Din ve bilim insanlık kültürünün iki temel kaynağını oluştururlar. Tarihe baktığımızda her iki disiplinde bağnazlıklar, güvensizlikler, zıtlaşmalar ortaya çıkmıştır.
İyi-kötü, doğru-yanlış, gerçek-hayal kavgası ilk insandan beri hep olmuş ve dünyanın sonuna kadar da olacaktır.
Dinin ve bilimin kavramaları, tanımlamaları ve metodolojisi farklar oluşturuyor.
Bilim bilimsel kuşkuculuğu ele alır. Metodolojisinde doğrulanmayan veya yanlışlanmayan şeyleri kabul etmez. Ancak metodoliji ile ölçüp test edemediği konularda nötr kalır. Deneyüstü gerçeklerin varlığını reddetmez. En önemli metotları deney, gözlem, akıl yürütmedir. Cevap veremediği sorularda hükme varmaz. Bir bilim adamı laboratuara girdiğinde bütün önyargı ve kabullerini vestiyere asarak girerse gerçeğe ulaşır. Evrenin nasıl var olduğu, nasıl işlediği, gelecekte muhtemelen neler olacağı pozitif bilimin ilgi alanı ve sorularıdır. Aklı ve deneyi yücelten rastyonolistler pozitif bilimin gelişmesine böyle katkı sağladılar. Ancak Tanrı fikrine direnç gösteren Hümanistler ise bilimi din gibi doğma haline getirdiler ve inanç sistemlerini oluşturdular. Bu noktada Hümanizm yeryüzü dini oldu ve pozitif bilimden ayrıldı.
Bilim ve Din sınır sorunu
Din iyi, doğru, güzel ve gerçeği araştırırken, bilimin metodolijisini ve kavramlarını reddettiğinde çatışma ortaya çıktı.
Çağımızda insanlar entelektüel bütünlüğü koruyarak sorulan her türlü pragmatik sorulara cevap almak istemektedirler. Tanrı’nın varlığını bana kanıtla, neden ibadet etmeliyim, öldükten sonra hayat var mı, Tanrı’nın sıfatları nelerdir? gibi sorular geçmiş çağlardan çok fazla soruluyor. Geçtiğimiz çağlarda bu sorular bilgisizlik kaynaklı sorulardı. Ama bugün pozitif bilim adına bu sorular soruluyor. Eğer günümüzün inanç sistemleri Tanrı’nın varlığı tartışılmaz, ibadetin gerçekleri tartışılmaz ön kabulü ile hareket ederlerse pozitif bilim tarafından reddedilirler.
Bir din adamı dini verilerini pozitif bilimin metolojisine açar, yanlışlanan görüşlerini değiştirebilmeye hazır olursa bilimle arasında sorun kalmaz.
Bir pozitif bilim insanı bilimsel yöntemleri dini değerlere uygular kanıtlanan dini bilgileri kabul eder akla en yakın açıklamayı benimserse dinler arasında sınır ihlali oluşmaz.
Aslında bilim evrenin nasıl yaratıldığı ile, din ise neden yaratıldığı ile ilgilenir. Bu sınırlarda kalan ilişki çatışmaz, birbirini tamamlar.
Örnek vermek gerekirse, bilim DNA’daki şifrelerin nasıl olduğu, ne yazıldığı ile ilgilenir. Din ise DNA’daki şifrelerin neden yaratıldığı ile ilgilenir. Eğer bilim DNA’daki şifreler amaçsız bir araya geldi derse sınırını aşmış olur. Eğer Din DNA’daki şifrelerle oynamak, ilgilenmek gereksizdir ve lüzumsuzdur derse sınırını aşmış olur.
Pozitif bilim “Evrenin nasıl yaratıldığı benim ilgi alanım, neden yaratıldığı benim yöntemlerimin sınırını aşar” diyebiliyorsa dinle çatışmaz. Eğer Din “Evrenin nasıl yaratıldığı ile uğraşıp Tanrı’nın yarattığı yöntemleri ortaya çıkarmanızı destekliyorum. En mahrem yaratılış sorularını sorabilirsiniz, Tanrı ve ölümden sonra yaşamla ilgili sorular sorabilirsiniz. Kanıtlayamadığınız durumda nötr kalırsanız benim için sorun olmaz. Ama kanıtlayamadığınız bilgileri savunursanız bilimi din haline getirmiş olursunuz” derse pozitif bilim buna itiraz edemez.
Farklı sayıda din ve farklı sayıda bilim metodolijisi mevcuttur. Bu zihinsel tartışma en güçlü fikirlerin kabulünü doğuracaktır. Yanlış dinlerin anlaşılması veya pozitif bilimin yer yüzü dini olması böyle önlenecektir.
Evreni bir kitap olarak kabul edersek bu kitabın nasıl yazıldığı, kalemi, mürekkebi ve kağıdı ile pozitif bilim ilgilenir. Evren kitabının neden yazıldığı ve bütünsel anlamı ile din ilgilenir.
DNA’daki şifrelerle oynamaya karşı çıkmak dini bilimden uzaklaştırır. DNA’daki şifrelerin insanlığın zararına kullanılması bilimi dinden uzaklaştırır.
Bilim kendi ahlak sistemini oluşturamamıştır. Dinden ödünç aldığı ahlak sistemini değiştirdiği zaman pozitif bilim insanlığın zararına kullanılmış olur. Örnek vermek gerekirse atom çekirdeğindeki dizilere müdahale etmek ve enerji üretmek pozitif bilimin başarısı idi. Ahlaki standardı bozulduğunda atom bombası oluşturarak insanlığa zarar verdi.
Bugün aynı tehlike DNA için geçerlidir. DNA zincirine müdahale edilerek bitkilerde köklü değişiklikler yapılıyor, üretim arttırılıyor. Eğer insan geni ile oynanırsa insan-hayvan arası canlılar ortaya çıkabilecektir. Yahut maymun geni ile oynayarak insana benzer canlılar oluşturulabilecek. Maymun genlerinden insan görünümlü ama maymun davranışlı canlılar ortaya çıkabilecek. İnsanlığı öğrenemeyen insan görünümlü canlılara insan denilemez fakat bugün pozitif bilimde bu artık akla yakın gözüküyor.
Evrime kökten karşı çıkanlar din adına karşı çıkmamalılar. DNA’nın değiştirilebilirliği mümkün. İlk insan topraktan yaratılmıştır. DNA’da toprakta oluşan inorganik ve organik maddelerin dizilimidir. Kuran’ı Kerim’de ışınsal varlıklardan insanı ayırt etmek için Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığının söylenmesi bilime ters düşmez ki. Allah’ın mutlak gücünün maymun DNA’sına ihtiyacı yoktur. Bu maymun DNA’sı insan DNA’sı haline getirilmesi laboratuarda mümkün olursa dinin yorumu ne olmalı? Yorum bulmazsa, reddederse akla bilime ters düşmez. Dinin bunda duruşu “DNA’yı insanlığın zararına kullanmayın, insan suretindeki maymunlara insan denilmez. İnsan aklına sahip maymunlar ortaya çıkarsa insanlığın yararına olmaz, yaratıcısının işine karışmış olursunuz. Böyle bir şey yaparsanız da sonucuna katlanırsınız, tıpkı nükleer enerjide olduğu gibi” olmalıdır. DNA araştırmalarına din adına karşı çıkmak dinin sınırlarını aşmak anlamına gelir.
Din ve pozitif bilimin sürtüşme içerisinde olduğu evrim konusuna bu şekilde yaklaşıldığında iki disiplin birbirini tamamlamış olur.
Pozitif bilim pragmatiktir
Yanlışlanamayan sorulardan bilimsel cevaplar üretilemez. Pozitif bilim doğal dünyaya ilişkin hipotezler üretir, formüle eder. Doğa üstü sebepleri tamamıyla reddetmez, ama verimsiz olduğunu düşünür. Son seçenek açıklama olarak ele alır.
Pozitif bilim bilimsel araştırmaların yüksek standartları ile paranormali, normal dışını, mistizmi, soyut gerçekliği bu bilimsel standartlarla ölçer. Pozitif bilimin yüksek standartları gerçekliği sadece maddesel, somut gerçekliğe indirgemeyi terk etti. Soyut gerçeklik sanat gerçeklik gibidir. Maddesel keskinlikle hareket edilmez. Tıpkı internet ortamı gibi sanal bir ortamda banka hesabınızdan bir milyon doları başka banka hesabına havale etmeniz gibi. Ortaya çıkan durum somut ama standardı sanaldır ve bilimsel gerçekliktir. “Görmediğim şeye inanmam” diye aklı görselliğe indirgeyen yaklaşım materyalist indirgecilik gibi tarihin çöp sepetinde kalmıştır.
Kanıta dayalı DİN
Pozitif bilim evrendeki gerçekler karşında kibir ve üstünlük güdemez. Doğaya hakim değildir. Doğaya hakim olmak iddiası, damar tansiyonuna hakim olamayan bir insan için sınırını bilmemektir. Kibir ve üstünlük yanılgısıdır. Bilim dünyadaki yerimizi doğru tanımlayamazsak bilimsel kisveye bürünmüş yeryüzü tanrıcılığı yapmış bilim oluşur. Bu durumda bağnazlığın bir türüdür.
Bilim otorite veya doğa üstü güce dayanarak hareket etmez. Kanıta dayanarak hareket eder. Ama doğa üstü gerçekliği bilimsel bir olgu olarak seçenekleri içerisinde düşünür. Dini görüşleri olgu olarak almayan bilimsel yöntem önyargılı bir yöntemdir.
Eğer din kendi bilgilerinin sorgulanmasına karşı çıkarsa akla ve bilime ters düşer. Vahiy bilgilerini kanıta dayalı sorgulamaya açmayan dinler mevcuttur. Hıristiyanlığın teslis inancı veya Budizm’in ruh inancı gibi. Bilim imanla uğraşmaz pozitif bilime rağmen yanlış bilgiye inanan kanıta dayalı olmayan bir dine inanan insan yanlış yapıyorsun der yoluna devam eder. Akla ve bilime uymayan inanç sistemleri tarihin çöp sepetinde kalırlar. Sorgulanmadan kaçan inanç sistemleri hayatiyetlerini sürdüremezler. Kendine güvenen din ve inanç sistemleri bilimin sorgulamasından kaçmaz tartışır. Sınırlarını koruyan din ve bilim ilişkisi insanlığın geleceğini aydınlatacaktır. Dinin hayata anlam katma özelliği, teselli etme gücü ve ölümden sonrasını açıklama kapasitesine bilimin ihtiyacı vardır. Aynı şekilde dininde bilimin yöntemlerine, metodolijisine gerçekleri ortaya çıkarmak için ihtiyacı vardır.
Kendine güvenen din bilimi pozitif bilimler tarafından test edilmekten korkmaz ve çekinmez. Aynı şekilde çıkan gerçeklerin bilimin özgürlük alanını sınırlandırma ihtimalide gerçek bilim adamlarını tedirgin etmez.
Bu bakış din ve pozitif bilimin birbirini tamamlaması ve eşgüdümüne neden olur. Eğer amaç gerçeğe ve evrensel doğrulara ulaşmaksa en kolay, en verimli ve en ideal yöntemin bu olduğunu objektif bakış açısı olan her birey onaylayacaktır.
OKU
BİLDİKLERİNLE AMEL ET
İNSAN OL, SAMİMİ OL, ADİL OL
SIR TUT
SU-İ ZAN DA İSABET EDECEĞİNE, HÜSN-Ü ZAN DA YANIL
ELİN KAPIN SOFRAN AÇIK OLSUN
DİLİNE SAHİP OL
İNCİNSENDE İNCİLTME
HER NE ARARSAN KENDİNDE ARA
DAĞITAN DEĞİL, TOPARLAYAN OL
DENGE VE DÜZEN TUTTURAN OL
BOŞA DEĞİL, DOLUYA BAK
GÜLER YÜZLÜ, TATLI DİLLİ OL
DAİMA HAK SÖYLE, GÜZEL AHLAKLI OL
AFFEDİCİ OL, SABIRLI OL, TEVAZU SAHİBİ OL
OKU: yararlı şeyleri oku. Önce kafa çalıştıracak şeyler, sonra hayali artıracak romanlar, sonra da dinlendir. Hergün bir ayet ve bir hadis mutlaka oku ve amel etmeye çalış. Okurken seçici davran, kötü şeyleri okuma. Sürekli eğitimi hedef al.
BİLDİKLERİNLE AMEL ET:akşam okuduğunu sabah uygulamaya çalış. Hiç bir şey yapmasan okuduğunu bilincine yerleştir ve imanını kuvvetlendir.
İNSAN OL, SAMİMİ OL, ADİL OL:herkese merhametli ol. Düşmanının da insan olduğunu unutma. Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme./samimi ol, sıcak ol, inandığını söyle, söylediğine inan./önce adaletli ol sonra iyilik yap. Adil olmadan iyilik yapmaya kalkma. Kimsenin sırasına tecavüz etme. Kimsenin sırasını başkasına verme.
SIR TUT:kimsenin söylediğini başkasına aktarma. Kim ne söylerde anlamazsan yine ona sor, başkasına sorma. Komşuda duyduğunu eşine taşıma. Annenlerde duyduğunu eşine taşıma. Eşinin sırrını annenlere götürme. Bazı şeyler sende kalabilsin.
SU-İ ZAN DA İSABET EDECEĞİNE, HÜSN-Ü ZAN DA YANIL: filanca şöyle diye isabetli bir şey söyleyeceğine, bildiğini güzelliğe yalan olarak değiştir ve öyle söyle. Rakı içene süt içiyor de. Bira içene şişeye su koymuş da su içiyor de. Geçmişe tövbe et, geleceğinden emin olma, çünkü bilmiyorsun, bugünü doku, değerlendir.
ELİN KAPIN SOFRAN AÇIK OLSUN:elin açık olsun yani cömert ol. Maaşından bir miktarı daima düzenli olarak bir fakir aileye aktarmalısın./kapın açık yani konuksever ol, kimseye artık kalk git der gibi usangın davranma/sofran açık olsun yani ikramdan kaçınma, her hafta bir çorba da olsa komşuna gönder.
DİLİNE SAHİP OL:kimseye kötü söz söyleme. Gıybet etme ve edeni dinleme, gıybet ediliyorsa önce önlemeye çalış, olmuyorsa orayı terket. Dedikodudan sakın. Doğruysa gıybet olur, yanlışsa iftira olur. Ağzına gelen kötü sözü önce tart, sonra söyle. Kötüyse yut.
İNCİNSENDE İNCİLTME: Aşık der incidenden/incinme incidenden/kemalde noksan imiş/incinen incidenden. (Erzurumlu alvarlı efe)
HER NE ARARSAN KENDİNDE ARA: Her ne ararsan kendinde ara. Kimsede kusur arama. Herkeste kusur arayan, ALLAH’ta da kusur arar./ Allah’ın sanatının tacellisini kendinde ara. O sanatının tümünü sende icra etti. sen de onu gör artık./iyiliği de kendinde ara ki iyilik meleği olabilesin. Kendinde insanlığını tazahür ettirmelisin. İç dünyan zenginse bu dış dünyana da yansır. Bilgiyi düşünceye dönüştürmelisin ki fikir çıksın ve insanlar bundan istifade etsin. İnandığını aşkla yap ki insanlar da etkilensin. Hayrını dervişvari yap ki insanları etkilesin. Dünyanda güzellik dürüstlük iyilik alınıp satılsın ve pahası gül olsun. Cümleler doğrudur doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen. Herkesi veli bilirsen bir zarar görmezsin. Ya yaratılışta kardeşiz ya da inanışta. Çatışmadan gelişme çıkmaz, yarışmadan gelişme çıkar. Balık gölüne göre büyür. At binicisine göre oynar. Kocan veya karın senin tutumuna göre davranır. Bu yüzden senin nasıl davrandığın onun nasıl davrandığına yol açar. Yani kendine bakmalısın, sorun varsa kendinde aramalısın.
DAĞITAN DEĞİL, TOPARLAYAN OL:kimsenin yuvasının ya da arkadaşlığının dağılmasına sebeb olma. Birleştirici ol, gerekirse bunun için yalan söyle. İkili ilişkilerde kötü söylenenler sende kalsın. İletme. Daima yapıcı ol. Bir hayır yapılacaksa hemen öne geç ve liderlik yap. Hayra teşvik et. Önce sen yap. Birlikteliklere önem ver. Kocanın istemediği kimselerle konuşma ve onları eve alma. Kocana itaat et. Kocan yanlış da söylese önce ikaz et, baktın tutmuyorsa sen onun yanlışına itaat et. Her itaatinden sevap aldığın gibi yanlış görünenin sonucunun da iyiye kalbolduğunu görürsün.
DENGE VE DÜZEN TUTTURAN OL: Her şeyde, her ortamda, her çağda denge ve düzen tutturmalısın. Aşırı olmak yerine daima bir ortalamaya dikkat etmelisin. All thing in moderation, moderation in all thing.=herşeyde ortalama, ortalama her şeyde.(ingiliz atasözü) Yıkan değil yapan, dünya ve ahiret dengesini tutturan olmalısın. Kendine de kaldırabileceğin kadar yük yüklemelisin.
BOŞA DEĞİL, DOLUYA BAK: daima bardağın ya da kişinin iyi taraflarının da varolduğunu düşünmelisin. Hep o iyi tarafıyla değerlendirmelisin. Özellikle eşinin kötü huylarının yanında iyi huylarının da bulunduğunu düşünmeli ve kötü huylarına sabretmenin Allah katında çok sevap olduğunu düşünmelisin.
GÜLER YÜZLÜ, TATLI DİLLİ OL:daima güler yüzlü ol, tatlı dilli ol. Canın sıkıldığında da güler yüzlü olmaya çalış. Suratını ekşitme. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır demişler. Acı söyleme, kusurları yüze vurma. İlla bir şeyler söyleyeceksen onu dolaylı söyle. Tatlı dilden kaybetmezsin. Söyleyeceğini tatlılıkla ima da edebilirsin. Böyle olursa cevap hakkı doğurmaz.
DAİMA HAK SÖYLE, GÜZEL AHLAKLI OL: Daima doğruyu söyle. Yalan sürdürülemez bir iştir. Bir yer gelir patlak verir. Güzel gerçektir/gerçek güzeldir denir. İç dünyan zenginse bu dış dünyaya yansır-hadis- güzelliğin dürüstlüğün iyiliğin alınıp satıldığı bir dünye olsun. Toplumu yönetici, yöneticiyi alim, alimi para ve makam bozar. Alim cesaretli olarak doğruları söyleyecek. Emri bil mağruf, nehyi anil münkeri yap, yani iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına bir iş gelirse ona da sabret. Cümleler doğrudur doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen. Bazı aykırı görüşleri savunabilecek cesrette olmalısın. Toplum bununla ilerleme sağlar./
Güzel ahlaka dikkat et. Kibir, ucub(kendini beğenmek), riya(gösteriş), gıybet, nemime(koğuculuk) iftira, hased, hubbu dünya(dünya sevgisi), öfke, cimrilik’ten uzak dur.
BAĞLI OLANLAR: Gözün bağlı ola(kendi ayıbından başka kimsenin ayıbını görmeye ve gördüğünü eteğiyle örte), kulağın bağlı ola(yaramaz haberleri ve gıybeti dinlemeye), dilin bağlı ola (kendini ifade ede fakat saygılı da ola), gönlün bağlı ola (haktan gayriye muhabbet etmeye), hırsı bağlı ola (tamah etmeye), nefsin bağlı gerek (nefsin her istediğini yapmaya, ona muhalefet ede), boynu bağlı gerek (davete muhalefet etmeye), gazabı bağlı gerek (kimseyle dava ve niza etmeye, kızınca uzak dura ve arkasından abdest ala),ayağı bağlı gerek (yaramaz yerlere varmaya), sıdkın bağlı ola (yapıştığı yerde muhkem dura, sağlam bir itikat üzere ola)
AÇIK OLANLAR: sofran açık ola, kapın açık ola, gönlün açık ola, dilin açık gerek(tatlı söz, zikir ile tesbih, ve kimsenin gönlünü kırmaya), hulki açık gerek (küçük şeyler için darılmaya, sabır ede, öfkesine hakim ola), lütfu açık gerek (sıkıntısını bildirenin işini yapabildiği kadar bitire), keremi açık gerek (kimsenin sözün reddetmeye), sehaveti açık gerek (cömert ola), gözü açık ola (ibret ile baka ve Hakkı kudretini göre), kulağı açık gerek (her sadayı Hakk’tan bile ve her sözden bir hisse ala), alnı açık ola (sırat-ı müstakim üzere ola ve utanılacak bir iş etmeye)
AFFEDİCİ OL, SABIRLI OL, TEVAZU SAHİBİ OL:Affedici ol, kusurları bağışla, kin ve garaz tutma, küslüğü üç günden fazla sürdürme, haklıyken ve hakkını alabilecekken affedersen Allah c.c. sana cennette köşk yapar. Afda hata cezada hatadan iyidir.
Sabırlı ol, eza ya da cefada sabırlı ol, evliliğinde yürümeyen şeyler olursa önce açık ve net ol, sonra sabırlı olarak dayanmaya çalış, feda etme. Kıskançlığını dengeli tut aşırıya kaçma.
Tevazulu ol, nefsini ez, ona muhalefet et, meşhur olma duygusunu frenle, bu çok kuvvetli bir duygudur.ilmi Allah’tan bilirsen teşekküre ve tevazuya gidersin. Aksi halde kibre düşersin, dikkat et. Başkasını kendine tercih et. Ne söylediğin kadar nasıl söylediğin de önemlidir.
ÎMANDAN SONRA EN BÜYÜK HAKİKAT
NAMAZ İÇİN AĞLANIR MI?
Yaklaşık on beş sene önce, bir arkadaşımızı ziyarete gidiyorduk.
Arkadaşlarımızla birlikte otobüsümüzde yol alırken sabah namazının vakti girmişti. Açıkçası, yolun ne kadar süreceğini, sabah namazına yetişip yetişmeyeceğimizi bilmiyordum. Her yolculukta yaşadığım “namaz sancısı” öylesine kaplamıştı ki her yanımı, uyuyamıyordum.
Bu güzergâhta ilk defa seyahat ettiğimden, nerede mola verileceğini ve gideceğimiz yere ne zaman varılacağını bilmiyordum. Tecrübeli arkadaşlarımdan birine yaklaştım:
- Namazı ne zaman kılacağız? Ben buraları bilmiyorum, namazı kılacağımız yere geldiğimizde bana haber ver, dedim.
Uykulu gözlerle cevap verdi:
- Tamam kılarız, merak etme.
- Sonra da gözlerini kapayıp uyumaya devam etti.
Hem de namazını kılan, çok dindar bir arkadaşımızdı o. “Merak etme” dedi, ama merak etmemem mümkün mü?
Ne zaman uyanacak, nasıl uyanacak, belli değil. Hani dese ki, “Seni uyku tutmuyorsa, beni şu saatte uyandır ki hazırlık yapalım.” Tamam. Ama yok.
Dakikalar birbirini kovalıyor, sabırsızlık içerisinde sayıyorum saniyeleri. Güneş ışığı doğmak için saniyede 300 bin kilometre hızla koşuyor. Etrafta hiçbir çaba yok. Keşke, güzergâhın nasıl olduğunu bilip abdestli olsaydım, hiç değilse arabada kılardım. Şimdi bu da mümkün değil.
Çaresiz, bir diğer arkadaşımıza yöneldim:
- Namaz geçmek üzere… Ben şoföre namaz için ricada bulunacağım. Durmazsa ineceğim, dedim. Kaşlarını çattı, alaycı bir ifadeyle:
- Ya sen aklını mı kaçırdın, dedi.
Şaşırdım, üzüldüm, kırıldım. Namazlarını kıldığını bildiğim bir kimseydi o. Gerçekten ben aklımı mı kaçırmıştım? Otobüste mışıl mışıl uyuyup, uslu uslu, ses çıkarmadan, Rabbimi düşünmeden oturmalı mıydım?
Kendimi sorguladım. Sabah namazını bu kadar düşünmekte haksız mıydım? Cevabını, merhum babamdan dinlediğim şu hatırada bulabilirsiniz:
Babam, 1950′lerde Emirdağ’da, dayısına misafir oluyor. Onların iş yeri, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin kaldığı evin tam karşısında.
Geceyi dayısıgilde geçiren babam, sabahleyin bir ağlama sesiyle uyanıyor. Meğerse dayısının oğlu Ceylan (Ata) hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Kocaman delikanlı, ama çocuk gibi gözyaşı döküyor.
Bu durum karşısında, başına kötü bir olay geldiğini veya acı bir haber aldığını sanan babam:
- Hayrola Ceylan, neyin var, niçin ağlıyorsun, diye soruyor. Aldığı cevap ilginç:
- Sabah namazına kalkamadık. Baksana, güneş doğmuş. Onun için ağlıyorum.
Benzer bir olay, Mehmed Paksu Hocanın dedesinin başından geçiyor. Dedesi tarlaya ekin biçmeye gidiyor. Tabiî, uzun yaz günlerinde geç saatlere kadar çalışıyor. Yorgun ve bitkin bir şekilde uyuyor. Sabah kalktığında bir de ne görsün? Güneş doğmuş ve sabah namazı kaçmış.
Namazı kaçırdığına o kadar üzülmüş ki, hıçkırıklara boğulmuş. Beyaz sakalını kırmızı toprağa sürerek, ağlıyor ve sürekli şöyle diyormuş:
- Ben ne yaptım, ben ne yaptım da sabah namazını kaçırdım?
O kadar ağlamış ki, beyaz sakalı, toprağa sürmekten dolayı kırmızılaşmış.
Evet, namaz için ağlanır, namaz için akıl kaçırılır, ona can ve canan feda edilir.
Ama şimdi bu gerçek tam anlaşılmıyor.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sabah namazını düşünmek “delilik”, kalkamayınca ağlamak “gariplik” olabiliyor!
Gerçekten sabah namazını kaçırınca üzülmemiz gerekmez mi?
“İmandan sonra en büyük ve en mühim mesele olan namaz” in bir vakti geçirilince hiçbir şey olmamış gibi normal mi karşılamalıyız?
Bir vakit namazı kaçırmak sıradan bir hadise mi?
Sabaha kadar dünya kupası maçlarını izlemek mantıklı, ama sabah namazını düşünmek gereksiz mi?
Oysa uykusundan uyanamadığı için üniversite imtihanını kaçıran bir genç, üzüntüsünden, kahrından, yeri göğü yıkabiliyor.
Peki, Peygamberimizin (s.a.v.), iki ayrı hadiste, “Dünya ve içindekilerden hayırlıdır” dediği sabah namazının sünneti ve farzı, bir maç kadar önemli değil mi?
Dünya ve içindeki tüm hazinelerden daha değerli olan sabah namazı, bir üniversite imtihanı kadar ehemmiyet taşımıyor mu?
Namaz için ağlamak, üzülmek gerekmiyor mu?
Büyük velîlerden Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün sabah namazına uyanamaz. Sabah olduğunda o kadar üzülür, o kadar ağlar, nefsini suçlayıp yüreği yanarak öylesine bir istiğfar eder ki, Cenab-ı Hak, bir ses işittirerek, affettiğini ve 70 sabah namazı sevabı verdiğini müjdeler.
Bunu gören şeytan ertesi gün o zatı erkenden sabah namazına uyarır. Çünkü mü’minler sevap kazandıklarında şeytan kahrolur. Mademki, o zatın namaz kılamaması Allah’a daha çok yalvarmasına sebep olmuştur; şeytana düşen onun ikinci kez gözyaşı döküp yalvarmasını engellemektir.
Acaba bu zamanda, sabah namazını kaçırdığında ağlayan, pişman olan, tövbe ve istiğfar eden, nasıl kalkabilirim diye çırpınan ne kadar mü’min var dersiniz?
Elimizde çok sağlıklı bir istatistik yok. Ama şu kadarını söyleyebiliriz: Bir ankete göre, ülkemizde namaz kılanların oranı yüzde 25, kılmayanlarınki ise yüzde 75. Üç büyük ilimizdeki üniversiteli gençler arasında yapılan bir ankete göre ise, beş vakit muntazam namaz kılanların oranı yüzde 10. Bunların da en çok kaçırdıkları namaz, hiç şüphesiz sabah namazı. Çünkü, ülkemizde en çok kazaya bırakılan namaz, yüzde 70 oranıyla sabah namazı.
Beş vakit namaz kılan mü’minler içinde, haftada, ayda veya birkaç ayda bir namazını kaçıranların sayısı oldukça fazla. İsterseniz, başta kendi nefsinizde, sonra çevrenizde küçük bir araştırma yapın. Bu acı gerçeği bütün çıplaklığıyla göreceksiniz.
Oysa sabah namazı ve tüm farz namazlar, başta Peygamberimiz (s.a.v.) ve onun güzide ashabının üzerinde titrediği muhteşem bir ibadettir. Bir mü’min sabah namazını kaçırdığında “aklını kaçırmış gibi” deli divane olmalı, tepesi atmalı, dünyası kararmalı, kahvaltı yapacak bir iştah bulamamak, akşama kadar kendini cezalandırmalıdır.
Sabah namazı kaçtığı gün, yer yerinden oynamalı, aklı başından gitmeli, tövbe ve istiğfar için Allah’a el açmalı, yalvarmak, af dilemelidir.
Ve hepsinden önemlisi, sabah veya herhangi bir vakit namazını kaçırma işini kesinlikle “sıradan” görmemeli, “olabilir” kabul etmemeli; nefsine, gafletine, uykusuna isyan etmelidir. Hemen, “Nerede hata ettim? Hangi tedbiri almalıyım ki, bir daha bu acıklı azaba düşmeyeyim?” diyerek çözüm arayışına girmeli, çözümü bulmalı ve derhal uygulamalıdır.
Çünkü söz konusu olan çocuk oyuncağı değil, sıradan bir olay değil, üç günlük dünya hayatını ilgilendiren bir mesele değil. Sözünü ettiğimiz; bizim, kâinatın ve her şeyin Sahibi, Sultanı, Yaratıcısı olan Allah’ın huzuruna girme; Onun dergâhında secdeye kapanma; canımız, cananımız, biricik varlığımız, sevenimiz, sevgilimiz olan Zât-ı Zülcelâle ibadet etme meselesidir.
Dünyada hiçbir şey bundan daha mühim, daha lüzumlu, daha sevimli, daha vazgeçilmez olamaz. Eğer burada bir eksiğimiz varsa, hata bizdedir.
Bir mü’min, haftada bir, ayda bir sabah namazı kaçırmayı normal göremez, kabullenemez! Namazlarımızı kaçırıyor-sak, bu gidişe dur demek, silkinmek, titremek, ihmalimize isyan etmek, “Artık yeter” demek durumundayız.
Kulu olmakla iftihar ettiğimiz Rabbimiz bizden böyle bir umursamazlık, böyle bir vurdumduymazlık istemiyor.
Ümmeti olmakla şereflendiğimiz Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bize ihmalkârlığı ders vermiyor. Onun bütün ömründe kaçırdığı sabah namazı sadece bir tanedir. O da, savaş dönüşü, aşırı yorgun ve uykusuz olduğu bir zamanda, nöbetçinin uyuması yüzünden ve belki de ümmetine böyle durumlarda nasıl davranması gerektiğini ders vermek hikmetiyle olmuştur.
Gerçek bu iken tüm namazlara ve bilhassa sabah namazına duyarsız kalamayız.
Namaz için nasıl bir durumda olursak olalım, ister onu haftada bir, ister yılda bir, hattâ birkaç yılda bir kaçırıyor olalım; yeni bir ubudiyet şuuruyla donanmak, yeni bir cehd ve gayret kılıcını kuşanmak, yeni bir tebliğ ve ikaz harekâtı başlatmak durumundayız. Muhterem M. Fethullah Gülen Hoca efendi’nin, “Gelin işe namazdan başlayalım” şeklindeki tavsiyesini bütün faaliyetlerimizin odağına koymalıyız.
Elinizdeki kitap, “namaz” mücadelesinin acılı-sevinçli, kederli-mutlu bir serüvenidir. “Namaz için ne yapabilirim?” diye çırpınan bir ruhun, zonklayan bir beynin çözüm arayışlarıdır. Allah’a karşı hiçbir hasenesini göremeyen, “günah hamalı” olmaktan başka elinde bir sermayesi bulunmayan, ama Allah’ı sevdiğine inanıp, Ona hakkıyla ibadet edemediğine yanan bir kardeşinizin çözüm önerileridir.
Kitabın, “namaz” dâvasında hiç değilse zihinleri düşünmeye sevk etmesini ve çok daha kapsamlı teşebbüslere vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
Cemil Tokpınar Haziran 2002
EN BÜYÜK İBADET: NAMAZ
1. Namaz en vazgeçilmez ibadet
Rabbimizin bize emrettiği en büyük ve en vazgeçilmez “namaz ibadeti”ni hakkıyla ve eksiksiz yerine getirebilmemiz için ilk şart, “namazın önemini çok iyi kavramak”tır.
Her şey önemi derecesinde vazgeçilmezdir. İslâm büyükleri, ölüm döşeğinde bile namazlarını kılmaktan vazgeçmemiştir. Ama biz, ahir zaman Müslümanları, hiçbir gerçek mazeretimiz olmadığı halde namazlarımızı terk edebiliyoruz.
Gereken önemi verseydik böyle durumlara düşer miydik? Yemekten, sudan, havadan vazgeçtiğiniz oldu mu hiç? Daha fazla imkâna kavuşabilmek için yapılan “açlık grevi” dışında hiçbir insan, yeyip içmeyi terk etmez, unutmaz, vazgeçmez.
Maddî hayatımızın devamı bu ihtiyaçlarımızın karşılanmasına bağlıdır. Onların önemi ve değeri, onları vazgeçilmez kılmıştır. Manevî hayatımızın canlılığının devamı da, başta namaz olmak üzere tüm ibadetlerimizi hakkıyla yerine getirmemize bağlı olacaktır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ve yüce sahabeleri, Bedir Savaşının en şiddetli ânında bile namaz kılmayı ihmal etmemişlerdi. Canlarını kurtarmayı değil, sonu ölüm de olsa namazı tercih etmişlerdi.
Niçin? Çünkü biliyorlardı ki, canı korumak, canı bağışlayanın elinde. Namaz ise, canı verenin emri. Canlar cananının emrini hiçe sayan candan hayır gelir mi? Hem bütün canları elinde tutanın emri hiçe sayılarak o can korunabilir mi?
Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (k.s.) Hazretleri, en şiddetli hastalık ânında dahi ibadetlerini ihmal etmemiş, hattâ rahatlaması için ayağının uzatılması üzerine hemen ayağını geri çekmiş:
- Rabbime saygısızlık yapamam, demişti.
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, bir Ramazan ayında, çok şiddetli bir hastalık döneminde, beş gün boyunca, çok az yiyip içmiş, ama namazını ve orucunu asla ihmal etmemişti.
Onlar namazı nasıl görüyorlardı ki, onun önünde hiçbir engel tanımadılar? Günümüz Müslümanının eksiği ne ki, en basit bir engelde namazdan kolayca vazgeçiyor?
İşte burada Rabbimize ve Onun Yüce Resulüne (s.a.v.) yönelmemiz gerekiyor. Çünkü namazı bize emreden, öğreten, anlatan onlardır. Namazı biz icat etmedik. Durup durduk yerde, “Bizi Yaratanı nasıl hoşnut edebiliriz? Gelin şöyle yatıp kalkalım ve dua edelim” diyerek namazı biz uydurmadık.
Namazı Allah emrettiğine göre, namazın önemi konusunda da Ona başvurmamız gerekiyor. Yoksa, hem “Müslümanım” deyip, hem de namaz konusunda dilimizle veya fiilimizle akıl yürütemeyiz. “Müslüman”, Allah’a teslim olan, her meselede Ona başvuran, Onun rızasını gözeten demek, değil mi?
Oysa namaz konusundaki ihmaller, kusurlar, tembellikler ve öne sürülen bahaneler, “Allah’a teslim olunmadığını” gösteriyor. Bu ise, büyük bir çelişkidir, büyük bir hatadır. Bunun için namaz konusunda nefsimizi konuşturmak yerine Allah’ın kitabına, Onun Yüce Resulüne (s.a.v.) ve bu iki kaynaktan beslenen İslâm âlimlerine yönelmek gerekir.
Acaba onlar, namazı nasıl görmüşler, nasıl bir önem ve değer vermişler, nasıl anlatmışlar, nasıl kılmışlar? Bunları öğrenirsek, namaza verdiğimiz önem artar ve namaz hiçbir zaman vazgeçemediğimiz bir eylem olur. Namazı, hayatının en vazgeçilmez bir parçası yapmak isteyen Müslümanın ilk kazanması gereken, “sağlam ve güçlü bir iman” dır.
Emirler ve yasaklar; geldikleri makama olan inanç, saygı, güven ve bağlılığın derecesine göre önem ve değer kazanırlar. Bir çocuk, kardeşinin emrine kulak asmayabilir. Ama babasına itiraz edemez.
Eğer bir kimse, “Müslümanım” dediği halde namazını kılmıyor veya ihmaller gösteriyorsa ilk problemi bellidir: Allah’a olan inancı sağlam değildir. Çünkü insan bir ağaç veya bina gibidir. Onun kökü ve temeli, imandır. Dalları ve duvarları ise, ibadetlerdir.
Kökü hastalanmış bir ağacı dallarını ilaçlayarak kurtaramadığımız gibi, ‘temelleri sarsılmış bir binayı da odalarını boyayarak tamir edemeyiz.
Bu örneklerde olduğu gibi, namazında ihmali olan bir mü’min de önce imanını kuvvetlendirmelidir ki, namaza dört elle sarılsın. Her yerde hazır ve nazır olan Allah’ın, her an kendisini görüp gözettiğini çok iyi bilmelidir ki, hareketlerine çekidüzen versin ve namazını hiç bırakmasın.
Hepimiz, “Acaba güçlü ve sarsılmaz bir imana nasıl sahip olabiliriz? Dünyamızı ve âhiretimizi aydınlatacak bu muhteşem gücü nasıl kazanabiliriz?” diye düşünmeliyiz.
Kendimizi, bile bile tehlikeye atamayız. Namazı ihmal etmenin dünyada ve ahirette bizi uğratacağı acıklı hâli bilmeyerek vurdumduymaz olamayız. Böyle bir umursamazlık bize yakışmaz. İnsan varlıkların en akıllısı, sonunu en iyi düşüneni ve çıkarını en fazla kollayanı değil mi?
Namaz, kılındığında en fazla sevap kazandıran, ihmal edildiğinde ise en büyük azaba sebep olan bir ibadet olduğuna göre, her gün namazı düşünmemiz, her gün bir adım daha ilerlememiz gerekmez mi?
2. Güçlü iman nedir?
İman ve ibadetle ilgili birbirine yakın üç kavram vardır. Bunlar, “huzur-u daimî”, “hakka’l-yakîn” ve “ihsan”dır.
Hakka’l-yakîn, kendisinden önce gelen iman mertebelerinden ilme’l-yakîn ve ayne’l-yakînin üçüncüsü ve en üstünüdür.
İhsan, iman ve İslâm’dan sonra gelir ve ibadette en kemal mertebedir.
Huzur-u daimî ise, her an Allah’ın huzurunda olduğunu hissetme hâlidir ve mârifetullahta pek mühim ve faziletli bir yeri vardır.
Bunların hepsi de, tahkiki imanla ilgilidir. Çok kuvvetli ve sarsılmaz bir imanın ifadesidir.
Hakka’l-yakîn, iman hakikatini tam hissetmek, zevk etmek ve yaşamaktır. Nasıl ki, mutfaktaki yemeğin varlığı üç yolla bilinir. Birisi onun kokusunu duyunca ne olduğunu anlamaktır ki, buna ilme’l-yakîn denir. Diğeri, gidip gözle görmektir ki, ayne’l-yakîndir. Üçüncüsü ise, bizzat yemek, onun tadına bakmak ve özelliklerini hissetmektir. Nasıl ki, sonuncusu en kuvvetli bilgi ise, hakka’l-yakîn de, en kuvvetli iman metrebesidir.
İhsan ise, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Peygamberimiz bir hadislerinde bunu anlatırken, “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor” buyurmuştur. Bu durumda ihsan, “Allah’ın seni gördüğünü bilme şuuru”dur bir bakıma.
Bir gün Allah dostlarından birisi, namaz kılarken evine hırsız girmiş ve ne var ne yok her şeyi toplayıp gitmiş.
- Nasıl olur, sen evde iken her şeyi alır gider. Hiçbir şey duymadın mı, diye sormuşlar.
- Ben o anda namaz kılıyordum. Rabbimle beraberdim. Hiçbir şey ne gördüm, ne duydum, demiş.
İşte ihsan budur. Tıpkı Hz. Ali Efendimizin (r.a.) ayağına batan oku, namaza durduğu zaman çıkarmalarını istemesi gibi. Çünkü o anda kendinden geçiyor ve namaz ona, ameliyat anında kullanılan bir anestezi görevi görüyor. Dış âlemden kopup, ulvî âlemlere dalıyor.
Huzur-u daimî, “Ve Hüve meaküm eynemâ kuntum” âyetinin sırrına mazhar olmaktır. Yani “Siz nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4)
Günün 24 saatinde, ne kadar mekân değiştiriyorsak değiştirelim, nereye gidersek gidelim, her yerde isim ve sıfatlarıyla hazır ve nazır olan Rabbimiz bizimle beraberdir.
“İmanın en mükemmeli, nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilinendir” buyuran Peygamberimiz (s.a.v.), hem bu âyeti, hem de huzur-u daimîyi açıklamış oluyor.
Huzur-u daimî, Allah’ın varlığını, isimlerini ve sıfatlarını öyle bir hissetmektir ki, her ânının Onun bir ihsanı ve her davranışının Onun kontrolü ve gözetiminde olduğunu bilmektir. Âyetlerde belirtilen, “Onun izni olmadan bir yaprak bile düşmez”, “O gönüllerinizdekini bilir”, “O, kişi ve kalbi arasına girer” gibi manalar, inandığımız, kabul ettiğimiz gerçeklerdir. Her mü’min bunu kabul ve tasdik eder. Ancak huzur-u daimî, “her an bu gerçeklerin farkında olduğunu bilerek yaşamak” tır.
Allah’ın kendisini görüp gözettiğini, bütün isim ve sıfatlarıyla her yerde tecelli ettiğini, her şeyiyle Ona teslim olduğunu bilen ve her an bu gerçekleri hisseden bir insan, günah işleyebilir mi? Haksızlık yapıp, yalan söyleyebilir mi? Huzur-u daimîyi bütün zerreleriyle hisseden bir mü’min, ezanlar asumanı çınlatırken namaza koşmak dışında bir başka işle meşgul olabilir mi? Hele ibadetlerini ihmal edebilir mi? Sabah namazı vakti geldiğinde uyumaya devam eder mi?
Mümkün değil. Onun varlığına yürekten inanan, her yerde hazır ve nazır olduğunu bilen, hayatının ve ölümünün, sevincinin ve üzüntüsünün ancak ve ancak Onun kudret ve iradesinde bulunduğunu tam kabul eden bir mü’min, Allah’ın emir ve yasakları dışına çıkamaz.
İşte bu makama ulaşan maneviyat büyükleri, kalplerinden geçen düşüncelere bile dikkat etmişler, kötü bir şeyi hayalen bile olsun düşünmemeye gayret göstermişlerdir.
Bu yüce makamın yücelerinde olan Bediüzzaman Hazretleri, bir saniyesini bile boş geçirmeden ibadet eder, diz çökmekten ayakları yara olur. Talebesi Molla Resul böylesi takvayı aklına sığıştıramaz ve nazı geçtiği için şunları söylemekten kendini alamaz:
- Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor.
O zat, huzur-u daimîyi anlatırken sık sık, bir Arap şairine ait olan şu ifadeyi zikreder: “Her şeyde Allah’ın birliğine delâlet eden bir âyet vardır.”
Evet, huzur-u daimî aynı zamanda her şeyle Allah’ı bulmak ve bilmektir. Hava, su, dağ, taş, orman, deniz, nehir hep Allah’ı anlatır. Atom, hücre, çekirdek, an, yumurta, çiçek, balık, meyve, ağaç Onun isim ve sıfatlarına ayna olur. İşte huzur-u daimî, bütün varlıklara bakıp Allah’ı hatırlamak, Onun isim ve sıfatlarını kavramaktır.
3. Güçlü iman nasıl kazanılır?
Daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi, iman, bir binanın temeli veya bir ağacın kökü gibidir. Nasıl ki, ağacın kökün-deki değişim ve gelişim dallarında ve meyvelerinde etkisini gösterir; imandaki terakki de insanın ibadetlerinde duyarlılığa, devama ve gelişime sebep olur.
Bu iman, teknolojik alet ve makinelere hareket veren elektrik veya bedene canlılık kazandıran ruh gibi, fonksiyonel ve etkilidir. Hiç şüphesiz bahsini ettiğimiz, basmakalıp, üstünkörü, ruhsuz, cansız, etkisiz, kuru bir iman değildir. Kast ettiğimiz, Kur’an’da ve hadislerde anlatılan, başta Resulüllah’ın (s.a.v.), ashabının ve maneviyat büyüklerinin yaşadığı coşkun, hareketli, muhteşem imandır.
İşte bu imanı Yüce Rabbimiz, binlerce ayetle anlatıyor. Belki diyebiliriz ki, Kur’an’ın yarısı bu imanı anlatan ibret dolu âyetlerle doludur. Yoğun bir biçimde Kur’an’ın imanî ayetlerini açıklayan Risale-i Nur’da anlatılan iman ise, Kur’an’ın istediği o coşkun ve fonksiyonel imandır.
Bu iman, Rabbimizin sadece varlığını değil, aynı zamanda isim ve sıfatlarını, hatta şuunatını ve tecellilerini bilmekle elde edilir. Çünkü Muhyiddin-i Arabi’nin dediği gibi, “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.”
“Allah bilgisi” diyebileceğimiz, mârifetullah, Onun sadece varlığına inanmakla meydana gelmez. Onun bütün isimlerini, sıfatlarını, şuunatını ve bunların zerreden kürelere kadar her şeyde, her varlıkta tecellilerini anbean, günbegün görmekle, bilmekle, inanmakla elde edilir.
İnsan kendi vücudunda, duygularında, âlemdeki bütün varlıklarda bu tecellileri defalarca görmeli, her fırsatta tefekkür etmeli, Rabbine olan bağlılığım her an tazelemelidir. Zaten Peygamberimizin (s.a.v.) bir hadislerinde, “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 1: 310) demesi, bu sırra işarettir.
Ancak “tefekkür”, uçsuz bucaksız, sınırsız, kuralsız bir kavramdır. Onu yapabilmek için bir kurallar silsilesi, bir program, bir rehber lâzımdır. İşte Risale-i Nur, Kur’an’ın imam âyetlerini anlatan muazzam bir programdır. Yoksa plânsız, programsız, kuralsız; hangi varlığın, hangi cihetle Rabbimizin hangi isim ve sıfatına delâlet ettiğini bilemeyiz. Onu ne kadar çok okuyup anlarsak, o derece imanımız ziyadeleşir.
Bu eseri şuurlu, plânlı, dikkatli okumanın ve ondan hakkıyla istifade edebilmenin bir dizi kuralı vardır. Bu kurallara uyulduğu takdirde istifade artar. (Bu konuyu, “Risale-i Nur’u Okuma ve Anlama Teknikleri” isimli kitabımızda genişçe işlediğimiz için ona havale ediyoruz.)
İman, nazarımızı, zihnimizi, dikkatlerimizi, Allah’tan başkasından (mâsivadan) alıp Ona yöneltmektir. Ne kadar zihnimizi dağıtan mâsivadan yüzümüzü çevirip, ilgimizi Rabbimize yöneltirsek o kadar imanımız parlar.
Bunun için de Kur’an’ın imanî ayetlerini derinlemesine açıklayan eserleri yoğun okumak gerekir. Yüzeysel, üstün-körü, göstermelik meşguliyet, istediğimiz istifadeyi sağlamaz. İmanın bütün haşmetiyle hayatımıza hükmetmesini istiyorsak, her gün ve yoğun bir şekilde meşguliyetten başka seçenek yoktur.
NAMAZIN ÖNEMİ
1. Namaz, Kur’an’da en çok emredilen ibadettir
Namazı emreden Rabbimiz olduğuna göre, bu ibadetin önemini de ancak Onun kitabı Kur’an’dan öğrenebiliriz. Namaz Kur’an’da 70′den fazla ayette doğrudan emredilmiştir. Bunun kadar çok zikredilen, üzerinde ısrarla durulan başka bir ibadet yoktur.
Rabbimizin kıyam, rükû, secde, tekbir, teşbih, hamd, şükür, zikir, ibadet, salih amel, takva ile ilgili emirleriyle en başta kast ettiği ibadet, yine namazdır. Yani, Allah kıyamı, rükuu, secdeyi emrediyorsa kast ettiği namazdır. Kendisini zikretmemizi, nimetlerine şükretmemizi, teşbih ve tazim etmemizi istiyorsa, yine kast ettiği büyük ölçüde namazdır. İbadeti emreden tüm ayetlerde en büyük hisse namazındır. Salih amelin başı namazdır. Takva da önce namaz kılmakla olur. Bu tür ayetlerin sayısı ise, yüzlercedir.
Birkaç örnek verelim: Bakara Suresinin ikinci ayetinde, Kur’an’ı muttakiler (Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar) için bir yol gösterici olarak nitelendiren Rabbimiz, onların ilk özelliklerinin imandan sonra namaz olduğunu belirterek, onları kabir ve Cehennem azabından kurtulmak ve Cennete girmekle müjdeliyor. Demek ki, takva ile ilgili tüm ayetlerin hedefi öncelikle iman ve namazdır.
Enfal Suresinin başında ise, gerçek mü’min olmanın şartları arasında namaz vardır. İşte bizleri derin düşüncelere sevk edecek ayetler:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Onun ayetleri okunduğunda imanları ziyadeleşir ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunurlar. İşte onlar gerçek mü’minlerin ta kendisidir. Onlar için Rableri katında yüksek derecelerle günahlardan bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfal: 2-4)
Rabbimiz namaz kılmayanı gerçek mü’min saymadığına göre, namazı terk edersek ahirette bizi hangi bahane kurtarabilir?
Bizlere kurtuluş müjdesi veren Mü’minûn Suresinin ilk on ayetinde ise iki yerde namazdan bahsedilir. Kurtulan mü’minlerin birkaç özellikleri içinde ilk sayılan “huşu içinde namaz kılmak”tır. 9. ayette ise “namazı devamlı ve şartlarına uygun olarak vaktinde kılmak” sayılır.
Ayrıca, “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin. Sabah akşam Onu teşbih edin.” (Ahzab: 41-42) ayetini açıklayan alimler, “sabah akşam teşbih etmenin” sabah ve akşam namazları olduğunu belirtmişlerdir.
Tüm bu ayetler karşısında düşünelim: Her şeyi yaratan, her şeyin varlığını kudret elinde tutan, her şeyi idare eden Allah’tır. En basit bir âmirin emri karşısında hemen boyun eğen biz insanların, Kâinatın Yaratıcısının bunca emir ve ısrarı karşısında tir tir titrememiz gerekmez mi?
Okulda öğretmenimiz, işyerinde müdürümüz, askerde komutanımız bir iş emrettiğinde derhal yapıp, onların sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmak isterken, nasıl olur da Rabbimizin bu emirlerine karşı ilgisiz kalabiliriz? Nasıl olur da, her şeyi elinde tutan Zât-ı Zülcelâle sanki kafa tutar gibi, sanki meydan okur gibi, sanki “Sen ne emredersen emret, benim daha önemli işlerim var” dercesine, namaz kılmadan durabiliriz? Kur’an ısrarla mü’minin, Müslümanın, muttakinin birinci şartını namaz olarak görürken, bizler nasıl olur da “Müslümanlığın namazsız olabileceğini” kabul edebiliriz?
Peygamberimize (s.a.v.):
- Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir, diye sorulunca:
- Vakti gelince kılınan namazdır, buyurdu. (Buharî, Namaz Vakitleri: 6)
Bu hadis gösteriyor ki, namazdan daha üstün bir ibadet yoktur ve olamaz.
Ayrıca namaz, imandan sonra en önemli ibadettir. Kâinatta ve İslâmda, imandan sonra en büyük hakikat, namazdır. Bakın Rabbimiz bu konuda ne buyuruyor:
“İman eden kullarıma söyle: Namazı dosdoğru kılsınlar…” (İbrahim: 31)
Emredersin Rabbimiz! İşittik ve can ü gönülden itaat ediyoruz.
2. Namaz, mü’minin miracıdır
İslamın ilk yıllarından beri kılınan namaz, Mîraç’ta Rabbimiz tarafından Peygamberimize (s.a.v.) perdesiz ve doğrudan bildirilmiş, beş vakit olarak kesinleşmiştir. Biz Müslümanlar, “Namaz, mü’minin mîracıdır” hadisinin hakikatini tam anlayamıyoruz. Namazın binler güzelliğinden sadece bu özelliği bile tek başına ona sarılmamız ve onu vazgeçilmez kabul etmemize yeter. Çünkü okunan her ezan, Allah’ın namaz emrini hatırlatan, bizi Onun huzuruna çağıran İlâhî bir davettir. Her çağrı, ruhumuzun derinliklerine kadar bizi sarsan, sevinç ve heyecana boğan, coşkuya sevk eden bir ilândır.
Düşünün bir kere: Bizi çok sevdiğimiz bir arkadaşımız veya bir büyüğümüz veya bir devlet başkanı huzuruna çağırsa, gitmez miyiz? Devlet başkanının sarayında bir ziyafet olsa hiç geri durur muyuz? Bir insan düşünün ki:
- Şevketli sultanım, seni sarayına çağırıyor. İkram ve izzette bulunacak, takdir edip hazinesinden çok değerli hediyeler verecek, şeklinde bir çağrı alsa ve buna karşılık:
- Benim işim var gelemem, dese, buna akıllı diyebilir miyiz?
Hatta bir arkadaşının telefonuna cevap vermeyen kimse var mıdır?
Diyelim ki, bizi Peygamberimiz (s.a.v.) huzuruna çağırıyor. O tatlı hatıralarını okuduğumuz sahabeler gibi, biz de onu göreceğiz, sohbet edeceğiz. Koşarak gitmez miyiz? İnanın ben sürüne sürüne de olsa gider, o Yüce Nebinin elini öperim. Bırakın canlısını, mübarek kabrini ziyaret için haccetmeye güle oynaya gitmiyor muyuz?
Oysa bize namazı emreden Yüce Rabbimiz, bizim en vefakâr dostumuz, en çok derdimizi dinleyen ve çaresini veren sevgilimiz, her saniye bizi ikram ve hediyelere boğan sultânımızdır. O öyle yüceler yücesidir ki, üzerimizdeki ikram ve ihsanını bir an kesse, bir saniye bile yaşayamayız.
İşte namaz, O Sultanlar Sultanıyla buluşmak, görüşmek, konuşmak gibidir mü’min için. Ezanı her dinlediğimizde hiç ertelemeden, şevk ve heyecanla Onun huzuruna koşmak gerekir.
Öte yandan Rabbimizin huzurunda diz çöküp Tahiyyat’ı okurken Peygamberimizin (s.a.v.) büyük miracını hatırlamalıyız. Çünkü, Efendimiz o muhteşem gecede Rabbimizin huzuruna yükselince selâm yerine, “Et-Tahiyyatü lillâhi ve’s-salâvatü ve’t-tayyibât” yani “Bütün canlıların hayatlarıyla sundukları hediyeler, bütün ruh sahibi olan insanların, hayvanların, cinlerin ve meleklerin ve kâmil insanların, mu-karreb melâikenin ibadetleri Allah’a mahsustur” demiştir. Rabbimiz bu güzel selâma selâmla karşılık vermiş, “Es-selâ-mü aleyke yâ eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berakâ-tüh” yani, “Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerinedir ey Nebî” buyurmuştur.
Bizlere ne mutlu ki, Rabbimizin bizzat huzuruna alıp selâm verdiği Nebi, bizim Peygamberimizdir. İşte ümmetine düşkün o rahmet Peygamberi, miraçta bile bizi unutmamış, bu selâmı alırken “Es-selâmü aleynâ ve âlâ ibâdillâhissali-hîn”, yani “Selâm bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun” demiştir.
O halde müjdeler olsun bize ve tüm mü’minlere! Çünkü, miraçta kabul edilmiş muazzam bir duanın sahibiyiz. Çünkü Rabbimizle Habib-i Ekremi arasındaki bu selamlaşmanın sonucunda ümmete edilen dua, kesinlikle kabul edilmiş bir duadır. Ancak bize yüklediği tek şart var: Salihlerden olmak. Salih olmanın ilk şartı da “namaz kılmak”tır.
Tahiyyat’ın sonunda ise, yine Allah’ın emriyle Hz. Cebrail (a.s.) “Eşhedü enlâilâhe illallah. Ve eşhedü erme Muham-meden abdühû ve rasûlüh” demiştir. Tahiyyat’ı okurken bu güzel hadiseyi hatırlarsak namazımız kıymetlenmiş ve derinleşmiş olur.
3. Namaz, en büyük şükürdür
Rabbimizin bize ihsan ettiği sonsuz nimetlere karşı en güzel şükür, namaz kılmaktır. Çünkü sayısını bile bilmediğimiz ve ardı arkası kesilmeyen nimetlere, ölünceye kadar hiç bitmeyen ve günde beş vakit kıldığımız namazla karşılık verebiliriz.
Rabbimiz bize öyle nimetler vermiştir ki, onların gerçek değerinden bile habersiziz. Kimse kendisine verilen vücut organlarının, ne kadar mühim ve ne derece değerli olduğunu tam bilemez. Ancak hasta olduğunda veya onları kaybettiği zaman değerim anlar.
Acaba, gözlerimiz görmese, sıhhate kavuşmak için, olsaydı trilyonlarımızı bağışlamaz mıyız? Acaba iki elimizi veya iki ayağımızı, bütün kâinatı verseler değişir miyiz? Ya aklımızı? Ya ruhumuzu? Ya her biri birbirinden güzel duygularımızı herhangi bir dünya malı karşılığında satar mıyız?
İşte bize namazı emreden Rabbimiz, tüm bunları, üstelik sayısız nimet ve rızıklarla birlikte bize bağışlamıştır. Zaten Kur’an’da mealen, “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, gruplandıramazsınız bile” (Nahl: 18) buyruluyor.
Bizler beş vakit namaz kılmakla bu sayısız nimetlerin şükrünü bile eda edemeyiz. Ama o şefkati sonsuz Rabbimiz ne yapıyor? Bir de bize Cenneti veriyor. Cehennemden kurtarıyor.
Onu razı etmek için, ebedî azaptan kurtulup, tüm dostlarımızla Cennette sonsuz bir hayat yaşamak için namaza dört elle sarılmak, ezan okununca camiye koşarak gitmek gerekmez mi?
Bize verilen vücut nimetinin değerini anlamak için şu ilginç habere bakın:
“ABD’de, metro çıkışındaki yürüyen merdivenlerde sıkışan ayağını kaybeden 7 yaşındaki bir çocuğa mahkeme, 53 milyon dolar (2009 rakamlarıyla yaklaşık 70 milyon lira) tazminat verilmesini kararlaştırmış.”
Bir çocuk ayağını kaybediyor ve sorumlusu 70 milyon lira ödemeye mahkûm oluyor. Düşünün ki, bir ayağınızı 70 milyon liraya satın alacaksınız. 25 yıl çalışarak, ayda 233 bin, yılda 2.8 milyon lira kazanmanız gerekecek.
Bir ayağın sadece fani âlemde yok edilmesi, bir kimsenin tam 25 yıl çalışmasını gerektirirse, acaba bütün bir vücudu, hatta akıl, kalp, ruh, sır ve duyguları ebediyen mahvetmenin cezası ne olmalıdır?
Rabbimiz, sonsuz nimetler vermesine karşılık bizden çok az, çok hafif, çok kolay ve çok rahat bir ibadet olan namaz kılmamızı istiyor. Beş vakit namaz sadece bir saatimizi alıyor. Üstelik Rabbimiz namaz kılana sonsuz bir saadet yurdu olan Cennette yaşama mükâfatı veriyor. Oysaki bizim yaptıklarımız, bir ayağın bile tazminatına kâfi değil.
İsterseniz bırakalım ayda 233 bin lira gibi hayalî hesaplan da gerçeği anlatalım. Ülkemizde (2009′da) ayda bin yeni lira kazanmak çok iyi paradır. Bu hesapla yılda 12 bin lira kazanan bir kimsenin, 70 milyon lirayı kazanabilmesi için tam 5833 sene çalışması gerekir. Bir bakıma tek bir ayak için, Âdem Aleyhisselâmdan bu yana çalışmak icap eder. Bununla sadece bir ayağın beşerî hukuka göre, dünyevî ve maddî karşılığı kazanılmış olacak.
Kabaca 25 alet ve organımız için 145 bin yıl çalışmak gerekecek. Tabiî buna ruhumuz, hayal yeteneğimiz, duygularımız dâhil değil. Ayrıca vücudumuza ihsan edilen ayrı ayrı sayısız maddî ve manevî nimetleri de saymıyoruz. Bu durumda Allah’ın verdiği nimetlerin beşerî adaletle bile karşılığını vermek için dünyadaki hiçbir zenginin parası kâfi gelmez.
Şunu da unutmayalım: Bir göz, bir ayaktan çok daha gerekli ve önemli. Bir kalp ve beyin ise, gözden ve kulaktan değerli. Akıl ve ruh ise hepsinin üzerinde. Hele ebedî hayatı bize kazandıran iman nimetinin değerini hiçbir şeyle ölçebilir miyiz?
İşte biz böylesine muhteşem nimetlerle kuşatılmışız. Bir hadiste anlatıldığına göre, bütün hayatını ibadetle geçiren bir zat vefat edince Cenab-ı Hak şöyle sormuş:
- Ey kulum, sana merhametimle mi muamele edeyim, yoksa ibadetlerinle mi?
Adam bütün hayatını ibadetle geçirdiği için şu cevabı vermiş:
- İbadetlerimle Ya Rabbi!
Melekler yaptığı ibadetleri bir bir hesaplamışlar. Bir de ne görsünler? Adamın ibadetleri bir gözünün şükrü için bile yeterli değil ve Cehenneme gitmesi gerekiyor. Fakat pişman olup yalvarıyor ve Cenâb-ı Hak affederek Cennete götürmelerini emrediyor. Allah bizi böyle ucubdan, yani kendi ibadetlerine güvenmekten korusun.
Rabbimizin verdiği vücut ve sağlık nimetiyle ilgili birkaç örnek daha vereyim. Boy ve ayak Allah’ın bir nimeti. Askerde iken bir ayağı üç santim kısa olan bir arkadaşa üç ameliat uyguladılar. Her ameliyattan sonra üç ay yatıyordu ve 6 ayda bir ameliyat oluyordu. Böylece her ameliyat ancak bir santim uzatabiliyordu. Boyumuzun her santimi için ameliyat masasına yatsak, ömrümüz kâfi gelir mi dersiniz? Söz gelişi, 1.70 santim boyu olan bir kimsenin, tam 170 kez ameliyat olması ve 42 yıl yatakta yatması gerekirdi.
Bir tanıdığımın 24 yaşındaki oğlunun beyin ameliyatı Türkiye’de yapılamıyor ve ABD’ye gitmesi için yoğun bakım donanımlı uçak gerekiyordu. Ailesi varlıklıydı ve her türlü masrafı yaptı. Yaklaşık bir milyon dolarlık masrafın sonucu maalesef ölüm oldu.
Boyu poşu yerinde, organları sağlıklı, bütün hormonları ve enzimleri doğru çalışan insanlar ne büyük bir nimet içindeler ve bunun için gece gündüz şükretmeleri gerekmez mi?
Bir de bu güzel organlarımızın rızıkları var. Midemiz için binlerce çeşit yiyecek ve içecek, dilimiz için binlerce tat, kulağımız için birbirinden güzel sesler, burnumuz için sayısız koku, gözümüz için sınırsız güzel manzara yaratılmıştır.
Verdiğimiz örnekler sadece maddî varlığımızla ilgili. Oysa bu organlar, insandaki kadar gelişmemiş de olsa, hayvanlarda da var. Bizim asıl zenginliğimiz, aklî, ruhî, kalbî ve hissî derinliğimizde gizli. Bunların her birini sayfalarca anlatmak gerekir.
Özetle, içinde bulunduğumuz şartlar ve sahip olduğumuz nimetler “mükteseb haklar”, yani kendi kazançlarımız değildir. Bunlar bize ihsan edilmiştir ve devam etmesi için her an o nimet elinin üzerimizde olması gerekir. Yani bir kere ihsan ettiği için “Artık bunlar bizimdir” diyemeyiz. O nimetlerin Allah tarafından her an korunması ve devam ettirilmesi gerekir. Bu yüzden her zaman şiddetle duaya, şükre ve ibadete ihtiyacımız var. Şu ayet meallerine bakın:
“Beni zikredin ki, Ben de sizi rahmetimle anayım. Bana şükredin; sakın nankörlük etmeyin. Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 152-153)
Bir başka ayette ise yine sabır ve namazla yardım istemek emredilir ve “Fakat bu, Allah’tan korkanlardan başkasına pek ağır gelir” buyrulur. (Bakara: 45) Demek ki, “namaz kılmamak” bir bakıma Allah’tan korkmamak demektir. Hangi mü’min, her şeyin yaratıcısı ve sonsuz güç sahibi Allah’tan korkmaz? Eğer bütün zerreleriniz bu ifadeden ürperiyorsa, hemen namaza ciddiyetle ve coşkuyla sarılın.
İşte namaz, ayetlerde emredilen şükrün en güzel ifadesidir. Bize verilen nimetleri hatırlayıp, ahiretteki hesap vermeye işaret eden, “O gün bütün nimetlerden sorgulanacaksınız” (Tekâsür: 8) anlamındaki âyeti aklımızdan hiç çıkarmamak gerekir. Bilhassa namazı, isteksiz ve baştan savma değil, severek ve büyük bir itinayla kılmalıyız.
4. Namaz en kapsamlı ibadettir
Namaz en cami, yani bütün ibadetleri ve zikirleri, özet olarak içinde toplayan, en kapsamlı bir ibadettir.
Namazın manası, Rabbimizin celâline karşı “Sübhanellah” deyip teşbih etmek, cemaline karşı “Elhamdülillah” diyerek hamdetmek, kemaline karşı “Allahüekber” deyip tazim etmektir. (Sözler, s. 40)
Rabbimiz, sonsuz büyüklük sahibidir, yücedir, eşi benzeri yoktur. Teşbih, Onun her türlü acz, kusur ve eksikten münezzeh olduğunu ifade etmektir. O, her bakımdan eksiksizdir, mükemmeldir. Tazim, Onun yüceliğini ve büyüklüğünü belirtir. Son derece güzeldir ve bütün güzellikler Onun sonsuz güzelliğinin bir tecellisidir. İşte hamd etmek, Onu övmek ve minnettarlığımızı bildirmektir.
Tekbir, teşbih ve hamd namazın her yerinde bulunur. Namaza tekbirle başlarız ve bütün rükünler arasında “Allahüekber” deriz. Arkasından “Sübhaneke” duasıyla teşbih başlar, rükû ve secdelerde üçer defa teşbih ederek Rabbimi-zin münezzehliğini dile getiririz. Bütün rekâtlarda okuduğumuz “Fâtiha”mn başında Allah’a hamd vardır. Rükûdan kalkınca yine hamd ederiz.
Namaz âdeta teşbih, tekbir ve tahmid çiçekleriyle süslenmiş, rengârenk ışıklarla nurlanmış eşsiz bir ibadettir.
Ayrıca namazdaki her hareket de aynı manayı ifade eder. Ayakta durmak, önünde el bağlamak saygının ifadesidir. Rükûya eğilmek yine saygıdandır. Diz çökmek, yüce bir varlığın karşısında acizliğin göstergesidir. Secdeye kapanmak ise, sevgi ve saygının, Allah karşısında her şeyini feda etmenin zirvesidir. Secde etmek, “Rabbim, maddî ve manevî bana ne emanet etmişsen, hepsini Senin yoluna serdim, Sana feda ettim, her şeyimle Sana teslim oldum” demektir.
Namaz aynı zamanda bitki, hayvan, melek gibi varlıkların yaptıkları ibadetlerin tümünü içine alır. Çünkü onların bir kısmı sürekli secdede, bir kısmı sürekli rükûda, bazısı da devamlı ayaktadır. Ayrıca meleklerin kimi tehlil (Lâilâhe illallah) ile, kimi teşbih (Sübhanellâh) ile, kimi tahmid (Elhamdülillah) ile, kimi tekbir (Allahüekber) ile Allah’ı zikretmektedir. Namaz onların hem hareketlerini, hem zikirlerini içine alır.
Namazda oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin özü ve ruhu vardır. Namazda yeyip içmemek orucu, kıbleye yönelmek haccı hatırlatır. Namaz aynı zamanda bedenimizin zekâtıdır. Eğer namaz üstünkörü kılınır, sıradan bir fiilmiş gibi algılanır ve sanki bir alışkanlıkmışçasına geçiştirilirse, ondaki derin sırlar anlaşılmaz, ne muhteşem bir ibadet olduğu fark edilmez. Bu açıdan namazı hakkıyla anlayıp hakkıyla kılmayı bir ideal hâline getirmek gerekir.
5. Namaz, dinin direğidir
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Namaz dinin direğidir. Onu terk eden, şüphesiz dini yıkmış olur” (İhya, c. l, s. 399) buyurmuştur. Bir binayı ayakta tutan direkleridir, sütunlarıdır. Eğer sütun yoksa, bina ayakta duramaz. Büyük ve muhteşem bir binanın, büyüklüğü ve ihtişamı nispetinde sütunları da büyük ve sağlam olmalıdır.
Söz gelişi, büyük camileri ziyaret etmişseniz, bu büyük sütunları görmüşsünüzdür. Koskoca Sultanahmed Camisini ayakta tutan dört dev sütundur. İşte namaz hem yüce İslâm binasının direğidir, hem de herkesin kendi dinî yaşayışının direğidir. Bir Müslümanın şahsî dünyasındaki ibadetlerin dayandığı en temel farz namazdır.
Düşünün ki, bir kimse, sevinerek, övünerek, “Ben Müslümanım” diyor. Namaz dışında bazı ibadetlerini de yapıyor. Oruç tutuyor, Cuma’ya gidiyor, dua ediyor, sadaka veriyor. Tabiî ki bunları, Allah emrettiği için yapıyor. Ancak Allah’ın en fazla önem verdiği, en çok emrettiği, “dinin direği” olan namazı ihmal edip diğer ibadetlerle yetinmek bir çelişki olmuyor mu?
Hadisten anlıyoruz ki, bir mü’min namazı hakkıyla kılmadıktan sonra ne yaparsa yapsın, kendi dinini ayakta tutamaz. Çünkü dinin direği oruç, zekat veya bir başka ibadet değildir; ancak namazdır.
6. Basit sebepler namazın mazereti olamaz
Bazı Müslümanlar, “Niçin namaz kılmıyorsunuz?” sorusuna çok basit mazeretler gösteriyorlar. İleriki bölümlerde daha geniş işleyeceğimiz gibi, “İşim çok, zamanım yok, hastayım” gibi, hiçbir geçerliliği olmayan bahaneler üretiyorlar.
Oysa namazın bir vakit boyu süren bayılmadan, koma hâlinden, hiç nefes aldırmayan savaştan, ameliyat sonrası baygınlığından başka hiçbir ciddi mazereti yoktur. Hatta namaz, savaşta, yoğun iş anında, hastayken, yolculuk esnasında da kılınır. Namaz bu tür basit bahanelerle aksatılamaz. Sadece bazı kolaylaştırıcı yöntemler vardır. Savaşta korku namazı, hastayken oturarak, yolcuyken iki rekat kılmak gibi. Çünkü namaz Rabbimizle buluşmaktır. Yaratanla buluşmaya hiçbir şey engel olamaz. Namazın vakti girdi mi, uygun zaman, uygun ortam ve uygun yer yok diye namaz kazaya bırakılamaz.
Bir yolculuk sırasında sabah namazının vakti girmişti. Otobüsümüz bir caminin önünde durdu. Hava şiddetli soğuktu ve her taraf karla kaplıydı. Caminin avlusunda bir tulumbadan başka abdest alacağımız çeşme yoktu. Hemen tulumbadan su çekerek sırayla abdest aldık. Cami henüz açılmamıştı. Kıbleyi camiye göre belirleyerek karlar üstünde namazımızı kıldık. Soğuktu, üşüyorduk. Ama, içimiz sımsıcaktı. Görevimizi yapmış, huzur içinde yola devam etmiştik.
7. Namaz ahirete imanla gitmeye vesiledir
Namazla ilgili dinimizin emir ve yasakları, teşvik ve tehditleri tam bilinmiyor. Ayet ve hadislerde, İslâm ulemasının kitaplarında ve uygulamalarında öyle ilginç ve etkili bilgiler vardır ki, bunları bilen bir kimsenin namaza ilgisiz kalması zordur. İşte birçok mü’mini sorumluluğa sevk edecek Asr-ı Saadette yaşanmış bir olay:
Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) anlatıyor: Resul-i Ekremin (s.a.v.) huzurunda bulunduğumuz bir sırada ona birisi gelerek:
- Yâ Resûlâllah, ölüm döşeğinde yatan bir genç var. Kendisine, ‘Lâilâheillâllah, de’ dendiği halde bunu söyleyemiyor, dedi.
Resul-i Ekrem (s.a.v.):
- Namaz kılar mıydı, diye sordu. Adam:
- Evet, dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.) kalktı. Biz de onunla kalktık. Resul-i Ekrem gencin yanına girdi ve ona:
- La ilahe illallah, de, buyurdu.
- Söyleyemiyorum. Resul-i Ekrem (s.a.v.):
- Niçin, diye sorunca, gelen adam:
- Annesine âsi idi, dedi.
Resul-i Ekrem, annesinin sağ olduğunu öğrenince onu çağırttı ve aralarında şu konuşma geçti:
- Bak şurada büyük bir ateş (olsa) ve ‘Oğluna şefaat edersen onu bu ateşte yakmayız; fakat şefaat etmezsen bu ateşte yakarız’ deseler ne yapardın? Şefaat eder miydin?
- Onun şefaatçisi ben olurdum.
- O halde ondan razı olduğuna, Allah-u Teâlâyı ve beni şahit göster.
- Allah’ım! Seni ve Resul-i Ekremi şahit tutuyorum. Oğlumdan razı oldum (hakkımı ona helâl ettim)” dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.) hasta gence:
- La ilahe illallah vahdehû la şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resulüh, de, diye buyurdu. Hasta hemen şehâdet getirdi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.):
- Allah’a hamdolsun ki, benim vasıtam ile bu genci Cehennem ateşinden kurtardı, dedi. (Hadisi Taberânî ve özet olarak Ahmed bin Hanbel rivayet etmiştir.)
Bu müthiş hadisteki ibretli noktalar sizin de dikkatinizi çekmiştir.
Öncelikle, karşımızda hayatının son deminde imansız giderek, sonsuz azaba müstehak olmak üzere olan bir “Müslüman genç” var. Ve bu genç, Asr-ı Saadette yaşayan, o altın çağın mutluluk ortamında yetişen, o atmosferin havasıyla büyüyüp serpilen bir genç. Hadisin başka rivayetlerinden anlıyoruz ki, bu öyle çocuk yaşlarda bir genç değildir; evlenmiş, yuva kurmuş bir gençtir.
İşte iman ve İslâmın zirveleştiği bir dönemde ruhunu Allah’a teslim etmek üzere olan bu genç, imansız gitmek üzere. Üstelik bu bir sahabedir. Çünkü o asırda yaşamış ve Peygamberimizi (s.a.v.) görmüştür. Son anma kadar mü’mindir, inançlıdır. Çünkü “İnanmıyorum” veya “Söylemeyeceğim” demiyor; “Söyleyemiyorum” diyor.
Bu durumdaki bir gencin problemi kendisine iletildiğinde Peygamberimizin ilk sorusuna bakın: “Namaz kılar mıydı?” Bu ilk soru, ahirete imanla gitmek, o ebedî davayı kazanmak isteyen bizleri beynimizden vuruyor, ruhumuzu sarsıyor, âdeta titretiyor. Demek, böyle bir problemin ilk sebebi, “namaz kılmamak” olabilir; başka bir şey olamaz ki, Peygamberimizin ilk sorusu bu oluyor.
Şimdi düşünün: Hangimiz bu sonsuz hayatı kaybetmek isteriz? Müslüman olduğunu söyleyen hangi insan, “Ben son nefeste imansız gitsem de olur” diyebilir? Aksine, bütün dualarımızda hüsn-ü hatime, yani iyi son için, imanla ölmek için dua etmiyor muyuz?
İşte o müthiş imtihanın ilk sorusu iman, ikincisi namazdır. Hadisten, ana baba hakkının, hüsn-ü hatime üzerinde ne derece etkili olduğunu da anlıyoruz.
Hiç şüphesiz bu hadisten, namaz kılmayan veya anne babasına isyan eden herkesin mutlaka imansız gideceği anlamını çıkaramayız. Çünkü son nefeste kimin nasıl gideceğini ancak Allah bilir. Fakat bu hadis, önemli bir ipucu veriyor, çok ciddi bir biçimde bizi uyanık ve tetikte olmaya çağırıyor.
8. Namaz, mü’minin ilk hesaba çekileceği amelidir
Namaz, aynı zamanda mü’minin hesaba çekileceği ilk amelidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kulun ilk hesaba çekileceği ameli namazdır.” Yine demiş ki, “Kabir ahiret duraklarından bir duraktır. Kim orada hesabını kolay verirse, diğerleri de kolay olur.”
Namaz kılmazsak, kabirde ilk başımıza gelecek azap ondan olacak. Orası zor olursa, mahşer de, Sırat da zor olacak. Güneşin tepemize bir mil kadar yaklaştığı, herkesin kendi derdine düşüp annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçtığı haşir meydanında hâlimiz nice olur?
Gelmesi kesin olan “o gün” henüz gelmeden önce tedbirimizi alalım. Ahiretteki pişmanlık fayda vermez. O gün ömürlerini boşa tükettiklerini apaçık gören bazı insanlar, “Ne olur, bizi tekrar dünyaya gönder de hayırlı işler işleyelim” diye Rabbimize yalvaracaklar. Ama bu imkân verilmeyecek. Çünkü dünya imtihanının tekrarı yoktur.
9. Namazı terk etmenin azabı çok şiddetlidir
Namazı hiçbir mazeret olmadan kazaya bırakmanın cezası çok büyüktür. Namazı kılmamak, Cehennem azabını hiçe saymak demektir. Bir kibriti yaksak, sadece çöp sönünceye kadar elimizi ateşine tutmaya kalksak, acısına dayanamıyoruz. Yüz derecede kaynayan suya elimizi sokamıyoruz.
Allah’ın azabına karşı umursamaz olabilir miyiz? Namaz kılmamanın karşılığını öğrenmek için ilk fırsatta Müddessir Sûresinin açıklamasını okuyun. Biz sadece birkaç ayetin mealini verelim:
“Herkes kendi kazandığının karşılığını görür. Ancak defteri sağından verilenler müstesnadır; onlar kazandıklarından kat kat fazlasıyla mükâfatlandırılır. Onlar Cennettedirler. Mücrimlere, ‘Sizi Sakar Cehennemine sokan nedir?’ diye sorarlar. Onlar da, ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ derler.” (Müddessir: 38-43)
Şu ayet meali ise, Allah’ın azabına karşı kendini güvende hissetmenin büyük bir hata olduğunu gösteriyor:
“Yoksa onlar, nimetler içinde yüzerken Allah’ın azabının ansızın gelmeyeceğinden mi emin oldular? Hüsrana düşmüş bir topluluktan başkası ise Allah’ın azabından emin olmaz.” (A’raf Suresi: 99)
Hiç kimse, Allah’ın azabına karşı korkusuz ve ilgisiz olamaz. Üstelik namaz gibi bir ibadet söz konusu olduğunda, kendimizi rahat hissedemeyiz. Bazı kimseler:
- Ben yanmayacağım, ruhum yanacak, gibi gerçekle ilgisiz sözler sarf ediyorlar. Cehennem azabı, bedene ve ruha uygulanacaktır. Hem ruha bile uygulansa, ruh bizim değil mi? Üstelik Cennete gidip sonsuza dek mutlu olmak varken, niye azabı isteyelim?
10. Namaz kötülüklerden alıkoyan
Namaz, “her yerde ve her zaman Allah’la birlikte olduğunu bilme şuuru” olan huzur-u daimînin yerleşmesine vesile olur. Namaz, Rabbe teslim olma, Ona boyun eğme, Ona yalvarıp ihtiyaçlarını isteme ve aynı zamanda Ona hesap verme zamanıdır.
Düşünün ki, günde beş kez ebedî sevgilinizin huzuruna çıkacaksınız. Her şeyin sahibi, bütün evreni sonsuz kudretiyle idare eden Yüceler Yücesinin dergâhında boyun bükeceksiniz. Günah işleyebilir misiniz?
İnandığınız, güvendiğiniz, yardım istediğiniz Rabbinize olan bağlılığınızı günde beş vakit tazeleyeceksiniz. Emirlerine karşı gelebilir misiniz? Koskoca Cehennem ve kabir, azabının küçük bir tecellisi olan Kahhar-ı Zülcelâl’e günde beş defa hesap vermek için yemin etmişsiniz. İsyan edebilir misiniz? İşte namazın bu azametli etkisinden dolayı Rabbimiz Kur’an’da bize şu gerçeği hatırlatıyor:
“(Habibim) Kitaptan sana vahiy edileni oku ve namaz kıl. Muhakkak ki, namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.
Allah’ı anmak olan namaz elbette en büyük ibadettir. Yaptıklarınızı Allah hakkıyla bilir” (Ankebut: 45)
Evet, kim namazı dosdoğru kılarsa nefsini, kötülükten, hayasızlıktan, isyandan, günahtan korur. Yazık ki, namaz kıldığı halde kendilerim kötülükten, günahtan ve haramdan çekemeyen Müslümanlar var. Demek ki, namazı gerçek anlamıyla kılmıyor, ondaki manevî derinliği kavrayamıyor, onu sıradan bir alışkanlık gibi geçiştiriyorlar. Çözüm, namazın hakikatini anlamak için okumak, araştırmak ve çaba harcamaktır.
Namaz günahlardan korumakla birlikte manevî derecelere de yükseltir. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) sahabelere:
- Size, Allah’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselteceği hayırları haber vereyim mi, buyurdular. Sahabeler de:
- Evet, ya Resûlellah, dediler. Resül-i Ekrem:
- Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, mescitlere doğru çok adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribatınız, işte bağlanmanız gereken budur, buyurdular. (Müslim, Taharet: 41)
11. Namaz kılanın bütün yaptıkları ibadettir
Eğer namaz kılarsanız, bütün ömrünüzü ibadetle geçirebilirsiniz. Bundan daha büyük müjde olabilir mi? Rabbimizin bize ihsan ettiği nimetler sayılamayacak kadar çok. Buna karşılık kısa bir ömürde yaptığımız sınırlı ibadetlerin, şükür için ne kadar yetersiz olduğu açık. Ayrıca burada ibadetlerimizle ebedî bir Cenneti kazanacağız.
İşte sayısız nimetlere şükretmek ve sonsuz Cenneti kazanmak için ibadetimizin ne kadar yetersiz olduğunu bilen Rabbimiz, bize muhteşem bir fırsat sunmuştur. Eğer namazınızı dosdoğru kılarsanız, diğer dünyevî mubah amelleriniz güzel bir niyetle ibadet hükmüne geçebilir.
Evet, bütün hayatımızı ibadetle doldurmaya gücümüz yetmez. Ama Rabbimiz bunun için altın fırsatlar sunuyor. Bunun üç şartı var:
1- Namazı hiç ihmal etmeden dosdoğru kılmak,
2- Dinen yasaklanmamış mubah ameller işlemek,
3- Bu dünyevî amelleri iyi bir niyetle yapmak.
Diyelim ki, beş vakit namazı kılan birisiniz. Yemek yemeniz, temizlik yapmanız, rızkınız için çalışmanız, meşru konuşmalarınız, tebessümünüz, uyumanız bir çeşit ibadettir. Çünkü bunların hepsi hayatımız için gereklidir ve yaşantımızı sürdürmemiz için bunları yapmak zorundayız. Yaptığımız her davranışımızı ayet ve hadislere dayandırmamız mümkündür.
Söz gelişi, aşırıya gitmeden, tam ihtiyacınız kadar uyuşanız, uykunun Rabbimizin bir nimeti olduğunu düşünerek, Besmeleyle ve sünnet olan duaları okuyarak yatıp, yine Besmeleyle uyansanız ibadet etmiş olursunuz. Tabiî namaz kılmak şartıyla… Namaz bu yönüyle eşsiz bir ibadet hazinesidir.
12. Namazsızlık, şirk ve küfre götürebilir
Namaz, Allah’a itaattir, boyun eğmektir, Onunla birlikte olmak, Ona yalvarmak, Ona derdini arz etmektir. Namaz, insanın Allah’a olan imanını, bağlılığını, sevgisini arttırır.
Namazı terk etmek ise, Allah’a isyandır, Ondan uzaklaşmak, Ona sırt çevirmek, Ondan kopmaktır. Namaz kılmamak, insanın imanını zayıflaştırır, dinî duyarlılığını azaltır, günahlara karşı daha istekli ve korumasız hâle getirir.
Çünkü her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır. Günah işleyen bir insan, onun azabını düşününce rahatsız olur. Vicdanı sızlar. Azabın ve hesabın olmamasını arzu eder. Biraz ileri giderse, meleklerin ve Allah’ın varlığından bile rahatsız olabilir. İşte bu yüzden her bir günah insanı küfre yaklaştırır. Çare, hemen istiğfar etmek ve Allah’a sığınıp namaza dört elle sarılmaktır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), namazı terk etmenin kişiyi yuvarlayacağı korkunç noktaya işaret etmek için, “Kişi ile şirk ve küfür arasında namazın terki vardır” (Müslim, İman: 134) buyurmuştur. Bu hadis, müthiş bir tehlikeye işaret etmekte, namazdan uzak kalmanın nasıl sonsuz bir ıztıraba sebep olacağını göstermektedir. Dikkat edin kardeşlerim! Namaz, sizi şirk ve küfürden, yani Allah’a ortak koşmaktan ve Onu inkâr etmekten korur. Ancak onu terk ederseniz, şirke ve küfre yaklaşmış olursunuz. Çünkü namazı terk etmenin bir adım ötesi, şirk ve küfürdür.
Şirk ve küfür ise, Rabbimizin kesinlikle affetmeyeceği bir günahtır; Allah’ın rızasını kazanmaya ve Cennete girmeye engeldir. Şirk ve küfrün neticesi, ebedî Cehennemdir.
Belki beş vakit namazınızı hiç kılmıyorsunuz. Nefsinizi sorgulayın, kendinize gelin. Namazsızlık sizi nereye götürüyor, uyanın, hemen namaza başlayın. Elbette kâfirlere benzemek istemezsiniz. Ama namazı terk eden onlara benzemiş oluyor.
Eğer namazınızı kılıyor, ama ara sıra kaçırıyorsanız, yine sarsılın, yine hiçbir vakti kaçırmamak için plânlar yapın, gayrete girin.
Tedbirinizi şimdiden alın. Ölüm vakti gelip çattığında ya da bu imtihanı kaybettiğiniz zaman hiçbir pişmanlık fayda vermez.
Bakın namazı terk edenlerin akıbeti Kur’an’da nasıl belirtiliyor:
“Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır.” (Meryem: 59)
13. Namaz en büyük koruyucudur
Namaz mü’minleri korkulardan, tehlikelerden korur. Namaz kılanın gönlü huzur ve sevinçle dolar. Bilhassa namaz kılarken karşılaşılan birçok tehlike insana hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah huzuruna gelen, boyun eğen, secdeye kapanan kulunu korur. İşte bununla ilgili yaşanmış bir örnek:
Bir üniversite öğrencisi, bir yolculukta, vakti geçmekte olan akşam namazını kılmak için çareler düşünür. Tam bu sırada otobüs mazot almak için bir akaryakıt istasyonunda durur.
Öğrenci muavinden izin alarak birisine kıbleyi sorup, çimlerin üzerinde namaza durur. İçinde tarifsiz bir mutluluk vardır. Artık sıkıntısı kaybolmuş, Alemlerin Rabbinin huzurunda, görevini yerine getirmenin doyumsuz lezzetini yaşamaktadır.
Üçüncü rekâtı kılarken, ömür boyu unutamayacağı bir şey olur. Fâtiha’yı okumuş, tam rükû’a eğilecekken, ileride kulübesinde duran istasyonun köpeği, havlayarak üzerine gelir.
Öğrenci saniyelik bir tereddüt geçirir. Şimdi ne yapmalıdır? Namazı bırakıp kaçmalı mı, yoksa devam mı etmelidir? Aslında kendini korumasının dinimizce hiçbir sakıncası olmadığı halde Allah’ın huzurundan ayrılmayı bir türlü düşünemez ve “Allahüekber” diyerek rükûya gider.
İşte tam o anda, ne olduysa olur. Kendisine saldırmak üzere havlayarak gelen köpek, sanki birisi arkasından çekmişçesine, tam yanına gelmişken frenine basılan bir otobüs gibi durur. Havlamasını kesmiş, hafif bir hırıltıyla namaz kılan gence bakakalmış, o secdeye gidince de kulübesinin yolunu tutmuştur. (Yürekten Hikâyeler, s. 53, Cengiz Tan, Nesil Yayınları)
Evet, her şeyin sahibi, Kendisine secde eden bir genci, açık bir tehlikeden korumuştu. Kim namaz kılma yolunda istekli ve gayretli olursa, Allah ona kolaylıklar yaratır ve tehlikelerden korur. Bunun örnekleri binlercedir.
14. Namaz, Müslümanın alâmetidir
Bir Müslümanın en büyük alâmeti namaz kılmasıdır. Kâinatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namazdır. Namaz aynı zamanda gözle göremediğimiz imanın en büyük belirtisidir.
“Onlarla bizim aramızda alâmet-i farika (ayırıcı işaret) namazdır. Binaenaleyh namazı terk eden kâfirlere benzemiş-tir” (Tirmizî, 2623) buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu gerçeği anlatmıyor mu?
Bir Türk genci İslâmı kabul eden bir Almanla evlenmiş. Tabiî ki Alman kadın, İslâmı öğrenmiş, duaları ezberlemiş ve namaz kılmaya başlamış. Kocasına bakmış. Görmüş ki, ne namaz var, ne niyaz. Bir gün, “Sen ne biçim Müslümansın? Hiç namaz kıldığını görmüyorum. Ne camiye gidiyorsun, ne kiliseye. Dinsiz misin nesin?” diyerek fena halde azarlamış.
Gerçekten de, İslâmı kabul eden nice insan, yıllardır Müslüman olan kişilerden daha fazla dinini yaşıyor, namazını kılıyor. Demek ki, sarsılmak, kendimize gelmek durumundayız. Çünkü namazsız bir mü’min düşünülemez. Büyük âlim ve evliyalardan Hasan Basri’nin şu sözü ne kadar anlamlıdır: “Siz sahabeleri görseydiniz deli sanırdınız. Onlar sizi görseydi kâfir derlerdi.”
Evet, Müslüman olan, bununla iftihar eden ve aksini bir an bile düşünemeyen nice insan var ki, dinin direği olan namazla ya hiç ilgisi yok ya da gereken özeni göstermiyor. İslâmla şereflenen, İslâmın dışında olmayı en korkunç belâdan daha beter gören bir Müslüman, namazsız bir ömür düşünememeli.
15. Namaz insanı mutlu eder, korkuları yok olur
Namaz ölüm korkusuna, günahın manevî azabına karşı en güzel ilâçtır. Namaz kılan ve günahlardan kaçınan kişi ölümden korkmaz. “Nasıl olsa namazı kılıyorum, günahlardan kaçıyorum. Elbette hatalarım, eksiklerim çoktur, yaptıklarım yetersizdir. Rabbimin azabından korkarım, ama Onun rahmetini ümit ederim” diye düşünür, rahatlar.
Namaz Allah’ın rahmet kapısını çalmak, Ona el açmaktır. O bize davette bulunmuş, hazinesini açmış, sanki “Kulum huzuruma gel, ne istersen iste, vereyim” diyor. Bu çağrıya ilgisiz kalmak akıl kârı mıdır?
Hem Ona dua etmek, Onun istediği tarzda olmalıdır. Bir taraftan problemlerimizi çözmesi için yalvarmak, diğer taraftan Onun emirlerini yapmamak büyük çelişkidir. Acaba bir kimse sizden küçük bir ricada bulunsa. Siz de imkânınız olduğu halde onun ihtiyacını görmeseniz, kısa bir zaman sonra o kişiye muhtaç olsanız. Bir şey isteyebilir misiniz, yüzünüz kızarmaz mı?
İşte her şeyin sahibi olan ve her saniye sayısız ihtiyaçlarımızı gören Rabbimizin “namaz” emrini yerine getirmez-sek… Bu çok kolay, çok rahat ve çok zevkli, üstelik tamamen bizim menfaatimize olan ibadeti yapmayıp Allah’tan yeni yeni isteklerde bulunabilir miyiz?
Hem emirlerine isyan edip, hem de:
- Yâ Rabbi, şu hastalıklarıma şifa ver! Borçlarımı ödemeyi nasip et! İmtihanda başarılı kıl! Alacağım evin ve arabanın parasını lütfet, gibi bir dizi istekte bulunmak, yakışık almaz.
Zaten Rabbimiz, Kendisinden sabrederek ve namaz kılarak yardım istememizi emrediyor. (Bakara: 153) Şu ayetteki hüküm ne kadar açık:
“Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz O da size yardım eder ve size sebat verir.” (Muhammed: 7) Demek ki yardım istemek lâfla olmaz. Allah’ın isteğini yerine getirerek yardım istenmelidir.
16. Namaz kâinatın meyvesi, insanın aslî görevidir
Diyebiliriz ki, Rabbimiz bütün kâinatı bizim için yaratmıştır. Bundan 12 milyar yıl önce evren yaratılmaya başlamış, 100 milyar galaksi ve her galakside bulunan ortalama 200 milyar yıldız, güneş sistemini ve dünyayı netice vermiştir. 5 milyar yıl önce yaratılan dünya, asırlarca bir beşik gibi süslenmiş, milyonlarca çeşit hayvan ve bitki yaratılmış, en sonunda kâinatın en şerefli misafiri olan insan gelmiştir.
Neden Rabbimiz, insan için bu kadar masraf etmiştir? Niçin her şeyi onun emrine vermiştir? Şöyle bir bakın: Bütün varlıkların bir görevi var. İnekler süt veriyor, arı bal yapıyor, tavuk yumurtluyor, balık bize et yetiştiriyor. Hatta lüzumsuz sandığımız bazı varlıklar bile hizmet ediyor. Yılanın zehirinden ilâç yapılıyor, karıncalar çıkardıkları gazla güneşin zararlı ışınlarını süzen ozon tabakasını güçlendiriyor, solucanlar fosforla toprağı besliyor. Gereksiz, hikmetsiz, boş ve zararlı hiçbir varlık yok.
Bunların hepsi insan için çalışıyorlar. İnsan da bütün varlıklardan yararlanıyor, kullanıyor, hatta sevdiği canlıyı yatırıp kesiyor ve etini yiyor. Ama, hiçbir varlığa insanın etini yeme, sütünü içme veya sırtına binip gezme yetkisi verilmemiş. İnsanın kullandığı bazı haklar hiçbir varlıkta yok.
Peki bunca emek çekilen, masraf yapılan, özenilen, yetkilerle donatılan insan niçin yaratılmış? Eti yenmez, sütü içilmez, derisi işe yaramaz, ölüsü bir an evvel toprağa gömülür. Acaba Rabbimiz bir solucana bile bir yaratılış hikmeti taksın, insanı başıboş bıraksın ve 60-70 yıl yeyip içip yatması ve sonunda ölmesi için yaratsın. Bu, mümkün mü?
Kesinlikle mümkün değil. Şu âyet meallerine bakın, aklımıza gelen sorulara ne güzel de cevap veriyorlar:
“Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri boş yere yaratmadık.” (Sâd: 27) “Bizim sizi, boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn: 115)
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet: 36)
Peki başıboş değilsek, Rabbimiz bizi niçin yarattı? Çalışıp çabalamamız, yiyip içmemiz için mi? İşte bu soruları cevaplayan Kur’an ayetleri:
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi ancak Allah’tır.” (Zariyat: 56-58)
Bu ayet mealleri, bizim görevimizi çok kesin ve açık bir şekilde ortaya koyuyor. Aynı zamanda, dünyaya çalışıp rızık kazanmak için geldiğini sananlara da şu mesajı veriyor: “Rezzak Cenab-ı Hak’tır. Rızkı O verir. Onun verdiği rızkı elde etmek için verdiğiniz uğraşı, namaza bahane göstermeyin.”
17. Namaz tüm zamanların en büyük duasıdır
Namaz, Hz. Adem’den (a.s.) Peygamberimize (s.a.v.) kadar gelen bütün peygamberlerin, bütün sahabelerin, bütün Allah dostlarının ve tüm mü’minlerin birbirine dua etmesidir. Namaz, manevî ve uhrevî bir şirkettir. Kim namaz kılarsa bu şirkete ortak olur. Tüm zamanların en büyük dua organizasyonu olan namazı kim kılarsa, hem gelmiş ve gelecek tüm Müslümanlara dua etmiş, hem de onların duasını almış olur.
Söz gelişi, muazzam bir dua olan Fatiha Suresini okuyan bir kimse, “Bizi doğru yola, kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerin ve onlara tabi olan salih kullarının yoluna ilet, gazabına uğrayanların ve haktan sapanların yoluna değil” diye dua eder. Burada “beni ilet” yerine “bizi ilet” denmesi öyle muhteşem bir nimettir ki, bizi bütün Müslümanların duasına ortak eder. Zaten bu duanın muhtevası da çok geniş ve kapsamlıdır. Sadece bu duamız bile kabul olsa, bütün isteklerimize kavuşmuşuz demektir.
Yine Tahiyyat ve sonrasındaki salâvatlar, Rabbena Atina, Rabbic’alnî, Rabbenağfirlî dualarıyla kendimize, neslimize ve mü’minlere dua ediyoruz. Milyarlarca dua eden mü’min içinde birisininki bile kabul olsa bizim duamız da kabul olmuş demektir. Kaldı ki, başta Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere Allah katında değeri büyük milyonlarca mü’minin duası kabul olunca inşallah bizim duamız da kabul olmuş olur. Çünkü hepimiz sadece kendimiz için değil, bütün Müslümanlar için istiyoruz.
Bu muhteşem manevî kazancı elde etmenin tek şartı, beş vakit namaz kılarak “biz” kavramının içine girebilmektir. Kimin namazdaki gayreti, şuuru, takvası, huşuu fazlaysa, manevî hisse senedi de fazla demektir. İşte o duaları okurken bütün mü’minleri, belki bütün varlıkları niyet ederek okumalıyız.
Namazı terk ederek bu benzersiz menfaati kaybetmek akıl kârı mıdır?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SABAH NAMAZININ ÖNEMİ
Sabah namazı da diğer vakit namazları gibi farz olduğu için namazın önemine dair önceki bölümlerde geçen tüm özellikler onun için de geçerlidir. Ancak onu farklı kılan bazı nitelikler vardır.
1. Sabah namazını kılan, Allah’ın garantisindedir
Sabah namazı, günün ilk imtihanı, ilk ibadetidir. Dolayısıyla güne iyi başlayıp ilk imtihanı başarmalısınız ki, diğer imtihan ve tehlikelere karşı daha güçlü ve donanımlı olasınız.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.), “Kim sabah namazını kılarsa, Allah’ın garantisi altındadır” (Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 541) buyurarak bu gerçeği belirtmiyor mu? Sabah namazını kılarak, güne “Allah’ın garantisi” altında başlayan bir mü’min, artık ertesi güne kadar karşılaşacağı mücadele ve tehlikelerde büyük bir güven ve güç sahibidir.
Bir insan güne nasıl başlarsa, genellikle geceye kadar öyle devam eder. Güne iyi başlayan, nefis ve şeytana karşı giriştiği savaşta zafer kazanan bir mü’min yatıncaya kadar başarılı olacaktır.
Rabbimiz sabah namazı hakkında şöyle buyurur:
“Güneşin zevalinden (öğle vaktinde batıya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazlarını dosdoğru kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsra: 78)
Görüldüğü gibi dört vakti bir anda zikreden Rabbimiz, önemine binaen sabah namazını ayrıca emretmiştir. Çünkü onun şahitleri, gece ve gündüz melekleridir. Rivayete göre, bu melekler sabah namazında imamın arkasında birleşirler. Sonra gündüz melekleri kalır, gece melekleri semaya yükselirler. Ahirette bu meleklerin size şahitlik etmesini istemez misiniz?
2. Sabah namazının sünneti bile dünyadan hayırlı
Sabah namazı o kadar önemlidir ki, onun iki rekat sünneti en kuvvetli sünnettir. Hadiste, “Sizi atlılar kovalayacak bile olsa sabah namazının iki rekât sünnetim terk etmeyin”, “O, dünyanın tamamından hayırlıdır” buyrulmuştur. (Kü-tüb-i Sitte, c. 8, s. 424) Yine bir hadiste sabah namazının iki rekat sünnetinin, bir başka hadiste de iki rekat farzının dünya ve içindekilerden hayırlı olduğu belirtilmiştir.
Acaba sabah namazına engel gibi gösterilen hangi bahane, dünyanın tümünden daha değerli olabilir? Namaza bahane gösterdiğimiz hangi sıkıntı, hangi tehlike, bizi düşmanların kovalaması kadar korkunç olabilir?
Bu durumda bile sabah namazını kılmamız emrediliyor. Çünkü her şeyin sahibi Allah’tır. Onun emri yapıldıktan sonra hiçbir tehlike bize zarar veremez. Verse bile, görünüşte dünyamız yıkılmış, ama Ahiretimiz kurtulmuş olur.
Faniyi verip bakîyi kazanan zarar eder mi?
3. Hz. Ömer yaralıyken bile sabah namazını kıldı
Peygamberimizin (s.a.v.) güzide sahabeleri namaza öylesine önem verirlerdi ki, onun uğrunda hiçbir engel tanımaz, savaş, yaralanma, ölüm bile vız gelirdi.
Dünyada iken Cennetle müjdelenenlerden Hz. Ömer (r.a.), kanlı bir suikaste uğramıştı. Yarasından kanlar akarken sabah namazını kılmış, namazı terk etmeyi aklından bile geçirmemişti.
Yine Hendek Savaşında yaralanan ashabın büyüklerinden Sa’d bin Muaz (r.a.) için mescidin içinde çadır kurulmuş, kanları akarken orada namazını kılmış ve bu hal üzere vefat etmişti. Hz. Sa’d, namaza büyük önem verir, asla terk etmezdi. Namaz onu öyle büyük bir makama çıkarmıştı ki, vefatından sonra çok üzülen Efendimiz (s.a.v.), şunları söylemişti:
- Sa’d'ın cenazesi üzerine Rahman’in Arşı titremiştir. Onun için daha önce yeryüzüne ayak basmamış 70 bin melek inmiştir.
Şu müthiş olaya bakın: Peygamberimiz (s.a.v.) ve ashabı Zâturrikâ’ Savaşına çıkmışlardı. Bir yerde mola verildi ve Peygamberimiz Abbâd bin Bişr (r.a.) ile Ammar bin Yasir’i (r.a.) bir geçidin girişine nöbetçi tayin etti.
Bu iki zat geçidin ağzına gelince Ammar önce arkadaşının nöbet tutmasını isteyerek uyudu, Abbâd ise nöbet tutmaya başladı. Hz. Abbâd, ortalığın sakin olduğunu görünce gece namazına durdu. Fatiha’dan sonra Kehf Suresini okumaya başladı.
Onları izleyen bir müşrik, namaz kılan Abbâd’ın karaltısını görünce derhal bir ok attı ve ok eliyle koymuşçasına hedefini buldu. Ancak Hz. Abbâd, oku eliyle çıkarıp namaz kılmaya devam etti. Müşrik onun namaz kılmaya devam ettiğini görünce okun isabet etmediğini sanarak tekrar ok attı. Abbâd namazını bozmadan ibadetine devam etti. Derken üçüncü kez ok attı. Bir müddet sonra Hz. Ammar uyandı. Müşrik onların iki kişi olduklarım görünce kaçtı. Ammar, arkadaşından akan kanları görünce:
- Sübhanellah! Sana ilk oku atınca beni niye uyandırmadın, diye sordu.
Abbâd’ın verdiği cevaba dikkat edin kardeşlerim:
- Öyle bir sure okuyordum ki, kesmek istemedim. (Kütüb-i Sitte, c. 10, s. 199)
Bir başka rivayette:
- Eğer Resulüllahın verdiği nöbetçilik görevini aksatma korkum olmasaydı, ölünceye kadar namazdan ayrılmazdım, demiştir.
Bu nasıl imandır, bu ne muhteşem teslimiyettir ki, vücuduna saplanan okları, bir iğneden farksız görüyor?
İşte sahabenin dünyasında namazdan daha önemli bir ibadet, ondan daha değerli bir davranış yoktu. Onun uğruna canlarını, mallarını, her şeylerini feda etmekten çekinmezlerdi. Demek ki, namaz en değerli varlık olan canı bile hiçe sayacak kadar değerli, önemli, lezzetli, saadetli bir ibadettir.
Şunu da unutmayın: Hz. Abbâd’ın kıldığı farz değil, nafile bir namazdır. Sahabeler, günümüz Müslümanının namaza gösterdiği bahaneleri duysaydılar, herhalde acı acı gülerlerdi.
4. Sabah namazının vakti Güneş doğunca çıkar
Her namaz vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, Allah’ın büyük bir tasarrufunun aynası ve o tasarruf içindeki İlâhî ihsanın mazharıdır. Sabah namazının vakti de, çok mühim mesajları hatırlatmaktadır. Bu husus Sözler isimli eserde şöyle anlatılır:
“Fecir (sabah) zamanı, güneşin doğuşuna kadar ilkbahar zamanına, hem insanın anne karnına düştüğü ana, hem göklerin ve yerin altı günde yaratılmasından birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki İlâhî şuunatı hatırlatır.”
Görüldüğü gibi, sabah namazının vakti, “insan, dünya ve kâinat” ile ilgili çok önemli anları hatırlatmaktadır ki, bu vakitler hem mühim bir inkılâp başı, hem mühim bir icraatın ve İlâhî ihsanın mazharıdırlar.
Her namaz vakti gibi, sabah namazının vakti de çok mühimdir. Ne var ki, bazı Müslümanlar, sabah namazının vaktim bilmiyor ve önemsemiyor. Sanıyorlar ki, sabah namazı öğleye kadar kılınabilir. Oysa bu kesinlikle yanlıştır. Sabah namazının vakti, orucun başladığı an olan imsak vaktinde başlar, güneş doğunca biter.
Takvimlerde yazan imsak vakti, sabah namazının başladığı ilk vakittir. Fakat Hanefîlerde faziletli olan, sabah namazını ortalık biraz ağarınca, güneş doğmadan 30-40 dakika önce kılmaktır. Yine takvimlerde “güneş” diye belirtilen vakit, güneşin doğduğu ve sabah namazının vaktinin çıktığı anı gösterir.
Demek ki, sabah namazını mutlaka güneş doğmadan önce kılmak gerekir. Güneş doğduktan sonra sabah namazının ancak kazası kılınır. Bazı kimseler, “Güneş doğduktan sonra kılarsak borcumuzu öderiz, ama sevabı olmaz” diye düşünüyorlar. Bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Nasıl ki, yatsı ezanı okunduğunda akşam namazının vakti çıkar; güneş doğunca da sabah namazının vakti çıkmış olur. Bu yüzden mutlaka güneş doğmadan önce kalkıp kılmak gerekir.
Böyle olmasaydı, niçin Peygamberimiz (s.a.v.) ve arkasından gelen milyarlarca Müslüman asırlardır sabahın karanlığında caminin yolunu tutuyor?
Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde açıklayacağımız, “kalkma tedbirlerini almadan” sabah namazını kaçırınca, “Ne yapayım, uyanamadım” demekle sorumluluktan kurtulamazsınız. Dua ederek, hakkıyla önemseyerek, erken yatarak, uyarıcı araç kullanarak tüm tedbirleri aldıktan sonra yine de namaza kalkamamışsanız, elbette öğleden önce kazasını sünnetiyle birlikte kılmanız gerekir. Yine de tövbe ve istiğfar etmek, “Allah’ım, bir daha sabah namazına kalkamama acısı yaşatma” diye yalvarmanız gerekir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
NAMAZI TERK ETMENİN BAHANELERİ
Namazı hiç kılmayan veya sık sık kaçıran insanlar, birçok bahane uydururlar. Namaza engel gösterilen hiçbir şeye “mazeret” gözüyle bile bakmadığım için, ısrarla “bahane” kelimesini kullanıyorum. Çünkü namazın mazereti ancak ölüm riski, koma hâli ve bayılma gibi aşılamayacak engeller olabilir. Bunun dışında bizim nefsimizin gösterdiği engeller, çok basit ve kolayca aşılabilecek bahanelerden başka bir şey değildir.
Şimdi bu bahaneleri tek tek işleyerek çürüteceğiz.
1. Önemini bilmemek
Namaz kılmamanın en büyük sebebi, önemini bilmemektir. Namazın ne büyük bir ehemmiyet ve kıymet taşıdığını bilmeyen nice Müslüman, “İşin var, sonra kılarsın”, “Neyse sonra kaza edersin” gibi cümleler kullanırlar.
Oysa namaz o kadar önemlidir ki, insanın yaratılış sebebinin en büyüğü budur. Düşünün bir kere: Rabbimiz Kur’an’da meâlen, “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” buyuruyor. (Zâriyât Sûresi: 56)
Daha ötesi var mı? Hem Rabbimiz, hem Peygamberimiz (s.a.v.), en büyük ibadetin namaz olduğunu belirtiyorlar. Bu kadar açık gerçek ortada iken farklı bir şey düşünmek mümkün mü?
Bizim ve her şeyin yaratıcısı, bizi dirilten ve öldüren, ahi-rette bizi hesaba çekerek sonsuz bir mükâfat veya azap verecek olan Allah, çok açık ve net bir şekilde, bizi ibadet ve namaz için yarattığını buyuruyor, ısrarla namazı emrediyor. Bizim farklı bahanelerle namazı terk etmemiz, kendi kendimizi aldatmak ve başımızı kuma sokmak olmuyor mu?
Evet, içinde bulunduğumuz gafletten uyanalım. Namazı vaktinde, hiç kaçırmadan, ezan okunur okunmaz, dosdoğru ve hakkını vererek kılalım. Eğer hemen uyanmazsak, bilelim ki, Cehennemde uyanmak çok geç olacaktır.
Namazın önemini kavramak için namaz şuurunu anlatan kitaplardan hiç değilse 5-10 tanesini mutlaka okuyun.
2. “Allah Gafur ve Rahîm’dir, affeder” düşüncesi
Namaz kılmayan insanlardan bazıları ve en başta nefsimiz, “Canım ne olacak, Allah affeder” der. Namazı terk eden nice insan, Rabbimizin af ve mağfiretinin sonsuz olduğunu, Onun her şeyi affedeceğini söyler. Oysa bu, şeytanın bir tuzağıdır.
Elbette Rabbimiz şirkin dışında bütün günahları affeder. Ama nasıl?
Şu ayet meali bizi bu konuda daima uyanık tutmalıdır: “Ey insanlar! Rabbinizin emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakının. Ve öyle bir günden korkun ki, ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına hiçbir faydası olmaz. Allah’ın vaadi şüphesiz haktır; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da, Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin.” (Lokman Suresi: 33)
Son cümle apaçık bir şekilde “Nasıl olsa Allah affeder” diyerek, namaza karşı ilgisiz olmanın yanlışlığını ortaya koyuyor. “Gafur ve Rahim” olduğu için namaz konusundaki ihmalimizden dolayı bizi affedeceğini umduğumuz Rabbimiz, açıkça bu konuda bizi uyarıyor, aldanmamızı istemiyor.
Biz şimdi, Rabbimizi Kendisinden daha mı iyi tanıyoruz ki, “Affeder, affeder” diye namazı terk ediyoruz? Sanki, “Allah her ne kadar Kur’an’da 70 defa namazı emrediyorsa da, merak etmeyin O merhametlidir, affeder” diyoruz.
Öncelikle şu gerçeği unutmayın: Rabbimizin merhametine ve affına güvenerek günah işlenmez. Ancak gafletle günah işlenmiş, ama sonunda pişmanlık duyulup af dilenmişse, o başka. Şu uyarıya dikkat edin:
“Allah katında makbul olan tövbe, o kimsenin tövbesidir ki, onlar bilmeyerek kötülük işlerler de, çok geçmeden pişman olup tövbe ederler. İşte onların tövbesini Allah kabul eder. ” (Nisa: 17)
Demek ki, tövbenin kabul olabilmesi için günahın “bilmeyerek” işlenmesi ve çok geçmeden pişman olunması gerekir. Oysa namazını kılmayan nice insan, hem bile bile bu günahı işliyor, hem de hiç pişman olmadan her gün aynı günahı işlemeye devam ediyor. Eğer bilerek işlese, arkasından samimî bir tövbe edip bir daha işlemese, inşallah yine affedilir.
Evet, Rabbimizin güzel isimleri içinde en fazla olan, “şefkat, af ve merhamet” manasını taşıyanlardır. Rahmetinin, gazabını geçtiğim belirten de Odur. Kendisine ortak koşmaktan başka her şeyi affedeceğim de belirtmiştir.
O kadar ki, ömrünü günahla geçirdiği halde samimî bir tövbe ettiği için affına mazhar ettiği ve Cennete koyacağı insanlar vardır. Ama, bütün ömrünü iyilikle geçirdiği halde böbürlenip, ibadetiyle övünüp, ayağı kayıp Cehenneme yuvarlananlar da bulunmaktadır.
Gafletle günahı işleyip, sonradan ayılan, kendine gelen, şuurlanan bir insan, “Ben ne yaptım, ne büyük hata işledim” diye sarsılır, ciddi bir pişmanlık duyar ve affedilmesi için yalvarırsa, Rabbimiz affedebilir.
Dikkat edin: “Affedebilir” diyoruz. Çünkü Allah’ın af ve mağfireti hiç kimsenin ipoteği altında değildir. Hiç kimse Ona ait bir yetki hakkında fikir yürütemez, Onu etkileyemez. Ve en büyük günahlardan birisi, “Allah bana azap etmez” düşüncesi, bir başkası, “Ben nasıl olsa Cennetliğim” anlayışıdır.
Tabiî, “Allah beni affetmez”, “Allah beni Cennetine sokmaz”, “Ben kesinlikle Cehennemliğim” gibi düşünceler de yanlıştır. Çünkü Allah’ın ikramı, ihsanı, affı, bağışı, adaleti hiç kimsenin etkisi altında değildir. Rabbimiz, her hususta olduğu gibi, bütün fiillerinde de tek, bağımsız ve sorumsuzdur.
Bunun için diyoruz ki, bırakın günah işlemeden önce, samimiyetten uzak ve çelişki içinde, “Allah affeder” diye düşünmek; günahtan sonra içten ve yürekten tövbe ve istiğfar etsek bile neticeyi bilemeyiz. Ne, “Affedildik” dememiz, ne de, “Affedilmedik” diye düşünmemiz doğrudur. Ölünceye kadar affını ümit eder, azabından korkarız.
Bu bakımdan namaz kılmayıp, “Allah affeder” diye düşünmek, büyük hatadır ve namaz için bir özür olamaz.
3. Daha gençsin, yaşlanınca kılarsın
Namazın bahanelerinden birisi de, henüz genç olmaktır. Gariptir ki, ibadete ve namaza daha bir şevkle sarılmamızı sağlaması gereken gençlik, bazen engelmiş gibi gösterilir. Hatta nefsimiz ve çevremiz, “Daha gençsin, yaşlanınca kılarsın” diyebilir.
Halbuki yaşlanıncaya kadar yaşayacağımıza dâir kimin garantisi var? Kim Azrail’le sözleşme yapmış ki? Ölüm genç ihtiyar dinliyor mu?
Diyelim bize özel olarak garanti verildi, 100 sene yaşayacağız. Namaza ne zaman başlayacağız? Ölçü nedir? 60 yaşında mı, 80 mi, 90 mı, yoksa ölmeden bir gün önce mi? Peki ergenlik çağından itibaren yaptıklarımızın hesabı sorulmayacak mı bize? Allah, “Ey yaşlılar, namaz kılın” mı diyor, yoksa “Ey iman edenler, namaz kılın” mı diyor?
İslâmı yaşamak yaşlıların işi mi? Peygamberimiz (s.a.v.), her insanın Allah huzurunda gençliğini nerede geçirdiğinden hesaba çekileceğini buyuruyor. Bu gerçekleri bildiğimiz halde nasıl olur da ezan okunurken ilgisiz kalabiliriz?
Evet genç olmak, bizi namaza dört elle sarılmaya sevk etmelidir. Çünkü gençlik, hayırlı işler yapmaya en güzel vasıtadır. Gençlikteki enerji, faaliyet, gayret, güç ve kudret, yaşlanınca bulunamaz. Bu enerji ve heyecanı, Allah yolunda değerlendirmek gerekir.
4. “Zamanım yok” iddiası
Kimi insanlar, “Niçin namaz kılmıyorsun?” dendiğinde, “Zamanım yok” gibi kargaları güldüren bir bahane uydururlar. Şu saçmalığa bakın: Her şeye zaman var, ama yaratılış gayemiz olan namaz kılmak için zaman yok. Kim inanır buna?
Bir gün taksiyle gidiyorduk. On yaşındaki kardeşim öne oturmuş, şoförle sohbete tutuşmuştu. Bir ara söz namazdan açıldı. Şoför:
- Biz kılmıyoruz, dedi.
Kardeşim çocukluğun verdiği safiyetle:
- Vakit mi bulamıyorsunuz, diye sordu. Meğer adam çok mert birisiymiş:
- Ne vakit bulamaması oğlum, dedi. Tembellik ve ihmalkârlık.
Bunun üzerine ister istemez güldük. Şoför, saf gerçeği çekinmeden, eğip bükmeden söylemişti. Çünkü namaz kılmayı istedikten sonra zaman bulamamak gibi bir problem olamaz.
Hem söyler misiniz, zaman dediğimiz şeyi yaratan, bizim emrimize veren Allah değil mi? Allah bizi yaratıp, her şeyi emrimize veriyor, namazı emrediyor ve biz kalkıp diyoruz ki, “Ya Rabbi, kılacağım, ama zamanım yok.” Ne kadar tuhaf değil mi?
Rabbimiz bize koskoca bir ömür bağışlamış. Günde 24 saatten birini namaza vermemizi istiyor. O kadar şefkatli ve merhametli ki, 24 saatimizi ibadetle geçirsek, Onu hakkıyla takdir etmiş olamayacağımız belli olduğu halde, O bizden bir saat istiyor.
Acaba kudretli bir zat size 24 altın bağışlasa, sonra onun birini isteyip, “Eğer bunu verirsen bir müddet sonra sana bir çuval altın vereceğim. Vermezsen hapse attıracağım” dese, bu teklifi reddeder miyiz? Asla! Peki namaza nasıl sırt çevirebiliriz?
5. “Çalışmak da ibadettir” gerçeğini yanlış anlamak
Kimi Müslümanlar, namaz kılmamalarına bahane olarak, “Çalışıyoruz ya, çalışmak da bir ibadettir. Ailemizin rızkını kazanıyoruz” diyorlar.
Şu bahanedeki mantıksızlık apaçık ortada değil mi?
Her şeyden önce “ibadet” kelimesi, dinî bir kavram… Bir söz veya fiile “ibadet” diyebilmemiz için onun Allah ve Resulü (s.a.v.) tarafından emredilmesi gerekir. Kur’an’ın neresinde, “Namaza gerek yok, çalışmanız da ibadettir” diyor? Hangi hadis kitabında, “Çalışırken namaz kılmayın, o da bir ibadettir” diyor? Aksine Rabbimiz, hiçbir alış verişin kendilerim namazdan alıkoymayan mü’minleri bakın nasıl övüyor:
“Onlar öyle kimselerdir ki, ne bir ticaret, ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazlarını dosdoğru kılmaktan ve zekâtlarını vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetten dönüvereceği bir günden korkarlar. Ta ki, Allah onları yaptıklarının daha güzeliyle mükâfatlandırsın ve lûtfuyla daha da fazlasını versin. Allah dilediği kulunu hesapsız şekilde rızıklandırır.” (Nur: 37-38)
Bu ayetler, geçim için çalışmanın ibadete engel olamayacağını kesin bir şekilde ortaya koyuyor. Hem düşünsenize: Namazı emreden Rabbimiz, bizim çalışacağımızı bilmiyor muydu? Evet, çalışmak ibadettir. Sadece çalışmak değil, yaptığımız her mubah iş, ibadet olabilir. Ama bir şartla: Önce namazı kılacaksınız, sonra güzel bir niyet taşıyacaksınız.
Yani, “Asıl mal sahibi Rabbimdir. Rızkımızı O veriyor. Ancak bu rızkı kazanmak için bizim çalışmamızı emrediyor. Biz de Onun emri ve rızası dairesinde, helâl bir surette rızkımızı kazanmaya çalışıyoruz” diyecek, bu niyetle çalışacaksın. İşte bu niyet ve namazla her yaptığınız davranış ibadet olabilir.
Ama namaz kılmadan, mubah işlerimiz ibadet olmaz. Hem ibadet olsa bile, bir ibadet bir başka ibadete bahane olamaz. Söz gelişi, “Namaz kılamam, zaten oruç tutuyorum veya zekat veriyorum” demek, yanlıştır, çelişkidir. Çünkü namazı da, orucu da emreden aynı zattır. Hiçbir ibadet bir başka ibadete engel değildir. Her birinin yeri ve zamanı ayrıdır.
6. Hiç bitmiyor, usanıyoruz
Belki nefsimiz şöyle diyebilir:
- Bu namaz hiç bitmiyor. Sürekli kıldığımız için usanıyoruz.
Bu sözler nefsimizin bir oyunudur. Çünkü her gün yemek yiyoruz, su içiyoruz, havayı teneffüs ediyoruz. Hiç bıkıyor muyuz?
- Artık yemek yemekten bıktım, diyen bir adam gördünüz mü? Mümkün değil. Çünkü bunlardan lezzet alıyoruz.
Namazdan da lezzet almıyor muyuz? Her şeyin yaratıcısının huzuruna çıkmak, Ona derdini arz etmek, Ondan yardım dilemek, Onun ihsan ettiği kalp rahatlığına, ruh sükûnetine kavuşmak en büyük lezzet değil midir?
Siz hiç namaz kılıp da, şikâyetçi olan kimse gördünüz mü?
- Aman ne kadar yoruldum, içim sıkıldı, namaz kıldım, kötü yollara düştüm, diyen bir tek insan gösterebilir miyiz? Tam aksine, kim namaz kılarsa rahat ve huzur içindedir. Çünkü namaz, akıl, kalp ve ruhumuzun gıdasıdır.
Bunun için namaz kılmaktan hiçbir zaman bıkılmaz. Akıl, kalp, ruh namazdan memnundur. Sadece şeytandan ders alan nefsimiz itiraz edebilir. Ona karşı mücadele etmek, nefsimizi eğitmek, hatta zorlayıp Allah’ın huzuruna getirmek gerekir.
7. Sihirli formül arayışı
Kimi Müslümanlar, namazla ilgili birçok konuyu bilir. Fakat yine de şöyle demekten kendini alamaz:
- Bunları biliyoruz, ama ıslah olası nefsimizi ve kahrolası şeytanımızı bir türlü yenemiyoruz. Ne kadar arzu etsek, içimizde bir isteksizlik var. Hattâ bazen Ramazan’da falan başlıyoruz, bayramdan sonra bırakıyoruz. Yılın birkaç ayında kılıyoruz, sonra terk ediyoruz. Cuma ve bayram namazlarına gidiyoruz, ama vakit namazları olunca başarılı olamıyoruz. Sen bize öyle bir şey söyle ki, namaza bir başlayalım, bir daha hiç bırakmayalım.
Gerçekten beş vakit namaz kılamayan kardeşlerimizin bir kısmının durumu tıpkı söylediğiniz gibi. Hattâ adam dinî tahsil yapmış, Kur’an’ı baştan sona okumuş, yine de namaz kılmakta zorlanabiliyor.
Bunun da çaresi var. Her derdimize deva olan Kur’an, bunun da yolunu bize göstermiş. Yalnız şuna inanalım: Hiçbir derdin devası sihirli formüllerle bulunmaz. Hiçbir problem bir anda çözümlenmez. Diyelim, bir hastalığa yakalandınız. Hemen bir iki hap yutup kurtulabiliyor muyuz? Bazen yıllarca süren tedavi, hattâ ameliyat gerekmiyor mu?
Ailemizin geçimini sağlamak için parayı nasıl kazanıyoruz? Hiç günde bir iki saat çalışıp, bir aylık geçimimizi sağlayabiliyor muyuz? Bir öğrenciyi düşünün: Sınıfı geçmesi için bir iki dakika ders çalışması kâfi mi?
İşte bunlar gibi, nefis ve şeytanımızı mağlûp etmek için de, biraz uğraşmamız gerekecek. Önemli bir savaşı hiçbir şey yapmadan, yattığımız yerde kazanabilir miyiz?
Namazı isteyerek kılabilmemiz için, önce inancımızın çok güçlü olması gerekir. Çünkü inanç temeldir, namaz ve diğer ibadetler onun üzerine bina edilir. Taklidi ve zayıf bir imanı, tahkîkî ve güçlü yapmanın yolu, Kur’an’ın inançla ilgili âyetlerini çok iyi anlamaktır. Bunların tefsirini okuyup imanımızı güçlendirmek gerekir.
İşte bu hususta Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyâtını çok okumak gerekir. Çünkü bu eserlerde, güçlü bir iman ve tefekkür dersi vardır. Ayrıca namazın önemini anlatan, teşvik eden çok kıymetli bahisler bulunmaktadır. Bunun için onun yazdığı Sözler isimli kitapta bulunan 4., 9., 11. ve 21. Sözü, ayrıca Şualar’daki 6. ve 15. Şua’yı, anlayarak okumak büyük fayda sağlar. Hatta bu bölümleri, tekrar tekrar okuyarak müzakere etmek, birkaç arkadaşımızla derin hakikatleri anlamaya çalışmak gerekir.
8. Kılacağım, ama duaları bilmiyorum
Kimi Müslümanlar namaz için başka bir bahane uydururlar. Derler ki:
- Ben namaz kılmayı tam bilmiyorum, duaların da bir kısmını ezberleyemedim. Böyle namaz kılamam ki…
Oysa dünya hayatı için o kadar çok şey öğreniyoruz ki, neden ebedî hayatımız için birkaç saatimizi verip, bazı duaları öğrenmiyoruz? Geçici dünya hayatımız için o kadar çok teferruat bilgiler öğreniyoruz, dünya kadar paralar harcayarak kurslara gidiyoruz. Namazın kılınışını, farzlarını, vaciplerini, namazı bozup bozmayan şeyleri öğrenmek için biraz zaman harcasak, hiçbir şey kaybetmeyiz; ama çok şey kazanırız.
Hem dinimiz o kadar kolay ki, sadece Fatiha, İhlâs süreleriyle Ettahiyyâtü’yü ezberleyen bir kimse, bütün farz namazlarını kılabilir. Zaten diğerlerini öğrenmek de zor değildir. Namazla ilgili konuları hangi mü’minden rica etsek bize anlatır. Zaten bu hususta birçok kitap, teyp kaseti ve CD vardır. Bilen birisine sormaktan hiç çekinmeyelim. Dünyaya ait her şeyi soruyoruz da, ebedî hayatımızla ilgili bir hususu neden sorup öğrenmeyelim?
9. Çok yoğun işlerim var
Nefsin bir başka bahanesi:
- İşlerim çok yoğun, vakit bulamıyorum. İşyerinde izin vermiyorlar. Okulda dersimiz var, gibi hususlardır.
Peki namaz en mühim iş değil mi? Acaba öğle paydosunda, teneffüslerde, dinlenme saatlerinde 5-10 dakika ayırıp namazı kılamaz mıyız? Hem namaz kılmak işlerimizin de rast gitmesine vesile olur.
Diyelim ki, okuldasınız. Giriş ve çıkış saatinize göre, zaman ve yer arayışına girmelisiniz. Bazı öğrenciler, okulda kılamadıklarını bahane ederek, hiçbir vakit namaz kılmazlar. Oysa okulda rastladığımız namaz vakti, bir veya ikidir. Kış günleri namaz vakitleri kısa aralıklarla geldiği için biraz zorlanabiliriz. Ama uzun yaz günlerinde ciddi bir problem olmaz.
Bazen teneffüs süresi çok kısadır. Abdest ve namaza kâfi gelmez. Ama gönlünde namaz aşkı olan bir kimse, bir teneffüste abdest alır, diğerinde namazını kılar. Yine de süre ve yer sorunu varsa, sadece farzını kılmakla yetinirsiniz. Çünkü öncelikle ondan sorumluyuz.
Kimi okullarda namaz kılacak yer yok. Bunun için hiç değilse farzını, boş bir sınıfta, depoda, okulun herhangi bir yerinde kılmaya çalışmak gerekir. Seccade olarak büyükçe plâstik bir torbayı kullanabiliriz. Marketlerde satılan büyük boy çöp torbalarını kolayca cebimizde taşır, istediğimiz her yerde kılabiliriz.
İsteyene namaz kılmak için yığınla formül vardır. Namaz kılan üç genç, üniversiteye hazırlık kursuna gidiyorlardı. Birisi, akşam namazını kılamadığından söz etti.
- Nasıl olur, dedim. Siz kılamazsanız, kim kılabilir? Dershanede namaz kılacak yer olmadığını, hem teneffüs süresinin de sadece beş dakika olduğunu söyledi. Çevredekilerden kıbleyi öğrenip, bir sıranın üstünde kılabileceklerini anlattımsa da, “Hayır, milletin gözü önünde utanırım, kılamam” cevabını verdi.
Oysa dershanenin yakınında cami vardı. Önceden abdest alındıktan sonra akşam namazının farzı pekâlâ yetişebilirdi. Hatta farz içindeki bazı sünnetleri terk ederek namazı daha kısa zamanda yetiştirebilirlerdi. Zaman kazanmak için, hiç kılmamaktansa, Sübhaneke, Salli-Barik dualarını okumadan, rükû ve secdedeki teşbihleri de bir kez söyleyerek zaman kazanabileceklerini ifade ettim. Cami uzak olsa bile civardaki bir esnafın dükkânında kılabilirlerdi. Çünkü ülkemizde namaz kılan insan az değil. Durumumuzu açıkladığımızda birkaç kişi kabul etmese de, elbette kılacak yer gösterenler olacaktır. Hem kılmayanlara da namazın ne derece önemli olduğunu hatırlatmış olurduk.
Bir keresinde akşam namazı kılacaktık. Lüks bir otelde çalışan, yeni Müslüman olmuş birisiyle görüşmüştük. Arkaaşım:
- Burada mescit yoktur, ama yine de soralım ki, böyle bir ihtiyaç olduğunu hatırlasınlar, demişti.
Gerçekten de olmadığını söylediler. Ama sormamız faydalı olmuştu. Bütün Müslümanlar, mescide ihtiyaç duydukları yerde bunu sorup araştırsalar, sorumlu kişiler de mutlaka ilgilenirler.
Bizler namaz için çırpınalım, Allah yeri de, zamanı da hazırlar. Dinimiz bize çok kolay şartlarda mı ulaştı? Kızgın çöl kumlarında yatırılıp üstüne taş konarak işkence gören Bilâl-i Habeşî’nin yaşadıklarını heyecanlı ve meraklı bir masal gibi okuyoruz. Oysa onun gibi binlerce acı ve işkenceye, bu güzel dinin bize ulaşması için katlanıldı. Biz de birazcık sıkıntı çeksek ne olur ki?
10. Hastayım nasıl kılayım?
Kimi insanlar vardır. Basit bir hastalıkta bile namazlarını aksatırlar. Ama öbür tarafta yoğun bakımda iken bile namazlarını aksatmayan insanlar vardır.
Acaba hasta olunca dünyadaki işlerimizi bırakıyor muyuz? Hasta olup da işini terk etmeyen o kadar çok insan vardır ki… Çok duymuşuzdur, “Falanca müdür veya işadamının bir gün bile işe gelmediğini görmedim” sözünü. Acaba o kimse hayatında hiç hasta olmadı mı? Demek önem verdiğimiz işlere hiçbir engel tanımıyoruz.
Bir gün çok şiddetli grip olmuştum. O zaman ticaretle meşguldüm. Dükkânımı açmam ve çalışmam gerekiyordu. Namazımı kılıp erkenden yatıyordum. Böylece dinlenip, ağrı kesici ve vitamin alarak hastalığı ayakta atlattım. Belki kendi işim olmasaydı veya bir başka çözüm bulsaydım, iyileşinceye kadar yatardım. Hastalık yüzünden dünya işini ihmal etmiyordum da, namazı niçin ihmal edecektim?
Nitekim zaman zaman küçük büyük birtakım hastalıklara yakalandım. Ama hiçbir zaman namazımı terk etmedim. Çünkü namazın hiçbir zorluğu yok. Zaten dinimiz, ayakta duramayacak kadar hasta olanlara oturarak, hatta ayağını uzatarak veya yatarak namaz kılma izni veriyor. Hastaların iki namazı birleştirerek, takdim veya tehir yapmaları da mümkün. Bu kolaylıklar varken namaz kılmamak, büyük bir hazineden yararlanmamak demektir.
Yıllar önce bir ameliyat geçirecektim. En büyük derdim, namazımı nasıl kılacağım konusu olmuştu. Bazı namaz vakitleri ameliyat sırasında veya yoğun bakım odasında geçebilirdi. İslâm İlmihâlinden hastalık hâlinde namazın nasıl kılınacağı ve teyemmüm konusunu tekrar okudum. Çünkü önceden bilseniz bile hiç başınıza gelmediği için unutabiliyorsunuz. Bilgilerimi tazeledim.
Abdest alamadığım vakitlerde teyemmüm ederek, namazı oturduğum yerde kılabilecektim. Hastanenin bahçesinden temiz bir tuğla parçası buldum. Birkaç vakit namazı teyemmüm ederek, yoğun bakımdaki yatağımda kıldım. Hiçbir sıkıntı ve zorluk çekmedim. Dinimizin abdest ve namazda gösterdiği kolaylık beni rahatlattı. Eğer namazı dert etmeyip:
- Nasıl olsa hastayım ve ameliyat oldum, diye düşünseydim, günaha girecek ve sorumlu olacaktım.
Namazın özü, Allah’ı anmak, Ona yönelmek ve Ona olan bağlılığımızı pekiştirmektir. Eğer bunu abdest alarak ve ayakta yapmaya gücümüz yetmezse, dinimizin gösterdiği kolaylıklarla aynı gayeleri elde edebiliriz. Yeter ki, Rabbimizi unutmayalım ve ibadet edelim.
11. Elimde yara var, abdestim olmaz
Kimi Müslümanlar normalde namaz kıldıkları halde abdestte yıkaması gereken bir organda yara olduğunda hemen namazı bırakırlar. Gerekçe olarak:
- Elimde yara var, su değdirmemem gerekir. Bu yüzden namaz kılamam, derler. Halbuki abdest uzuvlarımızdan birisinde yara varsa ve yıkamak zarar veriyorsa, ona su dokundurmadan abdest almamız mümkündür. Eğer yarayı suyla yıkamamız zarar verecekse veya üzerinde sargı varsa, o bölgeyi yıkamadan, sadece üzerini mesh ederek abdest alabiliriz.
Kaldı ki, bazı yaralara su da zarar vermez. Gençlik yıllarımda ayağım yaralanmıştı. O zamanlar hemen doktora gidip göstermeye imkânımız olmadığı için bir eczacıya danıştım.
- Kesinlikle suyla yıkama, dedi.
Onun tavsiyesine uymakta hiçbir sakınca yoktu. Ama ben, sanki yıkamazsam abdestim olmayacakmış gibi bir zanna kapıldım. Bırakın suyla yıkamamayı, aksine yarayı iyice açıp her tarafına suyu ulaştırıyordum. Abdest suyu şifa oldu. Hiçbir merhem kullanmadığım halde yara kısa sürede iyileşti.
Bir yara veya hastalığı çok büyütür, hassas olursanız, gerçekten de iyileşmesi zor olur. Ama gereğinden fazla büyütmezseniz, kısa sürede şifaya kavuşursunuz.
12. Üzerim temiz değil
Kimi insanlar da bu bahaneye sığınıyorlar. Bir kısmı gerçekten de, insanın üzerini kirleten işlerde çalışıyor, bir kısmı ise üzerinin temiz olmamasını bahane ediyor. Çiftçilik, inşaat işleri, tamircilik, hayvan bakıcılığı gibi insanın üzerini kirleten işlerde çalışan insanların namaza engel olan hiçbir özürleri yoktur.
Bir kere dinen namaza engel olan pislikleri iyi bilmek gerekir. Toz, toprak, yağ gibi maddeler namaza engel değildir. Asıl pislik, kan, idrar, dışkı, şarap gibi şeylerdir. Hanefî mezhebinde, ağır pisliklerin bile bir dirheme kadar olan kısmı mekruh olsa bile namaza kesin engel değildir.
Kaldı ki, üzerimiz çok kirli olsa bile, yine çözüm bulmalıyız. Çalışmak için, spor için, yatmak için farklı farklı giysiler alıyoruz. Acaba ebedî hayatımızın anahtarı olan namaz için temiz bir elbise bulundurmak gerekmez mi?
Çoğu zaman “Elbisem temiz değil” bahanesini aşmak çok kolaydır. Bir ameliyat olmuş, hastanede yatıyordum. Beş vakit namazını kılan çok dindar bir arkadaş vardı. Ameliyat olduktan sonra namazı kılmamaya başladı. Her zaman mescitte gördüğüm arkadaşa ne olmuştu da, artık ayağa kalktığı halde bile namaz kılmıyordu.
- Niçin kılmıyorsun, diye sordum. Ameliyattan sonra çamaşırım kirlendi, namaza engel olduğu için kılamıyorum, dedi.
- Artık ayağa kalktın, pekâlâ yıkayabilirsin. Eğer gücün yetmiyorsa, bana rica etseydin, yıkardım, dedim.
- Sağ ol hocam, düşünemedim.
- Hatta kantinde yeni çamaşır satılıyor. Paran yoksa nasıl olsa pijaman temiz, çamaşırsız kılabilirsin, dedim.
Daha sonra kılmaya başladı. Ama o zamana kadar yaklaşık 15-20 vakit namazım kazaya bıraktı. Hem de ciddi bir özrü olmadığı halde.
Aramızda geçen konuşmayı çok basit ve sıradan kabul edebilirsiniz. Ama, bu basit çözümleri kendisi düşünseydi, birkaç gün namazlarını kazaya bırakmadan kılacaktı. Oysa bir vakit namaz bile bütün dünyaya bedeldir.
13. iş yerinde izin vermiyorlar
Kimi insanların namaza gösterdikleri engel:
- İş yerinden izin vermiyorlar, şeklindedir. Gerçekten de, kimi iş yerleri, fabrikalar, resmî dairelerde yönetici konumunda olanlar, çalışanların namaz kılmalarına imkân vermezler. Ama şunu unutmayın: Hangimiz bir iş yerinde 24 saat çalışıyoruz? Acaba günün beş vakit namazı hep iş yerindeyken mi gelip çatıyor?
Değil elbette. Fakat namaz için bahane bulmaya pek hevesli olan nefsimiz, sanal bahaneleri bile ciddi bir engel gibi gösterir. Oysa iş yerinde iken kılmamız gereken namaz en az bir, en fazla üç vakittir. Bu konuda yazın daha rahatız. Ama kışın namaz vakitlerinin arası çok kısadır.
Namaz vakitleri, ülkemizin doğusu ve batısında yaklaşık bir saatlik fark gösterir. Bu hususta doğu kısmı daha sıkıntılıdır. Çünkü öğle, ikindi ve akşam namazları mesai saatlerine denk gelmektedir.
Bu durumda yapılacak olan şudur: Öğle namazını yemek arasında kılmanız mümkündür. İkindiyi biraz geciktirip onun abdestiyle akşamı da kılabilirsiniz. Bazı kimseler çok uzun süre abdest tutabilirler. Bunlar için abdest sorunu yoktur.
Eğer namaz kılmanız bulunduğunuz yerde çok dikkat çekiyorsa, sadece farzını kılmakla yetinebilirsiniz. Hatta farzının bile, sünnet ve müstehaplarını bırakıp, sadece farz ve vaciplerini yapabilirsiniz. Böyle durumlarda zaman kazanmak için Sübhaneke ve Tahiyyattan sonraki duaları oku-masanız, rükû ve secdedeki teşbihleri de bir kere okusanız yeterlidir. Çünkü sünneti ve nafileyi yapayım derken, farzı tamamen terk etmek ihtimali var.
Eğer askerlik, iş ortamı, memurluk gibi durumlarda, hiçbir şekilde namaz kılmanıza izin verilmiyor ve büyük sıkıntılarla karşılaşıyorsanız, öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirerek öne alma veya erteleyerek kılma konusunu burada da düşünebilirsiniz. Bir hadiste şöyle denmiştir: “Resulüllah (s.a.v.), korku ve sefer hâli olmaksızın öğle ve ikindiyi birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek kıldı.” (Kütüb-i Sit-te, c. 8, s. 401)
Alimlerin çoğu, korku ve yolculuk olmadan namazları birleştirmeye karşı çıkmıştır. Ancak İbn-i Abbas (r.a.) gibi, bu hadisle amel edenler de olmuştur. İbn-i Hacer, bunu “ihtiyaç” şartına bağlamıştır. Konuyla ilgili geniş bilgi verdiğimiz kaynakta bulunuyor. (Ayrıca bakınız: Nasıl Namaz, Dr. Vehbi Karakaş, s. 92.93)
Mutlaka tavsiyelerimiz herkese aynen uymayabilir. Siz, iş yerindeki şartlara göre bir yol takip edeceksiniz. Ama şunu kesin kabul edin: İyi bir motivasyon, gayret ve plânlamayla, namaz için her zaman daha fazlasını yapabilirsiniz. Yeter ki isteyin, daha tavizsiz, daha plânlı, daha başarılı olabilirsiniz.
14. Askerde nasıl kılayım?
Askerlik, kendine özgü kuralları ve şartları olan önemli bir görevdir. Sivil hayatında beş vakit namazını terk etmeyen nice insan, askerlik süresince namazı askıya alır. Askerdeyken, sivil hayatında namaz kıldığını öğrendiğim bir arkadaşıma:
- Niçin kılmıyorsun, diye sormuştum.
- Buranın ortamı ve şartlan çok farklı. İnşallah tezkereyi alınca kılacağım, demişti.
Tezkereyi alıncaya kadar yaşayacağımıza kimin garantisi var? Yaşasak bile geçmişimizden sorgulanmayacak mıyız? Askerde kılmadığımız namazlar sorulmayacak mı?
Askerde iken namaz kılmak yasak değil kuşkusuz. Ama bazı yetkili kişilerin farklı hassasiyetleri olabiliyor. Bir de farklı bir ortama giren gençlerde:
- Acaba ne derler, nasıl karşılarlar, gibi bir kaygı var. Ciddi bir dayanağı olmayan bu endişe, namaz kılmaya karşı isteksizlik oluşturuyor.
Oysa tıpkı okul ve mesai saatlerinde yapmamız gereken bir düzenlemeyi askerde iken de yapmak mümkün. Birçok askerî kışlada cami ve mescit var. Biz askerdeyken komutanlarımız da bu camiye gelirdi ve beraber namaz kılardık. Ancak her şeyin istismarı veya ihmali mümkün. Namaz kılan bazı arkadaşlar çok yavaş hareket ederler, eğitime ve içti-maya geç kalırlar, sonuçta namaza ve namaz kılana karşı bir antipati ve tepki meydana gelirdi.
Halbuki, böyle zamanlarda çok hızlı hareket etmek, gerekirse farzlarla yetinmek şarttır. Özellikle yaz mevsiminde namaz vakitlerinin arası açık olduğu için ciddi bir sıkıntı yoktur. Ama kışın ikindi ve akşam namazında sıkıntı olabilir. İyi bir düzenlemeyle, verilen istirahat saatlerinde namazları kılmak mümkündür. Buranın şartları çok farklıdır. Bazen eğitim alanında, dağda, çamurda, karda namaz kılmanız gerekebilir. Bazı muhtemel sıkıntıların tedbirini önceden almalısınız.
Ben askere gitmeden önce oradaki şartları ve ibadet edebilme imkânını çok iyi araştırdım. Zaten sadece askerlik için değil, yolculuğa çıkacak olsam, farklı bir şehre gideceksem, hastane, toplantı, misafirlik gibi kendine özgü şartları bulunan yerlerde bulunacaksam, ilk yaptığım iş, “namazı nasıl kılacağım” konusunda araştırma yapmaktır. Bunun için namaz vakitlerinin ve kıblenin belirlenmesi, abdest alma ve namaz kılma yeri konusunda önceden araştırmalar yaparım. Çünkü namaz, bizim her şeyimiz. Namaz, yaratılış gayemiz, varlık sebebimiz, Ebedî Sevgiliyle buluşma anımız, Onunla randevu vaktimiz. “Her yerde, her zaman bizimle birlikte olan”la buluşabilmek için en ince ayrıntıları düşünmek zorundayız.
Bu yüzden askere gitmezden evvel namazla ilgili hazırlık yaptım. Cebimde kolayca taşımak ve seccade olarak kullanmak için büyük boy plâstik çöp torbası aldım. Onun sayesinde uygun olan her yerde namaz kılabiliyordum. Gerçi namaz kıldığınız yer temizse, mutlaka bir seccade kullanmanız gerekmez. Toprak, çimen, beton, tahta gibi yüzeylerde rahatlıkla namaz kılabilirsiniz. Ama yağmur veya kar yağdığında üzerinizin çamur olmaması için plâstik poşet işe yaramaktadır.
Her yerde her zaman namaz için istekli olun. Kışlaya girdiğim ilk gündü. Yemekhanede kayıtlarımız oluyordu. Birkaç saat geçmişti ve ikindi namazı kılmam gerekiyordu. Başımızdaki çavuştan lavaboya gitmek için izin istedim. İhtiyacımı giderdim ve abdest aldım. Sonra bana yol gösteren usta askere, namaz kılabileceğim bir yer olup olmadığını sordum ve bana gösterdiği yerde namazımı kıldım. Akşam ezanı okunduğunda, askerî elbiselerimizi ve botlarımızı giymiştik. Başımızdaki komutandan izin istedim.
- Abdestin ve seccaden var mı, diye sordu.
- Var, dedim.
Hemen orada, beton zemine plâstik seccademi sererek namazımı kıldım. Hem de botlarımı çıkarmadan. Çünkü yeni giymiştim ve tertemizdi.
Bu vesileyle bir konuyu hatırlatayım: Çok sıkışık zamanlarda namaz kılmak gerektiğinden botunuzu bir mest gibi kabul edip, onun üzerine mesh edebilirsiniz. Bunun için botunuzu abdestli giymeniz ve iyi bağlamanız gerekir. Botun bağlarını çözmek, ayaklarınızı yıkamak ve tekrar bağlamak epeyce zamanınızı alacağı için mesh etmek size büyük bir zaman kazandıracaktır. Ancak namaz kılarken çıkartmayacağınız için botunuzun temiz olması gerekir. Bunu sağlamak için de mesh ettikten sonra botunuzun tabanını ve çevresini yıkarsanız iyi olur. Daha sonraki toz toprak namazınıza engel olmaz. Çünkü namaza engel olan pislikler kan, idrar, dışkı, şarap, irin gibi ağır necislerdir. Ayrıca zaman darlığı yaşadığınız tüm durumlarda, kalın ve sağlam çoraba mesh edebilirsiniz. Bunların ayrıntısını ilmihal kitaplarından okuyarak öğrenmelisiniz.
Maalesef dinî konularda yeterli bilginin olmaması, insanların varsayım, tahmin ve zanlarla hareket etmelerine sebep oluyor. Söz gelişi, kimileri bota mesh edileceğini, toprak zemin üzerinde namaz kılınabileceğini, elbiseye bulaşan toz toprağın namaza engel olmadığını bilmiyor. Neticede, yanlış bilgisine göre hareket ederek namazını ihmal ediyor.
Askerde bir başka sorun sabah namazlarına kalkmak meselesidir. Eğer koğuştaki kalkış saatiniz, güneşin doğuşundan sonra ise, daha erken kalkmanız gerekir. Bunun için de, koğuş nöbetçisine not bırakmanız yeterlidir. Ama bazen nöbetçinin unutması veya ihmali mümkündür. Buna karşı da tedbir almalısınız. Ben hem nöbetçiye not bırakır, hem de pilli saatimi sabah namazı için ayarlardım. Saat küçük ve basitti. Ama geçici düğmesine basarak susturduktan beş dakika sonra tekrar çalmaya başlar, 45 dakika susmazdı.
Böylece her gün muntazam kalkabiliyordum. “Asker arkadaşım” olan saati uzun süre kullandım. Yolculukta, misafirlikte, tatilde yanımdan ayırmadım. Unutmayın: İyi bir saat size sayısız sabah namazı kazandırabilir. Ödediğiniz bedel az, ama kazancınız müthiştir!
Sabah namazıyla ilgili problemlerden birisi, gusül ihtiyacıdır. Bu sorun özellikle askerde daha bir ağırlaşmaktadır. Bunu çözmek için de tedbirler almalısınız. Askerî kışlalarda bir büyük hamam, ayrıca çeşitli yerlerde banyolar vardır. Hamam her gün saat 05′de gusül ihtiyacı olanlar için açılır. Hamamın düzenli açıldığı günlerde bir sorun yoktur. Ama, görevli asker ihmal etmişse ya gidip uyarmak ya da başka bir çözüm bulmak gerekir. Bazı arkadaşlar kışın bile soğuk suyla banyo yaparlardı. Kimisinin bedeni buna dayanır, kimisi ise günlerce hasta olurdu. Tabiî herkes soğuk suya tahammül edemez. Zaten sağlığımızı korumakla görevliyiz.
Bu durumlarda hamamla görevli askerle tanışmak, onunla iyi dostluk kurmak ve açılmadığı zaman onu uyarmak önemlidir. Bir keresinde ihtiyaç olduğu için görevli askeri, koğuşuna giderek uyardım ve sorunu çözdüm. Eğer önceden tanışmamış olsam, başından sayabilirdi. Ama, belki lâzım olur diye önceden tanışmış, bölüğünü ve koğuşunu öğrenmiştim.
Kafanızda namaz kılma derdi varsa, her şıkka karşı hazırlıklı olur, bir çözüm bulursunuz. Ama bunu dert etmezseniz, sayısız namazı kazaya bırakır, bundan vicdan azabı bile duymazsınız. Mahşerdeki hesap gününde uyanırsınız, ama çok geç olur.
Bazen bütün kışlanın kullandığı büyük hamam, onarım veya bakım gerekçesiyle kapatılır. Çözüm olarak sahra hamamı kurulur. Ama, geçici çözüm olduğu için bazen açılması aksayabilir. Bu durumlarda farklı çözümler üretmelisiniz.
Bunun için çamaşırhane ve kimi küçük çaptaki banyolardan yararlanmanız mümkün. Ben bu tür bir ihtiyaç için çözüm olabilecek tüm şıkların ilgilileriyle tanıştım, ihtiyaç olduğunda yararlanabileceğime dair söz aldım. Kimine ihtiyacım oldu, kimine olmadı.
Sakın “Birkaç namaz kazaya kalsa ne olur? Henüz ihtiyaç olmadığı halde muhtemel bir problem için tedbir alınır mı?” demeyin. Bir vakit namaz, dünyaya değer! Namaz için çeşitli çözüm ve formüller düşündüğünüz her anınız ibadettir.
15. Yolculukta nasıl kılayım?
Bu kitabı yazmayı sürdürdüğüm günlerden birindeydi.
- Yeni bir çalışmanız var mı, diyen bir okuyucuma,
- Sabah namazına nasıl kalkılır, konulu bir kitap hazırlıyorum, cevabını verdim. Kitap projemi duyan hemen herkesin dediği gibi:
- Bu konuda kitap çapında bilgi var mı, hem kurarsın saatini kalkarsın, diyerek hayretini ifade etti. Ben de sadece bedenen kalkmayı değil, ruhen, kalben, hissen nasıl kalkılacağını anlattığımı, namazın en ince ayrıntılarına kadar indiğimi, söz gelişi yolculukta bile namazı hiç kazaya bırakmamayı esas aldığımı belirttim. Kendisi işi gereği çok yolculuk yapan birisiydi.
- Desene biz yandık. Ben yolculuklarda çoğu kez kazaya bırakıyorum, dedi. Yolculuğun özel şartları vardır. Eğer kendi kontrolünüzdeki bir araçla seyahat ediyorsanız, namaz vakitlerinde uygun yerlerde durabilirsiniz. Ama sizin kontrolünüz dışındaki bir otobüs, gemi, uçak, tren gibi toplu taşıma aracıyla yolculuk yapıyorsanız, bazı tedbirler almak zorundasınız.
Bunun için sırasıyla şunları yapmalısınız:
a. Vasıta ve zaman seçimi: Gideceğiniz yere kaç saatte gidiliyor ve hangi vakitleri yolculuk esnasında kılmak mecburiyetindesiniz? Saat kaçta çıkarsanız, daha az namaz vaktini yolculukta geçireceksiniz? Seyahat ettiğiniz firma, nerede ve hangi saatte mola veriyor, hangi vakti molada kılmanız mümkün? Firma yetkilileri, namaza duyarlı mı?
Öncelikle bu soruların cevabını araştırıp, baştan tedbir almanız gerekir. Kimi firmaların araç kaptanları ve diğer çalışanları namaza karşı duyarlı, belki kendileri de kılıyorlar ki, mola yerini ve süresini ayarlarken daha esnek davranıyorlar. Bir yolculukta, araç kaptanına giderek:
- Eğer birkaç dakika daha bekleyebilirseniz, sabah namazının vakti girecek ve namazımı kılabileceğim, dedim. Kaptan kabul etti. Vakit girince namazımı kısa sureler okuyarak kıldım ve hemen otobüse koştum. Bir keresinde yeni hareket etmiştik ve tam şehir dışına çıkmışken akşam ezanı okunmuştu. Birkaç kişi namaz kılıyordu ve şoföre rica ettik. Hemen bir caminin önünde durdu ve namazımızı kıldık.
Burada dikkat etmeniz gereken, mümkün mertebe önceden abdesti almak ve fazla zaman harcamadan görevinizi yerine getirmektir. Aksi takdirde hem kaptanı zor durumda bırakmış, hem de namaz kılmayanların tepkisini çekmiş olursunuz. Namaz kılmayanları eleştirmek, küçümsemek ve hoşgörü göstermek zorunda olduklarını düşünmek yanlıştır. Onlar şu anda namaz konusunda sizin kadar şuurlu ve duyarlı olmayabilirler. Ama bir gün gelir, sizi bile geçebilirler.
Hiç kimseye karşı itici olmamak, herkesin seçimine saygı duymak gerekir. Neticede namazı Allah için kılacaklar, bizim için değil. Namazın sahibi onlara süre tanır ve sabırlı davranırken, bizim aceleci olup ıslahı mümkün olan insanları namazdan soğutmamız doğru olmaz.
b. Şoföre rica edebilirsiniz: Namazınızı öncelikle, bir mescitte veya uygun bir yerde, bütün şartlarına uyarak kılmalısınız. Bunun için firma seçimi, çıkış saatiniz ve mola zamanına dair bütün tedbirleri aldığınız halde sonuç olumsuz olabilir. Plânladığınız vakitte mola yerlerinde olamaz ve namaz vakti seyahat esnasında girebilir. Bu durumda ne yapmalısınız?
Öncelikle abdestli olmaya dikkat edin. Çünkü abdestli iken en küçük fırsatı bile hemen değerlendirmeniz mümkündür. Ama buna imkân bulamamışsanız, yine de cesaretiniz kırılmasın.
Bu durumda yapmanız gereken, otobüs kaptanına giderek, namaz kılmak istediğinizi, uygun bir yerde durabilirse memnun olacağınızı, nazik bir üslûpla söylemektir. Kimi şoförler böyle bir isteği hemen kabul etmektedir. Ama bazıları, geç kaldıklarını, belirli bir vakitte gitmek istedikleri yerde olmaları gerektiğini söyleyebilirler.
Nitekim bir yolcu böyle bir istekle şoförün yanına girmiş.
Şoför:
- Daha sonra kaza edersin, cevabını vermiş. Yolcu da esprili bir şekilde:
- Ya ben kaza etmeden önce, siz kaza ederseniz, ne olacak, diye sormuş.
Bu tür bir olay Mehmed Paksu Hocanın başından geçmiş. Bir yolculukta namazı kazaya bırakmamak için şoförden müsait bir yerde beş dakika durmasını rica etmiş. Şoför reddetmiş, bütün ısrar ve ricaları geri çevirmiş. Az sonra otobüsün ön lastiklerinin ikisi birden patlamış. Şoför aracı güçlükle durdurmuş. Tabiî, lastikler yenileninceye kadar mecburen mola verilmiş ve isteyenler namazını kılmış.
Burada önemli bir husus şudur: Şoför reddettiğinde onunla tartışma yapmak yerine olumlu davranmak en iyisidir.
- Nasıl durmazsınız, bu benim en doğal hakkım, ibadet özgürlüğüne saygınız yok mu, türünden sözler söylemek, onu rencide edeceği gibi, daha da inatlaşmasına ve namaz kılanlar hakkında olumsuz düşünmesine sebep olabilir. Bunun yerine:
- Yolculuklarımda hep bu firmayı tercih ediyorum. Daha önce böyle durumlarda hep yardımcı olmuşlardı. Zaten fazla bir zaman almaz. Hemen farzını kılıp geleceğim, gibi bir ifade kullanmak, daha sevimli ve ikna edicidir.
Unutmayın: Bütün alanlarda müthiş bir rekabet yaşanıyor ve hiç kimse böyle nazik bir müşterisini kaybetmek istemez. Uzun yolculuklarda en büyük derdim, namazları vaktinde kılabilmektir. Bunun için defalarca hesaplar yapar, sayısız formül üretirim. Şimdiye dek defalarca otobüs şoförlerine namaz için durmaları ricasında bulundum. Çoğunlukla anlayış ve yardım gördüm.
c. Cem’-i takdim veya cem’-i te’hir yapabilirsiniz: Eğer uzun bir yolculuk yapıyorsanız ve birkaç namaz vakti seyahatte geçiyorsa, çok kolay ve güzel bir çözümden bahsedebiliriz. İlmihal kitaplarında genişçe açıklanan bu çözüme, “cem’-i takdim ve cem’-i te’hir” denir.
Yolculuk ve ağır hastalık esnasında, öğle ile ikindi, akşamla yatsı namazlarının takdim (öne alma) veya tehir (erteleme) şeklinde birleştirerek tek bir vakitte kılınmasına Hanefî âlimleri karşı çıkmakla beraber, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre bu namazları birleştirerek kılmak caizdir, yapılabilir.
Bu üç mezhebe göre, öğle ve ikindi namazları öğle veya ikindi vaktinde peş peşe kılınabileceği gibi, akşam ve yatsı namazları da akşam veya yatsı vakitlerinden birinde beraberce kılınabilir. Ancak bu namazları kılmadan önce takdim veya tehir edileceğine kalben niyet edilmesi şarttır.
Meselâ, öğle namazını ikindi namazıyla birleştirerek ikindi vaktinde kılacak kimsenin, öğle namazını kılabilmesi için ikindi namazının vakti girmeden- yani bir farz namaz kılınacak kadar vakit varken- öğle namazını tehir edeceğine dair niyet etmesi gerekir. Öğle namazı takdim veya tehir edildiğinde her zaman ikindiden önce, akşam namazının da yatsıdan önce kılınması gerekir. Namaz birleştirilirken iki farzın arasında hiçbir namaz kılınmayıp farzlar peş peşe kılınır. Ancak sabah namazı için takdim veya tehir mümkün değildir.
Burada Hanefî olan kimseler, dilerlerse diğer üç mezhebe uyarak, takdim veya tehir yapabilirler. Alimlerin çoğuna göre göre, araçta oturarak namaz kılmak yerine, cem’ yapmak (iki vakti birleştirmek) daha faziletlidir. Çünkü araçta kılınca gerçek anlamda kıble, kıyam, rükû, secde yoktur. Ama iki vakti birleştirmede vakit dışında bütün rükünler vardır. (Cem’ konusunda geniş bilgi için Türkiye Diyanet Vakfının İlmihal kitabının birinci cildinin 329-333′üncü sayfalarına bakınız.)
d. Mecbursanız araçta kılabilirsiniz: Tüm tedbirlere rağmen dört başı mamur bir namaz kılma imkânınız olmazsa, araçta kılmanız gerekir. Çünkü Rabbimiz, şu ayet meallerinde bu hususu anlatır ve ertelemeye asla izin vermez:
“Namazlara ve bilhassa orta namaz olan ikindi namazına devam edin. Ve Allah için namaza durup kıyamda bulunun. Bir tehlikeden dolayı korkuya düşerseniz, yaya veya binekli olarak namazı nasıl kılabiliyorsanız, öylece kılın, ertelemeyin. Tehlikeden emin olduğunuzda ise, Allah’ı, O size bilmediklerinizi nasıl öğrettiyse öyle zikredin, ibadetlerinizi de size öğrettiği gibi yerine getirin.” (Bakara: 238-240)
Farz ve vacip namazlarınızı hayvan ya da ulaşım araçlarında kılmanızın zarurî halleri şunlardır:
- Binekten indiğinizde can ve mal emniyetinden endişe ederseniz.
- Vasıtadan inme imkânınız yoksa veya indiğiniz takdirde tekrar yetişemeyip kaçırmaktan korkarsanız.
Bu durumlarda namazınızı araç içinde oturarak kılabilirsiniz. Ancak tren, uçak, gemi gibi vasıtalarda mümkünse ayakta kılınır, değilse oturarak kılınır. Hayvan veya vasıta üzerinde oturarak namaz kılacak olan kimse, secdede rükûdan biraz fazla eğilir. Ancak otobüste öndeki koltuğun üzerine baş koyarak secde etmek mekruhtur. Hareket hâlindeki araçlarda namaz kılarken kıbleye dönme mecburiyeti yoktur. Aracın gittiği yöne doğru oturulan yerde îma ile namaz kılınır.
Bu saydığımız yollan hiç denemeden, hiçbir gayrete girmeyip namazı kazaya bırakmak, büyük bir günahtır. Yolculuk bittikten sonra namazların kazasını yapmakla sorumluluktan kurtulamazsınız. Çünkü burada kazaya bırakmayı gerektirecek bir engel yoktur.
İlmihallere bakarak yolculukla ilgili seferîlik ve cem yapma hükümlerini ve binek üzerinde namazın ayrıntılarını öğrenebilirsiniz. Bu konuları bilmemek, namazı kazaya bırakmak için mazeret sayılmaz. Çünkü dinimizi yaşamaya yetecek kadar bilgiyi öğrenmeye mecburuz.
Bu hususta Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayınladığı iki ciltlik İlmihal’in ilk cildinde çok geniş ve doyurucu bilgiler var. Her evde bulunması gereken bu İlmihal’den birçok konuda istifade edebilirsiniz.
İşte dinimizin böyle kolaylıkları varken yolculukta namazı kazaya bırakmak hiçbir şekilde kabul edilemez.
16. Kılacaktım, ama unuttum
Bir gün öğle ezanları mü’minleri Allah’la buluşmaya çağırırken, sevgi, heyecan ve şevkle mescide gidiyordum. Çevremdekilere:
- Duydunuz mu? Aşağıda toplantı var. Hemen hazırlanın, dedim.
“Toplantı” ne efsunlu bir kelimeymiş ki, insanlar bir anda şaşırıp, katılmak zorunda olduklarını hissettirir bir hayıflanmayla:
- Haberimiz yok, diyorlardı.
- Öyleyse şimdi haberiniz oldu, dedim. Hemen abdestinizi alın ve koşun.
Bizim için bir vakit namaz binlerce toplantıdan, buluşmadan, sohbetten önemli değil mi? “Namaz uykudan hayırlıdır” diyen Hz. Bilâl (r.a.), aynı zamanda namazın her şeyden hayırlı olduğunu söylemiş olmuyor mu? Devam ettim:
- Askerde komutanımız çağırsa koşarak huzuruna çıkarız. Oysa bizi şu anda huzuruna çağıran, Kumandan-ı Akdes’tir. Ezel ve ebed Sultanıdır. Dünya ve âhiretin Hâkimidir. Kim Ona hayır diyebilir? Bir arkadaşım:
- Namazı vaktinde ve cemaatle kılmak çok iyi. Ama nefse ağır geliyor, dedi. Ben aksini düşünüyorum. Namazı vaktinde kılmak, çok hafif ve lezzetli. Asıl onu ertelemek, nefsime ağır geliyor. Namazı kılınca aklım, kalbim, ruhum ve hattâ nefsim rahatlıyor. Namazımı her hatırladığımda, “Ohh, namazımı kıldım” diyorum. Ya namazı ertelediğiniz vakitleri düşünün. Her hatırlayışta:
- Şu namazı bir kılsaydım, diye bütün varlığınız bir cenderede sıkılmıyor mu? Namazı kılıp en fıtrî görevinizi yapıncaya değin sanki dünya kadar bir kayanın altında eziliyormuş gibi olmuyor musunuz? Vaktinde kılıp bu acı ve ıztıraptan kurtulmak, üstelik cemaatle kılıp 27 kat fazla sevap almak varken niye ruhunuzun bir mengenede sıkılmasına dayanabiliyorsunuz?
“Namazı vaktinde kılmayı, en faziletli amel” olarak niteleyen Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), aynı zamanda bizi bu cendereden kurtarmış olmuyor mu?
Namazı geciktirirseniz, ona önem vermediğinizi göstermiş olursunuz. Erteleyen, ihmal eden, önem vermeyen unutur da. Allah’ın daveti nasıl geciktirilir, nasıl unutulur, O en büyük Sevgiliyle buluşmak nasıl ihmal edilir; havsalanız alıyor mu?
Namazı ertelemekten, geciktirmekten, unutmaktan kurtulmak istiyor musunuz? İşte size en kestirme yol: Onu en büyük işiniz kabul edin, hayatınızı namaza göre programlayın. Kâinatın Sahibi sizi huzuruna çağırdığında ilk işiniz, elinizdeki her şeyi fırlatıp, “Geliyorum Rabbim” demek ve namaza koşmak olsun. Hatta vakit gelmeden hazırlanın, heyecanlanın. Ölümden hayata kaçanların koştuğu gibi koşun ibadete.
Rabbimiz, “Ey mü’minler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman Allah’ı zikre koşun, alış verişi bırakın. Bilirseniz böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır” (Cuma: 9) diye buyurmuyor mu? Sadece Cuma için değil, beş vakit için cemaate koşun. Göreceksiniz, o zaman meleklerin ruhaniyatı ruhunuzu kuşatacak, tüm hayatınız heyecanla ve verimlilikle dolacaktır. Unutur musunuz?
Ertelemek yüzünden mahrum bırakılırız namazdan. Küser bize ibadetimiz ve yalnız, yapayalnız bırakılırız yeryüzünde. Yetim kalmak nedir bilir misiniz? Ya ıssız bir çölde terk edilmek? Kimse Allah’ın terk etliği, yapayalnız bıraktığı kadar yalnız değildir. Erteler misiniz? Hayır, bizi yalnız bırakmıyor O. Günde beş defa Ona çağıran mesajlar çınlıyor kulaklarımızda. Ve her günün binlerce dakikası boyunca onu anlatan çiçeklerin, böceklerin, kelebeklerin, yıldızların arasında yaşıyoruz hayatımızı. Bizi yalnız bırakan biziz. Sahibinden kaçıp ıssız çöllerde kaybolan küçük kedi kimi suçlayabilir?
Anlamakta güçlük çekiyorum: Misafiri olduğum bir genel müdürü bakan telefonla aramıştı. Yıldırımdan kaçarcasına telefona nefes nefese koşmuştu genel müdür. Telefona saldırışını gördüğümde ölümden kurtuluşunun bu telefonla gelecek haberde olduğunu sanmıştım. Öylesine önemli bir insan sizi aramış olsaydı heyecanlanmaz mıydınız? Vicdanınıza sorun: Şimdi cumhurbaşkanı sizi arasaydı,- onu ister sevin ister sevmeyin,- saatlerce bekletebilir miydiniz? Bırakın saatleri, bir dakika gecikir miydiniz? Ama bizim beklettiğimiz basit insanlar değil. Bizi bıkmadan davet eden Allah’ı bekletiyoruz.
Cemaatle namaz kılmak heyecanıyla camiye koşmak için dede olacağımız yıllan mı bekliyoruz? Kimi zaman ucuz ürün kampanyalarında saatlerce bekleyenler, camide beş dakika beklemekle ne zenginliklere ulaşabileceklerini bir bilselerdi!
Ama biz, kâinatın ibadetini ve üstünlüğünü temsil eden en mükerrem yaratıklar. Biz şefkatli Yaratıcının konuşmaya tenezzül ettiği ve “en güzel sanatım” dediği insanlar. Çaresiz düştüğünde hıçkırıklarla ağlamasını bilenler biziz. Ve biz, her günün aydınlanan sabahında gaybın o hazin, o heyecan verici davetini dinliyoruz. Rabbimiz bizi huzuruna davet ediyor da, yumuşacık yatağımızdan kalkamıyorsak, O bizi sevgisiyle kuşatacağı secdeye, huzuruyla buluşmaya çağırıyor da seyrettiğimiz filmden taviz veremiyorsak, vay hâlimize!
“Tamam gelirim Allah’ım. Duydum bu mesajı. Şu işim bitsin, şu filmin sonunu seyredeyim, sonra gelirim. Gelmek isterim, ama şimdi bu sıcak yataktan nasıl kalkacağım? Lütfen beni başka zaman çağır. Ne olur ısrar etme Allah’ım. Rahmetini başkalarına ver” der misiniz? “Haşa” diyen vicdanınız titriyor değil mi?
Ama bir ezan boyunca yataktan kalkamayanların, işini bırakamayanların verdikleri mesaj bu değil mi? Televizyonu bırakamadığı için uykusu gelinceye kadar ayakta kalan, sonra da bastıran uykuya esir olup yatsı namazını ihmal edenlerin dilini başka nasıl tercüme edeceksiniz?
Hazindir bunlar. Belki gülüyoruz ağlanacak hâlimize. Oysa utancımızdan alnımız ayaklarımızın altına kapanmalı. Pişmanlığımızın verdiği acı kalbimizi ezen dağlar kadar büyük olmalıydı. Bir an o ezan sesinin Hz. Peygamberin (s.a.v.) dinlediği ses olduğunu düşünün. O an sizi davet edenin, ezanı Medine semalarında ilk kez yankılatan Hz. Bilâl (r.a.) olduğunu hayal edin. Bir an fark edin ki, sizden önce o camiye çoktan yetişmiş olan Hz. Peygamberin maneviyatı sizi orada bekliyor. Bir an kapatın gözlerinizi ve dinleyin. Şefkatli sahibinizin:
- Ey sevdiğim kulum, hâlâ Benim huzuruma gelmeyecek misin, der gibi olduğunu duyacaksınız. Hâlâ ihmali, ertelemeyi, geciktirmeyi, unutmayı başarabilecek misiniz?
17. O kadar çok engelim var ki…
Namazın önünde hiçbir engel tanımayın. Emin olun ki, eğer tanımazsanız namaza sizi davet eden Allah, karşınıza çıkmaya yeltenecek her türlü engeli ayaklarınızın altında zelil edecektir. Deneyin. Yanınızda, kâinatı şah damarından yakalayan Allah varken hangi ordular sizi durduracakmış! Hangi şeytan alıkoyabilecekmiş sizi o engin buluşmadan?
Biliyorum, hepimiz çeşitli bahanelerle yüzleşiriz. Belki de bazen namazı eda edemeyişimizin nedeni keyfimiz değildir. Hücrelerinize kadar yorgun musunuz? Hastalık iliklerinize kadar kuşattı mı sizi? Zamanınız ve saniyeleriniz bir mengeneye mi sıkıştı? Hiç olmazsa farzları kılabilirsiniz.
Farz, Allah ile bağlarımızı koruyan asgarî sınırdır. Güvenlik bağınızı kopardığınızda boşluğa yuvarlanırsınız. Biz hiçbir rüzgârdan etkilenmeyecek kadar güçlü bir ip cambazı değiliz. Kalbimizi hedef seçen kurşun yağmurları arasında yürüyoruz bu hayat ipinde. Semanın sonsuzluğuyla bizi bağlayan farzları da terk edersek, kaçırdığımız ipin ucunu bir daha yakalayamama tehlikesi var.
Bir vakit namazı kılamazsanız diğer namazı da kılamayabilirsiniz. Bir defa koptuğunuzda, bağışlayan rahmet aşağılardan sizi yakalamazsa çukura çakılmanız mukadderdir. Nefis asla doymaz, tatmin olmaz, isteklerini bitirmez. Kopardığı bir tavizi daha büyük bir talep takip edecektir. Elinizi alırsa kafanızı da götürmek isteyecektir. Nefsine selâm veren ona borçlu çıkacaktır. Tercih sizin. Uzatmadığınız kalbinizden hangi rahmetin tutmasını bekleyeceksiniz ki?
Eğer bir gün, şeytan tüm bahaneleri tank yapıp üzerinize yürürse, eğer bir gün nefsiniz yüreğinize taktığı zincirle sizi sürükleyip götürmek isterse, kimden koparılmak istendiğinizi hatırlayın. Bu kopuş, anadan, babadan, yârdan, yurttan kopuş gibi değildir. Candan kopmak böylesine hazin olamazdı. Kimden koparılmak istendiğinizi görün. Nasıl, bir aslan gibi güçleneceğinizi, çelik gibi bir iradeye sahip olacağınızı anlayacaksınız. O zaman hiçbir engel Yaratıcınızla olan bağı koparmayı başaramayacaktır.
Namaza karşı forvette oynayan veya kalecilik yapan bir futbolcunun psikolojisiyle hareket etmelisiniz. Bunların ikisinin de gözü toptadır. Golcü futbolcu:
- Nasıl etsem de gol atabilsem, diye gözünü kırpmadan topu izler. Kaleci de:
- Aman topu kaleye sokmayayım, diye devamlı topu takip eder. Gol fırsatını kaçırmayı veya gol yemeyi, sanki ölüm gibi acı görürler.
Bilirler ki, milyonlarca taraftar onları izlemektedir. Onların başarısıyla sevinecek, hatasıyla acıya boğulacaklardır.
Namaz için ezan okunduğunda bizleri kimlerin izlediğini hiç düşündünüz mü? En başta Rabbimiz huzuruna bekliyor. Bizim kendilerini göremediğimiz, ama ruhen her zaman etrafımızda olan melekler, nebiler, evliyalar bizim namaz için koşmamızı istiyorlar. Allah’ın huzuruna coşkuyla koşuyorsak, mutlu oluyor, ihmal edersek hüzne gark oluyorlar. Yine ihmal eder misiniz?
Mademki dinimizde imandan sonra en büyük hakikat namazdır; aklımız, kalbimiz, ruhumuz, duygularımız namazla dolmalı, onunla doymalı, bütün zerrelerimizi Allah’la buluşmanın sevinç ve heyecanı kaplamalıdır. Dikkat edin: Ben namaz için bir vakit ihmali ve geciktirmeyi bile reddeden bir anlayışla bunları yazıyorum. Yoksa sadece hiç namaz kılmayanları kast etmiyorum. Bu açıdan hiçbirimiz:
- Biz zaten namazımızı kılıyoruz, diye işin içinden sıyrılamayız.
Namazı geciktirmeye, ihmale veya baştan savma kılmaya mazeret diye gösterdiğimiz şeylere bakın! Söyler misiniz, hangisi vazgeçilmez Allah aşkına?
Namaz benliğimizi öylesine doldurmak ki, vaktimizi, yerimizi, işimizi ona göre ayarlamalıyız. Muhterem validemin tedavi için hastaneye giderken ihtiyaç çantasına koyduğu ilk şey, seccadesi olurdu. Ne kadar zor şartlarda ve yoğun olursa olsun vakti girince yaptığı ilk iş, namazı kılmaktı. Biz de böyle davranırsak ne kaybederiz?
Namazı engelleyecek şeylerin sizi yenmemesi için, bütün savunma gücünüzü hazırlayın ki, nefisten gol yemeyesiniz. Eğer böyle bir şuur zırhını kuşanırsanız, Allah’ın, hayal edemeyeceğiniz fırsatlar yaratacağından hiç şüpheniz olmasın. Siz Ona kul olup, namaz kılma heyecanıyla yaşarsanız, O size zaman yaratır, yer yaratır, imkân yaratır. Hattâ insanları size hizmetçi yapar.
18. Yer temiz mi, ortam uygun mu, kıble nasıl bulunur?
Bazı kimseler, bulundukları yerin temiz olmadığını ya da namaz kılacak uygun bir yer bulamadıklarını namaza engel gösterirler. Oysa toprakta, betonda, tahtada, parkede, camda, çimde namaz kılabiliriz. Yeter ki, gözle görünen, mutlaka fark edilen bir pislik olmasın.
Eğer namaz kılacağınız yer üzerine halı, kilim, hasır gibi bir şey döşenmemişse, hiç çekinmeden paltonuzu, ceketinizi veya kazağınızı çıkarıp serin. Bir keresinde yazdığım bir yazıdan dolayı savcıya ifade vermek üzere mahkemeye gitmiştim. Sıramızı beklerken namaz vakti girdi.
- Nasıl olsa ifademizi verdikten sonra vakit kalır ve o zaman kılarım, diye düşünebilirdim. Ama en güzeli namazı vaktinde kılmaktı. Çünkü ne olur ne olmaz, bir aksilik çıkar ve namazımıza yazık olurdu. Hemen lavaboda abdestimi aldım ve bulunduğumuz kattaki kapıdan terasa çıktım. Ceketimi çıkarıp namazımı büyük bir huzurla kıldım. Mahkemede ifade verecektik, heyecanlı ve sıkıntılıydık. Ama hiçbir şey, namazı kazaya bırakmak kadar acı ve sıkıcı değil. Üstelik namazımız, hem dünya mahkemesinde, hem ahiretteki Mahkeme-i Kübra’da şefaatçimiz olmayacak mı?
Belki namaz vaktinin girdiği ve geçmek üzere olduğu ortamda sıkılabilirsiniz. Hiç kimsenin namaz kılmadığı bir yer olabilir. Yukarıda verdiğim örnekte belki sıkılıp utanmak mümkün. Mahkemeye gelmişsiniz, heyecanlısınız, etrafınızda görevli memurlar var. Hiç önemli değil. Siz en temel hakkınız olan, ibadet etme hakkınızı kullanıyorsunuz. Namazın kime, ne zararı var?
Bir keresinde bir televizyonda canlı yayına katılacaktım. Akşam ezanı okundu. Lavaboya giderek abdest aldım ve mescid olup olmadığım sordum. Maalesef yoktu. Yayına çıkacağımız ve kalacağımız süreyi hesap ettim. Namaz vakti çıkmadan işimiz bitecekti. Böylece dışarıda namazımızı kıldık. Eğer bu mümkün olmasaydı, hiç çekinmeden orada kılacaktım. Gerekirse yayına bile katılmazdım. Çünkü namazdan önemli hiçbir şey yoktur.
Camilerden uzak veya tanımadığımız ortamlarda karşılaştığımız problemlerden birisi de, kıbleyi bulmak meselesidir. Kıbleyi, çevremize sorarak veya bazı formüller uygulayarak bulmak mümkündür. Bunun için ilmihal kitaplarındaki bahislere bakmanız gerekir. Takvimlerde namaz vaktiyle birlikte “kıble saati” yazmaktadır. Her şehre göre değişen bu saatte güneşe dönülürse o taraf kıbledir. Ya da belirtilen saatte dik bir cismin gölgesinin ters istikameti kıble yönüdür. Bir başka kıble bulma formülü, kıbleyi gösteren bir pusula almaktır. Sadece kıble bulmak için özel yapılmış pusulalar ve kullanma kılavuzları vardır. Bunu yanımızda taşımakla, her yerde her zaman kıbleyi bulmamız mümkündür.
Dünya hayatı için bir sürü eşyanın hamallığım yapıyoruz. Ahiretimiz için de gerekli bazı cihazları taşısak hiçbir şey kaybetmeyiz.
19. Camiye ve abdest yerine uzağız veya bilmiyoruz
Bir grup dindar ve namaz kılan insan bir otobüs kiralayarak İstanbul’u gezmeye geliyorlar. İçlerinde iman ve Kur’an’a hizmet etmek aşkıyla yanıp tutuşan çok gayretli, namaza karşı çok dikkatli gençler var. Niyetleri sabah namazını Süleymaniye Camisinde kılarak, manevî havayı doyasıya teneffüs etmek, âdeta asırlar öncesinin feyizli dünyasında bir saat geçirebilmek.
Ne var ki, şehrin içinde, tam da sabah namazı vaktinde otobüs arıza yapıyor. Bir türlü sorunu çözemiyorlar. Tabiî o saatte her yer kapalı ve bir tamirci getirmek imkânsız. Olayı anlatan arkadaşım, maalesef sabah namazını kılamadıklarını söyledi. Kulaklarıma inanamadım:
- Nasıl olur, hiçbir çözüm aklınıza gelmedi mi, dedim.
- Çevreyi tanımıyoruz, etrafta cami yok, dedi arkadaşım. Oysa bahsettikleri yerin birkaç yüz metre ötesinde cami vardı. Tabiî yüksek katlı binalardan dolayı gözükmüyordu. Daha baştan:
- Cami yok, çevreyi bilmiyoruz, namaz kılacak bir yer bulamayız, diye düşündükleri için kaybetmişlerdi. Eğer kafalarında:
- Kesinlikle namazı kılmalıyız, onun önünde hiçbir engel tanımayız, düşüncesi olsaydı, Allah onlara mutlaka bir çıkış yolu gösterecekti. Meselâ, iki kişi bir taksiyle etrafı gezer, buldukları camiye bütün arkadaşlarını götürürdü. Belki çok az bir masraf edilirdi, ama “dünya ve içindekilerden daha hayırlı olan sabah namazı” kazaya kalmazdı. Cami bulunmasa bile içme sularıyla abdest alınır, dışarıya ceketler serilir ve sabah namazı kılınabilirdi. Tabiî açık seçik bir necaset yoksa yere hiçbir şey sermeden namaz kılabileceğimizi de unutmayalım.
20. Benim kalbim temiz, niye namaz kılayım?
Namazla ilgili sohbet veya tavsiyeler üzerine kimi insanlar hemen ortaya atılır:
- Kardeşim, sen benim kalbime bak. Benim kalbim temiz. Hiç kimseye kötülük düşünmüyorum. Bunu söyleyen insanlar, gerçekten Rabbimizin emirleri ve dinimiz İslâmiyet hakkında pek bir şey bilmiyor. Öncelikle:
- Benim kalbim temiz, diyerek böbürlenmek, kendini beğenmek ve namaz kılanları kalpleri kirli olan insanlar olarak görmek büyük bir hatadır. Çünkü dinimiz, alçakgönüllü olmayı, asla büyüklenmemeyi emreder.
Kalbinin temiz olduğunu herkes kendisi değil, başkaları söylemelidir. Bir kimse elbette kendisini iyi görür. Asıl hüner, başka kimselerin onu takdir etmesidir. Asıl önemli konu şudur: Namazı emreden Rabbimiz ve onu bize öğreten Peygamberimizdir. Hiçbir ayet ve hadiste:
- Ey kalbi kirli olanlar, namaz kılın. Kalbi temizler, siz yan gelip yatabilirsiniz, diye bir emir yok.
Namazla ilgili tüm emirler, mü’min ve Müslüman olanlar içindir. Üstelik kalbiniz temizse, daha fazla namaz kılmalısınız. Dünyanın gelmiş geçmiş kalbi en temiz insanı, Peygamberimizdir. Hiç kimse için kötülük düşünmemiş, hatta canına kast eden nice düşmanlarını atfetmiştir. Ancak en çok namaz kılan da yine odur. Bir bakıma şunu söyleyebiliriz: Kimin kalbi temiz, imanı güçlü, teslimiyeti fazlaysa, o kişi daha çok namaz kılar. Bu yüzden “Kalbim temiz” bahanesi hiçbir temele dayanmayan asılsız bir safsatadan ibarettir.
21. Tesettürlü değilim, namazım olur mu?
Bazı hanım kardeşlerimiz:
- Ben tesettürlü değilim, zaten günaha giriyorum, namaz kılsam kabul olur mu, diye düşünürler.
Aslında örtünmek istedikleri halde çeşitli sebepler yüzünden tesettüre girmeyen bazı hanım kardeşlerimiz, namaz kılıp kılmamak hususunda tereddüt gösterirler. Eğer siz de böyle bir kaygı taşıyorsanız, şunu belirtelim:
Öncelikle, örtünmeye dair bilgilerinizi arttırıp en kısa zamanda Rabbimizin bu kesin emrini yerine getirin. Bununla birlikte, henüz örtünmeseniz bile namazı mutlaka kılın. Çünkü namaz imandan sonra gelen ilk emirdir. Hem böylece tam bir İslâmî yaşayış için dua edersiniz ve inşallah kabul olur. Aksi takdirde birçok günahla birlikte “namaz kılmamak” gibi çok büyük bir günah daha işlemiş olursunuz.
Tesettürle ilgili bir başka sorun da abdest alırken karşımıza çıkmaktadır. Camilerimizin birçoğunda hanımlar için abdest alma yerleri yoktur. Oysa onlar abdest alırken namahreme gösterilmemesi gereken kol, baş gibi azalarını açmak zorunda kalıyorlar. Bu problemi aşmak için mümkün mertebe önceden abdestli bulunmaya, abdest için uygun fırsatları önceden değerlendirmeye gayret edin.
Köklü çözüm ise, Diyanet İşleri Başkanlığının tavsiyesiyle bütün camilerimizde hanımların abdest alabilmeleri için temiz yerlerin yapılmasıdır. Bunu gerçekleştirmek zor değildir. Zaten abdest için sıra sıra dizilmiş muslukların birkaç tanesini hanımlara ayırıp o kısmı perde veya sunta gibi malzemeyle özel hâle getirmek mümkündür.
22. “Ailem ve çevrem hoş görmüyor”
Namazına dört elle sarılan bir çocuğa sahip olmak büyük bir nimet olduğu halde bazı.aileler tam tersini düşünüyor. Çocuğunun namaz kılmasın istemeyen, onu eleştiren, hatta cezalandıran anne babalar olabiliyor.
Eğer böyle bir aile veya çevreye sahipseniz, hiç korkmadan namazınızı kılın ve hiçbir şeyden korkmayın. Unutmayın ki, zahmetler içinde kıldığınız namaz, çok daha sevaplı olacaktır. Bu yüzden haksızlığa uğrarsanız, yaptığınız dualar daha çabuk kabul olur. Çünkü mazlumun duası, hızla kabul olan dualardandır.
Dinimizin ilk yıllarında büyük bir tepki gösteren müşrikler, Müslümanlara akla gelmedik kötülük ve işkence yaptılar. Müslümanlar her acıya sabırla karşı koydular ve asla geri adım atmadılar. Kısa bir süre sonra İslama düşman olanların çoğu Müslüman oldu. Mazlum durumdaki Müslümanlar, hakim konumuna geçtiler. Dün işkence görenler, yeni kurulan İslâm devletinin valileri olmuşlardı. Ayrıca kıyamete kadar gelen Müslümanların ibadetlerine vesile olarak hiç kimsenin erişemeyeceği kadar sevap kazandılar.
Siz de sıkıntılara aldırmayın. Ailenize ve çevrenize, şefkat ve merhametle davranın. Bir gün gelecek, bilmedikleri gerçekleri kavrayacaklar ve size hoşgörüyle yaklaşacaklar.
Bazen çarşı pazar, otogar, havaalanı ve benzer kalabalık yerlerde namaz kılmanız gerekebilir. Kimi zaman da bir toplantı, bir düğün, bir program sebebiyle namaz için şartları uygun olmayan bir yerde olabilirsiniz. Asla namazdan vazgeçmeyin.
- Acaba beni görenler, ne der, gibi bir düşünce taşımayın. Kim ne düşünürse düşünsün, ne derse desin. Mühim olan, “Allah’ın ne diyeceği, nasıl karşılayacağadır.
Eğer toplantı, konferans, konser ve düğün gibi bir programa gidecekseniz, namaz vaktini, abdest durumunu, nerede kılacağınızı iyice hesap edin. Her şeye rağmen asla kazaya bırakmayın.
Namaz için katlandığınız acılar ve sıkıntılar çabuk geçer; ama namaz kılmamanın getireceği uhrevî ıztıraplar kolay geçmez; hatta bazen hiç geçmez.
23. “Çok fazla kaza namazım var”
Aslında namazın kazasından çok edasıyla meşgul olmak gerekir. “Namazımızı her yerde, her zaman, tüm engelleri aşarak, hakkıyla nasıl kılabiliriz?” sorusuna cevap vermek için seferber olmalıyız.
Ancak geçmiş namazların kazasının kılınması iki açıdan çok önemli:
Birincisi, henüz namaz kılmayanlar, “Zaten birçok kazam var. Namaza başlasam bile onları bitirmem çok zor” düşüncesiyle bir türlü beş vakit namaza başlayamıyor.
İkincisi, namaz kılanların geçmiş kaza borçları yıllardır bitmeyince şevkleri kırılıyor, namazdaki huşu ve zevki hissedemiyorlar.
Oysa her şeyin bir çözümü var. Kaza namazları kılarken şu hususlara dikkat ederseniz, inşallah daha kısa zamanda bitirebilirsiniz:
1. Öncelikle Rabbinize olan namaz borcunu bitirmek için şevkli ve gayretli olun. Kaza namazı borcunuz yüz yıl bile olsa ümidinizi kırmayın. Yeter ki, tövbe edip bundan sonraki namazlarınızı hassasiyetle kılın, kazalara başlayın ve zamanınızı iyi değerlendirip borçlu gitmemek için çırpının. Böylesi bir ihlâs ve gayret olursa, inşallah Rabbimizin rahmet ve mağfireti sizi kuşatacaktır. Söz gelişi, yüz yaşında namaza başlayan ve geçmişi için usulünce tövbe ederek bir vakit eda ve bir vakit kaza kıldıktan sonra vefat eden birisi bile Rabbimizin af ve mağfiretine uğrayabilir.
2. Namazları eda ederken zaman ve imkân müsaitse uzun sureler okumak daha faziletlidir. Ancak kaza namazlarında esas olan borcumuzu en kısa zamanda ödemek olduğu için hep kısa sureler okuyabilirsiniz. Hatta tüm kazalarınızda Fatiha’dan sonra sadece Kevser ve İhlâs surelerini okumanız bile mümkündür.
5. Bilhassa namazlardan sonraki dualarınızda, “Allah’ım, hukukullahı ve hukuk-u ibadı hakkıyla ifa etmeden canımı alma. Ölmeden önce kaza namazlarımı tamamlamayı nasip et” diye dua edin. İnşallah Rabbim bu duayı kabul eder, Allah’a ve kullara ait hakları yerine getirme fırsatı verir. Dua tamamen kabul olmasa bile, sizin samimiyetinizi gösteren bir belgedir. İnşallah Rabbimiz hesap gününde, “Bu kulumun ömrü olsaydı kılıp bitirecekti” diyerek rahmet ve mağfiretle muamele eder.
6. Yıllardır namaz kılmadığınız için hem namazın sevabından mahrum oldunuz, hem de günah kazandınız. Peygamberimiz (s.a.v.), günahlardan kurtulmanın çaresini gösterirken salih amelleri arttırma tavsiyesinde bulunmuştur. Siz de, mademki geçmişi kazaya, bugünü edaya başladınız; namazlarınızı hakkıyla ve huşu içinde kılmaya, başkalarını namaza teşvik etmeye çalışın. Bir iyiliğe vesile olan onu yapmış gibi sevap aldığına göre, namaza başlamasına vesile olduğunuz kişilerden dolayı siz de namaz sevabı alacaksınız.
7. Geçmiş günahlarınıza kefaret olması için namazla birlikte diğer salih amellere de büyük özen gösterin. Meselâ, dinen müsaitseniz, oruç, zekât, hac gibi farzlara sarılın, dinî hizmetlere omuz verin, sadaka ve benzeri hayır hizmetlerine koşun. Ta ki, bu iyilikler geçmişteki ihmalinizi telâfi etsin.
Bu tavsiyelerimize uyarak, kaza namazlarınızı daha kısa zamanda bitirmeniz ve şevkle kılmanız mümkündür. Söz gelişi, her namazdan sonra aynı vaktin bir kazasını kılıyorsanız, iki veya üç kılabilirsiniz. Maksadımız, kaza namazlarını baştan savma kılmak değildir. Namaz için gerekli olan bütün şartları ve huşuu elbette ihmal etmeyeceksiniz; sadece en kısa zamanda farz borcundan kurtulmak için zaman kazanmış olacaksınız.
Kaza namazlarıyla ilgili ayrıntıları ilmihal kitaplarına bakarak öğrenebilirsiniz. Bu konuda en çok sorulan üç soruyu cevaplandırmak istiyoruz.
Birincisi: Bazıları, “Kaza namazı diye bir şey yok” diyorlar.
Eğer bu sözden kasıt, basit bahanelerle sonra kazasını kılmak düşüncesiyle namazı kazaya bırakmanın olmadığını ifade etmekse, doğrudur. İslâm’da namazı keyfe göre kazaya bırakmak yoktur. Eğer maksat, gerçek manilere bağlı olarak veya geçmişte ihmal, tembellik ve şuursuzluktan dolayı kılınamayan namazların kazasını inkâr etmekse, yanlıştır. Geçmişteki kaza namazları kılınmalıdır.
İkincisi: Sünnetlerin yerine kaza namazı kılınabilir mi?
Bu hususta Şafiîler, sünnet ve nafilelerin yerine kaza namazı kılınması gerektiğini söyler, Hanefîler ise, sünnetlerin terk edilmemesini, ayrıca kaza namazı da kılınmasını isterler. Her iki mezhebin de görüşlerine temel olan sağlam delilleri vardır. Siz mezhebiniz hangisiyse ona uyun. Bununla birlikte diğer mezhebin görüşü içinize siniyorsa onu da uygulayabilirsiniz. Önemli olan samimî bir şekilde borcunuzu ödemeye çalışmanızdır.
Üçüncüsü: Kaza namazı kaç yaşından itibaren hesaplanır?
Erginlik çağından itibaren hesaplanır. Erginliğin maddî işareti, erkeklerde ihtilâm olmak, kızlarda ise âdet görmeye başlamaktır. Eğer bu gecikirse ikisi için de 15 yaş ergenliğin başlangıcı olarak kabul edilir.
Kaza namazlarıyla ilgili birçok ayrıntıyı www.kazanamazi.org isimli siteden öğrenebilirsiniz. Bu site geçmiş namaz borçlarınızı doğru hesaplamanız, şevkle kılmanız, kolayca ve kısa zamanda bitirebilmeniz için size rehberlik edebilir.
24. “Benim namazımdan ne çıkar?”
Orta yaşlı bir Müslüman namaza başlamış. Birkaç hafta kıldıktan sonra bırakmış. Çevresindekiler sormuş:
- Ne güzel namaza başlamıştın, çok sevinmiştik. Ama niye bıraktın?
- Vallahi, demiş, pek randıman alamadım.
Böyle demekle tam tadil-i erkânla, huşu içinde, hakkını vererek kılamadığını belirtmiş. Nitekim namaz kılmayan bazı kardeşlerimize sebebini sorduğumuzda şu cevabı alıyoruz:
- Namaz kılarken aklıma bin türlü düşünce geliyor. Doğru dürüst kılamıyorum. Hiç kılmayayım daha iyi.
Hemen belirtelim: Böyle bir düşünce şeytanın bir tuzağıdır. Çünkü hakkını veremesek de namazı kılmaya devam edeceğiz. Zaman içinde namazımız gelişecek, güzelleşecek.
Zaten hakkıyla kılınmayan bir namazın alternatifi “hiç kılmamak” değil, “hakkıyla kılmaya çalışmak”tır. Unutmayın ki, hiçbir olimpiyat şampiyonu, bu başarıya bir anda ulaşmaz, belki senelerce çalışır, sonunda hedefine ulaşır.
Üniversite imtihanını kazanmak için çalışan gençleri düşünün. Neredeyse bir-iki yıl boyunca, her gün test çözerek sınava hazırlanan gençler, hedeflediği bölümü kazanmak için çırpınır. Her şeyin bir bedeli olduğu gibi, iyi bir bölüm kazanmanın şartı da plânlı ve çok çalışmaktır.
İşte iyi bir namaz kılmak için de bir sınava hazırlanır gibi çalışmamız gerekir. Namazla ilgili kitaplar okumak, bilgilerimizi geliştirmek, fırsat buldukça Kur’an’dan ezberlediğimiz sure sayısını arttırmak, manalarını öğrenmek namazımızın kalitesini arttıracaktır. Eğer üniversite imtihanına hazırlanır gibi, daha güzel namaz kılmak için çalışsaydık, ülkemizde yüz binlerce evliya olurdu.
Daha güzel bir namaz kılmak için her gün gayret ederseniz, bugünkü namazınız dünkünden, yarınki de bugünkünden daha iyi olacaktır. Nasıl ki, bir hurma çekirdeğinden, meyve veren bir hurma ağacına kadar sayısız mertebe vardır. Onun gibi, namaza yeni başlamış bir çocuğun namazından muhteşem bir namaza kadar dereceler vardır. Eğer namazı keşfetmek için gayret içinde olursak, her geçen gün ilerleme kaydederiz.
Namazın, milyonlarca basamaklı bir merdiven gibi dereceleri vardır. En aşağıda sıradan bir insanın namazı, en zirvede ise Peygamberimizin (s.a.v.) namazı bulunur. Öyle insanlar vardır ki, senelerdir kıldığı namazın kalitesi hep aynıdır. Oysa her gün yeni bir şey öğrenerek, namaz basamağındaki yerimizi yükseltebiliriz. Namazda sürekli yükselmek için şunları yapabilirsiniz:
1. Öncelikle elinizdeki kitabı birkaç kez okuyun. Bir kere okumak, o konudaki açlığımızı giderir. Kitapta geçen ayet ve hadisleri öğrenmek, farklı yöntemleri zihnimize yerleştirmek, namazın sevdalısı olmak için birkaç kez okumak, hatta ihtiyaç oldukça bazı konulan tekrar etmek gerekir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
SABAH NAMAZININ BAHANELERİ
Sabah namazı kılmayanların birtakım bahaneleri vardır Bir kısmı da iyi niyetlidir, ama içinde bulunduğu şartlar namaza engel zannetmiş, bir çözüm bulamamıştır. İşte bu bölümde sabah namazının bahanelerini sıralayıp, onları aşma yollarını anlatacağız.
1. Çok yorgunum, uykum var
Bizi bizden alıp “Yüceler Yücesi ”nin huzuruna götüren sabah namazının benzersiz zevk ve lezzetinden malının olanların öne sürdüğü nice bahaneler işittim. Belki elliye ya kın bahaneyle kendilerini uyutan ve avutanların hesap gününde başlarını önlerine eğeceklerini biliyorum. Bunlardan ilkini dikkat nazarlarınıza sunup, ne derece esassız bir bahaneyle kendimizi kandırdığımızı düşünmek ister misiniz?
Sabah namazına engel olarak yorgun olmanızı mı gösteriyorsunuz? Çalışıp yorgun olmak da, uyuyup dinlenmek de bir nimettir ve Allah’ın bir mucizesidir. Onun bize en büyük nimetlerden biri olarak sunduğu çalışmayı namaza engel görüp, dinlenip tekrar çalışmak için enerji kazanmamıza sebep olan uykuyu nasıl olur da namaza engel gösterebiliriz?
Eğer gerçekten çok yorgun ve uykusuzsanız, sabah namazına kalkarak uykunuzdan birazcık mahrum olacağınızı düşünüyorsanız, yanlış yoldasınız. Çünkü bizim ve her şeyin Rabbi, bizi mutlaka huzuruna istiyor.
Bu yüzden ilk kez Bilâl-i Habeşî’nin ezana eklediği, “Essalâtü hayrun mine’n-nevm” yani “Namaz uykudan hayırlıdır” sözü, asırlardır her sabah ezanında bize bu gerçeği hatırlatır.
Gerçekten yoğun ve zarurî işleriniz sizi yıpratmış ve çok uykusuz bırakmışsa, yine namaza büyük bir şevk ve coşkuyla kalkın. Eğer zamanınız yok ve ertesi gün için dinlenmeniz gerekiyorsa, namazınızı kısa tutabilirsiniz. Uzun uzun sure okumadan, dua ve teşbihleri uzatmadan, sadece namazın sünneti ve farzını kılarak görevinizi yapmanın huzurunu duyabilirsiniz.
Çünkü Rabbimizin sizden istediği farz kısmıdır. En zorlu ve sıkıntılı zamanlarınızda, vazgeçmek yerine, zarurî kısmıyla yetinmeniz, size belki birkaç dakika kaybettirir; ama cennetleri kazandırır.
2. Çocuk uykusuz bırakıyor, sonra da uyuyup kalıyorum
Cennet yüzlü çocuklarınız geç vakitlere kadar sizi uykusuz mu bırakıyor? Sonra da uyanamıyor musunuz? Oysa çocuklar size Cennetten bir hediye. Günahsızlıklarına bakıp ibret almamız gerekirdi. İster misiniz, namaza engel gördüğünüz bu çocuklar elinizden alınıp götürülsünler?
İslâm fıtratı üzerine yaratılan, hayatı ve çalışmayı sevmemize vesile olan çocukları ibadeti terk edişimizin bahanesi hâline nasıl getiririz? Eğer bir gün kader karşınıza çıkıp, ibadeti terk edişinize bahane ettiğiniz çocukları elinizden aldığını haber verirse, evinize döndüğünüz akşamlarda ve ayrılışın hıçkırıklarıyla uyandığınız sabahlarda daha mı iyi ibadet edecektiniz? Hayır, o zaman yanılttığımız kimdir?
Eğer bir gün şeytan sevgili çocuklarımızı bahane yapmaya kalkışırsa mü’minlerin annesi Hazret-i Fatıma’dan (r.a.) ders alalım:
Bilirsiniz: Henüz süt emmekte olan Hazret-i Hüseyin hastalandığı için sabaha kadar uyuyamamıştı. Evlâdının inleyişi karşısında şefkatli annelerinin gözlerine sabaha kadar uyku girmedi. Hz. Hüseyin sabaha doğru bir ara uyur gibi olduğunda Hz. Patıma bulduğu ilk fırsatta kâinatın sahibine yönelerek sabah namazlarım eda etmişlerdi. Kendisini çaresiz bırakan uykuya ancak bundan sonra vakit ayırabilmişti.
Mescid-i şerifte sabah namazını kıldıran Peygamber Efendimiz (s.a.v.), âdeti üzere onun evine teşrif etmişlerdi. Hazret-i Patıma Validemizi uyur vaziyette görünce onun sabah namazını kılmadığını sanmış:
- Ey kızım Patıma, Peygamber kızıyım diye sakın namazı terk etme! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça Cennete gireceğini zannetme, diyerek, namazın hiçbir şekilde ihmal edilemeyeceğini belirtmişlerdi. Buna karşılık:
- Canım babacığım, sabaha kadar uyumadım. Sabah namazını kılıp yattım, diyen Hazret-i Fatıma’ya, Efendimizin verdiği unutulmaz mesaja dikkat edin:
- Müjdeler olsun sana kızım Patıma! Âhirette böyle sıkıntılar görmeyeceksin.
Müjdeler olsun ona. Ve müjdeler olsun bu sabah ne kadar zor ve ağır olursa olsun, Hz. Patıma gibi, kâinatın şefkatli
Yaratıcısından vazgeçmeyenlere. Çünkü onlar asla yalnız ve yardımcısız bırakılmayacaklardır.
3. Acil gusül ihtiyacı
İster erkek olun, ister kadın; eğer gusül ihtiyacını namaz kılmaya, bilhassa sabah namazını kılmaya engel görüyorsanız, kolayca çözebileceğiniz bir mesele yüzünden sonsuz hazineleri kaybediyorsunuz demektir. Dinimizde gusül ihtiyacı olan bir kimsenin, belirli bir sürede yıkanması farzdır. Bu süre, üzerinden bir farz namaz geçmeyecek kadar olan süredir. Yani, yıkanma ihtiyacını duyduğunuz anın namazını mutlaka kılacak kadar bir süreden önce gusletmek zorundasınız. Diyelim, ihtilâm oldunuz veya âdetiniz bittiği için yıkanma ihtiyacı duydunuz ve o anda öğlenin vakti girdi. İkindi olmadan gusletmeniz ve öğleyi kılmanız şarttır.
Ne yazık ki, bazı gençler, gusül ihtiyacını namazı kazaya bırakmaya bir mazeret sanıyorlar. Hayır! “Gusletmeden namaz kılamazsınız” demek, “Bu sizin için bir engeldir” anlamına gelmez; aksine, “Bir vakit namazı kazaya bırakmadan hemen yıkanın” manası taşır.
Gusül ihtiyacı, özellikle genç, bekâr ya da askerlik, yolculuk, misafirlik gibi özel durumları olan kimseler için önemli bir problemdir. Ama hiçbir zaman namaza engel değildir. Bunun için öncelikle kimi yanlış anlamaları düzeltecek şu kuralları hatırlatmakta fayda var:
a- Gusül için mutlaka sıcak suyla yıkanmanız gerekmez: Çünkü sıcak su, bir emir değil, bir kolaylıktır. Eğer soğuk veya ılık bir suya dayanabildiğiniz halde çok sıcak olması için zaman kaybetmiş ve namazı kazaya bırakmışsanız, sorumlusunuz. Bir yaz günüydü. Güneşin doğmasına 15-20 dakika vardı. Bir öğrenci evinde misafirdim. Eğer sıcak su arayışına girsem, çok zaman geçecek ve namaz kazaya kalacaktı. Yaz olduğu için suyu hiç ısıtmadan guslettim. Biraz üşüdüm, ama kâinattan daha önemli olan namazım kazaya kalmadı. Eğer su çok soğuksa ve hasta olma ihtimaliniz varsa, elbette ısıtmanız gerekir. Çünkü dinimiz sağlığımıza aykırı bir şey emretmez. Bununla birlikte, askerde iken kışın bile buz gibi suyla yıkanan imanı sağlam arkadaşlarımız vardı. Onların o sarsılmaz teslimiyetlerine hayran olurdum.
Fakat suyun soğukluğu sağlığınızı tehlikeye atacaksa, ısıtmak için de zaman dar olduğu için namazın geçme ihtimali varsa, teyemmüm edip namazınızı kılabilirsiniz. Teyemmümü, temiz toprakla veya toprak cinsinden olan taş, kum, çakıl, kiremit ve tuğlayla yapabilirsiniz. Teyemmümün ayrıntılarını ve nasıl yapılacağını ilmihal kitaplarından öğrenmeniz mümkün. İsterseniz, müsait olduğunuzda içinizin rahat etmesi için tekrar gusül edip namazın kazasını kılabilirsiniz.
b- Gusül zamanı, köklü bir temizliğin yapılmasını gerektirmez: Eğer bir vakit namazı geçmek veya Güneş doğmak üzereyse, hemen farzlarla yetinerek bir an evvel yıkanmanız ve namaza koşmanız gerekir. Bazı gençler, güneşin doğmasına bir saat evvel yıkanması gerektiğini fark eder. Hemen harekete geçmesi gerekirken, uyumaya devam edip namazı kazaya bırakırlar ki, bu hiçbir şekilde doğru değildir. Bir kısmı da, çok geniş vakit olduğu halde o kadar yavaş hazırlık yapar ve banyoda o kadar çok kalır ki, çıktığında güneş doğar ve namaz kazaya kalır. Oysa namazın kazaya kalma tehlikesi varsa, uzun uzun yıkanmak, sabunlanmak ve keselenmek doğru değildir. Yapılması gereken, hemen guslün farzlarını yapıp sabah namazını kılmaktır.
Yine bazı kadınlar, âdet kanamaları bittiği halde köklü bir temizlik yapmak düşüncesiyle daha uygun bir ortam ve geniş bir zaman kolladıklarından birkaç vakit namazlarını kılmıyorlar. Oysa bu da yanlıştır ve sorumlu olurlar. Âdetin bittiğine kesin kanaat getirdikleri andan itibaren bir vakit namazı geçirmeyecek şekilde gusletmeleri farzdır.
c- Gusül için her şeyin en güzel ve en mükemmel olmasını beklemeyin: Keşke herkesin 24 saat sıcak suyu aksa, banyosu müsait olsa, belki hiçbir problem kalmaz. Ama bazen sular akmaz, bazen ısıtıcı araçlar yetersizdir. Size düşen, her imkânı kullanarak, her formülü deneyerek görevinizi yerine getirmektir. Öğrenci iken su bulmakta ve ısıtmakta büyük sorunlar yaşardım.
Günlerce suların kesik olduğu dönemler oldu. Şofbenimiz yoktu. Bir sabah kalktığımda yeterli suyun olmadığını gördüm. Hemen bütün su kaplarının tabanında bulunan birer ikişer litrelik suları birleştirdim. Sonra sifonun deposundaki suyu aldım. Yakınımızdaki bir hayrat çeşmesinin borularında kalan bir iki litre suyu da doldurup getirdim. Çabuk ısınması için gazlı ocağımızın dört gözünü de yakarak, hepsinin üstüne birer miktar su koydum. Böylece tek ocaktaki suyun ısınma zamanının dörtte biri kadar bir zamanda sular ısınmıştı. O kadar hızlı hareket ediyordum ve çırpmıyordum ki, gören beni delirmiş sanabilirdi. Ama her şeye rağmen zafer kazanılmış ve kazaya kalmak üzere olan bir sabah namazı daha kurtarılmıştı. Hazırlık sırası çok heyecanlı, gergin, sıkıntılı ve kaygılıydı. Ama her şey bitip de Rabbimin huzuruna çıktığım an ben en mutlu anımı yaşıyor olurdum.
d- Bazen kalabalık bir yerde kalıyor olabilirsiniz: Belki aynı anda gusletmesi gereken iki kişi var ve ancak bir banyo bulunuyor. Bu durumda bir kova suyla tuvalette bile yıkanmanız mümkündür. Sadece çıkarken ayaklarınızı iyi yıkayın. Nitekim ilâhiyatçı bir arkadaşım, banyo meşgul olduğu için tuvaleti tercih etmeme şaşırmıştı. Orada yıkanmanın caiz olmayacağını düşünüyordu. Oysa önce zemini soğuk suyla yıkayabilirsiniz.
Belki de kitabın başından beri bu kadar detaylı örnekler vermemi garipseyen, “Bu da yazılır mı?” diyen okuyucum olmuştur. Bunları şunun için yazıyorum: Bu tür basit sebeplerden dolayı namazı kazaya bırakan sayısız genç gördüm. Onları uyardığım zaman, “Allah razı olsun, biz bunu böyle bilmiyorduk” dediler ve hallerini düzelttiler.
Şu yazdıklarımın aynısını veya benzerlerini yaşayan bir kardeşim, kitabı okuduktan sonra daha bir şuurlanarak, koca ömründe sadece bir namazı kazaya bırakmaktan kurtarsa bile kârdır. Çünkü koca bir kâinatı kurtardı ve sonsuz bir hazinenin anahtarını kazandı.
e- Guslettikten sonra bazı kimseler havluyla kurulanmaya ve giyinmeye uzun zaman harcarlar: Oysa ilk yapılacak iş, baştan itibaren güneşin doğmasına kaç dakika kaldığım öğrenmek ve ikide bir saate bakmaktır. Eğer zaman darsa, kısa sürede kurulanıp namaz kılmaya yetecek kadar giyinip hemen namaza durulmalıdır. İç çamaşırından başlayarak bütün elbiselerimizi giymek şart değildir. Hemen farzı yerine getirecek kadar giyinip namaza başlamak gerekir. Hatta zaman çok darsa ve güneş doğmak üzereyse, bornoz veya havluyla bile kılmanız mümkündür. Onlarla kılmak normal zamanlarda mekruhtur, ama böyle zamanlarda hiçbir şey olmaz.
f- Gusülden sonra vakit çok darsa, namaz kılmaya hemen farzdan başlayabilirsiniz: Çünkü en önce farzdan sorumluyuz. Onu kılarken de, daha önce geçtiği gibi sadece farz olan kısımları yerine getirip, sünnet ve müstehaplardan vazgeçebilirsiniz. Çünkü önemli olan güneş doğmadan önce farzı yetiştirmektir.
Hayatımda ne zaman bu problemle karşılaşmışsam, birbirinden ilginç formüller uygulayarak Rabbimin huzuruna çıkmayı başardım. Daha doğrusu ben Onun huzuruna çıkmak için ne yapayım diye çırpınırken, O bana imkânlar sağladı, kolaylıklar gösterdi. Çünkü Rabbimiz, Kendisinin huzuruna çıkmak için can atan hiçbir kulunu kendi hâline bırakmaz, elinden tutar, yardım eder ve engelleri kaldırır. Kim ki, namaz kılmak aşkıyla yanıp tutuşmuş, namazın önünde hiçbir engel tanımamış, Allah da onu huzuruna almış, tüm engellerini yok etmiştir.
İşte size namaz kılma şevkiyle coşan bir askerin, nasıl yardımcısız kalmadığını gösteren ibretli bir hatıra: Muhammed Bozdağ’ın bir arkadaşından aktardığı şu askerin hikâyesi ne kadar ilginç! Savaşmaktan yorgun düşen ordu, bir sonraki gün yeniden göğüs göğüse çarpışacak olmanın heyecanı içerisinde uyumaya çalışıyordu. Askerler belki de yarın şehid olacaklar, onlar için bekleşen evlâtları, eşleri ve anaları gözyaşı dökeceklerdi.
Buz gibi gecenin zifiri karanlığında genç bir delikanlı gözlerini açtığında olan olmuştu. Hemen yıkanmalıydı. Yarın bu haliyle şehid olabilir miydi? Ağladı, içten yalvardı, göğüs kafesindeki kalbi fırtınalar koparıyor, ateş etmek için küçük bir fısıltı bekleyen düşmana karşı tüm hıçkırıkları boğazında düğümleniyordu. Yerinden fırladı. Allah’ın huzuruna temiz gitmeliydi. Siper aldıkları mekânın ilerisindeki gölette yıkanabilirdi. Kardeşlerine, yanındaki nöbetçi Mehmetçiklere anlattı durumunu. Kimse ona engel olamadı.
El yordamıyla gölete gidip suya daldığında bedeni titriyordu, parmakları donuyordu belki, ama ruhu şefkatli Yaratıcının sevgisinin verdiği sıcaklığa gark olmuştu. Bir an gözlerini açtı. Bir manga düşman askeri su almak için kazanlarla gölete gelmiş, kendisi suyun içinde silâhsız ve savunmasız halde kalmıştı. Onu hemen esir almak için silâhlarına yeltenen düşmanlar korkunç bir ürperti içerisinde aniden silâhlarını bırakıp ellerini kaldırdılar.
Sonucu merak ediyor musunuz? Silâhsız bir askerin Allah’a gösterdiği engin sadakatin karşılığında melekler ona yardıma gönderilmiş, meleklerin desteği sayesinde silâhsız bir asker, bir manga silâhlı askeri esir alarak birliğine teslim ermişti.
Belki çok olağanüstü ve hayatınızda karşılaşmayacağınızı sandığınız bir olay bu. Hayır! Canınız pahasına da olsa namazdan vazgeçmediğiniz bir vakitte siz de mutlaka benzer bir olay yaşamış ya da yaşayacaksınız.
O halde ezanla İlâhî çağrıyı duyduğumuz anda bizi Onun huzuruna gitmekten hangi bahane engelleyebilir?
4. Güneş doğmak üzereydi
Bazen her türlü tedbiri aldığınız halde tam zamanında uyanamazsınız. Gözünüzü açtığınızda, ortalığın aydınlandığını görür, “Eyvah, güneş doğmuş” diye düşünürsünüz. Tam yüreğinizi tarifsiz bir acı kaplamak üzeredir. Çünkü namaz kaçmış, manevî hazine elden çıkmış, size derin bir hüzünle dolup taşmak kalmıştır. Ama, durun bir dakika. Hemen güneşin doğduğuna karar vermeyin. Saate bakın. Belki birkaç dakikalık zamanınız vardır.
Kimileri böyle bir durumda saate bakar, ancak üç beş dakikalık zaman kaldığını görür, “Artık yetiştiremem” diye düşünür. Oysa güneşin doğmasına üç dakika bile kalsa yine yapabileceğiniz bir şeyler vardır.
Eğer tüm tedbirleri aldığınız halde uyanamamış, ancak güneşin doğmasına birkaç dakika kala gözünüzü açmışsanız, iyi gerilmiş bir yaydan okun fırladığı gibi yataktan kalkın. O anda bir an önce abdest alıp namazı yetiştirmekten başka bir şey düşünmeyin.
Zamanınız dar olduğu için ihtiyacınız olsa bile tuvalete gitmeyin. Normal zamanda mekruh olan bu hareket, vaktin dar olduğu durumlarda mekruh değildir. Derhal abdest alın. Ancak abdestin sünnetleriyle vaktinizi geçirmeyin. Sadece ellerinizi ve kollarınızı dirseklere kadar yıkayıp, yüzünüze geçin. Başınızı mesh ettikten sonra ayaklarınızı yıkayıp kurulanmayla oyalanmadan namaza durun. Havlu kullanıp da zaman kaybetmediğiniz gibi, eğer erkekseniz kollarınızı indirmeye bile çalışmayın. Hemen namazın farzına durun. Bulunduğunuz yer temizse seccadeyle oyalanmayın. Namazın içindeki farzları yerine getirmekle yetinin. Eğer zaruretle iktifa ederseniz, bunlar üç dakika bile sürmez. Zaman kaybetmemek için titizlik gösterirseniz, bir hazinenin yok olup gitmesini engellemiş olursunuz. Ama sanki geniş bir zamanınız varmış gibi oyalanırsanız, cihan kıymetindeki bir hazineyi elden kaçırırsınız.
Bu arada şunu da hatırlatalım: Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şöyle bir müjde vermektedir: “Kim sabah namazından bir rekâtı güneş doğmadan kılabilirse, sabah namazına yetişmiş demektir. Kim ikindi namazından bir rekâtı güneş batmadan önce kılabilirse ikindi namazına yetişmiş demektir.” (Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 406) Bu müjde de mü’minler için büyük bir avantajdır.
Sakın namazı geciktirmeyi alışkanlık hâline getirmeyin. Bazı Müslümanlar gibi, Güneş’in doğmasına 5-10 dakika kala kalkmayın. Ama aldığınız tedbirlere rağmen geç kalmışsanız, elinizdeki tüm saniyelerin kıymetini bilin ve namazı mutlaka yetiştirin. Bununla beraber yetişip yetişmediğinden şüphe ediyorsanız bir de kazasını kılın.
5. Yatağın içi sıcacık, dışarısı soğuk, üşeniyorum
Uykunun en tatlı yerindesiniz. Tam mışıl mışıl uyurken bir saat çalıyor ve sizin sabah namazına kalkmanızı hatırlatıyor. Yatağın içi sımsıcak. Ama ya dışarısı? Kışın zaten soğuk. Yazın ise sabah serinliği var. Uyku mahmurluğunu bırakıp, sıcacık yatağı terk ederek, suyla abdest alıp namaza koşmak kolay mı?
İşte tam nefsinizle kalkmakla kalkmamak arasında tartışırken, Cennet bahçeleriyle Cehennem çukurlarını hatırlayın. Eğer her şeye rağmen rahatınızı bozup namaza koşarsanız, size 500 senelik Cennet verilecek. Bu ne demek biliyor musunuz? Size verilen Cenneti bir uçtan bir uca yürümek isterseniz tam 500 sene geçecek. İşte bu kadar geniş bir mutluluk yurdu size verilecek. Hem de boş bir arazi olarak değil. Peygamberimizin (s.a.v.) ifadesiyle öyle nimetler var ki, “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne insanın aklının ucundan geçmiştir.” Zevk ve lezzet adına ne isterseniz, Cennette var.
Rengarenk çiçekler, çeşit çeşit kuşlar, altlarından ırmaklar akan köşkler, hep sizin için.
Dünyada üç kuruş kazanmak yolunda sıcak soğuk, zor kolay demeyip çalışan bir insanın, küçük zahmetlere katlanmak istemeyip sonsuz mutluluk yurdu olan Cenneti kaybetmesi kadar kötü bir şey olabilir mi?
Bırakın namaza kalkmamayı, tembel tembel kalkmak bile yanlış. İşte bu konuda Rabbimizin ayeti:
“Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar; halbuki, onları kendi hileleriyle aldatan Allah’tır. Namaza kalktıklarında ise tembel tembel ve insanlara gösteriş olsun diye kalkarlar, Allah’ı da pek az zikrederler.” (Nisa: 142)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ise, “yatsı ve sabah namazlarının münafıklara pek ağır geldiğim” belirtiyor. Üzerinizde münafıklıktan bir işaret olmasını ister misiniz? Buna bütün zerrelerinizle isyan edersiniz. Öyleyse, namaza isteksiz olarak değil, şevkle kalkın.
Bütün bunlara rağmen yine de yatağın dışındaki soğuk sizi namaza karşı üşengeç yapıyorsa, ısınmanın yolunu bulmaya çalışın. Soba, klima, kalorifer gibi hangi yöntem sizin için daha kolay ve çabuk ısıtıcıysa namaz kıldığınız ortamı ısıtmanın formüllerini arayın. Nefsiniz soğuk suyla abdest almaktan kaçınıyorsa, hiç üşenmeden suyu ısıtın. Yeter ki, içiniz rahat etsin ve gönül huzuruyla abdest alıp ibadet edin.
Ama her zaman odanızı ısıtmanız mümkün olmaz. Misafirlikte, yolculukta, askerde sıcacık yatağınızı terk edip soğuk bir ortamda namaz kılmak zorunda kalabilirsiniz. Kendi eviniz bile olsa, her zaman geniş imkânlarınız olmayabilir. Bu şartlarda bile size yakışan, hiçbir olumsuzluğa aldırmadan coşkuyla Allah’ın huzuruna çıkmanızdır.
Nice soğuklarda sıcak yatağı bırakıp namaza koştum. Öyle soğuk sularla abdest aldım ki, tir tir titriyordum. Tüm çektiğim zahmetler, bana sağlıklı bir vücut ve muhteşem bir kâinat bağışlayan Rabbime feda olsun. Onun ikram ve ihsanı karşısında bizim katlandıklarımız hiçbir şey değil.
6. Misafirlikte iken nasıl davranılacak?
Misafirlik hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Bazen misafir olduğunuz bir akraba veya arkadaşınızda gece de kalmanız gerekebilir. Eğer ev sahibi, namaza ve özellikle sabah namazına karşı duyarlı bir kimse ise, elbette sizi de kaldıracaktır. Namaz kılmayan veya gereken önemi vermeyen biriyse ne yapacaksınız?
Aslında namaz kılan biri bile olsa, siz yine de kendi tedbirinizi alın. Belki sizin kadar önemsemiyor ya da her türlü tedbire rağmen uyanamamış olabilir. Bunun için kıbleyi öğrenin, seccadenizi alın ve saatinizi kurun. Ben çalar saatimi yolculukta ve misafirlikte de çantamda taşırım. Ayrıca cep telefonumun alarmı da istediğim saatte kalkmama yardım eder.
Bazen tüm imkânlardan mahrum olabilirsiniz. Ama yine de bulabileceğiniz çözümler var. Bir arkadaşımda misafirdim. Yolculuk gecenin 2′sinde bitmiş, otogardan gelip hâl hatır faslını geçinceye kadar saat 4 olmuştu. Kış mevsimiydi. Biraz daha bekleyip sabah namazını kılalım istiyorduk, ama sabah 9′da bir toplantıda olmalıydık. En iyisi uyuyup namaza kalkmaktı. Arkadaşım namazına olağanüstü ilgi gösteren birisiydi. Fakat uyarıcı hiçbir vasıta yoktu. Çocuk çalar saati oyuncak gibi kullanmış, bozmuştu. O zaman benim de, onun da cep telefonunun alarmı yoktu.
- Merak etme, biz uyanıyoruz, dedi.
- Kesin uyanır mısın, hiç kazaya bıraktığın olmuyor mu, diye sordum. Sustu. Belki normal zamanlarda kalkmak kolaydı, ama saat 4′te yatıp iki saat sonra kalkmak kolay değildi. Benim derin derin düşünmem karşısında çaresizliği onu üzmüştü.
Artık başka çözümler bulmalıydık. Bir sürahi su istedim ve üç dört bardak içtim. Böylece birkaç saat sonra uyanmak mümkündü. Cep telefonuyla bir arkadaşımı aradım ve beni 6.30′da namaz için uyarmasını söyledim. Gönül rahatlığıyla hem uyumuş, hem namaza kalkmıştık.
O günden sonra bir tecrübe daha edinmiştim. Sabah namazı konusunda, ciddi bir tedbiri yoksa hiç kimseye güvenmeyecektim ve kendi başımın çaresine kendim bakacaktım. Sizin de aklınızda bulunsun: Kendi tedbirinizi kendiniz alın. Güvendiğiniz dağlara kar yağabilir.
7. Saati kurmayı unuttum
Aslında namaz ve namazla ilgili hazırlıkların unutulması aklın alacağı bir şey değil. Bu bakımdan yatmadan önce yapılacak en önemli şey, sabah namazına kalkmak için saatimizi kurmaktır. Ne var ki, bazı kimseler saati kurmayı unuturlar. Bazı insanlar ise, normalde beş vakit namazlarını kıldıkları halde, günlük meşgalelere dalar, bazı vakitleri kılmayı unuturlar. Namaz kılmayı unutmak, kabul edilecek bir şey değildir. Çünkü unutmak önem vermemektir.
Her şeyin Halikı, her şeyin Sahibi, kâinatın Sultanı, kulunu huzuruna çağıracak ve kul unutacak. Olacak şey değil. Oysa insanların yaptıkları davetleri düşünelim. Bir dostumuz, bir akrabamız bizi bir yemeğe veya iftara davet ettiğinde unutuyor muyuz? Hele bir de bir bakan, bir başbakan bizi davet etse unutur muyuz? Mümkün değil. Günleri iple çeker, davet gününü heyecanla bekleriz.
Üstelik bizi huzuruna çağıran Yüce Rabbimiz bize her an verdiği nimetlerle Kendisini hatırlatıyor. Yediğimiz rızıklar, içtiğimiz su, soluduğumuz hava bin bir dille Allah’ı hatırlatıyor. Bütün varlıklar vazifelerim eksiksiz ifâ ederek, bize fıtrat vazifemizi hatırlatıyor.
Hal böyle iken namaz nasıl unutulur? Bir kul ki, sultanı onu huzuruna çağırıyor ve o bu çağrıyı unutuyor. Olacak şey değil. Namaz, Rabbimizle görüşmemiz, boynumuzu büküp yalvarmamız, derdimizi döküp medet istememiz. Sonsuz ihtiyaç içindeki bir kul, nasıl olur da şiddetle ihtiyacı olan yardımı istemeyi unutur?
8. Yatsı ve teheccüd, sabah namazına engel mi?
Beş vakit namaz kılmaya özen gösteren bazı kimseler, yatsı namazıyla sabah namazının birbirine engel olduğunu düşünürler. Özellikle yaz günlerinde yatsı geç okunduğu için erken yatmak mümkün olmaz. Aksine sabah da erken olmaktadır. Birisi:
- Eğer yatsıyı beklersem uykusuz kalıyorum ve sabah namazına kalkamıyorum. Bazen de çok yorgun ve uykusuz olduğum için erken yatıp sabah namazına kalkıyorum. Ama bu kez yatsı namazım kazaya kalıyor, dedi.
Maalesef kimi insanların yaşadığı bu tür bir sorun var. Ancak çözümü zor değil. Bu problemin en yoğun yaşandığı aylar Mayıs ve Haziran’dır. Bu aylarda geceler çok kısadır. İki ay boyunca dikkatli olmak, tetikte bulunmak gerekir.
Yorucu işlerde çalışan ve uykusu ağır olan kimseler, yatsıyı hemen kılıp yatmalıdırlar. Bu şekilde yaklaşık 6 saat uyumak mümkündür ki, sabah namazından önce bu kadar uyumak az değildir. Eğer yatsıyı bekleyemeyecek kadar yorgun ve uykusuzsanız, yatsıyı bir müddet uyuduktan sonra imsak vaktinden önce kılabilirsiniz. Yatsıyı kıldıktan bir müddet sonra imsak vakti girmişse, tekrar yatmak yerine bekler, sabah namazını kılar, öyle yatarsınız. Çünkü sabah namazı tehlikeye girebilir.
Bir de teheccüd namazı kılan kimseler, bazen sabah namazını kaçırdıklarını söylemektedirler. Gece teheccüde kalkıp tekrar uyuyunca sabah namazına uyanmakta zorlananlar olabilmektedir.
Teheccüd, namazlar içinde en kuvvetli sünnettir ve Peygamberimiz (s.a.v.) üzerine farzdır. Kabir gecesini aydınlatacak, Cehennem çukurlarından kurtaracak muhteşem bir ibadettir. Ancak bu çok faziletli ve sevaplı namaza bilhassa yeni başlayanlar sabah namazını kaçırabilmektedirler.
Bir sünnet ne kadar kuvvetli olursa olsun, farzın derecesine yetişemez. Bunun için teheccüd yüzünden sabah namazının kaçırılması kabul edilemez. Çözüm şudur: Özellikle teheccüd namazına alışma sürecinde dikkatli olmak gerekir. Söz gelişi, teheccüde ilk başlama dönemi, gecelerin uzun olduğu kış mevsimine denk getirilebilir. Eğer yaz mevsimiyse, mümkün mertebe yatsıyı hemen kılıp yatmak, uyanmak için kararlı olmak gerekir.
Herkes kendi durumuna, şartlarına göre formüller üretebilir. Ama her halükârda hedefimiz, hiçbir namazı kazaya bırakmamak olmalıdır.
ALTINCI BÖLÜM
SABAH NAMAZINA KALKMA FORMÜLLERİ
1. Zamanında uyuyun
Sabah namazına kalkabilmek için öncelikle yapmanız gereken, geç saatlere kalmadan zamanında uyumaktır. Herkesin kendine göre bir uyku programı vardır. Birine göre geç olan diğerine göre erken olabilir. Sizin için normal uyku vakti ne zamandır, günde kaç saat uyursanız dinlenmiş olursunuz, kaçta yatarsanız kalkmanız mümkündür?
Bu soruların cevabını kendi dünyanızda verdikten sonra sizce uygun olan bir vakitte yatmaya özen gösterin. Ne yazık ki, sabah namazıyla ilgili çok büyük bir problem vardır.
İnsanlar genelde geceler uzun olduğu için kışın erken yatarlar. Oysa kışın güneş geç saatlerde doğar. Yazın ise geceler kısa olduğundan insanlar daha geç uyurlar. Tam aksine yazın güneş erkenden doğar. Böylece sabah namazı imtihanı yaz mevsiminde daha bir güçleşir.
Çözüm, her şeye rağmen uyku programınızı kontrol altına almaktır. Belki ufak tefek aksamalar olabilir. Bazen de karşı koyamayacağınız engeller vardır. Bir gece geç saatlere kadar çocuğunuzun hastalığıyla ilgilenmek ya da uzun zamandır görmediğiniz bir dostunuzla geç saatlere kadar sohbet etmek durumunda kalabilirsiniz.
Her türlü şartta namaza kalkmak vazgeçilmez bir düsturunuz olmalıdır. Ancak zamanında uyumanız hem kolay kalkmanızı, hem de zinde ve dinlenmiş bir şekilde namaz kılmanızı sağlar.
Sabahın erken saatlerinde yapmanız gereken bir iş olduğunu düşünün. Nasıl zamanında uyuyup bir dizi tedbir alıyorsunuz. Üniversite imtihanına gireceğim gün yaptıklarımı hatırlıyorum. Bir gün önce imtihana gireceğim okulu görmüş, nasıl gideceğim konusunda bilgi almıştım. O gece fazla gecikmeden uyumuştum. Hatta misafir kaldığım evin sahibi:
- Eğer üniversite imtihanı hayatî bir önem taşıyor, diyorsan, yatsıyı kılmadan yatabilirsin, demişti. Ben itiraz ederek:
- Hayır, benim için namazdan daha önemli bir şey yoktur, demiştim.
Siz de hafızanızı yoklayın. Nice önemli gördüğünüz dünyevî işiniz için erkenden yatıp, kalkmak için nasıl çırpındığınızı hatırlarsınız. Öyle insanlar vardır ki, bırakın işe gitmemeyi, geç kaldıkları bile görülmemiştir. Almanya’da bir okulda yaşanan bir olayı her hatırlayışımda hayrete düşerim. Bir Türk öğretmen okula geç kalır. Alman müdür sınıfın gürültüsünü duyunca gider ve bir saat öğrencilerle ilgilenir. Az sonra öğretmen geldiğinde odasına çağırır ve şöyle der:
- Bak öğretmenim, ben 20 yıldır görev yapıyorum, bir gün geç kaldığım olmadı. Eğer saatin zilini duymadıysan, bir saat daha al. Eğer olmuyorsa bir daha al, yine duymuyorsan bir daha al. Ta ki, senin duyup buraya gelmeni sağlayacak sayı neyse o kadar saat al, ama mutlaka dersine gel.Benim işim gücüm var, senin öğrencilerine bakamam.
Evet, dünya işleri için her gayreti gösteren insanların ebedî mutluluğu için daha fazla çırpınması gerekir. Bunun için çok iyi konsantre olmalısınız. Sabah namazına kalkmayı öyle bir önemsemelisiniz ki, sanki onu kaçırmak hayatınızın en önemli hazinesini kaybetmek kadar mühim olmalıdır.
2. içten dua edin
Sabah namazının zevk ve heyecanı daha yatarken başlamalıdır. Söz gelişi, kalbimizden şöyle düşünebiliriz:
- İçim sevinçle dolu. Çok heyecanlıyım. Bir an Önce sabahın olmasını istiyorum. Çünkü sabah olacak ve ben Rabbimle buluşacağım. Onun huzuruna çıkacağım. Her an bana ihsan ve ikramda bulunan, her zaman yardımıma koşan, derdimin dermanı, tek ve biricik sır dostum, hiçbir zaman beni terk etmeyen Rabbimin huzurunda el bağlayacağım. Ona yalvaracağım. Ona dua edip secdeye kapanacağım. Allah’ım, Seni seviyorum, Sana ibadet etmek istiyorum. Ne olur, beni huzuruna kabul et! Beni Seninle buluşamama bedbahtlığına düşürme! Beni sabah namazına şevkle kaldır ve kılmayı nasip et!
İnanıyorum ki, Rabbimiz böylesi içten ve duygusal duaları kabul eder. Çünkü burada kulluğun çok ince bir sırrı vardır: Cenâb-ı Hak, huzuruna girmek için can atanı reddetmez!
Bu konuda beni çok duygulandıran ve etkileyen bir misali Cemal Uşşak’tan dinlemiştim:
Avukat Bekir Berk Ağabey, 1989 yılında çok ağır bir hastalığa yakalanmıştı. 95 kilodan 52 kiloya düşmüştü. Namazlarını güçlükle kılıyordu. O kadar ki, bazen abdest alırken ve namaz kılarken defalarca bayılıyordu. Ayıldığı zaman ilk sözü:
- Namaz vakti geçti mi, veya namaza kaç dakika var, sorusu idi. Londra’da tedavi gördüğü yıl şöyle bir hadise yaşamıştı. Namaza durmuş ve iki rekâtını güçlükle kılmış. Üçüncü rekâtın secdesine giderken, ne kadar uğraştıysa başaramamış, takati kesilmiş. Bu duruma çok üzülerek:
- Yâ Rabbi, ben Sana secde etmek istiyorum, ama yapamıyorum. Yoksa beni huzuruna kabul etmiyor musun, diye içinden geçirmiş. Bunun üzerine Allah’ın inâyetiyle, alnının Kabe’deki soğuk mermerlere değdiğini, oraya secde ettiğini görmüş. Bu şekilde namazın iki rekâtım Londra’da, iki rekâtını Mekke’de eda etmiş. Bu hâtırasını tahdis-i nimet olarak anlatmıştı.
İşte kim Rabbimizin huzuruna girmek için can atarsa, mutlaka emeline kavuşur. Allah Kendisine ibadet etmek isteyeni huzuruna alır. Sabah namazına kalkmak için saf ve samimî bir niyetle birlikte dua etmek ve bir kısım sureleri okumak gerekir. Öncelikle içinizden nasıl geliyorsa öyle dua edin, yalvarın, isteyin. Bundan başka 7 Kevser Suresi, 3′er İhlâs, Felâk ve Nâs Sureleri, Fatiha ve Ayetelkürsî okuyabilirsiniz. Niyet, dua ve samimî istek, uyarıcı araçlarla birleşince namaza kalkmanızı hiçbir şey engellemez inşaallah.
3. Uyarıcı araçlardan yararlanın
Sabah namazına uyanabilmek için yığınla formül vardır. Hiçbir zaman tek bir formüle bel bağlamayın. Namazınızın geleceğini tek bir sebebe, söz gelişi bir çalar saate bağlarsanız:
- Kurmuştum, ama duymadım, deyip işin içinden çıkmaya çalışırsınız.
- Saatim yok veya bozuk, gibi bahanelerin bir “mazeret” olduğunu sanırsınız. Oysa sabah namazına kalkmak için birçok formülü bilip uygulayabilirseniz, çözümsüzlüğe teslim olmazsınız. Uyanabilmek için eski ve yeni birçok yöntem vardır. Şimdi sizlere sabah namazına uyanabilmek için hangi araçlardan yararlanabileceğinizi sıralayacağım:
a- Çalar saat kurmak:
Sabah namazına kalkabilmek için en bilinen çözüm, çalar saat kurmaktır. “Sabah namazına nasıl kalkılır?” diye bir kitap yazdığımı söylediğim birçok kişi, “Bunun için kitap mı olur hocam? Kurarsın saati, kalkarsın” demişti.
Maalesef mesele o kadar basit değil. Konunun çok farklı yönleri var.
Öncelikle saatin sesi gür olmalı ve uzun müddet çalmalıdır. Bazı kişilerin uykusu çok derindir. “Başında davul çalsan uyanmaz” denilen kimselerden iseniz, mutlaka gür sesli ve uzun çalan bir saate sahip olmalısınız. Beni sabah namazına yıllarca annem kaldırmıştır. Fakat yalnız uyuduğum geceler en büyük sorunum sabah namazına nasıl kalkacağım hususuydu. Daha ortaokul sıralarında iken sinüzitle muzdarip olduğum için uykum çok derin olur, başımı kaldıramazdım. 14-15 yaşlarında iken elle kurulan, çift canlı saatimiz vardı. Uzun müddet çalmazdı. Sesini yükseltmek için yastığımın arkasına kazan veya büyük bir tencere koyar, saati içine yerleştirirdim. Saat çaldığında normalin üzerinde bir sesle uykumdan uyanır, namaza koşardım.
Öğrenci iken saatin çalış süresini arttırmak için kapı ziline bağlardık. Saat çalmaya başladığında kurulan yaylar boşaldıkça elektrik devresini tamamlar, kapı zili çalmaya başlardı. Siz kalkıp susturuncaya kadar çalmaya devam ederdi. Şimdi bu tür çözümlere gerek yok. Artık çok uzun süre çalan saatler ve cep telefonu alarmları var. Hatta yaklaşık bir saat boyunca çalan, sesi yavaş yavaş yükselen, bir düğmesine bastıktan az sonra tekrar çalmaya başlayan saatler var.
Sabah namazı “dünya ve içindekiler den hayırlı” olduğu için çok kaliteli bir saat almalısınız. Ne yazık ki, sabah namazını kaçırmayı alışkanlık hâline getirmiş, bunu sıradan gören birçok insan, kaliteli bir saat almaya fazla önem vermiyor. Sadece bir vakit namazımızı kazaya kalmadan kurtarsak bile çok kaliteli bir saate milyonlar vermeye değecektir. Hâlbuki kaliteli bir saat bizim yüzlerce kere namaza kalkmamıza sebep olacaktır.
Dünyevî ve maddî ihtiyaçlarımız için sınırsız para harcıyoruz. Görünüşte basit, ama yaptığı hizmet itibariyle çok değerli olan saat konusunda birçok mü’min duyarsız davranıyor. Misafir olduğum bazı kimselerde saat olmadığını, olan saatin oyuncak yerine çocuğa verildiği için bozulduğunu gördüm. Bu konuda, “İnşallah kalkarız” diye düşünüp, hiçbir tedbir almamak doğru değildir. Çünkü insanın her günü bir olmaz. Bazen çok yorgun, çok uykusuz, çok hasta olabilirsiniz. Sabah namazına karşı geliştirdiğimiz tedbirler her türlü şartları ve ortamları dikkate alarak olmalıdır. Bir kimse verdiği mücadele sonucunda bir vakit namazını bile kazaya kalmaktan kurtarsa, büyük bir zafer kazanmış demektir. Oysa duyarlılık, size binlerce vaktinizi zamanında kıldıracaktır.
Eğer her şeye rağmen saati duymuyorsanız, bir değil, birkaç saat kurun. Ben namaza kalkmak için kimi zaman iki saat kurardım. Ebedî hayatınız için birkaç saniye saati ayarlamaya harcasanız hiçbir şey kaybetmez, pek çok şey kazanırsınız. Birçok insandan:
- Saati duyar duymaz susturuyor, sonra uyuyorum, sözünü işitmişsinizdir. Gerçekten de birçok insanın sırf bu yüzden nice sabah namazını kaçırdığını biliyorum. Oysa bunun çözümü çok basit. Saati başucunuza değil, uzağa koyun. Kalkmadan susturamayacağınız bir yere korsanız, susturup tekrar uyumazsınız.
b- Telefonu kullanmak:
Sabah namazı için akla gelmedik formüller uyguladım. Bunlardan birisi de, sabit telefonlardan yararlanmaktı. Önceleri uyandırma servisim arar, bizi kaldıracağı saati bildirirdik. Görevliler de o saatte bizi kaldırırdı.
Daha sonraki yıllarda telefonu kalkacağınız saate otomatik kotlamak mümkün oldu. Bunun için sırasıyla şu tuşlara basmanız gerekir: Yıldız 55 yıldız, kalkacağınız saat, kare.
Diyelim ki, sabah namazı için saat 4.45′de kalkacaksınız. Tuşlara basarken şu sırayı izlemelisiniz:
* 55 * 04 45 #
Tam ayarladığınız saatte telefonunuz çalmaya başlayacaktır. Belki birisi arıyor zannedeceksiniz ve heyecanla telefonu kaldıracaksınız. Sizi uyandırma servisinden bir bant kaydı karşılayacak ve hayırlı sabahlar dileyecek. Bunların belirli bir ücreti var, ama namazın değeri yanında hiçbir önemi yok.
Ancak alârmlı bir cep telefonunuz varsa, bu iki formüle gerek yok. Hatta hem alarmını, hem de ajandasını ayarlarsanız defalarca çalabilir. Ama en klâsik ve sıradanından en gelişmiş formüle kadar hepsini bilmeniz gerekir. Çünkü öyle bir yerde kalırsınız ki, hiçbir formül işlemez, basit ve eski bir formülü uygulamak zorunda kalırsınız.
Cep telefonunuz varsa, her yerde her zaman kolayca çalar saatini kalkacağınız zamana ayarlamanız mümkün. Düzenli aralıklarla, sesini aşamalı bir şekilde yükselterek susturuncaya kadar çalıyor. Bu şekilde duymamanız neredeyse imkânsız. Tabiî herkes cep telefonuna sahip olmayabilir. Bu durumda ya alârmlı bir cep telefonu edinecek ya da diğer yöntemleri uygulayacaksınız.
c- Uyandırması için birisine söylemek:
Sabah namazına daha kolay kalkan veya size göre kalkması daha güvenli olan birisine haber vermeniz klâsik, ama en çok uygulanan yöntemlerden birisidir. Bunu evlerde daha çok anneler üstlenir. Çocuklar da:
- Nasıl olsa annem kaldırır, diye alabildiğine rahat, nazlı ve ilgisizdir.
Dikkat edin, sabah namazına annesi tarafından uyarılan gençlerin çoğu, büyük bir rahatlık içindedir. Annesi veya babası, defalarca odasına gelir, “Haydi namazın gidiyor”, “Güneş doğmak üzere” diye başlarlar, “Güneşin doğmasına 15 dakika kaldı, 10 dakika kaldı, 5 dakika kaldı” diye devam ederler. Maalesef birisinin kaldıracağının rahatlığını yaşayan insanlar, namazı son dakikaya bırakır, güneşin doğmasına az bir zaman kala güçlükle yetiştirirler. Gençlerin böyle yapması, anne ve babaları canından bezdirir, çocuklarını namaza kaldırmak büyük bir yük olur.
Sabah namazına kalkmak için üşengeç ve isteksiz davranmak, hem bizi kaldıran kimselerin hakkına tecavüzdür, hem de Rabbimize karşı büyük bir günahtır. Onun huzuruna büyük bir şevkle ve zamanında koşmamız gerekir.
Bunun çözümü şudur: Her şeyden önce sabah namazına kalkmak için belirli bir saatiniz olmalıdır. Genelde anne ve babalar, nasıl olsa çocuğum geç kalkıyor, diye güneşin doğmasına bir saat kala seslenmeye başlarlar. Gençler de, henüz daha erken diye işi yavaştan alırlar. Oysa büyükler her gün belirli bir saatte kaldırsa, gençler de kalkmaya kararlı olsalar sorun çözülür.
Sabah namazına kimileri saatlerce önce kalkar, teheccüt namazı kılar, Kur’an ve dua okur, ibadet ederler. Kimileri de beş on dakika önce kalkar. Makul olan en geç vakit, güneşin doğmasına yarım saat kaladır. 20 dakika içinde ihtiyacı gidermek, abdest almak ve namaz kılmak gerekir. Namaz kıldıktan sonra 10 dakika zaman kalmalıdır. Çünkü bir aksilik durumunda tekrar abdest almak ve namaz kılmak için ihtiyatlı olmalısınız.
Gençler yarım saat kala büyüklerinin sesini duyduklarında hemen yataktan fırlamalıdır. Çünkü zaten yarım saat kalmış. Beş on dakika fazla uyuşanız, bir şey kazanmaz, az uyuşanız bir şey kaybetmezsiniz. Yatmadan önce bu hususta sizi namaza kaldıracak kimseyle uzlaşmanız ve kararlı olmanız gerekir.
Eğer sizi namaza kaldıracak kişi, anne ve babanızın dışında bir kişiyse, fazla nazlanamazsınız. Ancak bu durumda da kimi inatlaşmalar, kırgınlıklar olabilmektedir. Bazı öğrenciler birkaç arkadaşıyla aynı evi paylaşırlar. Ortak bir kaderi yaşadıkları için daha hoşgörülü, daha anlayışlı olmaları gerekirken, aralarında pürüzler, anlaşmazlıklar olur. Bunlar sabah namazına kaldırmaya kadar yansır. Bazı gençlerin, “Aslında namaza kalkacağım ama, arkadaşımın kaldırış biçimine kızdığım için kalkmıyorum” dediklerini duydum. Ne kadar gereksiz ve anlamsız bir tepki.
Sizi namaza kaldıran kişi, gereken nezaket ve yumuşaklıktan uzak bile davransa, ona karşı yapmanız gereken namaza kalkmayarak tepki vermek değil, sorunu diyalogla çözmektir. Gündüz o kişiyle görüşür, namaza kaldırırken daha nazik davranmasını isteyebilirsiniz. İkili ilişkilerin sağlıklı gelişmesi için en güzel yöntem doğru iletişimdir. Siz meramınızı anlatın, ama buna rağmen o kişi kaba davranırsa, siz namazınızı bırakmayın.
Uyuyan insan, ışığın birden yanmasından, yüksek sesle bağırılmasından rahatsız olur. Nefsin rahatsızlığını, başkasına yıkmamak gerekir. Sorumluluk sizdedir, başkasına atmayın. Namaza kaldırmak için başkasına haber vermeniz, her zaman anlattığımız durumlardaki gibi düzenli olmaz. Bazen de bütün imkânlardan mahrum olursunuz. Bu durumda bir başka kişiye, sizi bizzat veya telefonla uyarması için haber vermeniz gerekir.
d- Nöbetleşe beklemek:
Öyle olumsuz bir durumla karşı karşıya kalabilirsiniz ki, namaza kaldıracak her şeyden mahrum olabilirsiniz. Lisede öğrenciyken beş kişi aynı evde kalıyorduk. Evimizde telefonumuz yoktu. Saatimiz bozulmuştu. Tamamen çözümsüzdük. Bu durumda her birimiz birer saat uyanık kalarak nöbet tutmaya karar verdik. Herkes bir saat uyanık kalıyor, kitap okuyor, sıradaki kişiyi kaldırıp yatıyordu. En son kişi ise, hepimizi namaza kaldırdı. Böylece namazımızı tehlikeye atmaktan kurtulmuş olduk. Biraz zahmet çekmiş, uykusuz kalmıştık. Ama sabah namazını zamanında kılmanın doyumsuz huzurunu tatmıştık. Cenab-ı Hak, hiç kimseye sabah namazına kalkamamak veya namazı kazaya bırakmak gibi bir acı yaşatmasın.
Nitekim ünlü şairlerimizden Yahya Kemal Beyatlı, “Ezansız Semtler” isimli yazısında, bir bayram namazı hatırası anlatırken bu ilginç formülü hatırlatır:
- Büyükada’da oturuyordum. Bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusuyla o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım.
Belki ömrünüzde bir kez uygulayacaksınız, belki de hiç gerek duymayacaksınız bu yönteme. Ama aklınızın bir köşesinde bulunsun. Belki bir gün lâzım olur. Sık sık tekrar ettiğimiz gibi, bir vakit namaz bile dünyalara değer.
4. Sabah namazına nasıl kaldırılır?
Sabah namazına kalkmak kadar kaldırmak da çok önemlidir ve beceri ister. Eğer siz bulunduğunuz yerde sabah namazına herkesten önce kalkıp başkalarını da kaldıran birisi iseniz, bilin ki, yaptığınız iş çok mühim, hassas ve değerlidir. Bunun şuurunda olun.
Sabah namazına kaldıracağınız kişiye uygun bir şekilde hareket etmelisiniz. O kişi, anneniz, babanız, eşiniz, çocuklarınız veya arkadaşlarınız olabilir. Öncelikle kimi kaldırıyor olursanız olun, tatlı, yumuşak, içten ve şefkatli bir dil kullanın. Kimileri, eliyle uyuyanı veya yatağı sarsarak, bağıra bağıra, kişiyi inciterek seslenir.
Uyuyan kişinin yattığı odanın kapısını sertçe açıp, hışımla içeri girip, hemen lâmbayı yakıp bağırmaya başlamak yanlıştır. Uyuyan insanın psikolojisini anlamak, tam bir sessizlik içinde ve karanlıkta iken mışıl mışıl uyuyan birisinin, gürültüyle birlikte gözünü acıtan ışığa nasıl tepki vereceğini tahmin etmek gerekir. Evet, niyetiniz çok güzel ve samimîsiniz. Bir mü’mini sabah namazı gibi en mühim ve en vazgeçilmez bir göreve çağırıyorsunuz. Ancak olumsuz davranışlar, sizin arzunuzun tam tersi bir sonuç almanıza sebep olabilir.
Nitekim bazı kimselerin sabah namazına kaldırış biçimi; yeni, tecrübesiz ve imanı zayıf kimseleri ibadetten soğutabilir. Bu konuda inatlaşmaya gerek yoktur. Özellikle kaldıracağınız kişi sizden büyük ise, mutlaka daha anlayışlı ve yumuşak olmalısınız. Zaten namaz gönül işidir. Kişi kendi isteğiyle, yürekten arzu ederek kılmalıdır. Namaz zorla, ite kaka kılınmaz. Rabbimiz isteseydi, hepimize huzurunda boyun eğdirirdi. Ama O, zor ve baskıyla değil, gönülden arzulayarak namaz kılmamızı istiyor.
Eğer namaza kaldıracağınız kişi eşiniz ise, biraz daha teşvikkâr olmalısınız. Çünkü eşlerin birbirine karşı hem nazları geçer, hem de karşılıklı yaptırımları vardır. Eğer sabah namazına kaldıracağınız kişiler çocuklarınız ise, küçükken aşırı teşvik edici ve özendirici, büyüdüklerinde biraz tatlı sert olun. Ama asla baskıcı ve cezalandırıcı olmayın. Sizin göreviniz, namazı sevdirmek, nefret ettirmek değil.
Siz namazı öyle güzel anlatın ve bazı hediyelerle çekici hâle getirin ki, onlar sabah namazına kaldırmanız için yal-varsınlar. Siz de, “Madem çok istiyorsunuz, peki kaldırayım” diyerek sorumluluğu onların üzerine yıkın.
Mümkün mertebe namaz kılmadığı için ceza vermek yerine, kılarsa ödül vermeyi tercih edin. Çünkü ödüllendirmek her zaman daha etkilidir. Bazı anne ve babalar, çocuklarına güya şefkat ettikleri için namaza kaldırmıyorlar:
- Aman çocuğum üşümesin, aman uykusuz kalmasın, diye düşünüyorlar. Daha sonra da:
- Neden çocuğum namaz kılmıyor, diye yakınıyorlar.
Hiç şikâyet etmeyin. Çünkü bunu siz istediniz. Cehennemin ateşini düşünmeden çocuğunuza acıdınız. Oysa namaz kılmamanın nasıl bir azaba yol açacağını düşünerek çocuğunuzu namaza kaldırmalıydınız. Her şey küçükten öğrenilir. Rabbimizin şu anlamdaki emri, tüm anne babaları düşündürmelidir:
“Ailene namazı emret; sen de namaza sabır ve sebatla devam et.” (Taba: 132)
Anne ve babanın çocuklarına karşı en büyük görevlerinden birisi, namazı sevdirerek ve teşvik ederek kıldırmasıdır.
YEDİNCİ BÖLÜM
SABAH NAMAZI NASIL KILINIR?
1. Sabah namazına coşkuyla kalkın
Sabah namazı uykunun en tatlı yerinde nefis ve şeytana karşı açılan bir isyan bayrağı ve kazanılan bir zaferdir. O saatte insanın bütün vücudunu tatlı bir uyuşukluk sarmıştır. Hiç kimsenin nefsi, sımsıcak yatağı terk edip namaz kılmak istemez.
Bunun için çoğu kimse istemeyerek, gönüllü gönülsüz, yarı uykulu bir vaziyette, son dakikalarda namaza kalkar. Bir an önce abdest alıp, aceleyle namazını kılar ve henüz soğumadan yatağa kendini atmak ister.
Oysa bütün namazlara ve sabah namazına büyük bir sevinç ve coşkuyla kalkmak gerekir. Çünkü bizi huzuruna çağıran Rabbimizdir. O her şeyin sahibi, sultanı, sevgilisidir. Onun’ huzuruna istemeyerek değil, koşa koşa gitmek gerekir.
Şöyle bir düşünün: Sabahın erken saatinde coşku ve sevinçle kalktığınız nice işiniz olmuştur. Milyonlarca insan, çalışmak için çok erken kalkmak zorundadır. Yine milyonlarca öğrenci, okuluna gidebilmek için güneş doğmadan yatağından fırlar. Dinlenmiş ve zinde bir şekilde kalkabilmek için erkenden yatarlar.
Acaba ebedî hayatımızın anahtarı olan sabah namazı, işten, okuldan önemsiz mi ki, istemeyerek ve uykulu gözlerle kalkacaksınız? Kesinlikle hayır! Ezan sesini veya saat zilini duyduğunuzda sevinç ve heyecanla, bin can ile isteyerek yataktan kalkacaksınız. Dışarının veya suyun soğuk olması sizi zerre kadar etkilemeyecek. İnsan, varlığını ve hayatını borçlu olduğu sevgilisinin huzuruna giderken bunları düşünmez. Yolunda ölüm bile olsa hiç tereddütsüz koşar.
Uykunuzun kaçması ve canlı olmanız için soğuk suyla abdest alın. Unutmayın ki, iyi bir namaz için iyi bir abdest almalısınız. Efendimiz (s.a.v.), “Dua rahmetin, abdest namazın, namaz da Cennetin anahtarıdır” buyurur bu konuda.
Bunlarla birlikte nefis ve şeytan sizi namazdan uzaklaştırmak için içerinin ve suyun soğuk olmasını bahane ediyorsa, onları hemen susturun. İmkânınız varsa, odayı ve suyu ısıtın. İçiniz öyle rahat ediyorsa, buna zaman ve para harcamaktan çekinmeyin. Çünkü namazdan daha önemli ibadet yok ve onu huzurlu kılmak kadar faziletli bir şey olamaz.
2. Hızlı kılmayın
Hiçbir namazı hızlı kılmamak gerekir. Hele sabah namazı kılıyorsanız, daha bir dikkat ve gayret içinde olmalısınız. Hızlı namaz özellikle teravih kılarken gündeme gelir.
Hani teravih kılan birisi namaz bittikten sonra imama yaklaşmış:
- Hocam, demiş, o kadar hızlı kıldırıyorsunuz ki, rükû ve secdede üç teşbihten ancak birisini söyleyebiliyorum.
İmam gülmüş:
- Sen ona şükret, demiş. Ben onu da diyemiyorum. Meğer kendisi hiç söylemiyormuş. Bu bir fıkra olduğu için böyle bir hadisenin yaşandığını sanmıyoruz. Ama, her Ramazan bizzat yaşadığımız “jet imamlar” hadisesi var. Bir Ramazan ayında teravih kıldığım bir camide, cemaat henüz “Sübhaneke”yi okumadan, imam “Fâtiha”ya başlıyordu.
Ne hikmetse, fâni ömrü için her gün saatlerini harcayan, hattâ bazen ne dinine, ne dünyasına faydası olmayan lüzumsuz ve boş şeyler için günlerini tüketen insanlar, namazı 3-5 dakika daha önce bitirmek için çırpınırlar. Kısa zamanda ibadeti bitirebilmek için, neredeyse sûreleri, mânâsı anlaşılmayacak derecede hızlı okurlar.
Bir defasında camide öğle namazı kılıyordum. Birisi gelerek, ben ilk sünneti kılıncaya kadar on rekâtı kılıp, çıktı gitti. Aman Allah’ım dedim. Bu az çok tanıdığım bir insandı. 5 vakit namazım kılar, dindarlığa ehemmiyet verirdi. Namazını kıldığını, borcunu eda ettiğini sanıyordu. Oysa hiç de öyle değildi. Çünkü namazın asgarî şartlarını bile yerine getirmemişti.
Bir gün böyle birine rastlayan Bedîüzzaman’ın talebelerinden Tahirî Mutlu:
- Kardeşim, sen yarın âhirette göreceksin ki, namaz kıldığına dair bir kayıt yok amel defterinde. Çünkü bu namaz olmaz ki. Namazı yavaş yavaş, tâdil-i erkânına uyarak kıl, diye şiddetli ikaz etmiş. 30 yıl boyunca üç ay orucu tutan bu büyük evliyanın, sabah namazının farzında Yasin ve Tebâreke’nin tamamım okuduğunu işitmiştim.
Farklı birkaç hadiste, “namazın tavuğun tane devşirdiği gibi hızlı kılınmaması gerektiği” anlatılmıştır. Hatta Peygamberimiz (s.a.v.) bir kimseye, hızlı kıldığı için namazı üç defa tekrar ettirmiş, böyle namazın olmadığını söylemiş ve başka türlüsünü bilmediğini söyleyen o adama nasıl kılması gerektiğini güzelce anlatmıştır.
Bir kimse namaz kılarken çok hızlı ve neredeyse anlaşılmayacak bir şekilde uzun bir süre okuyacağına, normal bir şekilde Fâtiha’dan sonra, Kevser Suresini veya onun kadar uzunlukta bir âyet okusa daha hayırlıdır. Yine kabul olmayacak derecede hızlı olarak bir vakit namazının tamamım kılmaktansa, âdabına uyarak sadece farzını kılmak evlâdır. Tabiî sünnetini de, farzını da hakkını vererek kılalım.
Çünkü namaz, kulun Allah’ın dergâhına yöneldiği ve Peygamberimizin (s.a.v.) ifadesiyle, “kulun Allah’a en yakın olduğu secde ânı”nı içinde bulunduran bir ibadettir. Allah’ın huzurunda olan birisi, Onun azametinin gerektirdiği edeb ve hürmeti göstermelidir. Bizler, basit bir müdürün, bir bakan veya başbakanın huzurunda elimizi bağlıyoruz. Hiçbir yaratıkla kıyas edilemeyen Kâinatın Sultanı karşısında ne olduğu anlaşılmayacak şekilde Kur’ân ve dua okumak, edebe uygun olamaz.
Acaba bir kumandan, kendisinden bilgi isteyen padişaha karşı, makine gibi konuşarak bilgi verse, tıpkı teybin hızlandırılmış şekli gibi konuşsa, hal ve hareketlerim de yine video filmlerinin hızlandırılmış tarzı gibi yapsa, o padişah onu cezalandırmaz mı? Bırakın cezayı, böyle bir hareket, izzet-i nefis sahibi bir insana yakışır mı?
Bizler de aşırı hızlı okuduğumuz sûrelerde nasıl büyük hatalar yaptığımızı anlamak istersek, onların meallerini hızlı bir şekilde okuyalım. Meselâ, Fatiha’nın mânâsını çok hızlı okuyalım. İşte Alemlerin Halikına yaptığımız hitap, o okuduğumuz mânâlardır. Böylece yaptığımız hatânın ne derece büyük, aşırı hızın ne kadar azîm bir günah olduğunu görürüz.
Oysa ki, insanın en mutlu, en tatlı, en sorumsuz, en rahat, en huzurlu, en kârlı zamanı, Allah için kıldığı namaza harcadığı dakikalardır. Kişi nasıl ki, insanlar tarafından çok sevilen bir maneviyat büyüğünün veya âdil bir idarecinin huzurundan ayrılmak istemez. Biraz daha fazla onunla sohbet etmek için can atar. Öyle de, Allah huzurundan bir an önce kaçmayı değil, daha fazla kalmayı düşünmemiz gerekir.
Eğer bu hususa dikkat etmezsek, borcunu ödemiş olduğunu zanneden ve rezil olan insan durumuna düşeriz.
3. Namazı resmî ve üstünkörü kılmayın
Nasıl ki, büyük bir insan olan kâinatta Allah’ın isimleri çok değişik ve en ince ayrıntılara varıncaya kadar tecelli ediyor; insanda da çok renkli ve detaylı bir esma tecellisi görüyoruz.
Bu tecellilerin bir neticesi olarak sayısız iyilik yolları olduğu gibi, hesaba gelmeyecek kadar kötülük sebepleri var. İmtihan yolları, şık ve şekilleri insanlar adedince, belki insanların her bir eylemi sayısınca çok. Kimileri “namaz imtihanı”nı “hiç kılmayarak” kaybederken, kimileri “ihlâssız kılarak” Kur’an’ın “Yazıklar olsun o kimselere” hitabına müstehak oluyorlar. Kimimiz “tam vaktinde kılmamakla” bu imtihandan kayıpla çıkıyoruz, kimimiz “cemaati kaçırarak” yara alıyoruz.
İmtihan bitmiyor. “Tâdil-i erkânı ihmal”, “huşu içinde olamamak”, “namazı aceleye getirmek” gibi kusurlar her an bizim peşimizde. Namazı bir defa kılmakla kurtulamıyoruz ki, hac gibi bütün gücümüzü kullanıp bir noktada odaklaşıp görevimizi tam yerine getirelim. İmtihan her gün, hatta günde beş vakit, üstelik namaz vakti girdikten başlayıp kılıp bitirinceye kadar her saat, her saniye devam ediyor.
Namazını muntazam kılan, hatta başkalarının da namaz kılması için çırpınan, dinî hizmetlerde bulunan kimselerin de namazla imtihanları vardır. Böyle kimselerin namazla ilgili imtihanlarından birisi, “namazı resmî, üstünkörü ve acele kılıp dinî hizmetlerine koşma” tehlikesidir.
Çoğumuz çevremizde rastlamışızdır. Namazı kılarken acele eden bir kişi, önemli bir işini veya zarurî bir dinî hizmeti bahane gösterir. Aslında bırakalım başkasını, kendi nefsimizi düşünelim. Benzer durumlarla karşılaşmıyor muyuz? Dinî bir faaliyeti, îmânı bir hizmeti gerekçe göstererek, farzlarımızı aceleye getirdiğimiz veya sünnetleri ihmal ettiğimiz olmuyor mu? Oluyor. Hem de defalarca karşılaşıyoruz.
Böyle bir davranışın doğru olmadığını düşünürken, karşımıza Bediüzzaman’ın konuyla ilgili bir tesbiti çıkıyor. Tasavvufla ilgili olan 29. Mektup’ta, tarikatın özelliklerini hizmetlerini ve faydalarını anlatırken, bazı kimselerin düşe bileceği tehlikelere de işaret ederek, şöyle îkazda bulunuyor
“Tarikat ve hakikat vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğe asıl maksat hükmüne geçseler; o vakit dinin kesin hükümleri, uygulamaları ve sünnet-i seniyyeye uymak, resmî hükmünde kalır (tören gibi olur), kalp öteki tarafa yönelir. Yâni namazdan ziyade zikir halkasını düşünür; farzlardan ziyi de, günlük duaları onu çeker; günahlardan kaçmaktan ziyade; tarikat kurallarına aykırı hareket etmekten kaçar. Halbuki, dinin kesin hükümlerinden olan farzlardan bir tanesine tarikat zikirleri ve duaları mukabil gelemez; yerini doldurmaz. Tarikatın kuralları ve tasavvufun duaları, o farzlar içindeki hakikî zevke teselli sebebi olmalı, kaynak olmama Yâni tekyesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa camideki namazı çabuk resmî (tören ; gibi) kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekyede bulmayı düşünen, hakîkattan uzaklaşıyor.” (Mektûbât, s. 423)
Yukarıda işaret edilen yanlışa, hemen her hizmet ehlinin düşmesi mümkündür. Nitekim yukarıda verilen “nam resmî kılmak” örneği çok çarpıcıdır. Çünkü namaz, en büyük, en mühim, en yüce ve en geniş bir ibadettir. Bunda zikir, fikir, şükür ve duanın her çeşidi mevcuttur. Namaza başka ibadeti veya hizmeti tercih etmenin, hiçbir sekilde mantığı yoktur.
Her türlü dinî hizmetin hedefi, Allah rızâsını netice veren ve Kur’ân’da emredilen ibadetlerdir. Hiçbir “vesile”, asıl “hedefin yerini tutamayacağı için, “hedef”, “vesile”ye feda edilmez. Namazı resmî ve üstünkörü kılmak; hiçbir zikir ve evradla, hiçbir hizmet ve faaliyetle telâfi edilemeyecek kadar büyük bir kusurdur. Hiçbir ibadet onun yerini tutamaz.
4. Huşu ve tâdil-i erkân ile kılın
Nefis ve şeytan, kişinin, sabah namazını bir an önce kılıp yatmasını ister. Aceleyle namazı kılıp teşbih ve duayı bile yapmadan uykuya koşan insan, büyük bir hazineyi kaybetmiş olur. Sabah namazına ayırdığımız zaman, yaşımıza, işimize, meşguliyetlerimize ve olgunluk seviyemize göre değişir. Ama, mutlaka belirli bir seviyenin altına düşmemek gerekir.
Namazı huşu ile, Allah’tan korkarak, acele etmeden, sure ve duaları yavaş yavaş okuyarak, her hareketin hakkım vererek kılmalısınız. Şu âyet meali, bize namazda huşûu anlatır:
“Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazda huşu içindedirler.” (Mü’minûn: 1-2)
Bu hususta en başta Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere İslâm büyüklerinin namaz kılışlarını öğrenmek ve ibret almak şarttır. Peygamberimizin (s.a.v.) her hâli gibi namaz kılışı da harikadır ve bize örnektir. O her namazında “ihsan” halindedir. Peygamberimiz (s.a.v.):
- İhsan nedir, sorusuna şu cevabı vermiştir:
- İhsan, Rabbini görür gibi namaz kılmaktır. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor. (Müslim, c. l, s. 157)
Bir sahabe, Resulüllahın namaz kılışını şöyle anlatır:
“Hazret-i Peygamber namaza başladığı zaman, çevresinde bulunanlar onun göğsünden, kaynayan buhar kazanının fokurtularına benzeyen bir fokurtu işitirlerdi.”
O öyle bir namaz kılardı ki, görenler şaşırırdı. Namazda iken ayakta, rükûda ve secdede o kadar uzun dururdu ki, sanki vefat etti sanırlar, heyecanlanırlardı.
Hadislerde, sabah namazının farzında Resulüllahın, “Kaf, Tekvir, İnsan” sûrelerini okuduğu belirtilmektedir. Bu surelerin uzunluğu bir sayfayla üç sayfa arasında değişmektedir. Sünnetini ise çok kısa tutardı. Sabahın iki rekat sünnetinde en çok okuduğu sureler, Kâfirûn ve İhlâs sureleri idi.
Yüce Efendimizi (s.a.v.) rehber edinen ashabının ve İslâm büyüklerinin namaz kılışı da çok muhteşemdir. Yine rivayetlerden öğreniyoruz ki, sabah namazlarında Hz. Osman (r.a.) 13 sayfa olan Yusuf Suresini, Hz. Ömer (r.a.) ise Yusuf Suresini ve 10 sayfa olan Hac Suresini okurmuş.
İbn-i Mes’ud (r.a.) namaza kalktığında Allah korkusundan iki büklüm olur, namaz kılarken evdekilerin konuşmalarını bile duymazmış. Ev halkı, öbür odada kılmasını söylediğinde, şöyle dermiş:
- İstediğinizi konuşun. Vallahi ben namazda hiçbir şey duymuyorum.
Hz. Ali (r.a.) Efendimizin namaz vakti girdiğinde hâli değişir, rengi atar ve titrermiş. Sebebi sorulduğunda şöyle dermis:
- Bilmez misiniz ki, bu vakit, Allah’ın yerlere ve gökler teklif edip de onların yüklenmekten kaçındığı bir emanetin eda vaktidir. Ben bu emaneti yüklenmiş bulunuyorum. Yüklendiğim bu İlâhî emaneti en güzel bir şekilde eda edip edemeyeceğimi de bilmiyorum.
Yine o muhteşem sahabenin ayağına ok battığında, namazda iken çıkarılmasını istediği anlatılır. Çünkü namazda iken bütün zerreleriyle Allah’a yönelip maddî hiçbir şeyi hissetmediği için bu yola başvurduğu belirtilir. Demek namaza öylesine kendini kaptırmıştı ki, namaz tıpkı ameliyatlardaki anestezi gibi onu kendinden geçiriyor, dünya il bağlantısını kesiyordu.
Aynı şekilde namazda iken maddî bir acı hissetmeyenlerden birisi de, evliya hanımlardan Rabia el- Adeviyye idi. Bir gün namaz kılarken gözüne bir kamış ucu girmiş, namazını kılıp selâm verinceye kadar hiçbir haberi olmamıştı. Selâm verince:
- Bir bakın gözüme saplanan nedir, diye bağırmış, saplanan kamışı güçlükle çıkarmışlardı.
Hz. Ali’yi (r.a.) üstad kabul eden ve “ondan âlem-i mânâda ders aldığını” belirten Bedîüzzaman Hazretlerinin namaz kılması da çok enteresandı. O, namazı vakit girer girmez, bütün zerreleriyle, duygularıyla Allah’a teveccüh ederek kılardı.
Onun bütün hayatında diline vird edindiği iki kelime vardı: İman ve namaz. Sanki çöllere düşen Mecnun’un “Leylâ Leylâ” diye gezdiği gibi, bütün hayatında “İman iman, namaz namaz” deyip durmuştu.
Onun imandan anladığı, klâsik kalıpların dışında “canlı, hareketli, aksiyoner bir iman” olduğu gibi, namazdan anladığı da, alışılmış dua ve hareketleri ruhsuz tekrar etmek değildir. Onun dünyasında namaz, bir tevhid sembolü, bir var oluş gerekçesi, bir vazgeçilmezlik ülkesi, bütün zerrelerle Allah’a yönelişin bir ifadesi, Ona bütün yönleriyle boyun büküştür. Sanki bütün çabalar, Onun yüce huzurunda bir düğün ve bayramdan farksız olan o kudsî ve lezzetli ânı yaşamak içindir.
Onun eserlerinde işlediği iman âdeta ötelerden soluklar taşıyan bambaşka bir iman olduğu gibi, anlattığı namaz da toplumun geleneksel algıladığı anlamdan çok farklı bir namazdır.
O, hem anlattığı imanı yaşamış, hem de kast ettiği namazı kılmıştır. Onun hizmetkârlarından olan Bayram Yüksel’in şu anlattıkları, onun sanki bambaşka bir âleme girmiş gibi namaz kıldığını gösteriyor:
- Namazı çok huşu içinde kılardı. Sûreleri okurken tane tane okurdu. Namaza dururken, tam huzura vardığında, niyet ederken, Allahü ekber dediği zaman, bizler arkasında korkardık. Mübalâğa olmasın, ahşap bina sarsılırdı.
Yine onun ilk talebelerinden olan Molla Hamid Ekinci’nin anlattıkları da, onun kıldığı namazın bizim bildiğimiz namazın dışında bir namaz olduğunu gösteriyor:
- Arkasında kıldığım namazdan çok zevk alırdım. Namaza duruşu bir mehabet ve haşyet verirdi insana. Namazdan sonra tesbihat hakkında şu dersi vermişti bize: “Namazın sonundaki tesbîhat,namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.” Hazin bir şada ile bizden çok ağır tesbîhat yapardı. “Sübhanellah” derken, çok içten ve yavaş bir şekilde duyardık sesini. Çok namaz kılan hocaları görmüşümdür. Fakat böyle hazin ve huşu içinde kılana rastlamadım. “La ilahe illallah” diye tesbîhata başladığı zaman, eğer yanında bir tarikat ehli olsa cezbeye gelirdi. Sesi top güllesi gibi tok çıkıyordu.
Yine onu Denizli’de iken ziyaret eden Hilmi Arıcı ismindeki bir zat, onun namaz kılışını şöyle anlatıyor:
- Akşam namazı olunca beni çağırdı. Akşam namazım beraber kıldık. Namaza başlamasını tarif etmek zordur. Duyarak, yaşayarak namaz kılıyordu. Ben cemaat oldum, sonra dua etti. Yatsıyı yine arkasında kıldım. Sabah namazına yine çağırdı. Bu namazlarda bambaşka bir heyecan duyuyordum. Namaza başlarken sanki kemikleri çatırdıyordu.
Onun eserlerinde bütün haşmetiyle anlattığı namaz, kendisinin kıldığı kemâl mânâdaki namazdır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, o nasıl namaz kılmışsa öylece yazmış; nasıl yazmışsa o şekilde kılmıştır.
Peygamberimizin (s.a.v.), sahabelerin ve evliyaların nasıl namaz kıldığını öğrenmek istiyorsanız, Nesil Yayınları’ndan çıkan Namazı Yaşayanlar (Said Demirtaş) kitabını mutlaka okuyun.
5. Cemaatle kılın
Diğer farz namazlarını olduğu gibi, sabah namazını da cemaatle kılın. Nerede olursanız olun, iki kişi dahi olsanız cemaati ihmal etmeyin. Evde, yurtta, işyerinde, camide cemaatle kılarak, bu büyük sevap ve fazileti kaçırmayın.
Ne yazık ki, namazın kıymet ve ehemmiyetini bilmediğimiz gibi, cemaatle kılmanın muhteşem sevap ve feyzinden de gafiliz. Namazı cemaatle kılmayı sadece yaşlılara, emeklilere veya çok rahat bir işte çalışanlara özgü bir alışkanlık sanırız. Oysa bu, üzerine namaz kılmak farz olan herkes için, hangi şartlarda ve ortamda bulunursa bulunsun yapması gereken bir vazifedir.
Cemaatle namaz için ortaya konan sözde mazeretlerin çoğu bahaneden ibarettir. Onların doğru olduğu yönünde bizi aldatan yaygın biçimdeki ihmaller, duyarsızlıklar, ilgisizliklerdir.
Eğer cemaatle namaz kılmak sadece “eli boş gönlü hoş” olanların ara sıra yaptığı bir fiil olsaydı, Peygamberimiz (s.a.v.) ve güzide sahabeleri Bedir Savaşının en çetin anında cemaatle namaz kılarlar mıydı? Müşrik ordusu kendilerinden üç kattan daha fazlaydı. Tam bir ölüm kalım mücadelesi veriliyordu. Ama Allah Resulü ve ashabı canlarını kurtarmayı değil, Allah’ın huzurunda yan yana, omuz omuza olmayı seçmişlerdi.
Yarısı namaz kılarken diğerleri savaşmış, namaz kılanlar savaşırken diğerleri namazlarını cemaatle eda etmişlerdir. Bu husus Nisa Suresinin 102. ayetinde şöyle geçmektedir:
“Savaşta mü’minler arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle birlikte namaza dursunlar ve silâhlarını da yanlarına alsınlar. Onlar secde ettikten sonra geri çekilip düşmana karşı dursunlar ve yerlerine henüz namaza durmamış olan diğer topluluk gelsin. Onlar da tedbirli şekilde ve silâhlarını yanlarına alarak seninle beraber namaz kılsınlar.”
Dünyanın en büyük meselesi olan savaş esnasında bile cemaatle namaz terk edilmezse, hangi mazeret onu engelleyebilir?
İlginçtir. Bediüzzaman Hazretleri, savaş meydanında bile Kur’an tefsiri yazmayı ihmal etmediğini anlatırken, iki noktadan ders aldığını söyler.
Bunlardan birisi, yukarıda bahsettiğimiz Bedir Savaşında cemaatle namaz kılınmasıdır.
İkincisi ise, İslâm kahramanı olan Hazret-i Ali Efendimiz, Celcelûtiye isimli kasidesinin çok yerlerinde ve sonunda namaz için bir koruyucu istemiş ki, namazda huzuruna gaflet gelmesin. Çünkü onun düşmanları çok olduğundan, onların hücumunu düşünerek namazdaki huzuru ve huşuu bozulabilir diye Allah’tan bir muhafız ifrit istemiş.
Cemaatle namaz o kadar önemlidir ki, konuyla ilgili şu hadis, bizi ürpertmelidir. Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetine göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Vallahi içimden öyle geliyor ki, bir adama cemaate namaz kıldırmasını emredeyim, sonra da o cemaate gelmeyen birtakım adamlara gideyim, onlar hakkında emir vereyim de, odun demetleri ile evlerim, üzerlerine cayır cayır yaksınlar. Bunlardan biri yağlı bir kemik bulacağını bilse, ona (namaza) mutlaka gelirdi.” (Müslim, Mesacid: 251)
Elbette Peygamberimiz (s.a.v.) hiç kimsenin evini yaktırmamıştır. Ancak onun içinden böyle geçmesi, cemaatle namaza ne kadar çok önem verdiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Çünkü cemaat terk edildiğinde öyle büyük ebedî kayıplar olmaktadır ki, gelip geçici can ve mal onun yanında hiç hükmündedir. Efendimizin dediği gibi, basit bir dünya menfaati için kesinlikle ihmal etmez, dağıtılan yere gideriz. Oysa bilsek ki, her bir vakit namazın cemaat sevabı, trilyonlara değer. Çünkü neticesi sonsuzdur.
Ebudderda’nın (r.a.) rivayet ettiği şu hadis ise, çok az kişi de olunsa cemaatten vazgeçilmemesi gerektiğini anlatır:
“Köyde ve çölde oturanlardan üç kişi arasında cemaatle namaz kılınmazsa, ancak şeytan onlara üstün gelmiştir. Cemaate devam et, kurt ancak sürüden ayrılmış koyunu yer.” (Ebu Davud, Salât: 47)
Hepimiz cemaatle namaza birçok mazeret gösterebiliriz. Oysa İbni Abbas’ın (r.a.) rivayet ettiği şu hadis, bu husustaki mazeretleri reddetmek için ne kadar ısrarcı olmamız gerektiğini ifade ediyor:
- Kim müezzinin ezanını işitir de, o kimseyi müezzinin davetine uymaktan alıkoyan bir engel yoksa, onun tek başına kıldığı namaz kabul olmaz. Sordular:
- Kişiyi cemaatten hangi özür alıkoyabilir? Resulüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Korku ve hastalıktır. (Ebu Davud, Salât: 47)
Aynı manada Abdullah İbni Ümmi Mektum (r.a.) ile Peygamberimiz (s.a.v.) arasında geçen konuşma bize ders olmalıdır.
İbni Ümmi Mektum (r.a.), Resulüllaha (s.a.v.) sordu:
- Ya Resulallah, ben gözü görmeyen, evi uzakta olan birisiyim. Bir kılavuzum var, bana yumuşak davranmıyor. Bu şartlar içinde benim namazı evde kılmama izin var mı?
Resulüllah:
- Ezanı duyuyor musun, diye sordu.
- Evet, dedi. Peygamberimiz:
- Namazı evinde kılman için izin veremem, buyurdu.
Konuyla ilgili farklı ayet ve hadisleri göz önünde bulunduran âlimler, namazın yalnız da kılınabileceğini, ancak cemaatle namazın çok kuvvetli bir sünnet olduğunu belirtmişlerdir. “Nasıl olsa sünnet” deyip geçmemek gerekir. Çünkü cemaatle namazın tek başına kılınan namazdan 27 kat fazla sevabı vardır. Günahların böylesine hücum ettiği bir asırda sevaba ne kadar çok ihtiyacımız olduğu apaçık bir gerçek değil mi?
Cemaatle namazın nasıl bir meziyeti ve hikmeti vardır ki, savaşta bile terk edilmemiş? Hangi üstünlükleri vardır ki, Peygamber Efendimiz onu müekked sünnet olarak uygulamış ve emretmiş? Bu ne vazgeçilmez bir ibadet ki, onun haşmetine uygun özel camiler yapılmış?
Cemaatle namaz kılmanın sayısız hikmeti vardır. Her şeyden önce cemaatle camide kılınan namazda müthiş bir huzur, huşu ve sükûnet vardır. Çünkü mekân sadece namaz için hazırlanmış, her şey ona göre düzenlenmiştir. Namaz içinde huzuru bozucu, gönlü ve zihni dağıtıcı, insanı başka şeylerle meşgul edici bir unsur yoktur. Cami veya mescid, sakin, temiz, ahenkli bir ortamdır.
Tek başına bu bile cemaatin önemini ortaya koymuyor mu?
Cami, mescid veya evde cemaatle kılınan namazın dışında yalnız başına kılınan namazları düşünün! Çevreden gelen insan konuşmaları, radyo ve televizyon sesleri, yemek kokuları gibi insanın huzurunu bozan, namazdaki huşûa engel olan nice unsur yok mu? Bir de camide mü’minlerle omu: omuza kılınan namazdaki lezzeti ve huzuru hayal edin!
Çok önemli bir başka hikmet, cemaatle namaz kılmada sorumluluğun imamda olmasıdır. Böylece namaz için çöl önemli olan Kur’an’ı ve duaları doğru okuma, fıkıh kurallarını iyi bilme gibi konularda çok rahat hareket etmiş oluruz.
İmamlar bu konuda özel eğitim almış kimseler olduğu için elbette Kur’an’ı cemaatten daha düzgün okumakta, namazın hangi rüknünde nasıl hareket edeceğini daha iyi bilmektedirler. Ayrıca tâdil-i erkâna çok dikkat etmekte olduklarından huzurlu ve ihtimamlı bir namaz kılmış oluru Namazın en büyük afetlerinden olan hızlı ve baştan savma namaz kılmaktan kurtuluruz.
Cemaate devam edersek aynı zamanda namazı tam vaktinde kılmış oluruz. Böylece “en hayırlı amelin vaktinde kılınan namaz olduğunu” belirten Peygamberimizin takdirine kavuşuruz.
Ayrıca mekân değişikliği olduğu için çok etkili bir zihinsel yenilenmeye de neden olur. Aynı mekânda durdukça insan bilinci körelir. Mekânımızı namaz için terk edip sonra geri geldiğimizde sıfırdan başlamış gibi hissederiz kendimizi. Ama çalıştığımız yerde kıldığımızda sadece zaman ve uğraş değişiminin yararını görürüz, ama mekân değişiminin faydasını görmeyiz. Hem aynı mekânda kılan kimse, yine işini ve o andaki mesaisini düşünerek, namazdan tam istifade edemez.
Nihayet namazı cemaatle kılmakla mü’minler arasında bir dostluk, bir dayanışma ve yardımlaşma meydana gelir. İnsanlar birbirini çok iyi tanır, dertleriyle dertlenir, sıkıntılarını paylaşırlar. Bu da birliği savunan ve sosyal bir din olan İslâmiyetin çok önem verdiği bir faydadır.
Rabbimiz, cemaatle istenen dilekleri, yapılan duaları daha fazla kabul eder. Çünkü herkes birbirinin duasına âmin der, birbirinin isteğine kuvvet verir. Hem birbirinden feyiz alır.
İşte bunlar ve daha bilemediğimiz nice hikmet, namazı tek başına kılınan namazdan 27 kat daha kıymetli yapmıştır. Tüm bunları bilerek cemaatle namazı nasıl ihmal edebiliriz?
Cemaatle namazın feyiz ve bereketinden hiçbir zaman mahrum olmayın. Şayet camiye herhangi bir sebeple gidememiş olsanız bile, eşiniz ve çocuklarınızla bir cemaat oluşturun. Eğer bir arkadaş grubuyla kalıyorsanız, yine bir cemaat meydana getirerek bu sevabı kaçırmayın.
6. Büyük camilerde sabah namazı kılın
Sabah namazı, coşku, sevinç, duygu yüklü bir namazdır. Eğer ondaki manevî zevk ve hazzı bütün haşmetiyle hissetmek isterseniz, büyük ve manevî havası yoğun olan camilerde namaz kılın.
İstanbul Eyüp Sultan’da, Süleymaniye’de, Sultanahmed’de, Edirne Selimiye’de, Ankara Kocatepe’de, Bursa Ulucami’de, Adana Sabancı Camisinde, Şanlıurfa Halilürrahman’da, Konya’da Mevlânâ’nın yanındaki Selimiye Camisinde ya da bunlara benzer muhteşem camilerde sabah namazını kılın ve sanki Cennetten gelen manevî havayı doyasıya soluyun.
Eğer kısmet olursa Kabe’de Mescid-i Haram’da, Medine’de Mescid-i Nebevi’de, Kudüs’te Mescid-i Aksa’da sabahı ve diğer vakit namazlarını kılın ve kendinizi âdeta Asr-ı Saadet’te farzedin. Hayalen 14 asır öncesine gidin. Sanki Resu-lüllah ve güzide sahabeleri hayatta. Sanki Bilâl-i Habeşî, Kabe’nin damına çıkmış, okuduğu ezan yeri göğü çınlatıyor. Sanki canımız, cananımız, biricik sevgilimiz, güzeller güzeli Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mihrapta imam olmuş, bize namaz kıldırıyor. Sanki insanlığın yıldızları olan sahabelerle omuz omuza saf tutmuş, namaz kılıyorsunuz.
Allah’ım, bundan daha büyük bir saadet, bundan daha büyük bir zevk ve haz olabilir mi? Eğer bu mana denizinden bir damla zevk etmek, Asr-ı Saadet’teki huzur atmosferinden bir kokucuk almak isterseniz, bir seher vaktinde yatağınızdan kalkıp Eyüp Sultan’ın yolunu tutun. Hele Cuma veya Pazar sabahı ise, binlerce insanla sabah namazı kılmanın hazzını yaşayın. Evliyseniz eşinizi, varsa çocuklarınızı da götürün. Huzur ve huşu içinde namazınızı kılıp, gönlünüzden geldiği gibi dualar edin.
Her zaman olmasa da, fırsat buldukça büyük ve özel nitelikli camilerde sabah namazı kılın. Bambaşka âlemlere girdiğinizi görecek, huzur ve mutlulukla dolacaksınız.
7. Tesbihat ve duayı hiç ihmal etmeyin
Bazı kimseler, namaz kıldıktan sonra teşbih ve duayı teri ederek, Allah’ın huzurundan ayrılıyor. Oysa tesbihat ve dua, özellikle sabah namazından sonra çok daha önemli ve faziletlidir. Hem tesbihattaki kelimeler, namazın özü ve çekirdekleridir.
Tanıdığım bir gencin namazdan sonra dua etmeden sohbete daldığını görünce dedim ki:
- Sen bir yerde ücretli olarak çalışsan, akşama kadar birçok işi görüp yorulduktan sonra, işveren ücretini vereceği zaman almadan gider misin?
Böyle bir şeyi kesinlikle yapmayacağını söyledi.
- Ama, sen namazını kıldın. Vazifeni yerine getirdin. Resûlullah, namazdan sonra tesbihat yapanın bütün günahlarının affolacağını söylüyor. (Tirmizi, Dua: 3695) Allah da her
zaman ve her an af ve mağfiret, lütuf ve ihsan kapısını açmış, adetâ ‘Dile Benden ne dilersen’ diyor. Sen de davranışınla, ‘Hayır, ben hiçbir şey istemiyorum’ diyorsun. Bu doğru mu?” dedim, hak verdi.
Evet, namazını kılıp hazır Allah’ın huzurundayken bir şey istemeden çekilip gidenleri, ücretini almayan işçiye benzetiyorum. Aslında teşbih ve dua karşılığında Allah’ın bizlere verdiği ücret değil. Çünkü biz ücretimizi peşin olarak almışız. Dünyaya gelişimiz, insan ve Müslüman oluşumuz, nail olduğumuz vücut, sağlık nimetleri hiçbir ibadetle karşılığı verilemeyecek kadar büyük ücretler. Teşbih ve duamız karşısında nail olacağımız nimetler ise, tamamen bir ikram, bir ihsan, bir lütuftur.
Teşbih ve duayı terk ederek, bu ikram ve ihsan denizinden mahrum olmamak gerekir.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
NAMAZI BÎR DAVA VE DERT EDİNİN
1. Namazla ilgili kitap okuyun
Namazın “niçin” ve manevî bakımdan “nasıl” kılınması gerektiğini anlatan kitaplar giderek çoğalıyor. Namazın manasını ve mahiyetini, ehemmiyetini ve hikmetlerini anlatan kitapları mutlaka okuyun.
Hamdolsun, her geçen gün yeni kitaplar çıkıyor. Sizler her zaman araştırıcı olun ve bunları okuyun. Namaz hakkında olağanüstü bir şuur ve duyarlılık kazanmak istiyorsanız, haftada bir veya ayda bir tane namaz kitabı okuyabilirsiniz. O takdirde kısa zamanda bütün namaz kitaplarını okur ve muhteşem bir birikime sahip olursunuz.
Namazla ilgili şu kitapları okuyabilirsiniz:
1- Risale-i Nur’da Namaz ve Hikmetleri, Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat
2- Niçin Namaz, Vehbi Karakaş, Timaş Yayınları
3- Nasıl Namaz, Vehbi Karakaş, Timaş Yayınları
4- Namaz: Bir Tevhid Eylemi, Abdullah Yıldız, Pınar Yayınları
5- Namaz Gözaydınhğım, Mehmed Göktaş, İstişare Yayınlan
6- Namaz Bilinci, Hasan Hafızoğlu, Denge Yayınları
7- Gece İbadeti, Abdülhakim Yüce, Işık Yayınları
8- Nur Dede Anlatıyor, Mehmed Paksu, Nesil Yayınlan
9- Namaz: Dirilişe Çağrı, Ahmed Bulut, Ensar Yayınları
10-Namazla Yeniden Doğdum, Yaşar Alptekin, Nesil Yayınları
11-Namazı Yaşayanlar, Said Demirtaş, Nesil Yayınları
12-Namaz Benim Huzurum, Nurullah Çörek, Timaş Yayınları
13-Hadislerin ve Hadiselerin Diliyle Namaz, Veysel Akkaya, Muştu Yay.
14-Namazın Sırları, Haluk Nurbaki, Damla Yayınevi
15-Namaz ve Karakter Gelişimi, Esma Sayın Ekerim, İnsan Yayınları
16-Namaz Akılları Durduran Mucize, Dr. Kerim Buladı, Kayıhan Yayınları
17-Namazla Dirilme, Mustafa Meşhur, Ravza Yayınları
18-Namazın Hayatî Özellikleri, Süleyman Arif Emre, Kitap Dünyası Yay.
19-Dinimin Direği Namaz, Süleyman Bosnalı, Işık Yayınları
20-Namaza Giden Yollar, Alaaddin Başar, Zafer Yayınları
21-Namaz Çağrısı, Ramazan Kayan, Çıra Yayınları
22-Namazı Anlayarak Kılmak, Prof. Davut Aydüz, Işık Yayınları
23-Kıl Beni Ey Namaz, Senai Demirci, Timaş Yayınları
24-Yeni Başlayanlar İçin Namaz Rehberi, Münib Engin Noyan, Birun Yayınları
25-Git, Secde Et ve Ağla, A.Mahir Peşken, Kaynak Kültür Yayınları
26-Namaz Devrimi, Ömer Naci Yılmaz, Adım Kitap
27-Mü’minin Miracı Namaz, Süleyman Kösmene, Yeni Asya Neşriyat
28-28- Niçin Günde Beş Vakit Namaz Kılmalıyız, Sabahattin Uçar, Kutup Yıldızı Yayınları
29-Gözümün Nuru Namaz, Osman Ersan, Erkam Yayınları
30-Namaz Darda Koymaz, Abdülaziz Kutluay, Saray Yayın Dağıtım
31-Namaz Cenneti, Medine Balcı, Ebrar Yayınları
32-Namaz Ana Kucağıdır, Esma Sayın Ekerim, Timaş Yayınları
33-Namaz Âşıkları, Ali Balkan, Işık Yayınları
2. Namazla ilgili yaşadığınız, duyduğunuz, ilginç olayları, sorunları, soruları, bizimle paylaşır mısınız?
Namazla ilgili yaşadığınız ilginç hatıralarınız, çevrenizde duyduklarınız, karşılaştığınız sorunlar, içinden çıkamadığınız sorular varsa bizimle paylaşabilirsiniz. Yazacağınız mektuplar, bundan sonra namazla ilgili yapacağımız çalışmalara ışık tutacaktır. Kitabımızda işlediğimiz konuları değerlendiren, geliştiren, eleştiren görüşlerinizi bize yazabilirsiniz.
Namaz kılmak için giriştiğiniz çabaların sonucunda karşılaştığınız güzel olayları, ikram ve ihsanları bize yazarak, başka kimselerin şevkle namaz kılmalarına katkıda bulunabilirsiniz. Mektuplarınızda mutlaka adres ve telefon bulunmalı, kitaplarımızda veri olarak kullanılıp kullanılmamasını belirtmelisiniz.
Adres:
Cemil Tokpınar,
Nesil Yayınları, Sanayi Cad. Bilge Sk. No: 2 34196 Yenibosna/İstanbul.
Web Siteleri:
www.namazladirilis.com www.cemiltokpinar.com www.e-namaz.com
Mail Adresi:
cemiltokpinar@gmail.com
cemil@omurboyuask.
com cemil@e-namaz.com
3. Namaz vakfı veya derneği kurulmalı
Dinimizin imandan sonra en büyük emri olan namazla ilgili özel dernek veya vakıflar kurulmalıdır. Spor, çevre, eğitim, kültür vs. konularında özel vakıf ve dernekler var. Ama özellikle namazın mana ve önemini anlatacak, konuyla ilgili toplumu aydınlatacak ve bilgilendirecek gönüllü teşekküller kurulmalıdır.
Bu kuruluşlar, medya organlarını da kullanarak, toplumun tüm kesimlerim namaz konusunda bilinçlendirecek yazılı ve görsel malzemeler üretmeli, namaz davasını bayraklaştırmalı ve büyük bir dert edinmelidir.
Söz gelişi, emekliler, işi olmayanlar, camiden eve evden camiye gidenler, maddî bir sıkıntısı olmadığı için çalışmak zorunda bulunmayanlar veya dinî bir hizmet için ne yapsam diye çırpınanlar! Namaz davasını bütün insanlığa anlatmak için örgütlenemez misiniz? Vakıf, dernek, plâtform veya “namaz gönüllüleri” adıyla bir şeyler yapın.
Ülkemizde namazın önünde yığınla engel var. Memurlar, öğrenciler, işçiler değil beş vakit namazı, bazen Cuma namazım bile kılamıyorlar. Fabrikalarda, yolculuklarda, devlet dairelerindeki engelleri aşmak için toplumsal bir duyarlılık kazanmak şarttır.
Başörtüsü yasağına karşı verilen mücadelenin bir benzerim, hatta daha fazlasını namaz için sergilemek gerekir. Çünkü namaz, başörtüsünden ve her ibadetten daha mühimdir.
Ayrıca cami ve mescit problemleri, daha kaliteli imam ve müezzin yetişmesi gibi konularda yarışmalar, toplantılar, dayanışmalar ortaya konmalı.
Herkes her gün namaz için bir şeyler yapmalı. Sıradan bir insan gibi yaşamak veya televizyon karşısında zaman öldürmek yerine namazla ilgili faaliyetler yapılabilir.
Hamdolsun, kitabımızın ilk baskısında dile getirdiğimiz bu tekliften birisi, Namaz Gönüllüleri Platformu adıyla gerçekleşti. İnşallah bu platformun faaliyetlerine katılarak destek verin.
KİTABI OKUYANLARIN GÖRÜŞLERİ
Saim Gündüz: Kitabı 5 komşuma hediye ettim. Üçü namaza başladı.
Sinan Demirci: 25 yaşındayım. Kitabı annem hediye etmişti. Henüz on sayfasını okumuştum ki, namaza başladım. Hemen eşime verdim. O da okuduktan sonra namaza başladı.
Filiz Gümüş: Hediye ettiğim arkadaşlar yarısına gelince namaza başlıyor.
Adem Yıldırım: Kitabın ilk on sayfasını okudum ve kalkıp namaza başladım.
Hakan Tanrısever: Üniversite yıllarımda namaz kılıyordum. Üç yıl bıraktım. Kitabı okuyunca tekrar şevkle başladım.
Muhammed Gökmen: Üç saatte okudum. Uyumadım, sabah namazını bekledim. Öğleyi heyecanla kıldım, bir an evvel ikindinin gelmesini bekliyorum.
Nurten Çelik: Ailece sabah namazına kalkamıyorduk. Kitabı okuduk. Her gün kalkıyoruz. Hemen kitaptan 20 tane aldım ve arkadaşlarıma dağıttım.
Nazan Gülcü: Kitapta namazın önemi o kadar güzel anlatılmış ki, saat kurmaya bile gerek yok. Çünkü beni uyku tutmuyor.
İbrahim Altın: Kitabı 13 yaşındaki oğlum okudu. Namaz kılmaya başladı. Artık onu sabah namazlarına kaldırmak için hiç yorulmuyorum.
Ayşe Yalçın: Ben umreye gittiğim halde bu kadar huşu içinde namaz kılamıyordum.
ANKETİMİZE GÖRE, MİLYONLAR NAMAZA BAŞLAYABİLİR
Okuyucularımızdan gelen binlerce mektup ve mailden 200 tanesini Namaz Kahramanları isimli kitabımızda yayınladık. Ayrıca yapılan hizmetlerin sonucunu öğrenmek için www.e-namaz.com sitesinde bir anket yaptık. “Sabah Namazına Nasıl Kalkılır? kitabını okuduktan sonra nasıl bir etki yaşadınız?” sorusuna aldığımız cevaplar muhteşemdi. Ankete katılan 1123 okuyucunun verdiği cevaplara göre kitabı bir milyon kişi okumuş kabul edersek şöyle bir sonuç çıkıyordu:
Yüzde 16 (160 bin kişi): Kitabı okuyunca hemen namaza başladım.
Yüzde 15 (150 bin kişi): Sabah namazlarına kalkmaya başladım.
Yüzde 8 (80 bin kişi): Artık hiç kazaya bırakmıyorum.
Yüzde 25 (250 bin kişi): Daha fazla önemseyip huşu ile kılmaya başladım.
Yüzde 36 (360 bin kişi): Her bakımdan daha iyi bir kul olmaya çalışıyorum.
Demek ki, kitabımızı bütün ailelere ulaştırabilirsek milyonlarca kişi namaza başlayabilir.
Yüce Allah dünyayı, ayı, güneşi, gezegenleri ve diğer gök cisimlerini insanların yararlanması için yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Yeryüzünü size boyun eğecek şekilde yaratan O’dur. Öyleyse onun her yanında gezip dolaşın ve Allah’ın vermiş olduğu rızıklardan yeyin”[1] Yararlanma şu ayette gök cisimlerini de kapsar: “O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Düşünen ve fikir üreten bir toplum için bunlarda nice ibret ve deliller vardır.”[2]
Mal ve çocuklarla uğraşırken Yüce Allah’a kulluk terkedilmemelidir. Aksi halde dünya ve âhirette en büyük zarara uğranılır. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, onlar maddî ve manevî en büyük zarara uğrayanlardır.”[3] “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak birer imtihandır”[4] “İnsan kendisini zengin olmuş görünce mutlaka şımarır”[5] “Mal ve evlât çokluğu ile övünmek sizi oyaladı.”[6]
Diğer yandan malını helal yoldan kazanan, zekâtını verip, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür. Şu ayette Allah yolunda canını feda eden şehitlerle, malını Allah yolunda harcayan servet sahibi zenginler denk sayılmıştır: “Şüphesiz ki Allah, cihad eden mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler.”[7]
Hz. Peygamber (s.a) de çeşitli hadislerinde insanın mal ve servet karşısındaki durumunu belirlemiştir. Temiz mü’minin elinde temiz servetin ne güzel bir mal olduğunu bildiren hadis[8] helâl kazanca ve dürüst insanlara dikkati çekmiştir. Başka bir hadis-i şerifte kişinin gerçek malının miktarı ve ölçüsü şöyle belirtilir: “Ademoğlu; “benim malım, benim malım” der. Senin yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden veya tasadduk edip devam ettirdiğinden başka malın var mıdır?”[9]
Yahya b. Muaz (r.a) şöyle demiştir: “Para akrep gibidir. Eğer onu elinde usulüne göre tutamayacaksan sakın tutma, aksi halde seni ısırır ve zehiri ile öldürür.” Usulüne göre tutma (rukye) nedir? diye sorulunca; “kişinin helâl yoldan kazanıp, yerine harcamasıdır” diye cevap verdi. Diğer yandan Yahya b. Muaz, malın ölüm sırasındaki özelliğini şöyle belirlemiştir: “Malın hepsi ölenin elinden alınır, fakat kıyamet günü malın hepsinin hesabı kazanan bu kişiden sorulur“[10]
Ancak mal ve servetle ilgili bu gibi âyet, hadis ve tespitler İslâm’ın servet sahibi olmanın ve zenginliğin karşısında olduğu anlamına gelmez. Meşru yoldan kazanılan, zekâtı verilen ve başkalarını ezme, küçümseme, gurur ve kibir için kullanılmayan servetlerin “iyi mal iyi kişilerin elinde ne güzeldir” hadisinin şümulüne girdiğinde şüphe yoktur. Diğer yandan mal mülk edinirken ve bunu idare ederken, bu meşguliyetin mal sahibini yüce Allah’a ibadet ve itaatten alıkoymaması da gerekir. İslâm’ın Medine-i Münevvere’ye yayılması, müesseseleşmesi ve henüz bir devlet bütçesinin oluşmadığı devrelerde düşman karşısına büyük orduların çıkarılması Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman gibi varlıklı sahabîlerin yardımları sayesinde olmuştur. Burada servetler iyi insanların elinde iyi işlerde kullanılmış ve âhiret yatırımının sermayesini oluşturmuştur.[11]
Mal Emanettir
Ancak günümüzde üretim teknolojilerindeki gelişme, üretim miktarında bir artış ve çeşitliliği de beraberinde getirmiştir. Peygamber efendimiz bir hadislerinde “Benim ümmetimin fitnesi maldır” buyurmuştur. Yürürlükte olan yasaların büyük sermaye sahiplerini koruyucu nitelikte düzenlenmesi gelir adaletsizliklerini de beraberinde getirmiş ve kalkınma, sermayenin belli ellerde temerküz ettirilmesi ile olabileceği düşüncesiyle hareket edilmiştir. Bu sermayeyi törpüleyici dini emirlerin kişilerin insafına bırakılması, onu sadece kendi çıkarını düşünen bencil varlıklar haline getirmiştir.
(Müslüman ülkelerde büyük işletmelerin kurulamadığı gibi bir iddia akla gelebilir. İslam faizi yasaklar ve fakat alışverişi helal kılarak ortaklık yapmayı tavsiye eder. Bu, bir sermaye ortaklığı olabileceği gibi emek-sermaye ortaklığı (mudarabe)’da olabilir. Ancak sermayenin belli ellerde dolaşmasını hoş bulmaz. Büyük sermaye ortaklıkları oluşturmak konusunda ise bir engel yoktur. Ancak az gelişmişlik yapısal bir sorundur ve tarihi nedenlere de dayanır. Batı, bugünkü sermaye yapısını kısmen sömürgelerden sağladığı artı değerlerin yanı sıra adaletsiz yasalarla sermayeyi temerküz ettirmiş ve teknikte yaptığı inkar edilemez üstünlük de ona büyük avantajlar sağlamıştır. Özellikle uluslararası şirketleri ticarette ve teknoloji üretiminde oldukça ileri konumdadırlar. Ülkemizin de uluslararası düzeyde iş yapan firmalara ihtiyacı vardır. Küçük sermayenin de korunarak büyük işletmelerin altyapısını oluşturması sağlanabilir. Ayrıca devletin kendisinin stratejik faaliyetlerde büyük şirket kurarak bunu halka açmasında hiç bir engel yoktur.)
Halbuki İslam’da zekat ve yardımlaşma unsurları daima ağır basar. Temel felsefe olarak mal kişiye “emanet” olarak verilmiştir. Dünya’nın gerçek sahibi ve maliki Allah’tır. Bu yüzden tasarruf etmede “mülkiyet” anlayışı ile “emanet” anlayışı çok farklı etkiler meydana getirir. Örneğin malı mülkiyet olarak gören birine israfı anlatamazsınız. Kişiyi cömert kılacak olan şey; Allah korkusu ve ahiret inancıdır. Kısaca, felsefi bakış açısının sıhhat derecesi, kişinin mal hırsında önemli bir etkendir.
Dünyevileşme
Mal hırsının diğer yüzü bu malın tükettirilmesi ilkesidir. Kapitalist sistem yaptığı reklamlarla “ihtiyaçları sınırsız olarak tanımlar” ve daima “tüket” diye talimatlar yağdırır. Çünkü çarklar böyle dönecektir. İslam’da buna “dünyevileşme” diyoruz. Her evin perdesi ya da koltukları modası geçti ya da sıkıldım gibi bahanelerle değiştirilir, yerine yenileri alınır. Bu, ayakkabı, elbise, hatta arabada bile geçerlidir. Marka takılmak, sürekli yeni şeyler almak, islah edilmemiş nefsin bir emri olarak yerine getirilir; nefse kölelik. Fakirler için verilecek yardım parası sadece sokaktaki dilenciye verilen üç beş kuruştur artık. İşte israf budur. Ne yazık ki biz israfı sadece biraz ekmeğin kurumasıyla ortaya çıkan israf olarak anlıyoruz.
İslam’da ölçü, ifrat ve tefrite kaçmadan ihtiyaçlar ölçüsünde makul hareket etmektir. Lüks bir yaşam İslam’i bir hayat tarzı olamaz. Temel yaklaşım malın ya da gelirin emanet olduğu ilkesidir. İslamiyet’in bütün Arabistan’a yayılarak ganimet mallarının çoğalması neticesinde Peygamber efendimizin eşleri daha rahat yaşamak için bazı maddi taleplerde bulunurlar. Bunun üzerine ayet inerek onları azarlar ve gerektiğinde Allah’ın peygamberine daha temiz eşler verebileceği bildirilir. Kısacası peygamber efendimiz bol ganimete rağmen yaşayışında bir değişiklik olmamış ve mütevazi hayatını ölümüne kadar sürdürmüştür. Yine bir gün bir kurban keser ve bir butu hariç hepsini dağıtır. Ayşe validemiz : “Ya Rasulüllah bir but hariç hepsini dağıttın” der. “Hayır, Ya Ayşe, bir but hariç hepsi bizde kaldı”diye cevap verir.
Bizler de bu tüketim çılgınlığından bir nebze olsun kendimizi kurtarmamız ve fakirlere eski eşyalarımızı vermek yerine, fakirlerinde yeni şeylere layık olduklarını düşünmemiz gerekiyor. Allah muhsin kullarını sever…
[2] el-Câsiye,13.
[3] el-Münâfikûn 9.
[4] et-Teğâbün, 15.
[5] el-Alak, 6.
[6] et-Tekâsür,1.
[7] et-Tevbe, 111.
[8] Ahmed b. Hanbel,
[9] Müslim.
[10] İmam Gazali,
[11] Ahmed b. Hanbel.
İslâm’da ticaret meşru olunca, kâr elde etmenin de meşru olması tabiidir. Çünkü kâr, mal mübadelesinin semeresi olup, onsuz ekonomik bir hayat düşünülemez. Bu yüzden İslâm kârı yasaklamamıştır. Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli prensiplere uyularak, kendi tabii kuralları içinde yürümesi amaçlanmıştır. Kârın tabiî ve ahlaki ölçüler içinde ve serbest rekabet ortamında oluşması esas alınmıştır. Ancak bu prensibi korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için bir takım tedbirler öngörülmüştür. Ribanın yasaklanması, haksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha başvurulması bunlar arasında sayılabilir.
Alış-verişlerde yalan, hile, aldatma, satılan şeyin ayıbını gizleme veya onu mevcut olmayan niteliklerle övme yasaklanmış; açık, gerçekçi ve makul ölçüler konulmuştur: Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haram yollarla yemeyiniz. Ancak karşılıklı rızaya dayanan, meşru bir ticaret yoluyla olması durumu müstesnadır.[1] Allah alış-verişi helâl, ribayı (faizi) ise haram kılmıştır.[2]
Bir satım akdinde kâr miktarını belirleyebilmek için her şeyden önce bu malın alış fiyatının veya maliyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Malın bu ilk değerine anapara (re’sü’l-mâl) denir. Bu, ilk alıcının akitle ödemeyi üstlendiği bedeldir. Başka bir deyimle, mala kendisiyle mâlik olunan ve akitle ödenmesi üstlenilen bedeldir. Hanefîlerde alış fiyatına eklenip eklenmeyecek masrafların belirlenmesinde tüccar arasındaki örfe ağırlık verilmiştir. Bu konuda temel prensip malın kendisinde veya değerinde artış meydana getiren harcamaların alış fiyatına eklenmesi, bu niteliği taşımayan harcamaların ise eklenmemesidir.[3]
İslâm’da net maliyet hesabı güvene dayanan bir satış niteliğindeki karlı (murabaha), kârsız (tevliye) ve zararına (vazîa) satışlarda gereklidir. Satıcı kendi alış fiyatını ve eklediği kâr miktarını alıcıya açıklamaksızın, belirleyeceği bir satış bedeliyle de malını satabilir. Hatta eskiden kalan mala, piyasadaki rayiç fiyatları ölçü alarak, yeni bir değer koyup, bunun da üzerine kâr ekleyerek satış yapmak da mümkün ve caizdir. Yeter ki, alıcıyı yanıltacak ve onu etki altında bırakacak yanlış bilgiler verilmesin. Kârın meşru ve güzel kazanç (tîb) olması için, satıcının iyi niyet kurallarından ayrılmaması ve alıcıya doğru bilgiler vermesi gerekir. Aksi halde aldatma ile aşırı kâr bir araya gelirse alıcı lehine bir takım haklar doğar. Buna fahiş gabin hali denir.
Bu duruma göre İslâm’da, alış-verişlerde çeşitli mallara yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Eğer çeşitli mallara belirli oranda kâr haddi uygulaması getirilseydi, ekonomik hayat zorluklarla karşılaşırdı. Çünkü kâr miktarını dondurmak o malın alış fiyatını veya maliyetini tam olarak bilmeyi gerektirir. Bu ise her zaman net olarak hesaplanamaz ve satışa hile karışabilir. Diğer yandan ayni cins ve kalitedeki malın maliyeti tüccardan tüccara değişir. Sermayesi geniş olan kimse, peşin para ile çok ve ucuz mal satın alır, kendi araçları ile nakleder ve işyerine kira ödemez. Bütün bu nedenlerle malı ucuza mâl eder. Başka bir tüccarda bu imkânlar bulunmadığı için maliyetleri yüksek olabilir. Üretimdeki maliyetler çok daha değişik etkenler yüzünden farklı olur. Ayni cins ve miktarda bir çok malın maliyetleri farklı olunca, yüzde kâr ilâvesiyle oluşacak satış bedelleri de farklı olacaktır.
İşte bu ve benzeri sakıncalar yüzünden Rasûlullah (s.a.s.) piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için başvuran sahabilere şöyle cevap vermiştir: Şüphesiz, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde Rabb’ime kavuşmak istemem.[4]
Piyasaların fiata etkisi
Günümüzde tekel ya da oligopol gibi az sayıda firmanın yer aldığı piyasalar rekabetin oluşmadığı, bu yüzden halkın aleyhine gelişen fiat ayarlamalarının olduğu piyasalar olarak kabul edilirler. Sorun o piyasaya girişin yerleşik firmalar tarafından engellenmesidir. Devlet Rekabet Kurumu gibi kuruluşları aracılığı ile rekabet şartlarının bozulup bozulmadığını denetler. Ancak bu denetimlerin etkin olmaması başlı başına bir sorundur. Örneğin çimentoda firmalar aralarında anlaşarak fiat artırımına gidebilmektedirler.(Bir firma yetkilisi bize bu durumu ifade etmişlerdir.) Aynı durum ayçiçeği yağında, peynirde, zeytinde ve en son olarak ette gözlenmiştir. Gerçi ette yapılan son tespitler %14,5 oranında bir üretim azlığını göstermişse de az sayıdaki toptancının fiatlar üzerinde etkili olduğu da gözden kaçmamıştır. Sebze ve meyvede de benzeri durum sözkonusudur. Üretici ile alıcı arasına giren çok sayıda aracı fiat artışının da nedenini oluşturmaktadır. Hükümetin düzenlediği son “hal yasası” üretici ile tüketiciyi doğrudan karşılaştırmaya ilişkin bazı hükümleri de içermektedir
Bankacılık alanında da rekabetin oluşması hükümet tarafından istenmekte, bir taraftan elinde 300 milyon doları olana banka kurma izin verilmeyeceği ifade edilirken, oligopol bir yapıdan da çekinmektedirler.
Fiatın oluşmasında borsalar çok önemli bir yer işgal etmektedir. Temelde kapitalizmin, serbest rekabetin oluşmasında en önemli aracı olan borsaların İslam’ın temel öngörülerine de uygun olduğu söylenebilir. Örneğin menkul kıymetler borsaları fiatın serbestçe oluştuğu yerlerdir. Ancak manipulasyon denen bazı aracı kuruluşların kendi aralarında anlaşarak herhangi bir kağıdı istediği gibi indirip çıkarması da mümkünse de borsa yönetimi fiatların suni artış ve azalışlarına bazı önlemler de geliştirmektedirler. Ancak “insider training” denen şirket içinden bazı bilgilerin sızdırılarak haksız kazanç elde etmeye yönelik davranışlar önlenememektedr. Ortakların hakları konusunda Sermaye Piyasası Kurulu da elemanları aracılığı ile şirketler nezdinde gerekli incelemeleri yapmaktadırlar. Diğer taraftan yeni gelişmekte olan emtia borsaları da fiatların serbestçe oluşmasında çok önemli bir işlev yerine getireceklerdir. Teslimlerin fiziki yapılması henüz bir yavaşlatıcı sorun olarak ortadadır. Türkiye’deki malların bu piyasaların da gelişmesiyle uluslararası piyasalarda işlem görmesi ülke için bir kazanç olacaktır.
Borsaya girmek helal midir?diye bir soru akla gelebilir. İslam alimleri borsanın İslam’a uygun olduğunu, borsada alış-veriş yapılabileceğini, ancak; faaliyet konusu itibariyle seçici davranılarak konusu faiz olan banka, faktoring kuruluşları ile faaliyeti içki olan kuruluşların hisse senetlerinden uzak durmak gerektiğini ifade etmektedirler. Tahvil fonları da bu kategoriye girebilir.
Son bir nokta olarak, halk arasında “peygamber pazarlığı” denen ve satıcının zor durumundan istifade ederek onu elinden “öldüm fiatına” almaya yönelik davranışları asla doğru bulmuyoruz. Belki zananı gelen bir senet dolayısıyla %5 veya 10’luk bir fiat kırımını anlamak mümkünse de aşırılıkların islam’a uymayacağı bilinmeli ve satıcıya hakkı verilmelidir. Adalet bunu gerektirir. Müslüman “doğru tüccarın ahirette şehitlerle ve peygamberlerle birlikte haşrolunacağını” bilmelidir. Fırsatçılık İslamda yoktur. İslam’da muamelat çok önemlidir ve birçok insan bazen bilgisizlik bazen de kasdi olarak hileye, yalana başvurabilir. Kur’an’ı Kerim’deki “Mutaffifin” suresi ticarette hile yapan, alırken tam alan ancak verirken eksik veren kavmin bu yüzden helak edilmesiyle ilgilidir. Hadislerde “1 dirhem borç için 700 kabul edilmiş farz namaz sevabı verileceği” bildirilmektedir. Sanırım bu, işin ciddiyetini anlatmaya yeter. Peygamber efendimiz de borçlu olarak ölenlerin cenaze namazını kılmaktan kaçınmıştır. Üç kuruş için ahiretinizi feda etmeyiniz. Her alanda islam üzere yaşayabilmek dileğiyle…
[2] el-Bakara, 2/275.
[3] bk. es-Serahsi, el-Mebsut, XIII, 80, 91; el-Kâsânî, el-Bedayi’, V, 223; el-Fetâvâ’l-Hindiyye III, 162; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 155; Ali Haydar, Düraru’l-Hukkâm, l, 598.
[4] Ebu Davud, Büyü 49; Tirmizi, Büyü 73; İbn Mace, Ticârât 27; Ahmed b. Hanbel, II, 327, l 85, 106,286.
Bir müslüman altı madde olarak belirtilen imanın şartlarını dil ile ikrar ve kalb ile tasdik ettikten sonra bu imanını amel sahasına intikal ettirmeli ve salih amel olarak nitelenen; namaz, oruç, hayır ve hasenat v.b. hareket sahasına intikal ettirerek uygulamalıdır.
Kişinin salih amelindeki bir eksikliğin Cenab-ı Hak tarafından affı, yapılacak bir tövbeye bağlı olarak her zaman mümkün bulunmaktadır. Örneğin farz namazlardaki bir eksikliğin bile sünnet namazlarla tamamlanacağı sahih kaynaklarca ifade edilmektedir. Ancak iman ve itikadında bir sapma olan bir kişinin affı son derece zordur ve affedilecek olan şey nedir? Kişi Allah’a, imanında bir sakatlık ya da sapma ile gitmemelidir. Bu sapmalar kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyler olarak dünya ve ahirrette büyük kayıplara yol açacaktır. Bu yüzden özellikle Kur’an sünnet ilişkisini iyi anlamalı ve buna bağlı peygamber tasavvurunu aşırıya kaçmadan doğru bir şekilde konumlandırmalıdır.
Biz burada İslam’ın iki temel dayanağı olan Kur’an ve sünnet ile aralarındaki ilişkiler üzerinde duracağız.
Her din, kurucusu sayılan kişilerin adıyla anılır. Budizm, Maniheizm gibi. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın tabileri de, onların getirdiği mesajdan uzaklaştıktan sonra Musevi/Yahudi ve İsevi adını almışlardır. Oysa ki onlar da, her peygamber gibi İslam’ın peygamberi idiler ve takipçilerini İslâm’a (Allah’a teslimiyet yoluna) çağırmışlardı.
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dine Muhammedîlik, o dine mensup olanlara da Muhammedi denilemez. Çünkü, Hz. Peygamber İslâm’ın mucidi ve kurucusu değildir. O, tüm peygamberlerin tebliğ ettiği ortak dinin son peygamberidir. Onun aracılığıyla insanlığa gönderilen Kur’an mesajı ise, tüm peygamberlere gelen İslâm vahyinin zirvesidir.
Onun tebliğ ettiği dinin adını, Hz. Peygamber’in kendisi değil vahiy koymuştur: İslâm. Zaten, Kur’an’a göre Allah katında tüm zamanlarda ve mekanlarda tek makbul din vardır, o da “İslâm”dır. (3.19) Bu dine inananlar da bu nedenle “Müslüman” diye isimlendirilmişlerdir. (22.78) Kur’an, Hz. İbrahim’i de işte bu yaklaşımla “müslüman” olarak isimlendirir. (3.67) Yine Kur’an’a göre Hz. Nuh (10.72), Hz. Yusuf (12.101), Hz. Musa’ya iman eden sihirbazlar (7.126), Hz. İsa’nın havarileri (5.111), hep Müslümandırlar.
İslâm, hiçbir kişiye, zümreye, kültüre, medeniyete indirgenemeyecek olan, bir evrensel değerler sistemidir. Kur’an mesajının evrensel olabilmesi de İslâm’ın bu özelliğine bağlıdır. Hz. Muhammed aleyhisselama vahyedilen İslâm mesajı, onun adına dahi indirgenemez. Öyleyken, insanlığın evrensel değişmez değerlerini temsil eden İslâm Arap İslâmı, Türk İslâmı gibi adlarla bir ırka, bölgeye, kavme, kabileye, kültüre ve geleneğe nasıl indirgenebilir?
Kur’an’ın tebliğ ettiği İslâm’ı “Muhammedîlik” olarak algılamak ne kadar yanlışsa, o mesajı Hz. Muhammed’siz algılamak da en az o kadar yanlıştır. İslâm’ı, İslâm’ın teorik kaynağı olan Kur’an’a indirgeyerek pratik kaynağından mahrum bırakmaya kalkmak, aslında İslâm’ın hayat damarlarını koparmakla eş anlamlıdır. Çünkü bu, İslâm’ın geleneğini yok etmeye kalkışmaktır. Peygamberi geleneği toptan yok edilmiş bir İslâm öğretisi, geleceği inşa iddiasını yitirmiş demektir.
Kur’an vahyi, neden sık sık İslâm’ın Hz. Peygamberle başlamadığı mesajını verme gereğini duyuyordu? Elbette vahyin zirvesi olan Kur’an ile peygamberlerin zirvesi olan Hz. Muhammed’i (a.s.) kendisinden önceki gelenekle buluşturmak ve kaynaştırmak için. Kur’an bu tavrıyla, İslâm’ın evrensel geleceğini, onun insanlıkla yaşıt geleneği üzerine inşa ediyordu. Bugün, Hz. Peygamber’i ve onun sünnet ve hadisleriyle inşa edilmiş muazzam bir geleneği Kur’an adına yok saymak ne garip çelişki! Kur’an’ın yöntemini uygulamak yerine, onu hayata dönüştüren nebevi birikimi Kur’an adına toptan yok saymak kişiyi Kur’anlı yapmıyor, olsa olsa “Kur’an’cı” yapıyor.
Kur’an’lı olmak için, Kur’an’ı doğru anlamak şarttır. Onu doğru anlamak, onu en güzel anlayanların başında gelen Hz. Peygamber’in beyanına sırt dönerek nasıl mümkün olabilir?
İslam’ı sünnetsiz, bir bakıma geleneksiz bırakmanın en kesin sonucu onu hayatsız bırakmaktır. Çünkü geleneği olmayan bir inanç sistemi, geleceği yeniden inşa iddiasını kaybetmiş demektir. Oryantalizmi sünnet ve hadise karşı, böylesine iştahla savaş açmaya itekleyen neden bu olmalıdır!
Onlar bu sınırda da kalmamışlardır. Sünnet ve hadis birikimini toptan mahkum ettikten sonra sıra Hz. Peygamber’in şahsına gelmiştir. Çünkü sünnet ve hadis Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetini ayakta tutan ana sütunlardandı. O sütunları parçalamak, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini manevi şahsiyetinden mahrum etmek anlamına geliyordu. İşte buna kani olduktan sonra, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliği, oryantalizmin saldırı hedefi haline geldi.
Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini hedef alan oryantalist çalışmalar içerisinde William Muir’in “The Life of Muhammed”, Dr. Dozy’nin “History of İslam” ve İtalyan kardinal Leon Caetani’nin “Annali del İslam” adlı eserlerini sayabiliriz. Dozy’nin kitabı Abdullah Cevdet tarafından, Caetani’ninki ise Hüseyin Cahid Yalçın tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Cumhuriyet’in ilk nesillerinin peygamber tasavvurunu, örtülü ya da açık devlet desteğiyle yayımlanan bu yanlı ve garezkar çeviriler oluşturmuştur. İşte bu nedenledir ki, sözkonusu nesillerin Hz. Peygamber’e bakış açısı, kinci bir oryantalistin bakış açısından farklı olmamıştır. Türkiye’deki din-devlet ilişkilerinin üzerine inşa edildiği bu bakış açısı, resmi din politikalarını belirleyici bir etken olmuştur
Günümüze kadar örtülü ya da açık olarak sürdürülen resmi Türk İslamı projesi, aslında indirgemeciliğin başka hiçbir yerdeki tezahürüyle kıyaslanmayacak çok özel bir biçimidir. Dinin kamusal alandan tümüyle çekilip hayatı inşa iddialarından vazgeçmesini isteyen militan laiklik anlayışı, her fırsatta “peygambersiz” bir din düşlediğini dile getirmekten çekinmemiştir.
Bu örnek, Hz. Peygamber’in misyonunu zayıflatan her tavrın, gerçekte hangi tür projelere dolaylı destek anlamına geldiğinin ilginç bir göstergesidir. Böylesi bir yanlışa karşı durmanın yolu, sünnetçilik-hadisçilik diye adlandırdığımız bir başka yanlış anlamaya sarılmak değildir. Aksine, yüzyıllar içerisinde oluşan geleneğin zararlı ya da yararsız unsurlardan arındırılması için seçici davranarak çürükleri kendi elimizle vahiy ve akıl ışığında ayıklamaktır. Asıl o zaman doğru bir peygamber anlayışına ulaşabiliriz.
Ne ki bunu yapabilmek için, doğru ölçülere ihtiyacımız vardır. İşte o ölçüleri bize Kur’an vermektedir. O halde yanlış anlamaya dayalı peygamber anlayışlarını tashih etmenin en sağlıklı yolu Kur’an’ın Peygamberi’ni tanımaktan geçmektedir.
Sevgili okurlar, bugün sizlere islamda ticaretin bazı islam alimlerine göre mekruh, bazı islam alimlerine göre ise haram olduğu halleri sıralayacağız. İslamda muamelat olarak adlandırılan bu hususlar çoğu müslüman tarafından iyi bilinmemekte olup çeşitli haksızlıklara neden olunmaktadır. Ahireti feda etmek istemeyen dürüst bir tacirin bu hususlara titizlikle riayet etmesi gerekmektedir.
İslamda bazı akitler rükün, şart veya vasıflarında hiçbir eksiklik bulunmadığı halde, akdin kendisi dışında kalan bir sebepten ötürü yasaklanmış olabilir. Hanefîler bu gibi akitleri mekruh sayarken, çoğunluk mezhep müctehitleri haram kabul ederler.
Kendi dışında kalan bir sebeple yasaklanan başlıca muameleler şunlardır:
a) Neceş satışı: Bu, bir kimsenin gerçek alıcı olmadığı halde sırf müşteri kızıştırıp fiyatı yükseltmek amacıyla alış-verişe karışmasıdır. Hz. Peygamber (s.a); “Sırf müşteri kızıştırmak için satışa girmeyiniz”[1] buyurmuştur. Hanefilere göre, müşteri kızıştırma, eğer malın fiyatı gerçek değerini aşarsa mekruh olur. Eğer arttırma, mal değerini bulmadığı için yapılmışsa bunda bir sakınca bulunmaz. Burada adalet için yardımlaşılmış olur. Açık arttırma veya kapalı zarf usulü teklif olarak en yüksek fiyat verene malı satmak mümkün ve caizdir. Ancak açık arttırmaya da hile sokulmamalıdır[2]. İhaleye fesat karıştırmak olarak adlandırılan bu husus çokca ihlal edilmekte ve siyaset kendi zenginini yaratmak anlamında haksız çıkar sağlanmasına aracılık etmektedir. Özellikle büyük ihalelerde büyük oyunlar dönmektedir. Devlet İhale Kurumu gerekli etkinliği sağlayamamaktadır. Büyük ihalelerin basın huzurunda (televizyonda) şeffaf yapılması kısmen hileleri önleyecektir. İnsan unsuru daima bir etken olarak karşımızda durmaktadır. Bu yüzden idarede siyasi olarak “bizden” veya tarikat olarak “bizden” veya hemşehrimiz kavramları da en masum haksızlıkların kaynağıdır. Allah ve Rasulünün lanetlediği rüşvet ise yaygınlığı ve ulaştığı büyük ölçülerle din iman tanımamaktadır. Yöneticide aranması gereken en önemli iki vasıf ehliyet ve liyakattir. Kuran’ı Kerim’de Yusuf aleyhisselam zamanın kralına iki nedenden dolayı kendisini hazinenin başına getirmesini ifade etmektedir. Birincisi işi bildiğini ikincisi ise hazineyi koruyabileceğini yani dürüst olduğunu ifade etmesidir. Atamalarda bu iki hususa dikkat edilmediği sürece beceriksizler ve hırsızlar ali yöneticiler olmaya devam edecektir. Siyasetle uğraşanlar ticaret yapmamalıdır. Hükümet etmek zordur. Ben dürüstüm demek yetmez; hile ve haksızlıklara engel olmak da yöneticinin sorumluluğundadır. Bu yüzden dirayetli ve adil yöneticilere ihtiyaç her zamankinden fazladır.
b) Telakki’r-rukbân yasağı: Şehirdeki bazı kimselerin köyden veya dışardan mal getirenleri yolda karşılayıp malları elinden almasıdır. Burada, üreticinin şehirdeki günlük rayiç fiyatları öğrenmesi engellenmekte, şehirli tüccarın onun elinden ucuza aldığı malı piyasaya kontrollü ve pahalı olarak sürmesi veya karaborsaya düşürmesi söz konusu olmaktadır. Hadiste şöyle buyurulur:
“Hz. Peygamber binitlileri yolda karşılamayı, yani pazara gelmeden yüklerini satın almayı yasaklamıştır.[3] Hanefîlere göre, bu şekilde üretici veya malı dışarıdan getiren kimse ile tüketici arasına girmek eğer topluma zarar veriyorsa tahrîmen mekruhtur. Eğer sun’î fiyat artışına yol açmıyorsa bunda bir sakınca bulunmaz. Günümüzde gelişmekte olan emtia borsaları islamın öngördüğü prensiplere uygun bir yapılanma sergilemektedir. Sözkonusu mal hem kayıt altına alınmakta ve hem de rayiç fiattan satılması sağlanmaktadır.
c) Şehirlinin köylü adına satış yapması: Şehirlinin köylüye ait ürünleri depolayıp, komisyoncu sıfatıyla piyasaya sürmesi yasaklanmıştır. Tavus’un, İbn Abbas (r.anhümâ)’dan naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Hz. Peygamber, şehirlinin köylü adına satış yapmasını yasaklamıştır. Tavus, İbn Abbas’tan böyle bir satışın şeklini sormuş, İbn Abbas; şehirli köylüye komisyonculuk (simsarlık) yapıp, onun malını satamaz, diye cevap vermiştir.[4]” Hz. Enes’ten nakledilen başka bir hadiste, köydeki mal sahibi ile şehirdeki komisyoncunun birbirinin oğlu veya babası bile olsa bunun caiz olmadığı belirtilir.[5]
Hanefîlere göre böyle bir komisyonculuk belde halkına zarar veriyorsa mekruh olur, aksi halde bunda bir sakınca bulunmaz. Mâlikîlere göre, neceş satışı gibi, bu şekil komisyonculuk da akdin feshini gerektirir.
Günümüzde toptancı hallerindeki belli sayıdaki komisyoncu eliyle yürütülen sebze ve meyve ticareti fiatların suni artışının en büyük nedenidir. Çok düşük fiattan üreticinin elinden çıkan ürün aracıların fiat artırmaları yüzünden çok pahalı olarak tüketicinin eline geçmektedir. Hükümetin yeni hazırladığı Hal Yasası, toptancı hallerinde komisyonculuk yapan firmaları belli bir düzene koymak ve mal hareketini artırmak ve pazarlarda doğrudan satışlara da yer sağlıyarak suni fiyat artışlarını önlemeyi amaçlamaktadır. Umarız olumlu bir sonuç alınabilir.
d) Cuma namazı sırasında satış yapmak: Cuma namazı ile yükümlü olanların cuma saatinde işlerini bırakıp namaza koşmaları gerekir. Sadece cemaate gelmemek için özürlü olan erkeklerle, gayri müslimler, kadın ve çocuklar bunun dışındadır. İşte cuma namazı sırasında namaza gitmeyip de bir takım günlük muameleler, akitler yapılırsa bu akitler geçerli olmakla birlikte mekruhtur. Şâfiîlere göre ise böyle bir akit haram olur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ın zikri olan namaza koşun, alış verişi bırakın”[6] buyurulmuştur.
Hanbelîlere göre bu sırada yapılan akitler geçerli olmaz, Mâlikîlerde meşhur olan görüşe göre ise akit feshedilir.
Cuma namazı vakti Hanefîlere göre ilk ezandan, çoğunluğa göre ise hatibin minbere çıkışından itibaren namazın sonuna kadar olan süredir.[7]
Hacı amca kendisi Cuma namazına gidiyor ve giderken de tembih ediyor. Evladım kasaya dikkat et, diyor. Dükkanı kapatmak işine gelmiyor. Varsa yoksa para…Rızkı Allah’ın verdiğinin bilincinde değil. İslami öncelikler hala davranışlarımıza yansımış değil.
Ahiliğin de öngördüğü bu ilkelere umarız uyulur.
[2] Buhârî, Büyü, 59; İbn Mâce, Ticârât, 25.
[3] Buhârî, Büyü, 72, icâre, 11,19; Nesâi, Büyü, 18.
[4] Buhârî, Büyü, 72, icâre, 11,19.
[5] Müslim, Büyü, 21; Ebû Dâvud, Büyü, 45.
[6] el-Cuma, 62/9.
[7] bk. İbnü’l-Hümâm, V, 239, vd; İbn Âbidin, IV, 139; Zeylâi, Tebyînü’l-Hakâik, IV, 67; İbn Rüşd, II, 164 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 212 vd; ez-Zühaylî, IV, 239 vd.
İslâm’da para peşin mal veresiye veya mal peşin para veresiye satış yapmak caiz görülmüştür. Birincisi selem akdi adını alır, bunun standart (mislî) mallarda, teslim tarihi belirlenerek yapılabileceği sünnetle sabittir. Mal peşin para veresiye satışlar, vadeli satış adını alır. Bu da Kitap ve Sünnetle caiz görülmüştür. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinizle borçlandığınız zaman onu yazın.“[1] Bu ayet genel anlamda peşin ve vadeli satışları da kapsamaktadır. Nitekim Rasûlullah (s.a) bir Yahudi’den veresiye yiyecek satın almış ve demirden zırhını rehin olarak bırakmıştır.
Diğer yandan veresiye satışlara kimi zaman finansman temin etmek için başvurulmaktadır. Bir mal veresiye olarak satın alınmakta daha sonra aynı şahsa daha düşük bedelle peşin olarak satılmaktadır. Iyne satışı olarak adlandırılan bu satışta üçüncü bir kişinin araya girmesi halinde Ebu Hanife’ye göre lyne satışı caiz olur. Şöyle ki, meselâ; bir kimse kumaş tüccarından on bin lira ödünç para ister. Tüccar para yerine ona on bin lira tutarındaki bir top kumaşı üç ay vade ile 12 bine satarak teslim eder. Bu kimse kumaşı üçüncü bir kişiye meselâ, on bine satıp teslim eder, üçüncü kişi de kumaşı ilk satan tüccara alış fiyatı üzerinden yani on bin lira peşin para ile satar. Sonunda paraya ihtiyacı olan kimse bu üçlü alış-veriş sonucunda on bin lira nakit parayı almış ve üç ay sonrası için on iki bin lirayı borçlanmış olur.
lyne satışı ile ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar dinar ve dirhem konusunda cimrilik gösterir, iyne satışı yapmaya dalar, ineklerin arkasından gider ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir bela indirir ve yeniden dinlerine dönünceye kadar bu belayı üzerlerinden kaldırmaz.[2] Diğer yandan Zeyd İbn Erkam (ö.66/689)’ın Hz. Âişe (ö.57/676)ile kıssası da bunu desteklemektedir. Eyfa kızı el-Âliye dedi ki: “Zeyd b. Erkam’dan çocuğu olan cariye (ümmü veled) olarak ben ve Zeyd’in eşi, Hz. Aişe’nin yanına girdik. el-Âliye dedi ki: “Ben Zeyd b. Erkam adına bir köleyi Atâ’ya sekiz yüz dirheme sattım. Sonra ondan (peşin) altı yüz dirheme satın aldım.” Hz. Âişe dedi ki: Sattığın da, aldığın da ne kötü olmuş. Zeyd’e söyleyin. O, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a) ile birlikte katıldığı savaşta kazandığı sevabı kaçırmış olur, meğer ki akdi boza ve tevbe ede.”[3]
Ebu Yusuf’a göre Iyne satışı geçerlidir. İmam Muhammed, Şafiî ve Dâvud ez-Zâhirî (ö.270/883)’ye göre lyne satışı mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Çünkü Şâfiîler yukarıdaki Zeyd b. Erkam’la ilgili olan hadis için “sabit değildir ayrıca Zeyd’in bu konuda Hz. Aişe’ye karşı çıktığı da belirlenmiştir. Sahabe arasında görüş ayrılığı bulununca bizim izleyeceğimiz yol kıyastır” demişlerdir. Diğer yandan böyle bir satış, dış görünüş bakımından rükün ve şartları tam olan bir akittir. Burada gizli olan niyete de itibar edilmez. Akdin bu yönü Allah’a havale edilir. Ancak İmam Muhammed’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu satım akdi kalbime dağlar gibi oturmuştur, faiz yiyicilerin uydurduğu kötü bir adettir. Çünkü Hz. Peygamber bu çeşit satış yapanları yermiştir.”[4]
Ebu Hanife’ye göre iyne satışında satıcı ile alıcı arasına üçüncü bir kişi girmezse satım akdi fasit olur. Ancak araya üçüncü kişi girerse satış geçerli olur.[5]
Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış bâtıldır. Delil seddu’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama) prensibidir. Hz. Âişe ile Zeyd b. Erkam (r.a) kıssası da bunu desteklemektedir.
Sonuç olarak vadeli satılan bir malın yeniden satıcısına peşin ve ucuz şekilde dönmesi yapmacık alış-verişlerin içinde faizi gizlemeye elverişli bulunmaktadır. Çünkü aynı malı iki kişinin karşılıklı olarak birbirine ıyne yoluyla satmasında faiz şüphesi vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında XV. yüzyıldan itibaren ekonomik hayatta önemli bir yer tutan para vakıflarının esnaf ve tüccara finansman olarak kullandırılmasında da ıyne yönteminden yararlanıldığı görülür. Hatta lynenin meşru şeklini bilmeyen mütevellilerin vakıf merkezinde bulundurdukları bazı eşyayı, işletmek üzere para isteyenlere vadeli pahalı satıp, o anda daha ucuz fiyatla peşin olarak geri aldıkları bilinmektedir.[6] Halbuki nakit paranın vakfedileceğine ilk fetvayı veren Hanefi müctehidi Züfer b. el-Huzeyl (0.158/774) bu paraların işletilme yöntemini de şöyle belirlemiştir: “Bir kimse dirhemleri, ölçü veya tartı ile satılan mislî menkulleri vakfetse bu caiz olur. O’na denildi ki; Bu nasıl olur? Dedi: Dirhemler (nakit para) mudârabe (emek-sermaye ortaklığı) yoluyla verilir, sonra kârı (ribh) vakfın hayır cihetine harcanır. Mislî menkuller ise önce satılır, satış bedeli dirhemlerdeki gibi mudârabe veya bidâa (vakıf parayı meccânen çalıştırıp anaparayı ve tüm kârı vakfa verme yöntemi) ile verilir. Meydana gelecek olan kâr, vakıf cihetine sarfedilir.”[7]
Günümüzde iyne satışı genellikle araba satan galerilerde yapılmakta ve bir özel veya ticari taksi vadeli olarak satılmakta ve arkasından daha düşük bir bedelle aynı kişi tarafından peşin olarak satın alınmaktadır. Düzenlenen senetlerde %5 veya %10 gibi yüksek bir tefeci faiz oranı uygulanmakta ve alıcı ağır bir faiz yükü altına sokulmaktadır.
Bugün artık islami kurallar çerçevesinde ticaret yapmak oldukça zorlaşmış bulunmaktadır. Ticareti destekleyen İslami organizasyonlar geliştirilememiş ve kurumsallaşamamıştır. Finans kuruluşları yeterli desteği sağlıyamamaktadır. Ülkede faizsiz, ortaklığa dayalı, islam hukukunun uygulandığı dürüst bir ticaret yerine; faize, güvensizliğe ve adaletsizliğe dayalı batı tarzı bir ticaret, kalkınmanın ve adil gelir dağılımının önündeki en büyük engeldir.
Sermayeyi tek elde toplayacak adaletsiz tedbirler yerine büyük sermayeli ortaklıklar kurulmasına ön ayak olunmalı ve geniş tabanlı özelleştirmeler yoluyla sermayenin tabana yayılmasına çalışılmalıdır. Bu çerçevede Sermaye piyasası Kanunu ile Türk Ticaret Kanunu yeniden gözden geçirilmelidir.
Sonuç olarak bir hadiste de belirtildiği üzere ahir zamanda islama uymak elde kor bir ateş tutmaya benzemektedir. Ateşi bıraksa imanı gidecek, elde tutsa eli yanacak. Bütün olumsuzluklara rağmen dürüst bir ticaretin önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır. Helal kazanç sınırında rızkı Allah’ın verdiği unutulmadan harama girmemek uğrunda hırslanmadan zekatını da ödeyerek tevekkülle aza kanaat etmek bir zenginlik sayılmalı ve ahiret feda edilmemelidir.
[2] Ebû Dâvud, Büyü 54; Ahmed b. Hanbel, II, 84; eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, 206; ez-Zühaylî, IV, 469.
[3] Ahmed b. Hanbel, IV, 180; el-Kâsânî, V, 198, 199.
[4] İbnü’l-Hümâm, V, 207, 208; İbn Âbidin, IV, 255, 291; Zeylâî
, Tebyinü’l Hakayık, IV, 16,17.
[5]İbnü’l-Kayyim, i’lâmu’l-Muvakkıîn, l, 106 vd; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, V, 207; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 130-132,170, 171.
[6]Ahmet Akgündüz, islâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988,s. 160 vd.
[7] el-Fetâvâ’l-Hîndiyye, el-Hindiyye, kenarında, Mısır 1310/1892, VI, 311, 312; bk. Hamdi Döndüren, “İslâm Bankacılığı ve Risk Sermayesi”, islâmî Araştırmalar D. VI, 1/1992, s. 17vd.
Kuran’ı Kerim, Cenab-ı Hak tarafından peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gönderilen son ilahi kitaptır. Miladi olarak 610 yılında inmeye başlamış olması nedeniyle bu yıl indirilişinin 1400. yılı kutlanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu yılı “Kuran Yılı” ilan ederek insanlarla Kuran’ın buluşmasına bir kez daha dikkat çekmek istemiştir.
Gönül ister ki Kuran hayatın her alanında uygulansın. Hz. Ayşe validemiz, Hz. Peygamber hakkında sorulan bir soruya “onun ahlakı Kurandı” diye cevap vermiştir. İşte Kuran bir ahlak ve yaşayış biçimidir. İnsanın her davranışına yön verir. Kuran’ı yalnızca vicdanlara hapsetmek son derece yanlış ve kısır bir düşüncenin eseridir. Kuran, iki ayrı ayette danışma esasını öngörerek seçime dayanan bir cumhuriyet rejimini öngörür. Medeni hukuk, ceza hukuku, ticaret hukuku gibi alanlarda da hükümler öngörerek kamu ve özel hukuk alanlarını da düzenler. Örneğin riba (faiz) adı altında riskin yalnızca bir tarafta kaldığı, çalışmadan kazanç sağlanan ve ekonomide maliyetleri artıran faizli her muameleyi yasaklayarak alım satımı helal kılmış ve ortaklık yapılarak riskin eşit olarak dağıtılmasını öngörmüştir. Yine bu çerçevede kurulan finans kurumları nakdi kredi vermeyerek alım satıma aracılık ederler ve kar dağıtımı esasına dayanırlar. Alım satıma aracılık etmek, ekonomide arz talep dengesi sağlayarak talep fazlalığından kaynaklanan enflasyon hastalığına yol açmaz. Bunun gibi islamdaki emir ve yasaklar ilmi olarak dikkatle incelendiğinde son derece önemli anlamlar taşıdığı görülür. İşte Kuran’ı okumak onun içerdiği incelikleri anlamakla bir anlam ifade eder. Bu görev daha çok okumuş aydın kesime düşer. Halka düşen ise kendinden olan islami davranış sergileyen ihlaslı alimler ile ehil ve liyakatli yöneticileri seçmek, desteklemek ve uymaktır.
Kuran’ın okunuş biçimi hakkında ise şunlar söylenebilir. Kuran mucizevi bir kitaptır. Bazı ayetleri müteşabihtir. Yani anlamını yalnızca Allah bilir. Bazı ayetler yine bazı ayetler tarafından neshedilmiştir, yani hükmü ortadan kaldırılmıştır. Bazı konular örneğin içki yasağında olduğu gibi aşama aşama yasaklanmıştır. Yine bazı ayetler birden fazla anlamlara gelir ve bütün zamanlara hitab eder. İşte bütün bunların anlasılması belli bir ilmi gerektirir. Bu yüzden Kuran’ın anlaşılmasından maksat islam alimlerinin anladığı gibi anlamaktır. Aksi halde bir kimsenin çıkıp, ben mealden okudum demesi ve arkasından hüküm çıkarması yanlışlığın başını teşkil eder ve kişiyi küfre kadar götürür. Kişinin bilgisiz olarak kendi görüşüyle Kuran’ın tefsiri konusunda söz söylemenin yanlış olduğuna ilişkin olarak peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Her kim Kuran hakkında kendi görüşüne dayanarak bir şey derse (bir karar verirse) cehennemde yerini hazırlasın”(İbn-i Abbas r.a.’dan rivayettir; Tirmizi, Tefsir 1). Bir başka hadis-i şerif ise şöyledir: “Her kim Kuran hakkında kendi görüşüyle bir şey derse, isabet etse (doğru dese) de muhakkak hata etmiştir.” (Cündüb İbn-i Abdullah’tan rivayettir. Tirmizi, Tefsir 1; Ebu Davut, İlim 5).
Batı, islam ülkelerinde meal okunmasını teşvik etmekte ve bu yolla müslümanlar arasında yanlış anlamalardan kaynaklanan bir fitnenin çıkmasını umut etmektedir. Bu nedenle Kuran’ın meali okunabilir fakat hüküm çıkarma işinde geri durmalı ve bunu ehil kişiler olan alimlere bırakmalıdır.
Kuran’ın anlaşılması ile ilgili olarak Kuran’ı Kerim’de şu ifadeler yer alır: “(Ey Peygamber) Bu, bir mübarek kitabtır ki, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdik”(Sad 29). Bir başka ayette: “Gerçekten bu Kuran, (insanları) en doğru yola iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir mükafat olduğunu müjdeler”(İsra 9). Bir diğer ayette de: “İndirdiğimiz bu Kuran, mübarek bir kitapdır. Ona uyun ve hükümlerine karşı gelmekten sakının ki, Allah’ın rahmetine erişesiniz.”(En’am 155) buyurulmaktadır.
Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Kuran’ı okumak ve üzerinde düşünerek anlamaya çalışmak ve son olarak da hükümleriyle (islam alimlerinin çıkardığı hükümlerle) amel etmek gerekmektedir.
Milli şairimiz Mehmet Akif, bu konuda şöyle söylüyor:
Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan, Kuran’ın;
Çünkü kaydında değil, hiç birimiz mananın;
Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına;
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
Bitmez tükenmez bir ilim, hikmet ve saadet kaynağı olan Kuran’ı Kerim; nuru ile alemleri aydınlatan, ruhlara şifa veren, insanların güçlü bir vicdana ve sağlam bir imana sahip olmasına vesile olan, akılları ve gönülleri aydınlatan, insanların ve cinlerin bir benzerini yapamadığı, mucuzevi, yüce bir kitaptır.
Öyle ise, hayatın manasını anlamamız, Allah (c.c.)’ın emrettiği gibi iyi bir insan olmamız, değişen ve gelişen dünyanın ağır şartlarını göğüsleyebilmemiz için Kuran’a başvurmamız, onu özel ve kamu her alanda uygulamamız ve ondan öğütler almamız gerekir. Bütün benliğimizle bu yüce kitaba yönelmeli, eşsiz güzelliklerini islam alimlerinin Kuran hakkında yazdıkları kitaplardan öğrenmeli ve ilkelerini hem kafamıza ve hem de gönlümüze nakşetmeli ve hayatımıza uygulamalıyız.
İnsanlık ne zaman Kuran’a yönelmiş ve onu rehber edinmişse en ileri medeniyete sahip olmuştur. Bu gerçek peygamber efendimiz tarafından şöyle dile getirilmektedir: “Şüphesiz ki Allah, Kuran’la amel edenleri yükseltir, ona uymayanları düşürür ve geri bırakır.” (Müslim, Müsafirin 269). Diğer taraftan bir başka hadislerinde de ; “Kuran’a sımsıkı sarılınız, onu önder ve rehber edininiz. Çünkü Kuran, alemlerin Rabbi Allah’ın mübarek kelamıdır.”(Fethu’l Kebir, c 2, s 237) buyurmaktadır.
Kuran’a uymak, hayatı daha canlı yaşamak demektir. Onun için Kuran’ı okumayı öğrenmeli, manasını anlamaya gayret etmeli ve hükümleri ile de her alanda amel etmeye çalışmalıyız ki, Allah’ın rahmetine, dünya ve ahiret mutluluğuna erebilelim. Yazımıza Yunus suresinin 57. ayetiyle son verelim: “Ey insanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet gelmiştir.”
Bu yazımızı kutlu doğum haftası dolayısıyla, Allah’ın Rasulü, son peygamber, alemlere rahmet olarak gönderilen, örnek insan Hz. Muhammed (a.s.)’a ayırdık. Cenabı Allah’ın habibim dediği, her şeyden önce onun nurunun yaratıldığı, ilahi kitablarda daha önce geleceği müjdelenen sevgili peygamberimiz, şirk ve zülmün karanlıklarında yüzen bir kavme geldi. O perişan kavimden ünü günümüze kadar gelen “her biri bir yıldızdır, hangisine tabi olursanız doğru yolu bulursunuz” dediği bir sahabi çıkardı. Getirdiği prensiplerle yeryüzündeki çoğu kavimleri etkiledi ve biz müslümanları islamın nuru ile şereflendirdi. Onun peygamberliği evrenseldir ve bütün cinlere ve insanlara şamildir.
Onun hayatı incelendiğinde “yüce bir ahlak üzere olduğu” görülür (Kalem 4). Kendisi de: “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”(Malik, el-Muvatta, 2/904) buyurmaktadır. Ahlak peygamberi, bizler için de; “ sizin en hayırlınız, ahlaken en güzel olanınızdır” demektedir. Bu nedenle İslamı bir ahlak dini olarak algılamak ve davranışlarımıza buna göre yön vermek zorundayız.
Onun örnek bir şahsiyet olduğunu Kuran’ı Kerim Ahzab suresinin 21. ayetinde şöyle haber vermektedir: “Sizin için, Allah’ın Rasulü (Hz. Muhammed), Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokca zikredenler için, güzel bir örnektir.” buyurulmaktadır. O, her alanda örnektir. Evde örnek bir eş ve baba olduğu gibi, dışarıda güvenilir “emin” bir insan, ileri görüşlü bir komutan, gerçek bir devlet başkanı ve etrafına sağlığında yaklaşık yüzyirmidörtbin kişiyi toplayan (veda hutbesini bu kadar müslümana yaptı) lider bir şahsiyet ve en önemlisi Cenabı Allah’a en yakın kul ve peygamberdir o. Onu anlatmaya bu sütun kafi gelmez.
Biz bu kısıtlı imkanlarla birazıcık olsun onun sevgi dolu kişiliğine değinelim: Allah Rasulü, kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı ve yanlış gördüğü bir davranış olursa o davranışı yapanların kim olduğunu belirtmeden ve kimseyi kırmadan yanlışları düzeltir; kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinler, kimsenin gizli hallerini araştırmaz, kendini ilgilendirmeyen konulararla meşgul olmazdı. Allah’a karşı bir hürmetsizlik yapılmadıkça kandisine karşı yapılan kötülükleri bağışlar, eline fırsat geçse de intikam almayı düşünmezdi. Zengin-fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmadan insanları eşit tutardı.
Hz. Peygamber cömertti, ikram etmeyi çok severdi. Eline geçen hemen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. Bütün işlerini tam bir düzen ve intizam içinde yapar, vaktini boşa geçirmezdi.
Dürüstlükten ayrılmaz, verdiği sözü tutardı. Şakayla da olsa asla yalan söylemezdi. Bu yüzden daha peygamber olmadan güvenilen bir insan olmuş ve “emin” sıfatını kazanmıştı. Cenabı Hak bizi onun yüce şefaatına nail eylesin. Amin.