisa 58, torpilden uzak durulması gerekir. Emanet çok geniş bir kavramdır.

-Sonra ADALET Nisa 58, ve merhametli olunması,

-Adaletten sonra iyilik gelir Nahl 90 örneğin ücretini ödemeyen tüccar, evladına adaletli davranmayan baba iyi davranışı hak edemez.

-Allah’a, Peygamber’e ve BİZDEN olan emir sahiplerine itaat. Nisa 59

-Kuşatıcı kapsayıcı ve esnek olma, “… Allah’ın rahmetiyle yumuşak huylu ve güler yüzlü olmasaydın etrafından dağılıp giderlerdi” Ayet.

-İşleri istişare kararıyla (toplumsal konularda) yapma,

-Bu ilkelere uyulup uyulmadığını denetleme ve sonucu yargılama.

İslam da, devlet ve halk arasındaki ilişkiler eşit, yani %50 – %50’dir. Üstünlük söz konusu değildir. Yönetim için ehil olunması münasebetiyle yetki verilmiştir, fakat kontrol yine halkta mevcuttur. Devlet sadece hizmet için vardır ve küçüktür. Taraflardan birine herhangi bir imtiyaz yoktur. Herkes kendi yaptığı işinden sorumludur. Özel sektör sürükleyicidir. Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun (1332-1406 Tunus) devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: “Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler.” İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.

İşçi ücretinin nasıl belirleneceği konusu devlet ve işverene bir sorumluluk olarak yüklenir ve hemen verilmelidir. Ölçü olarak da bir hadiste; “evlenebilmesi, ev alabilmesi ve binit edinebilmesine yetecek kadar bir ücrettir. Bundan daha fazlasını isterse ya hırsızdır ya da hain” şeklinde tanımlanır. Bunu, bu günkü asgari ücretle kıyaslamanızı rica ederim! Bunu örfe göre düşünürsek bir tavuk dönerci veremezse de parayı bilmem ne gibi kazanan karunlar da mı veremez.

Para bir değişim aracıdır, mal değildir. Alışveriş serbest, fakat paranın kirası olan faiz yasaktır ve haramdır. Risk, parayı kullanandan zayıftan, güçlü sermaye sahibine yüklenmiştir. Vadeli satış ve vade farkı alimlere göre olabilir. Sermaye veya emek- sermaye ortaklıklarını teşvik ederek sermayeyi tabana yaymak ister. Servetin belli ellerde toplanmasını hoş görmez, bütün toplumun üretimden hakça pay almasının tedbirlerini alır, emtiada %2,5, üründe masraflıda %10 ve masrafsızda % 20 oranında yüksek bir zekatı emreder. Bununla fakirin fakirlikten kurtularak kendine bir iş kurması, ona sermaye verilmesi amaçlanmıştır. Geçiştirme değildir.

ALLAH’IN SİYASETE MÜDAHALESİ

Ehliyet, adalet, hakça paylaşım, inanç özgürlüğü, ahlakın yaygınlaşması ve diğer moral değerler, insan yönetiminin temel taşlarıdır. İslam ise halkın iradesinin yönetime tam yansıması ile adalet, merhamet, iyilik, yumuşaklık ve benzeri ulvi değerlerin gerçekleşmesini daha çok önemser. İtaat ise müslümanın kendinden olana itaatidir. İnsan o takdirde “ben kimim” demeli ki kime oy vereceğini bilsin.

Bir ayette “ siz nefsinizi değiştirmedikçe Allah da sizin durumunuzu değiştirmez” buyrulur. Bu ayet siyasette de iplerin Allah’ın elinde olduğunu göstermiyor mu?

Bir hadiste “ Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” buyuruluyor. Bu hadis de toplumların layık olduğu şekilde yönetileceğini söylemiyor mu? Bunun pratik anlamı şu. Diyelim çok iyi birini seçtiniz, fakat siz toplum olarak kötüsünüz. Allah o kişinin kalbini değiştiriyor ve firavunluğa başlıyor ve gittikçe de karunlaşıyor. Fakat siz iyisiniz de kötü birini seçtiniz. Bu sefer Allah kişinin kalbini düzeltip ıslah ediyor ve o kişi iyilik etmeye yöneliyor. Unuttunuz mu kalplerin tebdili Allah’a aittir. Onun için demiyor muyuz ki : “Ya Rabbi kalplerimizi kaydırma, bizi sıratı müstakimden ayırma”

Yine bir hadiste “ bu kavmin reisi hizmet edendir” buyurulur. Yani “Ben” geçmiyor. Bunun anlamı firavunlaşma ve karunlaşma yok demek! Yönetici de “hizmetkar” demek. Yani devleti tanımlıyarak “hizmete” vesile kılıyor ve onu yüceltmiyor. Yöneticiyi de bu fiili ehil olduğu için yetki verilen hizmetkar konumuna sokuyor. Ne kadar ilginç değil mi?  

Bir hadisi Kudside “Yöneticilerinizi biz seçiyoruz, onlara küfretmeyin” diye açıkça buyrulur. Hani siz seçiyordunuz?

ALTIN İÇİN KALBUR YA DA SÜPÜRGE VERELİM (Mevlana k.s.)

Sevgili dostlar kafanızı çok yormayın. Seçim işi tamamen ilahi bir iştir. Partiymiş, lidermiş, hangisinin bilmem neyi varmış bunlar boş şeyler. Biz yukarıda bazı ölçüler vermeye çalıştık. Ortada üç mihenk taşı var. MİDENİZ; AKLINIZ; ve KALBİNİZ. Sorun sizin bunlardan hangisinin sözüne göre hareket edeceğinizdedir. Yani liderler değil siz ölçülüyorsunuz SİZ!..

Biz bunları sizin yüksek tahminlerinize havale ederek izah etmiyoruz. Sadece şu kadarını söyleyelim ki bunlar sizde ne kadar hürlerse isabetli seçiminiz de o kadar yüksek olur. Şöyle düşünelim, mideden hür olmak nefisten kurtulmaktır ki yolu Hakka dayanır. Akıl önyargı ve yanlış kişileri sevmekten uzaklaştığı ölçüde Aklı selime varır ki Aklı selimin de Hakkı bulması umulur. Kalp de seveceğini bilirse ulvi değerlerle hareket eder ve sahibi olan Allah’a ev sahipliği yapar. Bütün yollar Hakka çıkarsa o zaman Hakkın kulunu aramak gerekir ki “Kime Hakkın kulu” diyeceğiz diye sormak gerekir. Bulamıyorsanız Allah’a en yakın gördüğünüzü tercih edebilirsiniz. İşte bu siyaset Allah’ın siyasetidir. Menfaatinizin siyaseti karnınızı doyurur gibi görünür fakat ilahi görünmez tokat hep devrededir.

SİYASET LAYIK OLDUĞUNUZDUR, SİZ LAYIK OLMAYA BAKIN

Siyasetin, ya da siyasetçinin Allah’ın yardımı olmadan başarılı olduğu şimdiye kadar görülmedi. Senin oyun siyasete yardım etmez ve belirlemez de. Sen öyle zannedersin o kadar. Aranan en önemli şey DİK bir duruşu sergileyip sergileyemiyeceğinizdir. Allah namaz aramaz. Dik duruş arar. Artık varın istediğinize oy verin, arkasından da “onu ben iktidara getirdim niye böyle davranıyor” deyip Allah ile ortaklık yapın ve kafanızı kaşıyın. Toplumlar önce siyasi rehberini (Kuran’ı) kaybederler, sonra ahlaken çöker, sonra da yıkılırlar. Osmanlı’da öyle olmadı mı? Kolay gelsin…

Allah’ın siyaseti TEVHİD’e gönül vermiş DİK müslüman kardeşiniz AHİ, selam ediyor.      

ahikirsehir.com

24 Mayıs 2011
Okunma
bosluk

Notice: Undefined variable: pagingMiddleString in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/plugins/wp-page-numbers/wp-page-numbers.php on line 217
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Son Yorumlar


Notice: Undefined variable: pre_HTML in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/themes/seohocasiv2/sidebar.php on line 20

Notice: Undefined variable: post_HTML in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/themes/seohocasiv2/sidebar.php on line 26

Etiketler

cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma