Notice: Undefined variable: has_ut in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/plugins/all-in-one-seo-pack/aioseop.class.php on line 567

İSLAM VE HRİSTİYANLIĞIN KARŞILAŞTIRILMASI

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Dini Kavramlar Sözlüğü’nde, “Din” kavramı “d-y-n” kökünden türeyen bir isimdir. Arap dilinde çok geniş bir anlamı vardır. Aynı zamanda bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Sözlükte ceza/mukafat, adet/durum, itaat/isyan, hesap, zül, inkiyat, hüküm/kaza, galebe, kahr, isti’la, mülk, ferman, tevhid, ibadet, millet, şeriat, vera, takva, hizmet, ihsan, ikrah” gibi anlamlar gelir. Hamdi Yazır, “din” kelimesini tanımlarken “siyaset” anlamını da zikretmiştir.

Terim olarak “din”; akıl sahiplerini kendi arzuları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahi bir nizam, Allah tarafından konulmuş ve insanları O’na ulaştıran bir yoldur. İman ve amel konusu olarak akıl ve ihtiyara (iradeye) teklif olunacak hak ve hayır kanunlarının bütününe denir.”  İfadeleri yer alır.

Yine, bu kaynağın verdiği bilgilere göre Kur’an da 95 defa geçen din kelimesi, din kavramı, bilindiği gibi ilk insanla birlikte var olagelmiştir. Plan ve programlı bir tasarım ve düzenin ürünü olduğu açık ve belli olan tüm eşya ve hadiseler karşısında, bir tür olarak Adem’in yeryüzüne ayak basması ile birlikte, insanoğlu, kendisini fizikötesi bir kaygı, ilahi bir kudret ve yaratıcının varlık zaruriyetiyle yüz yüze hissetmiştir. İşte bizi yaratan ve adil olan Allah, bu fıtratımıza bir cevap ve sınav karşılığı bir mükafat olsun diye, Hak dinin ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber Adem’den itibaren bize göndermeye başlamıştır. Kendi heveslerimize değil, Allah’ı birleyen ve adı “İslam” olan bu tevhid akidesine uymamızı bizden istemiştir. Elbette ki meleklere, resul ve nebiler ile bunlara gönderdiği kitap ve mesajlara, bir hesap gününe, hayır ve şerrin kendisinin koyduğu takdir ölçüsü içinde cereyan ettiğini ve bu anlamda kadere inanmamızı da hatırlatmıştır. Yine şahadetle birlikte namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetlerden de bizi sorumlu tutmuştur. Bu sorumluluk, muamelata taalluk eden, bazı kurallar hariç tarihsel süreçteki tüm İslam ümmetlerine aittir.

Ancak, insanoğlunun zaman zaman tarihsel hafızasını kaybettiğine, seküler, yani dünyacı bir hayata heveslendiğine ve böylece hak ile batılı biribirine karıştırdığına şahit oluyoruz. İşte bunun içindir ki Allah hak ve tek olan dini yeniden ihya etmek için denk zamanlarda peygamberler göndermiştir. Fakat bu süreç de, Hz. Muhammed’le son bulmuştur. Bugün, kendisi aramızda olmasa da, O’na inen vahiylerin toplamından ibaret olan Kur’an ise, sapasağlam elimizdedir. Onun, insan eli veya ihmaliyle tahrif edilmediği veya edilemediğini de, bu konunun uzmanı olan tüm Doğu ve Batılı bilginler teyit ederler.

Ama ne yazık ki çağımız, İslam dini konusunda büyük bir cehaletle karşı karşıyadır. Bu konudaki ilmi ve ahlaki tutarsızlık, dünyamızı yeni bir tehlike ve maceraya sürükleyebilir. Özellikle ırkçı siyonistler  ile ABD’deki Neocon’lar, sürekli bir İslam tehlikesini gündemde tutuyorlar. Biz Müslümanlara düşen ise, tahriklere kapılmadan tüm insanlık için rahmet olan İslam’ı insanlara tebliğ etmektir. İşte tevhid ve barış dini olan İslam’la Hıristiyanlık arasındaki fark:

1-     İslam, peygamberler arasında bir ayırım yapmaz ve onlara gelen vahiylere de iman etmeyi esas alır: “Biz, Allah’a ve indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve eşbata indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk” deyin” (Bakara: 136). Hıristiyanlık ise, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Kur’an’ı kabul etmezler.

2-     Hıristiyanlıkta, teslis (üçleme) inancı var. İslam’da ise, tevhid akidesi esastır: “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’dir” diyenler andolsun ki kafir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah’a kim bir şey yapabilecektir. Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir” (Maide 17)

3-     Bir din adamı sınıfını ve dolayısıyla teokratik bir dünya görüşünü esas alan Hıristiyanlıkta, papaz ve rahiplerin günah çıkarma ve affetme yetkileri var. bir din adamı sınıfını ve teokrasiyi reddeden İslam’da ise, akıl ve tevhid akidesiyle hayatlarına yön vermeleri gereken insanların günahlarını, yalnız Allah bağışlar.

4-     İnsanın, doğuştan günahkar olduğuna inanan Hıristiyanlık, işte bu nedenle günahtan aranması için vaftiz edilmesi gereğine inanır. İslam ise, her insanın temiz bir fıkrat üzerinde doğduğunu söyler ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini vurgular: “Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur…” (Rumi: 30)

5-     Hıristiyanlığa göre İsa çarmıha gerildi. İslam ise, ölümlü olan her beşer gibi, onun da ölmüş olarak Allah katında olduğuna inanır; “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım”(Al-i İmran: 55).

6-     Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın sözlerini Allah kelamı olarak kabul eder. İsa’yı da bir peygamber kabul eden İslam ise, ilahi emirlerin vahiy yoluyla ve Cebrail aracılığı ile peygamberlere iletildiğine inanır.

7-     Hıristiyanların, kendi dinlerini son din olarak kabul etmelerinin hiçbir ilmi dayanağı yoktur. Bütün peygamberleri, tevhid dini olan İslam’ın peygamberleri olarak kabul eden İslam’da ise, en son peygamber Hz.Muhammed’tir. Bu açıdandır ki yine İslam, “Semavi Dinler” gibi vahyi çağrıştıran çoğul bir din kavramını da kabul etmez. Allah katında, peygamberler silsilesini içine alan yegane ve tek din, İslam’dır: “Allah nezdinde hak din İslamdır…” (Al-i İmran:19). Yine, “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır” (Al-i İmran: 85).

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAM, GÜZEL AHLAK VE BARIŞ

S-l-m kökünden gelen, İslâm”, barış demektir. İslâm, insanlara Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı sunmaktadır. İnsanların, yeryüzünde öfke, kin, nefret ve şiddetin karşısında merhamet, şefkat, hoşgörü ve barış içerisinde yaşayabilecekleri güzel ahlâk ve fazilet kurallarını içerir. Onları hem dünya ve hem de ahirette mutlu etmeyi ilke edinir. Nitekim Cenâb-ı Hak;

“Rızasını arayanı Allah onunla barış yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, selâm (barış) yollarına iletir” (Mâide,5/16) buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerim’de, barış anlamına gelen “silm” ve “selâm” kelimelerine onlarca ayet-i Kerimede yer verilmiş, barış temel esaslardan biri sayılmıştır. Bunlardan bazılarına burada temas etmekte yarar vardır.

Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri, barış anlamına gelen “selâm”dır. Kur’an-ı Kerim’de;

“O, öyle bir Allah ‘tır ki, O ‘ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten çok uzaktır, barış ve güven verendir… “(Haşr,59/23) buyurulur.

Barış anlamına gelen selâm kelimesinin Allah’ın isimlerinden biri olması, İslâm’da barışın önemini ifade etmek bakımından çok anlamlıdır. Bu, anlaşıldığı ve özümsendiği zaman İslâm Dininin barışa verdiği önem, daha iyi anlaşılacaktır.

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de bütün inananların barışa girmelerini istemiş ve;

“Ey inananlar! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır” (Bakara, 2/208) buyurmuştur.

Bu ayet-i kerimede Yüce Allah, bütün inananları kesin bir ifade ile barışa çağırmakta, barışın dışında bir yola başvurmanın düşman olan şeytanın peşinden gitmek olduğuna işaret etmekte ve inananların şeytanın peşinden gitmemelerini istemektedir. Barışın lüzumuna inanarak barış yapmanın yanında sadece Yüce Allah’ın emri olduğu için inanan insanların bu emri yerine getirmesinin bir vecibe olması açısından bir değerlendirme yapıldığı zaman barış yapmak sade, tabiî, külfetsiz ve kolay bir iş olacaktır. Zira barış, bir Müslüman’ın inandığı, ibadet kabul ettiği ve meleke edinmiş olduğu bir iş olarak kolaylıkla yaptığı ve yaşattığı en önemli özelliklerinden biridir. Artık insanda yeni tanıştığı bir şeyi yapmanın zorluk ve sıkıntısı yoktur.

İslâm’da barış, kuru bir dava değil, her vicdanda yerini bulmuş, insanın yönünü tayin eden ulaşmayı ve yaşatmayı hedeflediği bir değerdir. Bu nedenle bütün inananları barışa çağırarak ve barışı beşerî münasebetlerde vazgeçilmez temel esas kabul edip onu bir ahlâk ve bir meleke olarak insan hayatına sokan tek din İslâm’dır.

Kur’an-ı Kerim’ de Yüce Allah, kullarını ve bazı peygamberleri barış anlamına gelen “selâm” kelimesiyle selâmlamaktadır. Birkaç örnek verelim:

“Onlara (cennetliklere) merhametli Rabbin söylediği selâm vardır. ” (Yâsîn, 36/58)

“Bütün âlemlerde Nuh ‘a selâm olsun! ” (Saffât, 37/79)

 İbrahim ‘e selâm! dedik. ” (Saffât, 37/109)

“Sonra gelenler içinde, Musa ve Harun ‘a selâm olsun, diye (iyi bir nam) bıraktık. ” (Saffât, 37/119-120)

“Sonra gelenler içinde, kendisine bir ün bıraktık. ‘İlyas ‘a selâm! ‘dedik. ”

(Saffât, 37/129-130)

Yüce Yaratanın insanları selâmlaması, kulun Rabbi ile münasebetlerinin barış zemini üzerine oturmuş olduğuna işaret etmesi bakımından son derece anlamlıdır. Özellikle Kur’an-ı Kerim’ de bazı peygamberlerin isimleri belirtilerek onlara Yüce Allah’ın barış anlamında olan “Selâm” kelimesiyle hitap etmiş olmasının bu zevatın görevleri icabı barışa hizmet ettiklerini anımsatarak Yüce Allah’ın sevdiği insanlar olduğuna da işaret etmektedir. Böylece barışa inanan bir kişiyi sevdiğini, Yüce Allah, onu selâmlayarak hem kendisine hem de başkalarına bildirmiş olur. Yüce Allah’a gönül veren herkesin, Mevlâ’sının sevgisine mazhar olması, en büyük hedefidir.

Müslümanlar, karşılaştıkları ve ayrıldıkları zaman “Selâmün aleyküm” diyerek selâm verir; “aleyküm selâm” diyerek selâm alırlar. Bu şekilde selâm vermek sünnet ve selâm almak farz olarak genel kabul görmüştür. Selâm, Müslümanların Müslüman olduğunun bir alameti ve Müslümanların bir şiarıdır. Peygamber Efendimiz, selâm vermenin Müslümanların birbiri üzerinde olan haklarından olduğunu şöyle açıklamıştır:

Ebû Hüreyre, “Resûlullah’ı şöyle söylerken işittim” dedi: “Müslüman’ın, Müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Bunlar, selâm almak, hastayı ziyaret etmek, cenaze törenine katılmak, daveti kabul etmek ve hapşıran kimseye ‘Allah, rahmet etsin ‘ demektir. ” (Buhârî, Cenâiz, 2, 11/70)

Böylece barış anlamına gelen “selâm” kelimesini kullanarak selamlaşma sadece iki insan arasında cereyan eden bir olay olmanın ötesinde, iyi bir Müslüman olmak için yapılması gereken bir kulluk görevi olmaktadır. Dinî bir inancın ve ahlâkî bir faziletin gereği olarak insanlar arasında güzel münasebetlerin tesis edilmesi ve devamının sağlanması, karşılıklı her türlü maddî menfaatin üzerinde yüksek seviyede bir anlayışın mahsulü mukaddes bir olaydır. Böyle bir anlayışın göstergesi olarak “barış” bir Müslüman’ın Müslüman olarak sosyal hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Selâm, yeryüzündeki Müslümanların birbirleriyle her karşılaşma ve ayrılmalarında binlerce defa tekrarlanmaktadır. Bu şekilde “barış”ı, İslâm, âdeta bir “slogan” hâline getirmiştir. Müslümanlar, selâmlaşarak insanlığın hasretini çektiği üstün bir gayeye hizmet etmektedirler. Bu gaye, barışın bütün kâinata hâkim olmasıdır. Böylece de İslâm, bütün kâinata barış getirmeyi amaç edinen bir dindir.

Dünyada olduğu gibi cennettekiler de cennette “Selâm” kelimesini kullanarak selâmlaşacaklardır. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

“Kendisine kavuştukları gün, Allah ‘in onlara iltifatı, “selâm “dır. Allah onlara çok değerli mükâfat hazırlamıştır. ” (Ahzâb, 33/44)

“(Melekler;) Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir! (derler). ” (Ra’d, 13/24)

Cennet, kin, nefret, şiddet ve adavet yeri değil, barış yurdudur. Orası imtihan yeri değil, ödül yeridir. Böyle bir mekânda barış anlamım taşıyan bir kelime ile selamlaşmanın o yere özgü farklı bir anlamı olması gerekir. Barış kavramının, görünen dünyayı aşan ve ahirete uzanan geniş bir tatbikat alanına sahip olduğunu ifade etmenin yanında cennete girmeye hak kazandıran güzel amellerin başında “barış”ın geldiği, bundan dolayı şükran vesilesi olarak cennette de aynı özelliğin devam ettirildiği düşünülebilir. Her ne olursa olsun İslâm dininde “barış” sadece dünyada değil, her iki cihanda da lüzumludur.

Yüce Allah, cennete “Güvenlik ve Barış Yurdu” adını vermiş, cennetin barış yapılarak kazanılabileceğine imada bulunmuştur. Bunun yanında cennetin kendine özgü özellikleri itibariyle barış yurdu olarak nitelenmesi, dünyada barışın mahiyetini tanıtmak açısından da fevkalâde önemi haiz bir ifadedir. Kur’an-ı Kerim’ de şöyle buyurulmaktadır:

“Allah, kullarım barış yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola İletir. ” (Yunus, 10/25)

“Rab’leri katında onlara barış yurdu (cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur. ” (En’âm, 6/127)

Yüce Mevlâ, cennete girecek olan kullarının barışı simgeleyen selâm sözüyle selâmlanarak karşılanacaklarını beyan buyurmaktadır:

“Takva sahipleri mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır. ‘Oraya emniyet ve selâmetle girin ‘ (denilir, onlara). ” (Hicr, 15/45-46)

“Oraya selâmetle girin. İşte bu, ebedi yaşamanın başladığı gündür. ” (Kâf, 50/34)

“Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz.Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler. ” (Zümer, 39/73)

 ”(Onlar,) meleklerin, ‘Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin ‘ diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdi”(Nahl,16/32)

Yüce Allah’ın kendilerinden razı ve memnun olduğu kimselere vereceği ödül, “Barış Yolu”nu göstermek olacaktır. Barış yolu ise insanı dünya ve ahirette mutlu edecek olan İslâm’dır. Böylece Cenab-ı Mevlâ, İslâm’ın barış dernek olduğuna işaret etmektedir. Bir ayet-i Kerimede Cenâb-ı Hak;

“Rızasını arayanı Allah onunla barış yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir… ” (Mâıde, 5/16) buyurur.

Müslümanların barış anlayışı, barışı sadece inanan insanlarla sınırlı tutmak değil, aksine onu bütün insanlığa sunmaktır. Onlar, kendileriyle barışık olmayan insanlara, bilgisiz hatta inançsız olanlarla bile barışık olduklarını ve kendilerine güvenebileceklerini söyleyen Yüce Allah’ın “kulum” diyerek sahiplendiği insanlardır. Nitekim Yüce Mevlâ şöyle buyurur:

“Rahman ‘in (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) ‘selâm ‘derler (geçerler). ” (Furkan, 25/63)

“Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve; ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm (barış) olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz ‘, derler. ” (Kasas, 28/55)

“(Resûlullah ‘m) Ya Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir, demesine karşı Allah; Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selâm olsun de. Yakında bilecekler T (Zuhrûf, 43/88-89) buyurdu.

Müslümanlar, kıldıkları her namazın sonunda “es-selâmu aleyküm ve rahmetullâh” derler. Orada olan ve olmayan; görünen ve görünmeyen varlıkları selâmlayarak onlarla barışık olduklarını ilan ederler. Namaz ibadetinin bu şekilde bitirilmesi anlamlıdır. Kulun sırf Allah ile münasebette bulunduğu ibadetini bitirirken diğer yaratıklarla münasebete geçeceği bir zamanda onları selâmlayarak işe başlaması, onun diğer yaratıklara karşı iyi niyetini ifade etmenin yanında barışa ne denli önem verdiğinin bir başka kanıtıdır. Aynı zamanda barışın, ibadet ederken yaşanılan manevî duygularla yüklü olgun bir insanın ulaştığı bir hâsıla olarak da değerlendirilmesi mümkündür. Çünkü barışı gerçek anlamda yaşamak, yüksek değerlerle beslenip olgunlaşmış olmakla yakından ilgilidir.

Bütün bu ve benzeri ayet ve hadislerden çıkacak olan netice özetlenecek olursa denilebilir ki; İslâm’ın bulunduğu her yerde ve her gönülde barış vardır Barış gerçek bir Müslüman’ın karakter ve şahsiyetinin simgesidir. Barış, İslâm dininin kendisidir.

Kâinata bir göz attığımız zaman bütün varlıkların kendi yaratılış gayelerine yönelik ve bununla kayıtlı olarak bir fonksiyon icra ettik1 erini görürüz. Bununla birlikte her varlık, kâinatta var olan denge ve düzenin oluşması ve devam etmesi hususunda kendisine düşen görevi de yapar. Çünkü bu denge ve ahenk, tek bir varlığın veya birkaç varlığın oluşturduğu ve devam ettirdiği bir olgu değil, aksine bütün varlıkların hep birlikte ortaya koyduğu, düzenli, ölçülü, disiplinli ve devamlı bir mesâinin sonucu bir olgudur. Bunu gerçekleştirirken aynı gayeye yönelik işbirliği akıllara durgunluk verecek mahiyettedir. Zira bu birlik ve uyum olmasaydı, doğadaki denge ve ahenk sağlanamayacak ve bu, bütün varlıkların sonu olacaktı. Nitekim Yüce Mevlâ, Kur’an-ı Kerim’de;

“De ki, suyunuz çekiliverse söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?” (Mülk, 67/30) buyurur.

Böylece bütün varlıklar bu ilâhî denge ve ahenge muhtaç ve bunun temini için birbiriyle uyumlu bir şekilde işbirliği yapmak zorundadırlar. Buna “Ekolojik Barış” demek mümkündür. Bu barışın ekolojik denge ve düzenin sağlanması ve devamı için önemi ne ise bütün yönleriyle insan yaşamının dengeli ve ahenkli olması ve devam etmesi için de insanların kendileri ve dış dünya ile barışık olmasının önemi odur.

İslâm, barışın temini ve devamı için önemli temel kurallar getirmiştir. Bunlardan bir kısmım şöyle özetlemek mümkündür:

l- Hak ve Hukuka Riayet 

İslâm, toplumda hak ve hukuka riayet edilmesini ister. İslâm dini ile tanışmış, Kur” an’ la kucaklaşmış bir Müslüman, haksızlık yapamaz ve herkesin hakkını gözetir. Barışın sağlanması için karşılıklı olarak hak ve hukuka riayet etmek şarttır. Allah’ın Resulü şöyle buyurur:

“Mü ‘min mü ‘minin kardeşidir. Ne ona zulüm eder, ne de onu zalimlere teslim eder. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar” (Buhârî, el-Mezâlim ve’1-Gadab, 3, 111/98)

2- Adalet ve güzel muamele

İnsanların hayatının dengeli ve düzenli olabilmesi için aralarında eşitliğin sağlanması ve adaletin gerçekleştirilmesi gerekir. Barışın sağlanması için bu hususun önemi büyüktür. İnsanlara karşı farklı muamele yapmak, onlara eşit muamele etmemek, aralarında adaleti sağlayamamak kin ve nefreti, şiddeti ve birtakım tepkileri beraberinde getirir. Hele vicdanlara hiç hâkim olunamaz. Böyle bir ortamda ise barıştan söz etmek mümkün değildir. Adalet ve güzel muamele olmaksızın barışı sağlamak zordur. Oysa Cenâb-ı Allah, adaletli olmayı ve güzel iş yapmayı emretmiştir:

“Muhakkak ki Allah, adaleti, yararlı amelleri en güzel biçimde yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp futasınız diye size öğüt veriyor. ” (Nahl, 16/90)

3-Güzel ahlâk

İslâm, güzel ahlâktan ibarettir. Bu ahlâk, Kur ‘an ahlâkıdır. İnsanın kemali ve dünyanın düzeni güzel ahlâk üzerine kurulmuştur. Barış ortamının oluşması ve yaşaması için güzel ahlâk büyük önemi haizdir. Yüce Allah, her türlü iyiliği emretmiş; bunun yanında kötülük yapmayı, küfrü, fışkı, isyanı, zulmü, zorbalığı ve her türlü bozgunculuğu yasaklamış ve bu tür bir eylem içinde olanları lanetlemiştir. Kur’ an’ m getirdiği güzel ahlâkla yetişen bir Müslüman, herkese İslâm’ın öngördüğü sevgiyle yaklaşır; her türlü fikre karşı saygılıdır; olaylar karşısında her zaman uzlaştırıcı, gerilimi azaltan, kucaklayıcı, itidalli davranışlar sergiler. Hülasa barışa hizmet eder.

4-İnanç ve düşünce hürriyeti

İnsanların fikir ve ifade özgürlüğünü güvence altına alan İslâm, gerginliğe, anlaşmazlığa sebep olacak işler yapılmasını, insanların serbest düşüncelerine karşı baskı kurulmasını yasaklamıştır. İnsanların bir dine inanmaya zorlanması, İslâm’ın özüne ters düşer. Çünkü İslâm, kişilerin özgür iradeleriyle inanmalarını ve ibadet etmelerini şart koşar. Yalnız Allah rızasını temin etmek için hür iradeyle inanmanın ve ibadet etmenin değeri vardır. Hür iradeye dayalı olmayan inancın ve ibadetin kıymeti yoktur. Yüce Allah;

“Dinde zorlama yoktur. Doğru yanlıştan kesin olarak ayrılmıştır. ” (Bakara, 2/256) “Onlara  ‘zor ve baskı ‘ kullanacak değilsin. ” (Gaşiye, 88/22) buyurur.

5- Hayat Hakkına Saygılı Olmak

“…Kim bir nefsi, bîr başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. ” (Mâide, 5/32)

6-Şefkatli ve Merhametli olmak

“Sonra iman eden, birbirlerine sabrı tavsiye eden, birbirlerine merhameti tavsiye edenlerden olmaktır, işte bunlar, sağdakilerdir. ” (Beled, 90/17-18)

7-Affedici olmak

Allah, affedici olmayı emretmiştir. “Affedicilik” kavramı, İslâm dininin temel kaidelerinden birini oluşturur. Gerçek anlamda Müslümanlara mahsus olan affedicilik, Kur’ an’ in emrettiği doğrultuda uygulandığı zaman bütün dünyaya barış ve esenlik getirir. Kur’an-ı Kerim’ de;

” (Resulüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir” (A’raf7/199) buyurulur.

Savaş Son Çaredir

Hz. Peygamber Efendimiz, Mekke devrinde İslâm’a davet etmeye başlamasıyla birlikte çeşitli sıkıntı ve zorluklarla karşı karşıya gelmişti. Onun davetini kabul edip İslâm’a giren ashabı da sırf inançlarından dolayı ciddî sıkıntılara maruz bırakılmışlardı. Bazılarına işkence edilmiş, öldürülmüş; bir kısmı Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmıştı. Bu insanlar, inançlarından dolayı kendilerine düşman olan müşriklerin yaptıkları eza ve cefaya aynı şekilde karşılık vermek için Hz. Peygamber (s.a.s.)’den izin istemişlerdir. Ancak henüz Yüce Allah tarafından savaşa izin verilmemiş olmasından dolayı bu izni alamamışlardır. Müşrikler yaptıkları işkence, eza ve cefalarını Hz. Peygamber Efendimizi öldürmeye karar verecek kadar ileri götürdüler. Hz. Peygamber Efendimiz, yine savaş yoluna başvurmadı ve Medine’ye hicret etti. Müşrikler durmadılar. Etraftaki kabileleri kışkırttılar ve Hz. Peygamber Efendimizin İslâm’a davetine engel olmak ve onu öldürmek hususunda birleştiler. Artık Yüce Mevla da savaşa izin verdi. Mekke devrinde dinlerini rahatça yaşamalarına izin verilmemiş, onlar ağır işkencelere maruz bırakılmışlardı.

İnançlarından dolayı vatanlarından çıkarılan ve canlarına kastedilen Müslümanların, barış yapma yollarını sonuna kadar aradıkları hâlde barış yapmaya muvaffak olamadıklarını, yurtlarını ve canlarını korumak için kendileri ile savaşan müşriklere karşı son çare olarak savaşmalarına izin verildiğini görüyoruz. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki, Allah ‘in onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah ‘m, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirlerdi. Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir. ” (Hacc, 22/39-40)

Bu ayetlerden ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından anlıyoruz ki İslâm’da izin verilen savaş (cihad) savunma savaşıdır. Çünkü İslâm’da barış esastır, öldürmek bir yana hiçbir canlının incitilmemesi İslâm’da genel prensiptir. Ayrıca inanç hürriyeti vardır ve dinde zorlama da yoktur.

İslâm dininde izin verilen savaştan maksat, İslâm Dinini kabul etmeye zorlamak olmadığı gibi ülke coğrafyasını genişletmek, ganimet elde etmek, başkalarının ekonomik değerlerine ve gelir kaynaklarına el koymak, başkalarına üstünlük sağlamak gibi hususlar da değildir. Savaş ‘in temel amacı savunma ve dini tebliğ görevinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Savaşmak istemeyenlerle de savaşılmaz. Yüce Allah, şöyle buyurur:

457

 

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın; ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır. ” (Bakara, 2/190-193)

Bu ayetlerde de, İslâm’da savaşın, savaşanlara karşı savaşmak, savaşma-yanlarla savaşmamak, savaşılacaksa Allah yolunda yani insanlık adına savaşmak, savaşta aşırı gitmemek, karşı taraf savaşa son verir ve haksızlıktan vazgeçerse Müslümanların da savaşa son vermeleri ve düşmanlık etmemeleri gerektiği gibi çok önemli kayıtlara tabi olduğu açıkça ifade edilmektedir. Böylece İslâm dininin savaş değil, barış dini olduğu anlatılmış olmaktadır.

Müslüman, kendisiyle; çevresi ve bütün yaratıklarla barışık olan insandır. O, dinin emrettikleri şeyleri yapar, yasak ettiği şeyleri yapmaz. Hak sahibine hakkını verir, düşmanlık yapmaz. İnsan diğer canlılar, fert ile toplum, beyaz ile siyah ve tüm insanlar arasında barışın sağlanması için çalışır çabalar. İslâm, sevgiye dayalı bir inançtır. Bütün insanların barış içerisinde yaşamalarını ister. O kuru bir barış sloganıyla yetinmez, insanlığın mutluluğunu engelleyecek, huzurunu kaçıracak şeyleri de yasaklar. O, toplumda barışı sağlamak için gerekli bütün ön tedbirleri almıştır. Bu güne kadar insanlık tesis etmek istediği barışa ulaşamamıştır. Burada sözü sevgili Peygamberimize bırakarak son verelim:

“Allah ‘im! Sen barış ve esenliksin, barış ve esenliği de yalnız sen verirsin. Ey celâl ve ikram sahibi! Senin rahmet ve bereketin boldu. “

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İSLAM EKONOMİSİ

 İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getiril mistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)               İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)              İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

c)               Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.[1]

Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun[2] devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.[3]

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)              İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmış tır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir (bk. “Narh” konusu). Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

e)               İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”[4] Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[5] Aşağıda işçi işveren ilişkilerini ayrıca inceleye­ceğimiz için kısa geçiyoruz.

f)                İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,[6] yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

g)               İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

h)               Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

i)                 Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

j)                 İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.[7]


[1] Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191.

[2] İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.

Tunus ve Fas’ta çeşitli memurluklarda bulunmuş ve bir ara elçilikle ispanya’ya gitmiştir. Uzun süre Kahire’de hocalık yapmış ve Samda Timur’la tanışmıştır. Kendisi tarihin kaydettiği en büyük ilim ve fikir adamlarından biridir. Çeşitli eserleri vardır. “Kitabu’l-lber” adlı eserinde yalnız vakaları anlatmakla kalmamış, bir tarih felsefesi kurmuş ve iktisadi görüşlerini anlatmıştır.

[3] Ergin, a.g.e, s. 40.

[4] Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.

[5] Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556.

[6] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.

[7] Ergin a.g.e, s. 40.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İMAN VE SALİH AMEL

 İnsanların dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmasını amaç edinen yüce dinimiz islam, bu amacın gerçekleşmesi için imandan sonra çalışmayı emretmiştir. Kuran’ı Kerim, temel ibadetlerin yanında çalışmayı da ibadet kapsamında ele alarak yararlı işler yapmanın önemini vurgulamıştır. Böylece, insanın yüce Allah’a kulluğu tek bir şekil, belirli şekil ve mekanla sınırlandırılmamış, ibadetin, yaratıcı ile insan arasında hiç kesilmeyen bir bağ ve hayatın her anını kuşatan davranışlar bütünü olduğu vurgulanmıştır. Bu çerçevede “kişinin mümin kardeşinin yüzüne tebessümle bakması” bile salih amel olarak nitelendirilmiştir.

İmanın, insanın davranışlarına yansıyan biçimi olan salih amel, ibadet kapsamında ele alınmış ve yüce yaratıcının hoşnutluğunu kazanmak için yapılan, fert ve topluma yararlı her iş olarak tanımlanmıştır. Salih amel işleyenlerle ilgili olarak Kuran’ı Kerim’de “Muhakkak ki iman edip salih amel işleyenler yaratılanların en hayırlılarıdırlar.”( Beyyine 7) buyurulmaktadır. Diğer taraftan başka bir ayette ise “Erkek veya kadın, kim mümin olarak faydalı işler yaparsa, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve karşılığını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”(Nahl 97) denilerek faydalı işler yapanlar övülmüştür. “İman edip salih amel işleyenleri iyilerin arasına koyarız” (Ankebut 9) ayetiyle de onların iyilik ehli oldukları bildirilmiştir. İman ve dolayısıyla islamın şartlarının bir özeti niteliğindeki Bakara suresinin 177. ayeti ise, salih amellerin çerçevesini şöyle çizmektedir: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Gerçekte iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve söz verdiğinde sözünde duranlar ile, zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.” 

İnsana gerçek değerini kazandıran ilim, fikir ve kültüre hizmet etmek de hayatı anlamlandıran en kıymetli ibadetlerdendir. İslam, ilme çok önem vermiş, “alimleri peygamberlerin varisleri” olarak tanımlamıştır. Peygamberimizin hayatı salih amelin en güzel örnekleriyle doludur. Sevgili peygamberimiz insan yetiştirmeyi, ilme ve insanlığa hizmet etmeyi sevabı hiç kesilmeyen salih ameller olarak nitelendirmiştir. Bu manadaki bir hadisi şerifleri şöyledir: “İnsan ölünce ardından amel defteri kapanır. Ancak üç şey müstesnadır ki, onlar sebebiyle kişiye iyilik yazılmaya devam eder. Bunlar: sadaka-i cariye; istifade edilen ilim ve kişinin ardından duacı olacak salih evlattır.”(Müslim, Vasiyet 14)

Salih amel imanı sulayıp besleyen bir su gibidir. Onsuz imanın karşılaşacağı küfür, zulüm  ve hayatın diğer zorluklarına dayanması mümkün değildir. Bu yüzden iyi bir müslümanın, imanını salih amellerle ibadet anlayışı içinde bütünleştirmesi gerekir.

Zamanın insanın zararına işlediğini bu yüzden insanın iman ve salih amel olarak birşeyler yapması gerektiğini belirten Asr suresi ile konuyu noktalıyalım: “Asr’a yemin olsun ki, hiç şüphesiz insanlık hüsrandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenlerle, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”

 

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

NEDEN FAKİRLİK, NEDEN ZEKAT?

A) NEDEN FAKİRLİK? ALLAH FARKLILIĞI DİLEDİ, FAKİRLİĞİ DEĞİL.

Fakirlik insanoğlunun varlığından beri olan bir olgudur. İnsanları Allah eşit yaratmamıştır. Bu fiziksel özelliklerinde olduğu gibi onun rızkında da sözkonusudur. Fiziksel özelliklerindeki farklılıklar, Allah’ın kudretinin delillerindendir. Öyle ki hiç bir insan bir başka insana benzemez. Bu ta, DNA ve RNA’dan gelen bir özelliktir. Allah ben rızkı dilediğime, ilmi ise isteyene veririm buyurmuştur. Yine bir ayette şayet Allah rızkı herkese bol bol verseydi şüphesiz bir kısmı azardı buyurmaktadır. Yine ayetle sabit olduğu üzere Allah’ın bu farklılığı yaratmasından bir başka maksat da, insanların birbirine iş görmesini sağlamaktır. Eğer herkes patron olursa işi kim yapacaktır? Madende kim çalışacaktır? Çöpleri kim alacaktır? Bu çerçevede akıl ve kabiliyet de farklı farklı ölçülerde verilmiştir. Bu sayede kimi ilim yaparak buluşlara imza atmış ve bunu insanların istifadesine sunmuştur. Biraz akıllılar toplum yönetimine talib olmuştur. Bu sayede toplumun çeşitli olan ihtiyaçları yine farklı kabiliyete sahib kişilerce sağlanmıştır. Allah’ü Teala bütün bu farklılıkları bir kenara atar, değer vermez ve yalnızca kişinin kalbine, niyetine bakarak, takvasının insanlar arasında farklılık yaratacağını bildirir. Camide bile bütün insanlar, zengini fakiri, amiri memuru, hep aynı saftadır ve farklılık yoktur. Öyle ki sabreden bir fakir, zengine göre Allah’a daha sevimli gelir ve Allah fakirleri cennete zenginden 500 sene önce koyacağını bildirmiştir.

Bütün bunlara itiraz ederek mutlak bir eşitliği savunmak anlamsız ve ütopiktir. Bir başlangıç eşitliği diğer adıyla fırsat eşitliği sağlasanız bile, çalışkanlıklardaki, yahut kabiliyetteki yahut mizaçlardaki farklılıklar bu eşitliği kısa sürede tekrar bozar. Eğer kabiliyet ve çalışkanlığa prim vermezseniz bu kez verim azalır istenen fayda sağlanmaz. İşte son yüzyıllarda uygulama alanı bulan ancak 70 senede fıtrata uymadığı için çöken komünizm Karl Marks’ın mutlak eşitliğe yakın bir kuramının ürünüdür ve iflas etmiştir.

Onun karşı tarafında diyebileceğimiz kapitalizm ise verimi dikkate alarak mülkiyeti öngörmüş olmasına rağmen bu kez patronu frenleyen bir şey olmadığı için bir başka zülüm olarak karşımıza çıkmıştır. Üretim araçlarının sahibliği ona artı bir değer kazandırmakta ve   bu değer belli ellerde toplanmakta, toplumun diğer kesimi bu refah arışından yeterince istifade edememektedir.

İşte İslam, ifrat ve tefritin tam ortasında yer alarak mülkiyete evet derken diğer taraftan hakça bölüşümü emreder. Bu noktada hem ahiretlik emirler serdederken bir taraftan da bu gelir farklılığına, yani fakirliğe çözüm olarak Zekat müessesesini getirmiş ve bunu fakirin hakkı olarak ilan ederek zenginin o artı değeri fakire aktarmasını mecbur tutmuştur. Bütün semavi dinlerde zekat vardır. Hz Musa’da, İsa’da, İbrahim’de v.s. Ancak son din olarak İslam’da uğrunda savaşılacak kadar ciddi tutulmuştur. Bir yıl bekleme şartı, bir ataleti cezalandırma olarak düşünüldüğünde onu üretime katılmaya mecbur tutması, onu ekonomik bir tedbir olarak karşımıza çıkarır. Manevi olarak da malın bereketlenmesine, artmasına ve korunmasına vesile olur. Verilmediği zaman da bu dünyada malın bereketi ve korunması kalkar. Ahirette verilmeyen altın ve gümüşün zekatı için, o madenler kızdırılarak kişinin alın ve sırtının dağlanacağı belirtilir. Hayvanların zekatı verilmemişse, o hayvanlar sahibini toslar ve çiğner. Hakça bölüşümde de işçi ücreti konusu gündeme gelir ve aşağıda belirtileceği üzere geçimine yetecek bir ücreti mecbur tutar.

 

 

B) ESKİ MEDENİYETLERDE FAKİRLERİN DURUMU;

İnsanoğlu fakirliği ve yoksulluğu eski zamanlardan beri tanımıştır. Yine fakir ve yoksullar tarihin eski devirlerinden beri varolmuştur. Buna davet ise, ferdin hemcinslerinin acısını duymak, fakirlik ve yoksulluğundan kurtarmağa çalışmak, en azından acılarını hafifletmeye gayret etmekten başka bir şey değildir.

İşte büyük araştırmacılardan biri ( Muhammed Ferid Vecdi «el-İslamu Dinu Âlemin Hâlid») tarihin bu kara sayfasını, eski medeniyetlerden itibaren zenginlerle fakirler arasındaki ilişkileri bize şöyle anlatmaktadırlar: «Bir insan hangi topluma bakarsa baksın, üçüncüsü olmıyan iki sınıf görür: Fakir ve zengin. Bunların yanında gerçekten önemli şu durumu da müşahade eder:

Zengin sınıfı sınırsız büyüyüp şişmekte, fakir sınıf ise hergün biraz daha ezilip toprakla kaynaşmakta ve hayatiyetini yitirmektedir. Bunun neticesi olarak zayıf temellere dayanan toplum sarsılmakta ve zenginler başlarına tavanın nereden çöktüğünün farkına bir türlü varamamaktadır.

Eski dönemlerinde Mısır yeryüzünün cenneti gibiydi. Bütün sakinlerine yetecek kat kat mahsul verirdi. Buna rağmen fakir sınıf neredeyse yiyecek birşey bulamıyordu. Çünkü zengin sınıf onlara karnı doyurmıyan ve açlığı gidermiyen kepek cinsinden değersiz şeyler dışında birşey bırakmıyordu.

On ikinci sülale zamanında kıtlık gelip çatınca fakirler kendilerini zenginlere sattılar. Onlar, onlara eziyet ve hakaretin en kötüsünü tattırdılar.

Babil ülkesinde de durum aynı idi. Fakirlerin ülke mahsulünden nasibi yoktu. Halbuki ülke refah ve bollukta Firavunların ülkesinden hiç de geri kalmıyordu.

İran’da da durum bundan farklı değildi. Eski Yunanistan’da da durum değişmiyordu. Hatta bazı yöneticilerin tutumları tüyler ürpertecek kadar korkunçtu. Fakirleri kamçı ile en çirkin işlerde çalıştırıyorlardı. Basit bir davranışından dolayı cezalandırıp koyun gibi boğazlıyordu.

Ispartalılarda zenginler fakirlere çorak arazileri bırakmış ve her şeyden mahrum kılarak zillet ve eziyet çekmelerine sebep olmuşlardır.

Atina’da zenginler fakirler üzerinde diledikleri gibi tasarruf etmekte ve istediklerini yerine getirmedikleri taktirde köle gibi alıp satmaktaydılar.

Kanun ve yasaların menbaı, hukukçu ve usûlcülerin vatanı olarak bilinen Roma’da zenginler bütün toplumu istila etmişlerdi. Hindistan’daki paryalardan diğer sınıflar ayrıldığı gibi Atina’da da zenginler toplumun bütün sınıflarından özellikle fakirlerden tamamen ayrılıyordu. Fakirlere ancak büyük bir çile ve eziyetten sonra bir lokma verirlerdi. Şehirleri terketmeye ve halktan ayrı yaşamaya mecbur edilirlerdi.

Roma imparatorluğu hakkında bilgin Michaelia (Mişelya) şöyle demektedir: «Fakirler hergün biraz daha fakirleşiyor, zenginler ise daha çok zenginleşiyordu. Felsefeleri şu idi: Savaş meydanına gidemiyen vatandaş kahrolsun ve açlıktan ölsün.

Tarihin uzun devirlerinde fakirlerin durumu bu olmuştur. Zenginlerin onlara karşı tutumu da bundan ibarettir. Filozoflar eşitlik konusunda bir çok görüş serdettilerse de kimse dinlemedi ve etkili olmadı. Acaba fakirlerin durumunu düzeltmek ve zenginlerle aralarındaki açığı daraltmak için dinler ne yaptı? Bütün ilahi dinlerde zekat var. Fakat İslam’daki gibi şartı nisabı belli bir emir değil. Daha çok dünya ve ahiret menfaatine bağlı teşvik konumunda.

Fakirliğin bir başka boyutu da köleliktir. Tarih boyunca ikinci sınıf insan konumuna itilen, alınıp satılan, dövülen, en ağır işlerde çalıştırılan köleler büyük eziyetler görmüşlerdir. Tarihte en büyük köle ayaklanması İtalya’da Spartaküs önderliğinde olmuş fakat sonu hüsranla bitmiştir. İslam köleliğe içkiye yaklaştığı gibi müsade eder görünmüş fakat zaman içinde köle azad etmeyi sevaba bağlayarak eritmeye çalışmıştır. İslam’ın getirdiği eşitlik prensibinden kadınlar ve kölelerde istifade etmiş ve zamanla kölelik ortadan kaybolmuştur. Fakat bunun yerine işçinin hakkının verilmemesi bir çeşit modern kölelik olarak zamanımızda zuhur etmiştir.

Biz aşağıda konuyu ta sistem boyutundan ele alalım dedik ve sistemleri birbiri ile kıyaslıyarak üstünlüklerini ortaya koyalım ve zekatın daha iyi anlaşılmasına yardım edelim dedik.

C) KAPİTALİZM (= HIRSIN GALİBİYETİ)

Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.

Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; üretim aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır.( Ergin, François Perroux, le Capitalizm’den naklen.)

Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.

Bir toplumda sermayenin bir güç haline gelebilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

a)            Ferdî hak ve hürriyetler az-çok gelişmelidir.

b)            Kapitalist ekonomik sistemde üretim vasıtalarının mülkiyeti ve yönetimi özel kişilere ait bulunmalıdır.

c)            Toplumda adalet ve hürriyet anlayışı ileri bir merhaleye ulaşmış olmalıdır. Aksi halde yatırımcı çekingen hareket eder ve mülkiyet hakkından tam olarak yararlanamaz.

d)            Piyasada paranın hakim rol oynadığı ve finansman kaynaklarının rahat işlediği bir ortamın oluşması gerekir.

Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.

Kapitalizmin temsil ettiği zihniyetin geçmişi çok eski olmakla birlikte sistemin asıl güç ve ihtişamı “birinci sanayi devriminin” üretim bünyesinde yaptığı değişikliklerden sonra meydana gelmiştir. 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin dış ticareti gelişmiş ve iş adamları makine kullanarak fazla kazanmanın mümkün olabileceğini anlamışlardır. Kömürün yakıt ve buharın hareket ettirici güç olarak kullanılması üretimde yeni ufuklar açmıştır. Ancak bununla birlikte sanayi kalkınması birtakım mücadeleleri gerekli kılmıştır. Çünkü bir taraftan işçiler ve diğer taraftan resmi makamlar makineleşme hareketini baltalamışlardır. Makine kullanan işçiler bir aralık kamuoyunda birer suçlu gibi gösterilmiştir. Devletin müdahaleci ekonomik politikası sermayedarları liberalizm davasını benimsemeye sevketmiştir.

Kapitalizmin özellikleri:

a)            Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

b)            Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.

c)            Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.

d)            Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.

e)            Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.

f)              Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

g)            Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937′de ABD’de sanayi üretiminin %34 ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21′i bu işyerlerinde çalışıyorlardı.

D) LİBERALİZM  (=HIRSIN GALİBİYETİ)

  

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith, devletin ekonomik hayata müdahaleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. İnsanı “homo economicus” olarak tanımlar ve “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi…” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahalesi fayda yerine zarar getirebilir.

Başka bir iktisatçılar grubu olan Fizyokratlar(Bunların temsilcisi François Ouesnay (1694-1774)  1758′de telif ettiği “iktisadi Tablo” büyük ilgi toplamış ve birçok tartışmalara yol açmıştır) ekonomide “tabii düzeni savunur. Onlara göre bu düzen dünyayı yaratan güç tarafından kurulmuş olup, devlet iktisadi hadiselerin akışına müdahale etmezse, herşey kendiliğinden ahenk ve düzen içinde yürür. İktisadın başlıca amacı, bu tabii düzenin kanunlarını incelemekten ibaret olmalıdır. Bunlar ayrıca tarıma ön sırada yer verirler.

Adam Smith de ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte, böyle ilâhi bir kuvvetten söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatini koruma gayreti hakimdir.

E) KOLLEKTİVİST SİSTEM (Komünizm) (=HASEDİN GALİBİYETİ)

 

Özel mülkiyeti reddederek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.

Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların işletilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.

Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askerler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve di­lediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.

1924′te Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mü­badele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir.

Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928′den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayinin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca müca­dele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir.( John K. Kessup, The Strory of Marxism, Its Men, It’s Marc’tan naklen Ergin )

Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.

F) KARL MARKS VE ARTI DEĞER KAVRAMI

Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Almanya – 14 Mart 1883 Londra) 19. yüzyılda yaşamış filozof, politik ekonomist ve devrimci. Komünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto‘nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.  Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de “devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı” siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.

Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır.

Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir. ( Alman İdeolojisi)

Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya’da Ekim Devrimi‘ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir.

Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx’ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx’ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.

Eleştiriler

Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels’in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçiçi bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx’ın emek değer kuramını eleştirir. [26]Ayrıca Sovyetler Birliği‘nin çöküşü, Berlin Duvarı‘nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.

Bazı eleştiriler de tarihsel materyalizm kavramı konusunda toplanır. Yazılı tarihteki olayların ve sınıfların üretim biçimlerinden kaynaklandığını söyleyen bu görüşü eleştirenler “Üretim biçimi nereden gelir?” biçiminde bir soru yöneltir. Murray Rothbard şöyle der “Marx hiçbir zaman bu soruya bir yanıt vermeye çalışmamıştır, aslında veremezdi de çünkü teknolojik değişimleri ya da teknoloji devletini bir insana, bireye atfederse bütün sistemi çöker. Böyle bir durumda insanlık bilinci ya da birey bilinci üretim biçimini belirleyen faktör olur ve başka bir yol da mümkün değildir.” [27] Ancak Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı da şöyle der:”Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.” [28] Marx burada bu üretim biçimlerinin insanın “kendi iradelerine bağlı olmayan” bir biçimde geliştiğini söyler ve bu gelişmenin sosyal doğasını açıklar. Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi‘nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı “İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır.” olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi “üretim ilişkilerine bağlı olarak” ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır

Komünizm veya Ortakçılık, sosyal örgütlenme üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Komünizm, sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx‘ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir.Komünizm’in temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için “ütopya” olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır.

Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“, Karl Marx`ın 1875 tarihli Gotha Programı’nın Eleştirisi çalışmasında yer alan dize, komünizmin önemli sloganlarından biridir. Bu düşünce özet olarak, komünist sistemde, her bireyin yeteneğine göre üreteceğini ve her bireyin yeteneğine bakılmaksızın bu üretimden faydalanacağını söyler. Gelişmiş bir komünist toplumda, burjuva mülkiyeti ortadan kalktığı için mal ve hizmetler bu düzende birbirinden ayrılabilir. Böylece herkes ihtiyacına göre olabildiğince memnun edilmiş olur.

Marks iktisadi görüşlerine üst yapıyı da katarak, üst yapıyı üretim ilişkilerinin belirlediğini söyler ve bu bağlamda insanın dini ve dolayısıyla Allah’ı kendisinin yarattığını iddia eder. Bu yönüyle bakıldığında bir dinsizlik projesi olarak karşımıza çıkar. Bu ise insanda var olan üstün bir güce inanma ihtiyacına aykırı olarak kabul edilir. Yani Marks’ın görüşlerinin bir artı değer kavramından yola çıkması, bir insanın deneme yanılma ya da düşünerek bazı şeyleri tesbit edebileceğini göstermekte fakat vardığı nokta bir aşırılık, hasedden gelen  ütopik bir mutlak adalete varma isteği, insanda varolan fitri özellikleri inkar ederek temelsiz bir ilişkiler bütününde toplumu boğmuştur. Zaten sonuç da 70 yılda iflas etmiştir. Fakat milyonlarca insanı da inancından etmiş ve ateizmin kucağına itmiştir.

G) ARTI DEĞER KAVRAMI

Artı-değer kavramı Marks’tan önce keşfedilmiş ve zaten kullanılan bir kavramdır. Genel anlamda, gerekli-zorunlu olandan daha fazlasının üretilmesi anlamındadır. Klasik İktisatçılar olarak bilinen Adam Smith ve David Ricardo gibi isimlerde bu kavramın kullanımda olduğu görülür. Ancak Marx’a gelindiğinde, bütün klasik iktisadın kavramlarına yapıldığı gibi bu kavramda da tamamen başka bir yol izlenmeye başlandığı görülür. Nitekim Marks, bu Klasik İktisatcılara olan borcunu reddetmemekle birlikte onların neden ve nasıl burjuva düşünüş biçimi içinde kaldıklarını açıklar ve buna bağlı olarak ekonomi-politiğin kapitalist sistemin bir ögesi olarak kaldığını belirtir.

Marx’a göre, kapitalist ekonominin temel düzenleyici ilkesi, “emek-deger yasası“dır; bunun anlamı ise, toplumun temelini oluşturan ögenin canlı emek gücü olmasıdır. Artı-değer burada, başkaları tarafından el konulmak üzere, emek gücünün gerekli-zorunlu-ürünün ötesinde, belirli bir ücret ile satın alınarak fazla üretim yapmasıdır. İşçi, belli bir ücret karşılığında, emek gücünü satabiliyor olmak için, artı-ürün ya da artı-değer üretmek durumundadır.

İşçiye, yalnızca yaşaması (çünkü ertesi gün yine çalışacak birine ihtiyaç vardır) için gerekli olan ürün verilir, artı-değere ise elkonulur. Dolayısıyla, artı-değerin nasil üretildiği, kimler tarafından nasıl el konulduğu, ve sonra neye dönüştüğü meselesi, belli bir anda belirli bir toplumsal yapının niteliğini gösterir.

Gerekli olan ürün ya da üretimin fazlası anlamında artı-değer kavramı, Marks’ın bu ekonomi-politik elestirişinin ana noktalarından birisidir.

 

H) İSLAM EKONOMİSİ

 

 

İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaati olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.

İşte İslâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.

 

İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getirilmistir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a)                Vahiyle gelen İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşru yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasarruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yer yer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b)                İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez.(Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 190, 191)

c)  Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun (1332-1406 Tunus’ta doğmuş bir tarihçidir.) devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir.

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d)İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmıştır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir. Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların, sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

e)             Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”(Ubû Ubeyd, el-Emval, s. 556)

İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek,( [1] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1992, s. 490 vd.) yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

f)              İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdürerek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

g)            Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

h)            Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

i)              İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir.

k) islamın ekeonomideki insan davranışları tamamen ayet ve hadislerle desteklenen islam ahlakına dayanır. Bu ahlakın gerçekleşmesi için namaz, ve zekat temel unsurlardır. Allah korkusu ve kul hakkı esası asıl mihenk taşını oluşturur. Dengelerdeki bozulmalarda devletin

müdahalesi de sözkonusu olabilir.

l) İslam toplumunda zengin ve fakir ayrımı vardır. Allah’ü Teala insanlara birbirine iş gördürebilmek için bu farklılıkların varlığını kabul eder ancak sermaye sahiblerinin artı bir değer kazandıkları fikrinden hareketle bu farkın zekat olarak fakirin hakkı şeklinde belirleme yapar ve ona ayağında ödenmesini zengine şart koşar.

I) GENEL DEĞERLENDİRME VE ZEKAT

Yukarıda görüleceği üzere toplumlar ilk olarak ilkel  ve geleneksel üretim ve toplum yapılarından gelişerek bu günkü ikili komünizm ve kapitalizm olan sistemlere kadar dayanmıştır. Bunlardan mülkiyeti kişiselden ortak mülkiyete ve merkezi planlamaya getiren kominizm, en büyük temsilcisinin (Sovyetlerin) özellikle verimsizlik nedeniyle çökmesiyle büyük darbe yemiştir. Ancak 70 yıl dayanabilen bu sistem insan tabiatındaki çalışmanın temel müşevviklerinden olan mülk edinme esasını ortadan kaldırması, insanın tembelleşmesi veya verimsizleşmesi ile sonuçlanmış, ihtiyaçların merkezi olarak planlanması ise bir ekonomide sürekli olarak dengesizlikler yaratmıştır. Prim esasına dayanan fabrika üretimlerinde primin miktara göre ayarlanması kolay üretilen örneğin büyük boy çivilerin üretimini, sayıya göre ayarlanması küçük boy çivilerin sınırsız üretimini ve atıl stokları gündeme getirmiştir. Talebe dayanmayan bu durum, zamanla merkezden artık yönetilemez hale gelmiştir. İnsanlar sahibi olmadıkları bir işi, nasıl olsa alacağı maaş değişmeyeceği için  umursamamış ve verimlilikleri çok aşağılara inmiş ve gayri safi hasıla düşmüştür.

Komünizmin felsefesinde bulunan üretim ilişkilerinin üst yapıyı belirlediği savı, uç noktada Allah’ı da insanın yarattığı fikrine götürmüş ve insanın tabiatında var olan üstün bir güce inanma isteği de karşılanamamıştır. Genel olarak insanlar bu sistemden memnun olmamışlar, ancak sisteme itiraz eden milyonlarca insan Lenin ve Stalin dönemlerinde öldürülmüşlerdir. Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçışların temelinde de bu memnuniyetsizlik vardır ve Berlin Duvarının yıkılmasıyla sistemin çöküşü tescillenmiştir. Bazı cumhuriyetlerin ayrılması da herşeye rağmen ırki özelliklerin korunduğunu göstermektedir. Bu özellik de siyasi bir çöküş olarak parçalanma şeklinde kendini göstermiştir. Hırıstiyanlık ve müslümanlık da yavaş yavaş parlamaya başlamış olmakla beraber misyonerlerin yanlış olan Hırıstiyanlığı yaymaktaki gayretleri onbinlerce misyonerle had safhaya ulaşmış ve bugün müslüman olan bir Türk veya Kazak iki ay sonra Hırıstiyan oldum diyebilmektedir. Müslümanların gerek devlet olarak ve gerekse fert olarak pek bir şey yaptıklarından sözetmek mümkün değildir. Kısmen sivil toplum kuruluşu olarak cemaatlerin yurt ve okul çalışmalarından bahsedebiliriz.

Komünizmi insan tabiatı yönünden incelersek, 18. yüzyılda sanayi devriminin had safhaya ulaştığı, işcilerin bu gelişmeden fazla bir pay alamadığı ve kötü çalışma ve hayat şartları ve düşük ücretlerin verildiği bir döneme rastlaması, bir tepki olarak oluştuğunu, bir diğer adla  da “HASET” duygusunun öne çıktığı görülür. Ancak bu haset duygusu olduğu yerde kalmamış, kuramsal felsefesini oluşturan Yahudi Karl Marks, yine bir Yahudi olup M. S. 325 yılında İznik Konseyinde İsa’yı ilahlaştırıp insanları şirke düşüren Pavlus gibi, üretim ilişkileri üst yapıyı belirledi, Allah’ı da insan yarattı diyerek milyonlarca insanı ateizmin kucağına itmiştir.

Sovyetler Birliğinin yıkılması, temelde, İran gibi dini bir karşı çıkış şeklinde olmamış, insanlar mideleri doymadığı için verimsizliklerini ortaya koyarak pasif bir direniş yapmış sayılabilirler. Bu da ahlakın, midenin doymasından sonra olabileceğini göstermesi açısından ilginç bir gelişmedir. Türkiye’de de esnaf ilk defa yaklaşık onbeş sene önce meydana gelen ekonomik kriz nedeniyle, yani mideleri için yürüyüş yapmışlardır. Halbuki İslam temelde vahiy için cihadı emreder. Bu yüzden insanların inanışlarında cennet sevgisi ve cehennem korkusu için iman ettiklerini söylemek pek de yanlış olmaz. İnsanların, Allah’ın emrinin üstün tutulması diye bir sorunu yoktur. Hayır yaparken bile ahirette alacağı karşılığı düşünür. Böylesine menfaate dayalı bir din anlayışı toplumun uyuştuğunun da bir göstergesidir. Tarihte İmamlar, saltanatın İslam’a uygun olmadığını söyleyerek, İslam hukuku için canlarını vermişlerdir. İmam-ı Azam da bunların başında gelir. Tarihte dinlere ilk inananlar da ilginç bir şekilde fakirler olmuşlardır. İlahi dinler, çünkü adalet getirirler ve o adalete en çok ihtiyacı olanlar da fakirler ve ezilmişlerdir.

Yukarıda belirttiğimiz üzere İslam, özel mülkiyeti kabul eder. Ancak asıl mülkün sahibi Allah’tır. O zaman geriye mülkiyetin, emanet olarak yani zilyed olarak kullanılması kalmaktadır. Her ne kadar tapuda adınıza bir gayrimenkul tescil ettirmeniz mümkünse de bunu emanet olarak bilmek ve tasarrufunda istediğiniz gibi hareket etme imkanınız yoktur. En yararlı bir şekilde israf etmeden kullanmak ve zekatını vermek zorundasınız. Bu malda, elbisede, ev eşyasında, arabada hatta oğullarda da böyledir. Emanet ve koruma görevi. İsraftan uzak bir sorumluluk. Bu bilinci ilimle bütünleşmiş bir iman ve salih ameller kavi hale getirebilir.

İslam’da üretim araçlarındaki bu mülkiyetin getirdiği üstünlük, ya da iktisadi adıyla artı değerin, zekat olarak fakire bir hak olarak iade edilmesi zorunluluğu, esasta sermaye gücünün bir üstünlüğünün kabulü anlamına gelir. İşte bunu İslam artı değer olarak tanımlamaz fakat bunu bir hak olarak nitelemesi aynı anlama gelir. Karşı taraf işci olarak gözükse de asıl ihtiyaç sahibi fakirdir ve asgari ücretli bir işciye de bugün zekat verilebilir. Bununla Allah’ın insanları bilerek farklı kabiliyet ve özellikte yaratması ile dünya işlerini birbirine gördürmeye çalışması bir zorunluluk olmakla bereber, sonuçta fakirliği de beraberinde getirir. Fakat buna ilişkin kesin çözümü de yine kendisi zekat olarak emreder, şartlarını özellikle kime verileceğini belirler ve mecbur tutar, dünyalık ve ahiretlik cezalarla uymaya zorlar. İslam’da zekat dikkatle incelendiğinde fakirliği geçici olarak geçiştirme amacında olmadığı, tam tersine fakiri üretir hale getirmeyi amaçladığı görülecektir. Belli bir deve sayısının zekatı verilirken bir dişi deve vermeyi şart koşması, onun sütünden de yararlanma ve doğurganlığından istifade ettirmeyi amaçlar.

Liberalizm ya da bir diğer adıyla kapitalizm, yukarıda uzun uzun bahsedildiği üzere özel mülkiyeti kabul eder fakat buna bir sınırlama getirmez. Kişinin “benim” demesi kendinde var olan menfaat ve sahiblenme duygusunu körükler ve ihtiyaç duyulan verimliliğin de kaynağı olur esasında. Fakat bu duygu frenlenmezse rekabetin öngörüldüğü piyasa şartlarının da olumsuz olması durumunda işçilerin aleyhine, hatta fiatların belirlenmesinde bütün toplumun aleyhine bir hal alabilir. Yani hakem görmezse ortamda müsaitse serbest. Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de önceki yıllarda küçük beyaz kare fayanslar maliyetinin dokuz katı fiatına satılmıştır. Fayanscılar bu sayede kazançlarını ona yüze katlamışlardır. Sermaye sahibleri paranın verdiği hakimiyet gücü ile siyaseti de etkileyerek yasaları kendi lehlerine çıkarmakta ve daha da haksız bir düzen kurmaktadırlar. Demokrasi de halkın kendi kendini parlementerler aracılığı ile yönetimi olmasına rağmen, onlar belli kesimlerin dalkavukları olarak parlementoya girmekte ve hukukun ustünlüğü kenarda kalmakta ve siyasi partiler yoluyla toplum birbirine düşman kamplara ayrılmaktadır.

Kalkınmanın sermaye birikimi ile olabileceği fikri bir devlet politikası olarak yerleşmekte ve zengin daha da zengin yapılmaya çalışılmaktadır. Halbuki İslam haksızlık noktasında adaletten yana bir tavır alır ve zenginin kayırılmasına karşı çıkarak, üretim kadar hakça bölüşümü de savunur. Hakça bölüşüm, temelde fakirin harcama oranının yüksekliği nedeniyle alım gücü olarak ortaya çıkar ve ticari canlılığı da beraberinde getirir. Üretimin %90’ı bugün KOBİ’ler tarafından sağlanmaktadır. İlla büyük sermaye oluşturulmak isteniyorsa borsaya açılmış ortaklıklar şeklinde sermayenin tabana yayılmasının yolları denenmelidir. Japonların SONY firması böyle bir kuruluştur. Büyük şirket kuruluşuna devlet de öncülük edebilir ve zamanla bunu halka açabilir.

Kamu harcamaları için vergi kanunları vardır fakat teşvik anlaşılabilir bir şey olmasına rağmen optimal faydadan ziyade israf noktasına kadar gider ve haksız bir sermaye birikimi de sağlar. Bir taraftan özelleştirme yapılırken diğer taraftan bunun ücreti kredi olarak devlet tarafından ilgili özel kişi yada kuruluşun diğer cebine verilir.  

İşte İslam, sermayenin ona üstünlük sağlayan artı değerini ondan alıp, yanında daha zayıf olan işçi ve fakir kesimlere aktararak hem onları korumak, hem tükettirerek yine zenginlerin mallarının alımını sağlamak, kişisel olarak da veren kişiyi cimrilik gibi bir hastalıktan koruyarak toplumsal yardımlaşma ve dayanışma fikri ile fakirdeki kin ve haset duygusu ile zengindeki hırs duygusunu törpülemek ve böylece toplumsal barış ve huzuru sağlıyarak bir çok amacı birlikte gerçekleştirmek ister. 

İslam bu arada şehirlinin köylüyü yolda karşılamasını yasaklamasıyla da (hadis) borsayı işaret eder.

Bir malı aldığında onu teslim almadan satma diyerek (hadis) hem riski bertaraf eder ve hem de düzenli bir alışverişi öğütler.

Faizi yasaklayarak riskin tek kişide kalmasını ortadan kaldırarak, riski kullanana değil sermaye sahibine yükler ve ortaklıklara önem verir. Parası olup bilgisi olmayanla, bilgili müteşebbisi %80 sermaye, %20 emek şeklinde mudaraba ortaklığı olarak bir araya getirir, bu yolla kredi sağlar ve ticari hayatı canlandırır.

Zaten zekat, temelde üzerinden bir yıl geçme şartı getirerek iktisadi kıymetlerin atıl kalmasını cezalandırır ve onları ekonomiye katılmaya, bir şeyler yapmaya zorlar. Ayette yetimlerin mallarını dürüstlükle çalıştırın buyrulmuştur. Şayet olduğu gibi kalırsa her yıl %2,5 eriyecektir.

Faizin yasak olması aynı zamanda para arzı ile talebi arasında da bir denge kurar. Çünkü kimse sizin elinize para tutuşturmaz. Sadece mal veya makine alacaksanız bu vadeli olarak bankalarca karşılanabilir. Dolayısıyla talep fazlalığı aşırı likidite olmayacağı için enflasyon da olmaz. İslam’da para bir mübadele aracıdır, meta değildir. Meta olduğu zaman kirası sözkonusu olur ki yasak olan da budur ve adı faizdir. Ayrıca faizin yasak olması ve teslim almadan satış yapılamaması, bugün borsalarda açıktan mal alma ve satma olarak nitelenen hayali satışları da engeller. Çünkü faizle verilen fazla krediler ve açıktan satışlar bir likidite fazlası ve suni talep meydana getirir ve fiatların manupile edilmesine yani suni fiat artışlarına yol açar. Batı’nın 2008 krizi bir likit sorunundan kaynaklanmıştır. Onlar bu durumu, “Kumarhane Kapitalizmi” olarak değerlendirerek bir özeleştiri de yapmaktadırlar. Almanya buna önlem olarak açıktan satışları yasakladı ve askeri ve bürokratik harcamaları = israfı disiplin altına aldı. Bu aslında deneme yanılma yoluyla bir devletin İslami bir tedbiri uygulaması anlamına gelir. İşte birilerinin, hem siyasilerin ve hem de ilim adamlarının, yazarların bunu çıkıp söylemesi gerekiyor!

Aslında kapitalizm sürekli kriz geçirmektedir. Faturası da çalışanlara ve devlet yoluyla tüm vergi mükelleflerine yüklenmektedir. Alternatif artık İslam’dır. Fakat onun inanç sistemini de içermesi işi din noktasına getirmekte ve makamını kaybedeceğini düşünen kardinaller, papazlar bu işe engel olmaktadırlar. İslam, ilimde kendini kanıtladığı gibi (bing beng teorisi) ekonomide de kanıtlayacaktır. İşletmeler ya da patronlar artık işçilerine servetini dağıtarak onların kin tutmadan daha verimli çalışmasını sağlamanın yollarını aramaktadırlar.

Bu arada Marks’ın iddia ettiği işçinin ürettiği artı değere, ona sadece yarın tekrar gelebilmesi için asgari bir tutarın verilip geri kalanına el konulduğu ifadesine İslam ne cevap verebilir acaba?

İslam’da işcinin hakkının alnının teri kurumadan verilmesi gerektiği hadislerde ifade edilir. Burada hem bir zamanlama ile işçinin zaruri ihtiyacının bir an önce karşılanması ve hem de miktarı üzerinde bir haktan sözedilmektedir. Ancak hakkın ne olduğu konusunda bir hadisi şerife rastladık bunu alıyoruz (yukarıda D) e) bölümünde mevcuttur):

“Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”( Ebû Dâvud, Imare, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 229.)

İşci ücreti konusundaki bu hadis bir işçi ücretinin ne olması gerektiği konusunda bir fikir vermektedir. Bugün uygulanan asgari ücretle bu faydaların hepsinin sağlanabilmesi hemen hemen imakansızdır. Bu yüzden bir işletmenin bilançosu değerlendirilirken yalnızca kar hanesine bakılmamalı, çalıştırdığı işçinin evlenmesi halinde hatırı sayılır bir yardımı yapabilmeli, ev almasında işçi koopertif parasını ödeyebilmelidir. Yani şu kadar kişiye iş vermek ve üretimle şu ihtiyacı karşılıyoruz diyerek toplumsal faydayı öne çıkarabilmek de başarılar arasına dahil edilmelidir. Bugün bu ücreti bürokrasi kendi çıkarını kollayarak almakta ve onlar da alsın denildiğinde “benim okumam nereye gidecek” diyerek yaklaşık da olsa bir eşitliği kabul etmemektedir. Halbuki fiziki ihtiyaçlar bellidir ve üç aşağı beş yukarı eşittir. İşte burada da yani yönetimde din ve ahlak (özellikle adalet) gerekli olmakta ve kişinin yüreği başkası için, hizmet için çarpabilmelidir.

Batı’da işçi sınıfı ücretin belirlenmesinde grev ve lokavt esaslı çatışma esasını esas almıştır. Fakat İslam toplumlarında işçi sınıfının olmaması bu çatışma ortamını tam olarak oluşturamamış, fakat din, devlete ve işverene işçi hakkının ödenmesini bir uzlaşı olarak şart koşmuştur. Yeni anayasa değişikliklerine bu konuda bazı maddelerin konulması eksik de olsa olumlu bir gelişme olarak algılanmalıdır. Ne devlet ne de özel sektör dinin tam içinde olmadığı için mecburen Batının çatışma esasına yönelinmektedir. İslam’da ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız prensibi hatırlanıldığında çatışma esası şimdilik çıkar bir yol olarak kanaatimizce pek de aykırı bir yol olarak görünmemektedir.

İ) SONUÇ

Fikirlerin serbest ortamlarda çarpışması halinde ayak bağlarından kurtulan aklı selim, çarpışan fikirlerden sağlam temellere oturanı, bir başka deyişle fıtrata uygun olanı tercih edecektir.

Her krizden bir İslami tedbirin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Fakat İslam’ın kendine has bir iktisadi ve ahlak nizamının olması, onu kendi şartlarında düşünmeye mecbur eder. Bu yüzden ana mihenk taşlarında biz bir kıyaslama yaparak da olsa temelde İslam’ı tevhidden sonra adalet ve ahlak üzerine oturtarak bir değerlendirme yapmaya çalıştık ve diğer sistemlere olan üstünlüğünü kanıtladık. Kapitalizmi hırsın galibiyeti, komünizmi ise hasedin galibiyeti olarak gören görüşü çok yerinde bularak katıldık[1]. Ancak ikisi de zaten İslam’da yasaklanan şeyler olduğu gibi temelde insan fıtratına uymadıklarını, birinin ifrata diğerinin de tefrite yol açtığını ortaya koyduk. Ancak iktisadın felsefi boyutunda dinin de olması, işi din boyutuna getirmektedir. Krizlerden İslam’ın çıkması, siyasiler ve ilim adamları ve yazarlar tarafından da dile getirilmelidir. Din değiştirmede ayak bağı olarak ırk, dini yöneticiler- papazlar, kardinaller- ana babalar ve onların etkisinden gelen din anlayışı bir türlü aşılamamaktadır. Fakat gene de İslam zamanla hem iktisadi sistem olarak hem sosyal bir barış fikri olarak kendini kanıtlayacak ve insanların hem dünya ve hem de ahiret kurtuluşuna vesile olacaktır. Bunun için de bir müslümanın imanının içini iyi doldurması,  yaşaması, ve iddia etmesi yani cihad etmesi, kalemiyle, basınıyla, parasal yardımıyla v.s. gerekir. Üstün olan tevhid olmalıdır. Maddi ve manevi mutluluk ise sonra gelecektir eminiz.

Zekat, İslam’da fakirliği kökten ortadan kaldırmaya yönelik toplumsal bir barış projesidir. Dünya ve ahiret sevap ve cezalarıyla desteklenmekte ve büyük önem verilmektedir. Hikmetinin iyi anlaşılması buna itaati de kolaylaştıracaktır eminiz. Biz ise Cenab-ı Allah’ın emirlerinin hikmetini öğrenir ve ona aşık oluruz zaten. Çünkü tam teslim olmuşuzdur. Allah’a teslim olan Allah dışında her şeyden hür olur, hürriyetini kazanır, fakat Allah dışında başka şeyleri seven herşeye kul köle olur, esir olur ve hürriyeti kalmamıştır, herşeyden korkar kale gelir.

Hürriyet güzel şey.                             


[1] Bu görüş, İsparta ve Antalya’da mukim Nakşibendi, Ehli Sünnet alimi İsmail Çetin Hoca efendinin bir tanımlamasıdır.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

İBADET VE ÖNEMİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

“Bir insana bir vakit bile olsa namaz kıldırmak onu ateşten kurtarmak demektir. Bir insanın ateşte yandığını görseniz elinizi uzatıp onu ateşten kurtarsanız, bu ne kadar mühim bir iştir. İşte bir insanın namaz kılmasına vesile olmak daha da mühimdir. Çünkü bilerek, tembellikle, namaz kılmayan kişiyi Allah [celle celâluh] affetmezse bir rivayete göre beş yüz sene, bir rivayete göre de yetmiş bin sene ona cehennem azabı vardır.”

Gavs-ı Sâni [kaddesallahu sırrahu]

 

 

ÖNSÖZ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adı ile…

Mümine göz aydınlığı olarak namazı farz kılan Allah’a [celle celâluh] hamdolsun. Salât ve selâm nebiler serveri Hz. Muhammed Mustafa’ya [sallallahu aleyhi ve sellem] ve onun edebiyle edeplenen âl ve ashabına olsun.

İslâm’ın beş temel şartından biri olan namaz, diğer şartlar arasında kelime-i şehadetden sonra en faziletli olanıdır. Kur’ân-ı Kerîmin birçok âyetinde namazın fazilet ve önemine işaret edilerek, kılınması emredilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu emrini yerine getirmek için, her müslümanın beş vakit namazı kılması dinî bir görevdir. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, nefse darbe vuran keskin bir kılıç ve günahların affına vesile olan Rabbânî bir ikramdır.

Namaz, dinin direği olması yönüyle ibadetlerin şeref ve faziletçe en üstünüdür. Şükrün yerine getirilmesinde de büyük önem arzetmektedir.

Bütün bunların yanında, imana şahitlik eden, kulu Allah’a [celle celâluh] yaklaştıran, insanı her türlü kötülükten alıkoyan ve kişinin cennete girmesine vesile olan yine namazdır. Şu halde namazın, dünya ve ahirete yönelik sayısız hikmet ve faydası vardır.

Hikmet, insanı iyi ve güzele yönlendiren, neticesinde de faydalı amele sevkeden doğru bilgi olduğu için, namaz kılmayanların namaza başlaması, namaz kılanların ise kıldığı namazın önemini kavraması açısından, bu mütevazi çalışmamızı Namazın Hikmetleri olarak isimlendirdik. Her ne kadar namazın hikmetleri konusu üç beş sayfaya sığdırılamayacak kadar önemli ve hacimli bir mesele olsa da, içlerinden en mühim gördüğümüz hikmetleri, siz değerli okuyucularımıza aktarmaya çalıştık. Temennimiz bu kitabın hayırlara vesile olmasıdır.

Çalışma bizden tevfik Allah’tandır.

İBADET ve ÖNEMİ

 

İbadetin Manası

İbadet, kulun Cenâb-ı Hak karşısındaki kusur, acziyet ve fakrını görerek O’na yönelmesi, O’nun eşsiz kemali ve kudreti karşısında boyun eğmesidir.

İnsan, kendisine verilen akıl nimetiyle üstün özelliklere sahip olmasına karşılık, son derece zayıf yaratılmış bir varlıktır. Bir sinekten âciz olacak kadar zayıf…

O halde kul acziyetini bilmeli ve haddini aşmamalıdır. Âlemlerin Rabbi ve ceza (ahiret) gününün mâliki olan Allah’ın [celle celâluh] emrine boyun eğmelidir. Yalnız O’na ibadet etmeli ve yalnız O’ndan yardım dilemelidir. Yaratılış gayesini ve kime niçin ibadet etmesi gerektiğini bilmelidir.

İbadet, her insanın fıtratında var olan tabiî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın gereği olarak Hak Sübhânehû ve Teâlâ peygamberler göndermiştir. Onların görevi insanları Cenâb-ı Hakk’a ibadete davet etmek ve insanlara O’na nasıl kullukta bulunulacağını öğretmektir. Bu risâlet görevi, ilk peygamber Hz. Âdem [aleyhisselâm] ile başlamış, son peygamber Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] ile son bulmuştur.

Şu halde İslâm’ın emir ve yasaklarına riayet ederek yalnızca Allah’a [celle celâluh] ibadet eden kul, ibadetten maksadın ne olduğunu anlar ve fıtratında var olan yaratana kulluğun zevkini tadar. İslâm dinini kabul etmeyen kimse ise, kime niçin ibadet ettiğinin farkına varmadan dalâlet içerisinde yaşar gider.

İbadetin Gayesi

İbadetin en önemli maksadı, yüce Mevlâ’nın sevgi ve rızasını kazanmaya vesile olmasıdır. Sırf bu maksat bile bizim ibadetlerde başka gaye aramamızın önünü keser. Şu halde kul, Rabb’ine gönülden yönelmeli, ibadetlerini O’nun rızasını kazanmak için, halis niyetle yapmalıdır.

Bir  gün   Süfyân-ı   Sevrî  [kaddesallahu sırrahu], Râbia el-Adeviyye’nin, “Her kulun bir ölçüsü, her imanın bir hakikati vardır; senin imanının hakikati nedir?” diye sorduğunda, Râbia,

“Ben, Allah’a O’ndan korktuğum için ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibinden korktuğu için çalışan hizmetçi gibi olurdum. Ben, O’na cennet sevgisiyle de ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibi kendisine bir şey verince çalışan kötü hizmetçi gibi olurdum. Ben, Rabbim’e ancak O’nu sevdiğim ve kendisine kavuşmak istediğim için ibadet ediyorum”[1] diye cevap vermiştir.

Bedîüzzaman Said Nursi de [rahmetullahi aleyh] bu konuda,

“İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i ilâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz faydasız olur”[2] demiştir.

Bedenini beslemeye, onun ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorsun. Ruhunu beslemek için de çalış!

Bedenini beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin; bir işin var, bir mesleğin var. Ruhunu beslemek için de din sanatını öğrenmeye çalış![3]

Hz. Mevlânâ

İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir?

Kâinatta hiçbir varlık boş yere yaratılmış değildir. Her varlığın bir yaratılış gayesi ve hikmeti vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakiler! boş yere yaratmadık’ (Sâd 38/27) buyurmaktadır.

Demek ki kâinat lüzumsuz yere değil, denge ve düzen içerisinde belli bir amaca hizmet için yaratılmıştır. O amaç bizatihi insanoğludur. Şöyle ki, Allah’ın [celle celâluh] kudretine delil teşkil eden varlıkların yaratılmasında insana yönelik sayısız hikmetler ve faydalar vardır. Mesela hava, su ve toprak, insanın hayatını idame ettirebilmesi için gerekli olan önemli unsurlardandır. Yine etinden, sütünde, yağından, peynirinden, derisinden istifade edilen inekler, koyunlar, keçiler; balından istifade edilen arılar vb. bütün hayvanlar insanoğluna hizmet etmektedir. Ve hepsi de kendilerine verilen vazifeleri en güzel şekilde eksiksiz yerine getirmektedir.

Her varlığın bir vazifesi ve yaratılış gayesi olduğu gibi biz insanoğlunun da bir vazifesi ve yaratılış gayesi vardır. Hiçbir varlık boşuna yaratılmadığı gibi eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanoğlu da boşuna yaratılmamıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Sizi boşuna, amaçsız yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115) buyurmaktadır.

O halde nedir insanın yaratılış gayesi? Çalışıp çabalasın, yesin, içsin, gününü gün etsin diye mi yaratılmıştır? Hayır, insan ne oyun ve eğlence için yaratılmıştır ne de yiyip içmek için … İnsanın yaratılış gayesi, kendisini yoktan var eden ve sayısız nimetler veren Allah Teâlâ’yı tanımak ve O’na ibadet etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât 51/56) buyurmaktadır.

Şu halde insan dünyevî işlerini ve geçim derdini bahane ederek Rabb’ine ibadetten geri dur­mamalıdır. Unutulmamalıdır ki ibadet insanın en birinci vazifesidir. Bedîüzzaman Said Nursi [rahmetullahi aleyh] bunu şöyle izah etmiştir:

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki gevşekliğin ve namazdaki kusurun dünya meşgalelerinin çokluğundan mıdır? Veyahut geçim derdiyle uğraşmaktan vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarfediyorsun?

Sen yaratılış itibariyle bütün hayvanatın fevkinde (derece bakımından üstünde) olduğunu ve dünya hayatının gereksinimlerini tedarikte güç yetirme cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki? Asıl vazifen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi devamlı ve sonu olmayan bir hayat için çalışıp çabalamaktır.”[4]

Sonuç olarak diyebiliriz ki insan, bu dünyaya gönderiliş gayesini iyice düşünüp ona göre yaşamalıdır. Aksi halde dönüşü olmayan ebedî ahiret yurdunda hüsrana uğrayanlardan olacağını unutmamalıdır.

Seyyid Muhammed Raşid hazretleri [kaddesallahu sırrahu] anlatıyor:

Bir köyde, yaşlı bir kadın ve onun genç kızı varmış. Yazın hasat vakti olunca köylüler sabahtan akşama kadar çalışır, kış için hazırlık yaparlarmış. Yaşlı kadınla genç kızı ise çalışmaz, yan gelip yatarlarmış. Köylüler, yaşlı kadınla kızına,

“Siz niye çalışmıyorsunuz? Bakın önümüzde kış var. Sonra kışın yiyecek ekmek bulamaz aç kalırsınız” dediklerinde, yaşlı kadın onlara,

“Siz bizim için tasalanmayın. Ben yaşımı aldım. Kışa çıkıp çıkmayacağım belli değil. Kızıma gelince o da evlenir, kocaya varır. Onun için bizim kış hazırlığına ihtiyacımız yok” der.

Günler geçer hasat vakti biter. Kış kapıya dayanır. Yaşlı kadın ölmez, kızı da evlenip kocaya gitmez. Kışa hazırlık yapmadıkları için de evlerinde yiyecek bir şeyleri kalmaz. Yiyecek bulmak için dışarı çıkalım derler, fakat her taraf diz boyu kar olduğu için kapıdan dışarı adım atamazlar.

Seyyid Muhammed Raşid hazretleri [kaddesallahu sırrahu] bu menkıbeyi anlattıktan sonra,

“İşte bu dünya da bizim için bir hasat yeridir. Hasat vakti geçip gitmeden bu zamanı iyi de­ğerlendirmeli, ahiret hazırlığımızı iyi yapmalıyız” demiştir.

Niçin İbadet Ederiz?

Her varlığın bir görevi bulunduğunu ve hepsinin de üzerine düşeni eksiksiz olarak yerine ge­tirdiğini, insanın görevinin ise Allah’a [celle celâluh] kulluk etmek olduğunu yukarıda belirtmiştik.

O halde kendimize, “Beni bir insan olarak yaratan ve bana sayısız nimetler veren Allah’a [celle celâluh] şükretmem ve O’na kulluk etmem gerekmez mi?” diye sormalıyız. Bu soruya vereceğimiz cevap niçin ibadet etmemiz gerektiğinin de yanıtı olacaktır. Zira Cenâb-ı Hak insanı yoktan var etmiş ve sayısız nimetler bahsetmiştir. Dolayısıyla nimeti verene şükretmek insanın en başta gelen görevi olmalıdır. Şükrün gereği olarak da Cenâb-ı Hakk’a ibadet etmek gerekmektedir. Çünkü Allah’a [celle celâluh] hiçbir şeyi ortak koşmayıp O’na ibadet etmek Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır.”[5]

Allah’ın kulları üzerinde böyle bir hakkı varsa, ibadetle mükellef olan herkesin bu hakkı yerine getirmesi gerekmektedir. Aksi halde insan, kendisine sayısız nimetler veren Allah’a [celle celâluh] nankörlük etmiş olur. Halbuki nimeti verene nankörlük değil şükretmek/teşekkür etmek gerekir. Bu ise ancak nimeti verene âsi olmamak ve onun emirlerini yerine getirmekle mümkündür.

Nasıl ki insan kendisine bir iyiliği dokunan dostunu unutmaz, ona teşekkürü bir borç bilirse, kendisine bir değil, binlerce iyiliği dokunan Cenâb-ı Hakk’ı da unutmamalı ve O’na şükrü/teşekkürü bir borç bilmelidir ki, Allah’ın [celle celâluh] hakkını yerine getirmiş olabilsin.

Bu durumda insan şükrün gereği olarak Allah’a [celle celâluh] ibadet ve kulluk etmekle yükümlüdür. Her ne kadar yaptığı amelle, verilen onca nimetin şükrünü eda edemese de … Nitekim Câbir b. Abdullah’tan [radıyallahu anh] rivayet edilen hadis-i şerifte, yapılan amellerin Allah’ın verdiği nimetlere karşılık gelmeyeceği haber verilmektedir. Hadiste anlatıldığına göre, geçmiş ümmetlerden, bir kulun yaptığı beş yüz senelik ibadet, Allah’ın o kula verdiği nimetlerden yalnız görme nimetine karşılık gelir. Vücudunun diğer azaları şükürsüz kalır. Kul ise ancak Allah’ın rahmetiyle cennete girer.[6]

Kısaca insan ne kadar çok amel ederse etsin verilen nimetlerin şükrünü yerine getirmekten âcizdir. Bu sebeple ameline güvenmemelidir. Amelsiz ise Allah’ın [celle celâluh] rahmetini kazanamayacağını bilmelidir. Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmeli, kısa olan şu dünya hayatını kendisi için fırsat bilip ahiret azığını dünyada iken hazırlamalıdır.

Hem Allah’ın [celle celâluh] kullarının ibadetine ihtiyacı yoktur. Kulun yaptığı ibadet ve taatin Cenâb-ı Hakk’a ne bir faydası, ne de bir zararı vardır. Zira O, insanın tasavvur ettiği her şeyden yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ’dır. Namazdaki ilk tekbir, Hak Teâlâ’nın, kulların ibadetine ve namaz kılanların namazına ihtiyacı olmadığına ve büyüklüğüne işaret etmektedir.

Şu durumda ibadet ve kulluğa ihtiyacı olan Cenâb-ı Hak değil, zayıf bir varlık olarak yaratılan insanoğludur. Meselâ bir doktor, hastasına bazı ilaçları mutlaka kullanması gerektiğini söylese, hasta o doktora,

“Bu ilaçları benim kullanmama senin ne ihtiyacın var diyebilir mi? Diyemez. Çünkü o ilaçlara doktorun değil bizzat hastanın ihtiyacı vardır. Aynı bunun gibi ibâdetlere de hâşâ Allah’ın [celle celâluh] değil biz kulların ihtiyacı vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın yapmamızı istediği her ibadet dünyevî ve uhrevî birçok fayda ihtiva etmektedir.

Kulun İbadetle Mükellef Kılınmasının Hikmeti

Atâullah İskender? [kaddesallahu sırrahu] Hikem-i Atâiyye’de Cenâb-ı Hakk’ın ibadetleri zorunlu kılmasının hikmetini şöyle izah etmiştir:

“Allah [celle celâluh] kulların ibadetlere karşı olan tembelliklerini bildiği için onlara ibadeti vacip (zorunlu) kıldı. Böylece onları mecburiyet zinciriyle kendine yöneltti. ‘Zincirlerle cennete çekilen kavme Rabb’in hayret etti.[7] Sana itaati vacip kılarken aslında cennete girmeni vacip kıldı.”

Bu sözden anlaşıldığı üzere Allah’ın [celle celâluh] kullarını ibadetle mükellef kılmasının hikmeti, yine kullarına iyilik etmek içindir. Çünkü kullarına karşı son derece şefkatli ve merhametli olan Cenâb-ı Hak, kullar af ve rahmetine yaklaşıp cennete ve içindeki nimetlere kavuşsunlar, diye ibadetleri vacip kılmıştır. Vacip kılmasaydı belki de kullar tembellik ederek bu ibadetleri işlemeyecek ve nimetlere kavuşamayacaklardı. Kul, ibadetlere kendini zorluyor ama çektiği sıkıntı onu cennete götürüyor.

Atâullah İskenderî [rahmetullahi aleyh] burada temsilen bir hadis-i şerif zikretmiştir. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] Bedir Savaş’ında zincirlerle bağlı olarak getirilen müslüman esirleri gördüğünde kutsî hadiste şöyle buyurdu: “Zincirlerle cennete çekilen kavme Rabb’in hayret etti. “[8]

Mevlâ [celle celâluh] kullarını o kadar çok seviyor ve ihsan etmek istiyor ki zorla onları cennetine sevkediyor. Onlara taati vacip kılmakla aslında cennete girmelerini vacip kılıyor.

Niçin Namaz?

Kulun yapmakla mükellef olduğu ibadetlerin başında namaz gelmektedir. Çünkü namaz Allah’ın verdiği sayısız nimetlere karşı bir şükür olmak üzere farz kılınmıştır. Namazın insana pek çok faydası vardır. Ancak namaz, her şeyden önce sırf Cenâb-ı Hakk’ın emri olduğu için yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Kur’an’ın birçok âyetinde bu emir, “Namazı kılın, zekâtı veriri’ şeklinde geçmektedir. Allah’ın [celle celâluh] emrini yerine getirmek için kılınan namaz insana, yüce Mevlâ’nın sevgi ve rızasına kazandırır. Namazın asıl gayesi de budur zaten.

Kelime-i şehadet getirerek iman dairesine giren her müslüman, İslâm’ın beş şartından biri olan namazı kılmakla yükümlüdür. Oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek de namaz gibi İslâm’ın şartlarındandır. Ancak bunların yerine getirilmesi belli şartlara bağlanmıştır. Oysa namaz böyle değildir. O aklî dengesi yerinde olmayan kimse dışında bulûğ çağına eren her müslümana farzdır. Öyle ki fıkıh âlimleri elleri ve ayakları kesilmiş, yüzünde da yara olan kimse hakkında, “Abdest ve teyemmüm almaksızın namazını kılar ve (yüzü iyileştiğinde de) namazını iade etmez”[9] demişlerdir.

Görüldüğü gibi diğer bazı ibadetlere has kılınan şartlar, namazda aranmamaktadır. Namazı akıllı ve baliğ olan her müslüman kılmak zorundadır. Bu onun üzerine bir farzdır.

Bu nedenle Allah dostları namaza büyük önem vermişlerdir. Kendilerinden nasihat isteyenlere ilk nasihatleri, “Namazlarınızı kılın, onu ihmal etmeyin” olmuştur.

Gavs-ı Sâni hazretleri [kaddesallahu sırrahu] bir sohbetinde,

“Tarikat, şeriatın üstünde kurulmuş takva makamıdır. Şeriatsız tarikat olmaz. Bir evin yapımında temelde kullanılan demir ve beton eksik olursa bina sağlam olmaz, çabuk çöker. Tarikatın temeli de şeriattır. Temeli sağlam olmayan tarikat ehli de çabuk yoldan çıkar. Bir kişinin müslüman olması için ilk önce kelime-i şehadet getirmesi gerekir. Ondan sonra imanın şartlarını kabul etmesi gerekir, ondan sonra da İslâm’ın beş şartını yapması lazımdır. Bunlardan hac, zekât, oruç belli şartlara bağlanmıştır. Ama namaz âkil baliğ olan herkesin üzerine farzdır. Herkesin her şartta yapması gereken bir ibadettir. Yapılmazsa çok büyük cezası vardır. Bazı âlimlere göre beş yüz, bazı âlimlere göre yetmiş bin yıl cezası vardır. Kişi hasta olsa, hareket edemeyecek olsa bile ima ile de olsa, namazını kılmak zorundadır”[10] demiştir.

Beş vakit namazını kılmayan bir kimse, içinde bulunduğu hali iyi mülahaza etmelidir. Unutmamalıdır ki, şeytan [aleyhillâne] Allah’ın [cellecelâluh] bir tek emrini yerine getirmediği için huzurdan kovul-muştur. Buna göre, namaz kılmayarak günde beş defa Allah’ın emrini yerine getirmeyen kimsenin durumunu varın siz düşünün …

Hasan-ı Basrî [kaddesallahu sırrahu] bir sözünde,

“Ey âdemoğlu, namazın senin yanında bir önemi yoksa sana dininden başka neyin değerli olabilir ki! Oysa namaz kılmayan kimse, Allah [celle celâluh] katında en değersiz kimsedir”[11] demiştir.

Kim, yüce Allah’ın katında değersiz bir kimse olarak anılmak ister ki? Elbette hiç kimse bunu istemez. Ancak insanın nefsin arzu ve isteklerine uyarak namazını terketmesi onun Cenâb-ı Hak katında basit bir kimse olarak anılmasına sebebiyet vermektedir.

Şu halde kul, nefsinin değil Allah’ın [celle celâluh] kulu olduğunun farkına vararak namazlarını kılmalıdır. Yoksa kendisine sayısız nimetler veren Cenâb-ı Hakk’a şükretmesi gerekirken, O’na nankörlük etmiş olur.

Peygamber Efendimiz’in namaza göstermiş olduğu hassasiyet bize bu noktada örnek teşkil etmektedir. O ki mübarek ayakları şişinceye kadar Rabb’inin huzurunda durur ibadet ederdi.

Hatta Hz. Âişe validemiz bir gece Allah Resûlü’nün kendisinden izin alarak ayakları şişinceye kadar ibadet ettiğini görüp de,

“Ey Allah’ın Resulü, Allah senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışladığı halde niçin bu kadar kendini ibadete zorluyorsun?” dediğinde Allah’ın Resulü [aleyhissalâtü ve's-selâm],

“Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”[12] cevabını vermiştir.

Namaz, insana insan olduğunu hatırlatan ve Allah’a hakkıyla nasıl kulluk edilmesi gerektiğini öğreten ulvî bir vazifedir. Aynı zamanda nefis düşmanını kahrederek kötülükleri iyiliklere çeviren en güzel salih ameldir.

Yeter ki kul, tövbesine Allah dostunu şahit tutarak, “Yâ Rabbi, yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım, keşke yapmasaydım, inşallah bir daha ben yapmayacağım” diyerek gereği gibi tövbe edip namazlarını aksatmadan kılsın … Çünkü

Furkan sûresi 70. âyet-i kerimede, tövbe ve iman edip güzel amel işleyenlerin kötülükleri iyiliklere çevrileceği müjdesi verilmektedir.

Şu halde yapılan samimi bir tövbeden sonra, şalin amellerin başında gelen beş vakit namazın kılınması gerekmektedir. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, nefse darbe vuran keskin bir kılıç ve günahların affına vesile olan Rabbani bir ikramdır.

Günahların affına vesile olan namaz, insanın hem dünyasını hem de ahiretini kurtaran bir ibadettir. Namazını eksiksiz kılan müminin cennete girmesi hususunda Allah’ın [celle celâluh] vaadi vardır. Hatta mümin kıyamet günü imandan sonra ilk olarak namazından hesaba çekilecektir. Eğer namazın hesabını verebilirse diğer amelleri de kabul edilerek doğrudan cennete girecektir. Bu, namazını hakkıyla kılanlar için Cenâb-ı Hakk’ın bir İkramıdır. Resul-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] bununla ilgili olarak,

“Kıyamet gününde kulun bütün amellerinden evvel namazlarına bakılır. Eğer namazı tam gö­rülürse hem namazı ve hem de bütün amelleri kabul olunur. Şayet namazı eksik görülürse namazı reddolunduğu gibi diğer amelleri de reddolunur”[13] buyurmuştur.

Amelleri reddolunan kimsenin durumu ise Allah’ın [celle celâluh] dilemesine kalmıştır. Dilerse onu affeder, dilerse de azabına uğratır. Böyle bir duruma düşmemek için beş vakit namazı eksiksiz olarak, vaktinde eda etmek gerekir. Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Beş vakit namaz vardır ki Allah Teâlâ onları kullarına farz kılmıştır. Bu namazların hakkını hafife almayarak ve hiçbirini zayi etmeyerek eda eden kimse için, cennete girmesi hususunda Allah’ın vaadi vardır. Bu beş vakit namazı eda etmeyen kimse içinse Allah nezdinde herhangi bir vaat yoktur. Allah onu dilerse azaba duçar eder, dilerse de cennete dahil eyler”[14] buyurmuştur.

Namazın insana dünyada kurtuluş vesilesi olmasına gelince, Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı ve vicdanın kabul etmediği ne kadar kötülük ve ahlâksızlık varsa namaz sayesinde ortadan kalkacak, bunların yerini iyilik ve güzel ahlâk alacaktır. Böylece toplumda herkes huzurlu ve mutlu bir hayat yaşayacaktır. Tıpkı Asr-ı saadet dönemi gibi… O dönemin güzide insanları sahâbe-i kiram efendilerimiz namazla huzur buldukları için onların bu huzuru, yaşadıkları döneme aksetmiştir. Asr-ı saâdet’te herkes birbirinin hakkına riayet etmiş kimse kimsenin malına, canına, ırzına, namusuna göz dikmemiştir. Çünkü onlar, insanı her türlü fuhşiyat ve kötülükten alıkoyan namazı hakkıyla kılan kimselerdi.

Günümüzde ise, üzülerek söylemek gerekir ki, toplumun büyük bir kısmı ya hiç namaz kılma­dığından veyahut hakkıyla kılamadığından dolayı sosyal huzursuzluk başını alıp gitmiş, insanlar birbirlerinin malına, canına, namusuna göz diker hale gelmiştir.

Şu halde bir kimse, içinde yaşadığı toplumun huzur ve refahını istiyorsa öncelikle kendisi na­mazlarını şartlarına uygun olarak kılmalı, ardından da aile fertlerine namaz kılmaları yolunda telkinlerde bulunmalıdır. Bu aile reisinin en başta gelen görevidir.

Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] Ebu Hüreyre’ye [radıyallahu anh],

“Ey Ebû Hüreyre! Aile efradına namaz kılmalarını emret. Çünkü (böyle yaparsan) Allah sana ummadığın yerden rızık verir”[15] buyurmuştur.

Kısaca, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmak başta olmak üzere, toplumun huzur ve refahı için müslümanım diyen herkesin namaz kılması ve insanlara namaz kılmanın önemini anlatması gerekmektedir.

Gavs-ı Sâni hazretleri [kaddesallahu sırrahu] bir sohbetinde,

“Bakıyoruz dünya küfrün denizi olmuş. İnsan hem kendini hem de insanları kurtarmaya çalışsın. Bütün dünyanın hidayetine vesile olsa kendisi hidayete ermese bir şey yapmış olmaz. Bir insan bir kimsenin namaz kılmasına, hidayetine sebep olmuş olsa, onun sevabı kadar kendisi de sevap kazanır. Bu büyük bir kazançtır. Büyük bir fabrikadır. Gece de gündüz de çalışmak lazım” dedikten sonra şu menkıbeyi anlatmıştır:

Abdurrahman Tâhî [kaddesallahu sırrahu] akarsuyun üzerine bir köprü yaptırır. Vali de teşekkür etmek için Abdurrahman Tâhî hazretlerinin yanına gelir. Namaz vakti olunca Abdurrahman Tâhî hazretleri valiye,

“Kalk, abdestini al da namaz kılacağız” der. O da tamam deyip kalkar. (Bunun üzerine halifesi) Şeyh Fethullah [kaddesallahu sırrahu] şöyle der: “Kurban, bu belki de ömründe ne namaz kılmış ne abdest almıştır.”

Abdurrahman Tâhî de [kaddesallahu sırrahu] Şeyh Fethullah’a,

“Belki böylece namaza başlamış olur da bundan sonra hiç bırakmaz” buyurur.

Anlatıldığına göre o vali de bu namazı kıldıktan sonra namazını devamlı kılar. Siz de bir insana bir vakit bile olsa namaz kıldırın belki devam eder.

NAMAZ ve NAMAZA DAİR HİKMETLER

Namazın Manası

Namaz Farsça’dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Arapça’da karşılığı “salâftır. Sözlükte, “zikir, dua ve boyun eğmek” anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise, tekbirle başlayıp selâmla biten, belirli hareket ve sözlerden oluşan bedenî ibadete verilen bir isimdir.

Namaz, dinin direğidir.[16] Bu sebeple ibadetlerin şeref ve faziletçe en üstünü, sevapça en büyüğüdür. Çünkü nefsin ıslahında namazın büyük etkisi vardır.

Namaz, Cenâb-ı Hakk’ı noksan sıfatlardan tenzih edip O’nu yücelterek verdiği nimetlere şükretmektir.

Namaz, ruh ve bedeni saran dünya sevgisinden arınıp Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve rızasına talip olmaktır. Kulun bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna durup O’na niyazda bulunmasıdır. Verdiği nimetler için huzurda eğilip, başını secdeye koymasıdır.

İmam Sühreverdî [kaddesallahu sırrahu], Avârifü’l-Maârif adlı eserinde, namazın manasını izah ederken,

“Salât, ‘ateşe tutulmak’ manasına gelen ‘salye’ kökünden türemiştir. Eğri (yaş) bir ağaç dalı düzeltilmek istendiği zaman önce bir ateşe tutulur, sonra düzeltilir. İnsanda da (ağaç misali) nefs-i emmârenin varlığından kaynaklanan birtakım eğrilikler (kötü huylar) vardır. Bunlar ancak Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî nuruyla düzeltilebilir. Zira nur, kötü hasletleri yakıp kül etme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla (hakikatini anlayarak) namaz kılan bir kimse namaz sayesinde tecelli eden ilâhî nurla nefsindeki eğrilikleri yakıp kül eder. Böylelikle manevi mi’racını da gerçekleştirmiş olur”[17] demiştir.

Namazın Tarihçesi

Namaz sadece ümmet-i Muhammed’e farz kılınmış bir ibadet değildir. Âyet-i kerimlerden, namazın önceki ümmetlere de farz kılınmış olduğu anlaşılmaktadır.[18] Ancak geçmiş ümmetlere namazın kaç vakit ve kaç rekât farz kılındığı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır.

İlgili âyetler için bk. Bakara 2/83; Mâide 5/12; Meryem 19/55-59; Âl-i İmrân 3/39; Enbiyâ 21/73; Lokman 31/17; En’âm 6/162;İbrahim 14/40; Tâhâ 20/14.

Namazın Farz Oluşunun Delili

Kurân-ı Kerîm’de namazın farz olduğuna delil teşkil edecek birden çok âyet bulunmakta­dır. Bunlar içerisinde namazın müminler üzerine farz olduğunu açık bir ifadeyle beyan eden âyet, Nisa sûresi 103. âyet-i kerimedir. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimede,

 

“Namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır” buyurmuştur (Nisa 4/103).

Kur’ân-ı Kerîm’de namaz vakitleri, açık biçimde veya işaret yoluyla belirtilmiştir. Örneğin, Nur sûresi 58. âyet-i kerimede, sabah ve yatsı namazları ismen zikredilirken, Rûm sûresinin 17 ve 18. âyetleri ile İsrâ sûresinin 78. ve Hûd sûresinin 114. âyet-i kerimelerinde sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları işaret yoluyla zikredilmiştir.

Namazın farz oluşunun sünnetten delili ise İbn Ömer’den [radıyallahu anh] rivayet edilen şu hadistir. Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i şerifte,

“İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah’ın evi Kabe’yi haccetmek ve ramazan orucunu tutmak”[19] buyurmuştur.

İslâm’da İlk Namaz

Beş vakit namaz bugün bilinen şekliyle hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi’rac gecesinde farz kılınmıştır. Ancak, vahyin başlangıcından itibaren namaz ibadetinin mevcut olduğu, sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit kılındığı bilinmektedir. Zira Cebrail [aleyhisselâm] ilk vahyin akabinde Peygamber Efendimiz’! Mekke’nin yakınlarındaki bir vadiye götürmüş, vadinin bir köşesine gelince aya­ğını yere vurmuş, oradan fışkıran su ile önce kendisi, sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] abdest almıştır. Ardından da Resûlullah’a [salât ve selâm üzerine olsun] iki rekât namaz kıldırmış ve işte namaz böyle kılınır, demiştir.[20]

Namazın Mi’rac Gecesi Farz Kılınmasının Hikmeti

Namazın Mi’rac gecesinde farz kılınmasının hikmeti hakkında İbn Hacer el-Askalânî şu bilgiyi vermektedir:

“Beş vakit namazın Mi’rac gecesinde farz kılınmasının hikmeti, Cebrail’in [aleyhisselâm] o gece Resûl-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] göğsünü yarıp onu zemzem suyuyla zahiren ve bâtınen yıkadıktan sonra iman ve hikmetle doldurmasıdır. Binaenaleyh temizlik namazın ön şartı olduğu için Peygamber Efendimiz’in göğsünün mi’raca çıkmadan önce zahiren ve bâtınen temizlenmesi ile namazın bu halde iken farz kılınması arasında bir ilişki görülmektedir.”[21]

Hücvîrî [rahmetullahi aleyh] ise namazın Mi’rac gecesi farz kılınmasının hikmeti hakkında şöyle demektedir:

“Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] “Göz aydınlığım namazda kılınmıştır”[22] buyurmakla benim bütün rahatım namazdadır, demek istemişlerdir. Çünkü istikamet ehlinin manevi haz kaynağı namazdır. Resul-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] bu sözü Mi’rac hadisesine dayanır. Şöyle ki Peygamber Efendimiz, mi’raca çıkarıldığı zaman, kurb (Cenâb-ı Hakk’a yakın olma) derecesine ulaştırıldı. O zaman nefsi varlıkla ilgili her işten kesildi ve esasen kalbinin bulunduğu dereceye ulaştı .. (Orada ona sayısız ikram ve ihsanlarda bulunuldu). Öyle ki Cenâb-ı Hakk’ın yanında kalmanın özlem ve hasretiyle,

‘Yâ ilâhî! Beni ikinci kez bela yurdu olan dünyaya gönderme, tabiat ve hevâ ağına düşürme!’ dediği zaman,

‘Hükmümüz şöyledir ki, burada sana verdiğimiz şeylerin aynısını orada (namaz) da vereceğimiz için dini ikame etmek üzere tekrar dünyaya döneceksin’ denildi.

Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] dünyaya dönünce ne zaman o yüce ve yüksek makamın iştiyakını ve özlemini duysa,

‘Ey Bilâl, kalk namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat’[23] “buyururdu. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] her namazı, onun için bir yakınlık ve mi’rac olmuştu. İnsanlar onu namaz kılarken görürlerdi. Oysa onun ruhu namazda, gönlü niyazda, sırrı yükselişte, nefsi erime halinde idi. O derece ki namaz onun göz nuru haline gelmişti. O namazda iken, bedeni mülk âleminde, ruhu melekût âleminde, idi. Bedeni insî, yani beşerî idi ama ruhu üns (Allah [celle celâluh] ile sohbet) mahallinde idi.”[24]

Hücvîrî’nin bu sözünden yola çıkarak namazın Mi’rac gecesi farz kılınmasının hikmeti hakkında şunu Söyleyebiliriz: Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] Cenâb-ı Hak’tan kurb halinin ve ilâhî cemali temaşa saadetinin devamını isteyince, Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz ve onun ümmeti için bir nevi mi’rac sayılan namazı farz kılmıştır. En iyisini Allah bilir.

Namazın Beş Vakit Oluşunun Hikmeti

Namazın beş vakte tahsis edilmesinin hikmeti hakkında İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi aleyh] şu bilgileri vermektedir:

“Âlimlerden bazıları demişlerdir ki; namazın gece ve gündüz beş vakte tahsis edilmesinin hikmeti insanın havâss-ı hamseye[25] (beş duyuya) sahip olmasındandır. Çünkü kul  havâss-ı hamse ile günah işlemektedir. Gece ve gündüz bu beş duyu ile işlediği günahlara kefaret olsun diye de namaz beş vakte tahsis edilmiştir. Zira Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] buna işaretle,

‘Beş vakit namaz tıpkı herhangi birinizin kapısının önünden akan gür ve tatlı bir nehir gibidir. Bu kişi günde beş vakit, kapısının önünden akan bu nehre dalarak yıkansa, sizce bedeninde kirden iz kalır mı?’ diye sormuş, ashâb-ı kiram,

‘Hayır, ey Allah’ın Resulü! Hiçbir şey kalmaz’ deyince Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem],

İşte suyun kiri götürmesi gibi, beş vakit namaz da insanın bütün günahlarını siler süpürür’[26]  buyurmuştur.

Bazı âlimler de demişlerdir ki; namazın beş vakit olarak tayin edilmesinin hikmeti, ted’îf sırrını[27] açığa çıkarmak içindir. Çünkü Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

‘Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır’ (En’âm 6/160) buyurmuştur. Buna göre beş vakit namazın sevabı, hafifleştirilmeden önce Mi’rac gecesinde farz kılınan elli vakit namazın sevabına denk olmaktadır.”[28]

Ezan ve Kametin Hikmeti

Cenâb-ı Hak dünya işleriyle meşgul olan kulunu ezan ile günde beş defa huzuruna davet etmektedir. Bu yönüyle ezan bir uyarı ve uyanıştır. İnsanlara âlemlerin Rabbi olan Allah’ın [celle celâluh] onların büyük bildiği her şeyden daha büyük olduğunu hatırlatır. Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed Mustafa’nın [sallallahu aleyhi ve sellem] âlemlere rahmet olarak gönderilmiş son peygamber olduğunu ilan eder. Sonra, asıl huzur ve kurtuluşun son din İslâm’da ve dinin direği olan namazda olduğunu bildirir.

Buna göre, ezanın en önemli hikmeti, insanlara namaz vaktini ve namaz kılınacak yeri bildirmesinin yanı sıra, İslâm’ın şiarı olan kelime-i şehadeti kalplere nakşederek insanları kurtuluşa davet etmektir.

Şu durumda, “Ben müslümanım” diyen herkesin bu davete icabet etmesi gerekmektedir. Bu imanın bir gereğidir.

Gelelim ezan okunurken neyi düşünmemiz gerektiğine … İmam Gazâlî [rahmetullahi aleyh] bu hususta şöyle der:

“Ezanı işittiğin zaman kıyamet günündeki davetin dehşetini düşün. Ezana icabet etmek için bir an önce zahir ve bâtınınla namaza hazırlan. Çünkü ezana dünyada hemen icabet edenler o büyük günde lütuf ile davet edilirler. Kendini bu çağrıya (ezana) göre ölç! Eğer okunan ezanı rağbet ve sevinçle karşılıyorsan o ceza gününde kulaklarında çınlayacak olan davet müjde ve kurtuluş nidasıdır.”[29]

Ezandan sonra getirilen kametin hikmeti ise, imamın arkasında namaza durmayı bekleyen cemaati hazır ola geçirmektir. Bu sebeple ezanla verilmek istenen mesaj kametle bir kez daha verilir ki Hakk’ın huzuruna durmadan önce kalplerde O’ndan gayri ne varsa silinip atılsın … Kalpler mâsivadan arındıktan sonra müezzin, “kad kâmeti’s-salâh” (Namaza durma vakti yaklaştı) diyerek imamın namaza duracağını insanlara bildirir.

Tek başına namaz kılan kimsenin kamet getirmesinin hikmeti ise her an kendisiyle beraber olan Kirâmen Kâtibîn ve koruyucu meleklere imam olmasındandır. Nitekim Said

b. Müseyyeb [rahmetullahi aleyh] bir sözünde,

“Çölde namaz kılanın sağında ve solunda birer melek namaz kılar. Eğer aynı zat namaza ezan okuyup kamet ederek durursa dağlar misali melekler onun ardında saf tutarlar ve ona uyarak namaz kılarlar”[30] demiştir.

“Allah’a [celle celâluh] kulluk dünya işi kadar zor ve yorucu değildir. İnsan yirmi dört saatte bir saat yüzünü Allah’a çeviremez mi? Yirmi dört saatte beş vakit namaz kılamaz mı? Her farz namaz en çok beş (on) dakika sürer. Yapamaz mı bunu insan?”[31]

Seyyid Abdülhakim Hüseynî [kaddesallahu sırrahu]

NAMAZA HAZIRLIK ve HİKMETLERİ

Makbul ve mükemmel bir namazın kılınabilmesi için namaz öncesinde birtakım hususlara dikkat edilmesi gerekmektedir. Bunlara namazın şartları denir.

Bu şartların başında namazın tahareti![32] bir şekilde kılınması gelir. Namaz gibi dinin direği olan bir ibadeti yerine getirirken temizlik büyük bir önem arzeder. Çünkü temizlik namazın anahtarı hükmündedir.

Hadesten Taharetin Hikmeti

Abdestsiz veya cünüp olan kimsenin abdest ve gusül alarak hükmî pisliklerden temizlenmesine hadesten taharet denir.

Namaza hem zahiren hem bâtınen temiz girmek gerekir. Abdest ve gusül bu iki temizliği de içeren bir ibadettir. Böyle olduğu için dinimiz abdesti, namazın ön şartı saymıştır. Zahirî açıdan bakıldığında, mikrobun en kolay ürediği el, yüz ve ayaklar, abdest vesilesiyle günde beş defa yıkanmakta, vücut, bulaşıcı hastalıklara karşı koruma altına alınmaktadır. Gerek vücudu mikroplara karşı koruma altına alarak, gerekse kan dolaşımının düzenlenmesine yardımcı olarak beden sağlığını koruyan abdest, (küçük) günahların affına vesile olmasıyla da kalbi zulmet kirinden temizleyip manevi sağlığı temin etmektedir.

İnsanın yaratılış gayesi olan Allah’a [celle celâluh] kulluk böyle bir temizlenme ameliyesi ile başlayınca insana vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuz olur.

İşte namazdan önce alınan abdestin aklen bilinen hikmeti budur. En iyisini Allah bilir.

Necasetten Taharetin Hikmeti

Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin, namazın sahih olmasına engel olacak maddi pisliklerden temizlenmesine necasetten taharet denir.

Namaz, Allah’a [celle celâluh] duyulan saygı ve sevginin bir göstergesi olduğu için namaz kılan kimsenin hadesten taharet gibi necasetten taharete de dikkat etmesi gerekmektedir. Değil necaset, dinen sakıncası olmayan en ufak kirin dahi temizlenmesine gayret edilmelidir.

İlâhî huzura çıkarken bedeninin, elbisesinin ve namaz kılacağı yerin temiz olmasına özen gösteren kimse, Allah’ın sevgisini kazanır. Çünkü Resul-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Allah temizdir, temizliği seve?[33] buyurmuştur.

Allah Resulü’nün [aleyhissalâtü vesselam] bu ve buna benzer hadislerinde geçen temizlikten murad sadece zahirî temizlik değildir. Aynı zamanda kalbi kötü ahlâktan ve Allah’ın dışındaki her şeyden temizlemek olan bâtınî temizlik de kastedilmektedir. Dolayısıyla namaz kılacak kimsenin bedenini, elbisesini ve namaz kılacağı yeri necasetten temizlemesi gerektiği gibi bâtınını da (kalbini de) namazın hakikatine aykırı olan şeylerden temizlemesi gerekir. Mademki namaz kılmaktan maksat Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve rızasını kazanmaktır, öyleyse kalbi Allah’ın dışındaki şeylerin sevgisinden temizlemelidir. Zira kalp ancak temiz kaldığı zaman Allah’ın rızasını kazanmaya kabiliyet kazanır.

Öte yandan beden ve elbise temizliğine önem göstermek, kişiye kendine ve çevresine karşı saygı duyma öğretisi kazandırır.

Setr-i Avretin Hikmeti

Avret, insan vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Bu yerlerin örtülmesine setr-i avret denir. Erkeklerin avret yerleri, göbek altından diz kapağı altına kadar olan kısımdır. Kadınların ise el ve yüzleri hariç bütün bedenleri avrettir.

Avret yerlerinin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi gerekir. Bunun hikmeti, örtünmenin aklın ve fıtratın bir gereği olmasındandır. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın yasak meyveden yedikten sonra avret yerlerinin görünmesi üzerine hemen cennet yapraklarıyla avret yerlerini örtmeye çalışmaları bunun en güzel kanıtıdır (bk. Tâhâ 20/121).

Örtünmek aklın ve fıtratın bir gereği olduğu halde özellikle namazda avret yerlerini örtmenin farz olmasındaki hikmet, Câhiliye dönemindeki Araplar’ın düştüğü hataya düşmemek içindir.

Çünkü, “Ey âdemoğulları! Her mescidde ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin)’ (A’râf 7/31) âyeti Arap kabilelerinin Câhiliye devrinde Kabe’yi çıplak olarak tavaf etmeleri hakkında inmiştir. Onlar, “Biz içlerinde günah işlediğimiz ve günahlarla kirlettiğimiz elbiseler içinde Kabe’yi tavaf etmeyiz” derlerdi. Erkekler gündüz, kadınlar da geceleyin çıplak olarak tavaf ederlerdi. Allah Teâlâ onlara ister namaz, ister tavaf için olsun her mescide gittiklerinde elbiselerini giymelerini emretmiş ve soyunmalarını yasaklamıştır.[34]

Hadislerde belirtilen avret yerleri[35] dışında in­sanın başkaları tarafından bilinmesini istemediği gizli haller ve günahlar da bir nevi avret sayılır. İnsan bunları kimsenin bilmediğini zannetse de gizlinin de gizlisini bilen Allah [celle celâluh] insanın yaptığı her şeyi bilmektedir. Şu halde insan, avret yerleri örtülü olarak ibadetlerin en şereflisi olan namaza durmadan önce,

“Yâ Rabbi! Gizli hallerim ve günahlarım çoktur. Ben bunları insanlardan gizlesem de senden gizlemem mümkün değildir. Settâr isminin ve kıldığım şu namazın hürmetine dünyada ve ahirette gizli hallerimi açığa çıkarıp beni rezil rüsva etme” diyerek kalben pişmanlık ve mahcubiyet duymalıdır.

 

İstikbâl-i Kıblenin Hikmeti

Namaz esnasında kişinin, yönünü diğer cihetlerden ayırıp, kıbleye yöneltmesine istikbâl-i kıble denir. Kıbleden maksat Kabe’dir. Kabe, müslümanların kıblesidir. Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzeh olduğu için kullarına lutufta bulunarak kendisini temsil eden Kâbe-i Muazzama’ya yönelmelerini istemiştir.

Bu sebeple namazda kıbleye yönelmenin en önemli hikmeti, dünyaya iltifat etmeyip tam bir yönelişle Hakk’a yönelmektir. Bunun için insan, nasıl ki bedenini zahiren Kabe’nin bulunduğu istikamete çeviriyorsa kalbini de bâtınen Hakk’a çevirmesi gerekmektedir. İnsan ancak bu şekilde, kalbini Allah’ın [celle celâluh] dışındaki şeylerden temizleyip Cenâb-ı Hakk’a yönelebilir.

İmam Gazâlî hazretleri bununla ilgili olarak,

“Bilmiş ol ki, bedenin Kabe’ye yönelmesi için diğer yönlerden ayrılması zaruri olduğu gibi, kalbin de Allah’a yönelmesi için mâsivadan ayrılması şarttır”[36] demiştir.

İstikbal-i kıblenin bir diğer hikmeti ise, insanoğlunu batıl yollara sapmaktan kurtararak dağınıklığı önlemek ve insanları tevhid inancı etrafında toplamaktır.

Vaktin Hikmeti

Her namazı vaktinde kılmak namazın şartlarındandır. İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi aleyh] namaz için belli vakitler tayin edilmesinin hikmeti hakkında şöyle demiştir:

“Şerhu’l-Hikemi’l-Atâiyye’de geçtiğine göre, Allah Teâlâ kullarında amelleri yerine getirmelerine engel olacak derecede usanç ve bıkkınlığa sebep olan hırsın varlığını bildiğinden ibadetler için vakitler tayin etti. Hem kullarına olan rahmeti hem de onlara kulluğu kolaylaştırmak için günde beş vakit namazı, senede bir ay orucu, 200′de 5 (iki yüzde beş) zekâtı[37] ve ömürde bir defa Kabe’yi ziyareti farz kıldı.

Allah Teâlâ ibadetleri belirli vakitlerle sınırlama-saydı, ileride yapacağım düşüncesi onları ibadetten alıkoyar ve o zaman görmezlikten gelerek, şımararak, tembellik yapıp nefislerine uyarak kulluk muamelesini terkederlerdi. Vakitleri geniş kılması ise kullarına tercih hakkı vererek onlara bir kolaylık sağlamak içindir. İşte vaktin hikmeti budur.”[38]

Niyetin Hikmeti

Niyet, namaz kılacak kimsenin namazı Allah [celle celâluh] için kılmayı istemesi ve hangi namazı kılacağını bilmesidir. Başka bir ifadeyle kişinin namazı sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kılacağına söz vermesidir.

Namazın farzlarından olan niyetin hikmeti, namaz ile Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve rızasını kazanmayı istemektir. Bunun için ise halis bir niyete sahip olmak gerekmektedir. Çünkü niyet, amel ve ihlâs arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunlardan niyet ayrıca bir öneme sahiptir. Allah Teâlâ insanın her işinde kalbindeki niyetine bakmaktadır. Bir hadis-i şerifte,

“Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize (suretlerinize, şekillerinize) bakmaz, ancak kalpleriniz(d) e (ki niyete) bakar”[39] buyrulmuştur.

Niyetin halis olması, kılınan namazın ve yapılan amelin kabul edileceği anlamına gelir.

Bu itibarla, kalbi dünyevî bağlardan koparıp ihlâs ve samimiyetle huzura durmak namazın kabul olmasının ön şartlarındandır.

Farzlardan Önce Sünnet Kılmanın Hikmeti

İmam Sühreverdî [rahmetullahi aleyh] farzlardan önce sünnet kılmanın hikmeti hakkında şöyle demiştir:

“Namaz vakti girince, (farz namazdan) önce sünnet (namaz) kılınır. Bunun hikmeti şudur: Kulun, sürekli insanlarla muhatap olması, geçim derdiyle uğraşması, tabiatı gereği bir hataya düşmesi ve belli zamanlarda yeme içme gibi tabii ihtiyaçlarına yönelmesi sebebiyle başına gelen sıkıntılardan kalbi karmakarışık bir hal alır. Farz namazdan önce sünnet kılındığı zaman kalp, namazın etki alanına girer ve Cenâb-ı Hak ile münâcâta hazırlanır. Dolayısıyla kılınan sünnet ile kulun kalbinden gaflet gider ve kalp safiyet kazanır. Böylece kul farz namaz için hazır bir hale gelir. En doğrusunu Allah bilir.”[40]

Anlatıldığına göre, Hâtem-i Esam [rahmetullahi aleyh], kendisine namazı nasıl kılıyorsun, diye soranlara,

“Namaz vakti gelince biri zahirî, diğeri bâtınî olmak üzere abdestimi alırım (Zahirî abdest su ile bâtınî abdest ise tövbe ile aldığım abdesttir). Sonra namaz kılacağım yere giderim. (Orada oturur, zihnimi toparlar, sonra namaz için ayağa kalkarım.) Mescid-i Harâm’ı kendime şahit tutarım. Makâm-ı İbrahim’i iki kaşımın arasında, sıratı ayaklarımın altında, cenneti sağımda, cehennemi solumda, ölüm meleği Azrail’i [aleyhisselâm] ise arkamda kabul ederim. O an âlemlerin Rabbi’nin huzuruna durur, tazim ile tekbir alır, ağır ağır ve manasını düşünerek Kur’an okur, tevazu ile rükû eder, huşu ile secdeye kapanırım. Sonra vakarla teşehhüd için oturur, şükür ile selâm veririm (Namazımı bu şekilde ihlâs ile kılarım. Ancak kabul olup olmadığını bilmediğim için ümit ile korku arasında yaşarım)” diye cevap vermiştir.[41]

 

NAMAZIN RUHU ve İÇİNDEKİ HİKMETLER

Namazın sıhhati için namaz öncesi birtakım hususlara dikkat etmek gerektiği gibi namaz kılarken de belli hususlara dikkat etmek gerekmektedir. Namaz içinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus namazın huşu ile kılınmasıdır. Çünkü namaz, belli söz ve hareketlerden ibaret ruhsuz bir ibadet değildir. Kalbin ameli olan huşu namazın ruhu kabul edilmiştir.

Huşu, Allah’ın [celle celâluh] azameti karşısında kulun sükûnet ve tevazu içinde bulunma halidir. Namazın fert ve topluma fayda sağlaması huşu ile kılınmasına bağlıdır. Âyet-i kerimede,

 

“Namazlarında huşu içinde olan müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir” (Mü’minûn 23/1-2) buyrulmuş olması namazdaki huşûun önemini göstermektedir.

Peygamber Efendimiz de [sallallahu aleyhi ve sellem] namazdaki huşûun önemine işaretle,

“Bir kul namaz kılmak için ayağa kalktığı zaman, nefsi, yüzü ve kalbi ile Azîz ve Celîl olan Allah’a yönelirse, Allah da ona rahmetiyle yönelir ve dine muhalif bir iş yapmadıkça ondan rahmetini geri çevirmez”[42] buyurmuştur.

Namazdaki huşu, kulun sağında ve solunda kimlerin bulunduğunu bilmeyecek derecede kendini ibadete vermesidir. Şu kadar var ki, her müslümanın namazda kalp huzurunu sürekli muhafaza etmesi mümkün değildir. Bu sebeple fıkıh âlimleri huşûu namazın şartlarından değil, kemalini sağlayan sünnetlerden saymışlardır. Tasavvuf ehline gelince onlar, kalp huzurunu namaz için temel şart olarak kabul etmişler ve bu şekilde kılınmayan namazın hakkıyla yerine getirilmiş olmayacağını söylemişlerdir. Zira tasavvuf ehline göre Allah [celle celâluh] ile kul arasındaki perdelerin kalkması namazın kalp huzuru ile kılınmasına bağlıdır. Onlar günlük yaşamın her safhasında kalp huzurunu muhafaza ettikleri için namazda gibidirler.

Tasavvuf ehlinin bu halini Ebû Nasr es-Serrâc [kaddesallahu sırrahu] şöyle ifade etmiştir:

“Sûfîlerin (mutasavvufların) namazdan önceki edepleri, devamlı Allah’ı [celle celâluh] düşünmeleri ve kalplerini Allah’ın zikri dışında her faydasız zikirden korumalarıdır. Onlar, (bu şekilde) kalp huzuru ile namaza kalktıkları zaman, bir namazdan diğerine kalkmış gibidirler. Çünkü niyet ve tekbir getirerek girdikleri namazdan (selâm vererek) çıktıklarında yine (asıl halleri olan) kalp huzuruna devam ederler. Bu durumda onlar, her ne kadar namazdan çıksalar da devamlı namazda gibidirler. İşte namazın edebi budur.”[43]

Bu edebin yani huşûun elde edilebilmesi için öncelikle mürşid terbiyesi altına girmek gerekmektedir. Çünkü huşu kalbin amelidir. Huşûun kazanılması için kibir, gurur, riya, haset gibi kalbî hastalıkların ıslahı gerekir. Bu ise mürşid-i kâmilin (Allah dostlarının) görevidir.[44]

Namazı huşu ile kılabilmek için mürşid terbiyesi yanında namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve edeplerini de hakkıyla yerine getirmek gerekir. İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu] bu hususa şöyle dikkat çeker:

“Bu fakire göre namazın tam ve mükemmel olması için, fıkıh kitaplarında ayrıntılı olarak açıklanan namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve müstehaplarını yerine getirmek gerekir. Bu dört hususun dışında namazın tam olmasını etkileyecek beşinci bir şey yoktur. Namazdaki huşu da bu dört konunun içindedir. Kalbin haşyeti de bunlara bağlıdır. Bazıları bu dört konuyu yalnızca bilmekle yetinmişler, bunları uygulamada gevşek ve ihmalkâr davranmışlardır. Kuşkusuz namazın üstünlük ve faziletinden böylelerinin paylarına düşecek olan şey çok az olacaktır. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i şerifte,

‘Namaz ancak kalp huzuru ile olur’[45] buyurmuştur.

Burada bildirilen huzurdan maksat, yukarıdaki dört hususla birlikte olan kalp huzurudur. Bu dört esastan birinin yerine getirilmesinde herhangi bir gevşeklik olmaması için böyle anlaşılması gerekir. Bu fakir, bunun ötesinde bir şeyle namazdaki huzurun sağlanabileceğini düşünemiyor.”[46]

Namazı huşu ve huzur içerisinde kılabilmenin bir diğer yolu, kazancın helâl yoldan kazanılmasıdır. Bu hususta Şah-ı Nakşibend [kaddesallahu sırrahu] şöyle demiştir:

“Bir kimse yemeğini helâlinden yer, Allah’ın her yerde hâzır ve nazır olduğunu bilir, abdest alırken ve namaza dururken kendisini yüce Allah’ın huzurunda bilirse, namazda huzuru elde edebilir.”

Huşu ile namaz kılan kişi namazın rükünleri olan iftitah tekbirini, kıyamı, kıraati, rükûyu, sücûdu (secdeyi) ve kâde-i ahîrede (son oturuş) teşehhüd miktarı oturmayı tam bir şuur ve ihlâsla yerine getirir.

İftitah Tekbirinin Hikmeti

Namaza duracak kişinin (niyetten sonra) ayakta[47] ve kendisinin işitebileceği bir sesle “Allahü ekber” diyerek namaza durmasına “iftitah tekbiri” (başlangıç tekbiri) denir.

İftitah tekbirine “tahrime” (yasaklama ve saygı duyma tekbiri) de denilmiştir. Çünkü “Allahüekber” diyerek yüce Allah’ın huzuruna duran kimse saygı ve hürmet göstermesi gereken bir konumdadır. Tıpkı bir askerin komutanına tekmil vererek saygı duruşuna geçmesi gibi… Bu sebeple namaz kılan kimse, Cenâb-ı Hakk’a duyulan hürmetin gereği olarak, kalbi ile Allah’ın [celle celâluh] dışında kalan şeylere meyletmeyi ve yemek, içmek, konuşmak gibi namaz dışında mubah sayılan bazı şeyleri tahrime tekbiri ile kendisine haram kılar. Böylece huşu içerisinde namaza girmiş ve dünya ile ilgisini kesmiş olur.

EbÛ Süleyman Dârânî [kaddesallahu sırrahu] bir sözünde,

“Kul namaza durduğu zaman, Allah Teâlâ meleklerine, ‘Benimle kulum arasındaki perdeyi kaldırın’ buyurur. Kul, Hak’tan kopup başka tarafa iltifat edince de, ‘Benimle onun arasındaki perdeyi indirin. Onu tercih ettiği şeyle baş başa bırakın’ buyurur” demiştir.[48]

Namazda elleri kaldırarak tekbir almanın (Allahü ekber demenin) hikmeti, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyden büyük ve üstün olduğunu bilerek O’nun ibadet ve kulluğa layık tek ilâh olduğunu kabul etmek, O’nun hükmüne teslim olmaktır. Bunun alameti ise kalpten Hak’tan gayri her şeyi çıkarıp elin tersiyle arkaya atmaktır.

Şu halde namaza duran insan, “Acaba kalbim gerçekten yerleri ve gökleri yaratan Allah’a mı yöneldi? Yoksa hâlâ dünya işleriyle mi meşgul?” diyerek kalbini şöyle bir yoklamalıdır.

Kıyamın Hikmeti

Namazda ayakta durmaya kıyam denir. Ayakta durmaya gücü yeten kimsenin oturarak farz ve vacip namaz kılması caiz değildir. Rahatsızlığı sebebiyle ayakta duramayan kimse ise, hangi hal üzere namazını kılabiliyorsa o hal üzere namazını kılmalıdır.

Kıyam, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda saygı ile ayakta durmanın adıdır. Allah’ın [celle celâluh] büyüklüğünü hakkı ile bilen bir kul, O’nun huzurunda edep ve saygı ile durur. Örneğin kendi ailemizden salih bir kimse bizim nasıl namaz kıldığımızı öğrenmek için bize baksa, (huşudan yoksun bir namaz kıldığımızı düşünmesinden çekinerek) kalbimizi huzura, azalarımızı da sükûna erdiririz.

Bu durumda nefsimize dönüp, “Ey zalim nefsim! Kendisinden ne bir fayda ne de bir zarar gelecek olan Allah’ın [celle celâluh] kullarından hakir bir kula huşu ile namaz kılıyormuş gibi gözükerek namazını güzel kıldın. Böyle yapmakla seni yaratan, sana nimetler veren yüce Mevlâ’ndan utanmaz mısın?” dedikten sonra,

“Sen ki, Allah’ın [celle celâluh] bütün hallerine vâkıf olduğunu bildiğin halde, O’nun azametinden korkmuyorsun. Şimdi söyle, Allah mı [celle celâluh] seninle beraber, yoksa Allah’ın [celle celâluh] kullarından bir kul mu seninle beraber? Senin bu isyanın ve cahilliğin ne kötüdür. Kendine ne büyük düşmanlık ediyorsun!” diyerek nefsimizi muhasebe etmeliyiz.[49]

Buna göre kıyamın hikmeti, kulun Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek O’na duyduğu saygı ve tazimi ayakta hareketsiz durmak suretiyle göstermesidir. Bunun en büyük alameti, tekbir alıp dünya ile ilişkisini kesen kulun sağ elini sol elinin üzerine koyarak Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda el pençe divan durmasıdır. Çünkü bu şekilde durmak, saygı ve tevazua işarettir.

Kıyamın bir diğer hikmeti ise kıyamet günü kabirlerden kalkıp mahşer yerine gelerek Allah’ın huzurunda ayakta durmayı ve O’na hesap vermeyi insana hatırlatmasıdır.

Kıraatin Hikmeti

Bir kimsenin, namazda -kendi işitebileceği bir sesle- bir miktar Kur’an okumasına kıraat denir. Namazda okunması zorunlu olan en az kıraat miktarı, üç kısa âyet veya buna denk bir uzun âyettir.

Kur’an okumak bizzat Allah [celle celâluh] ile konuşmak demektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın kelâm-ı mübînidir. Kur’an ağır ağır manaları tefekkür edilerek okunmalıdır. Zira namazda yapılan tefekkür, namazın dışındakinden daha faziletlidir. Çünkü namaz, müminin mi’racı ve gözünün nuru olduğu için namazla huzura duran kul, Allah’ın emir ve yasaklarından muradın ne olduğunu daha iyi anlar ve idrak eder.

Buna göre kıraat, kulun Allah [celle celâluh] ile yaptığı özel bir konuşma şeklini ifade eder. Bu konuşmayı her namazda okunan Fatiha sûresinde açıkça görmek mümkündür. Nitekim bir hadis-i kutside şöyle buyrulmuştur:

“Namazda okunan her Fâtiha’yı (kulum ve kendim arasında) iki kısma ayırdım. Kul,

‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ dediği zaman, Cenâb-ı Hak ona mukabil olarak,

‘Kulum beni andı’ der. Kul,

‘Elhamdülillah! Rabbi’l-âlemîn’ (Bütün hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) deyince, Allah [celle celâluh],

‘Kulum bana hamdetti’ buyurur. Kul,

‘Errahmânirrahîm’ (O, çok merhamet edicidir) dediği zaman, Allah [cette celâluh]

‘Kulum beni övdü’ der. Kul,

‘Mâliki yevmi’d-dîn’ (O, hesap gününün tek sahibi ve hâkimidir) deyince, Allah Teâlâ,

‘Kulum işini bana havale etti’ der.

(Buraya kadar olan kısım Allah içindir). Kul,

“İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn (Allahım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz) dediği zaman, Allah Teâlâ,

‘Bu, kulumla benim dramdadır’der. Kul,

İhdina’s-sırâta’l-müstakim … (Allahım bizi, kendilerine ilâhî nimet ve faziletler ihsan ettiğin sevdiklerinin yolu olan sırât-ı müstakime ulaştır Kendilerine gazap ettiğin ve hak yoldan sapmışların yoluna sevketme!) diyerek sonuna kadar okuduğu zaman, Allah Teâlâ,

‘Bu (kısım), kulum içindir, kuluma istediği verilecektir’buyurur.”[50]

Anlatıldığına göre, Süfyân-ı Sevrî [kaddesallahu sırrahu] akşam namazında bir cemaate imam olur. Fâtiha’yı okurken, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz” âyetine gelince bayılıp düşer. Kendine geldiğinde bayılmasının sebebini soranlara,

“Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım isteriz” deyince, ‘Öyleyse niye doktorların ve sultanların kapısına koşup duruyorsun?’ denilmesinden korktum” diye cevap verir.[51]

Kıraati Gizli ve Açıktan Okumanın Hikmeti

Namazda kıraati gizli ve açıktan okumanın hikmeti şu hadiseye dayanır:

Kıraat, namazın farzlarından biri olduğu için Peygamber  Efendimiz  [sallallahu aleyhi ve sellem] İslâm’ın ilk dönemlerinde kıldığı bütün namazlarda kıraati gizli değil, açıktan okuyordu. Tâ ki müşrikler Kur’an hakkında yanlış ve kötü sözler söyleyene kadar… Müşriklerin Kur’an’a olan bu saygısızlığını duyan Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] öğle ve ikindi namazlarında kıraati gizliden okumaya başladı. Çünkü müşrikler, bu vakitlerde müslümanlara olan eza ve cefalarını artırıyorlardı. Cuma ve bayram namazları ise hicretten sonra meşru kılındığı için kıraat açıktan okunmuştur. Medine’ye hicretten sonra müşriklerin müslümanlara eziyet etme gibi bir durumları olmadığı halde öğle ve ikindi namazlarında kıraatin gizliden okunmaya devam edilmesi Peygamber Efendimiz’in Mekke’de yaptığı uygulamanın devamı niteliğinde olmasındandır. Tıpkı Resûl-i Ekrem’in hatırasını yaşamak ve yaşatmak için tavaf esnasında remel[52] yapmak gibi.

Kıraati gizli açıktan okumanın bir diğer hikmeti ise şudur:

Namazda Kur’an okumak, Allah [celle celâluh] ile yapılan özel bir konuşma olduğu için araya başka ses ve konuşmaların girmemesi gerekmektedir. Halbuki gündüz vakti, ses ve gürültünün hâkim olduğu bir zaman dilimidir. Bu sebeple gündüz kılınan namazlarda imama ve tek başına namaz kılan kimseye kıraati gizli okumak vacip kılındı ki, Kur’an’ın o tatlı lafzı ve manası insanların konuşma ve gürültülerine karışmasın … Çünkü ancak bu sayede istenilen kalbî tefekkür elde edilebilir.

Gece vaktine gelecek olursak o, gündüzün tersine, sessizlik ve sükûnetin hâkim olduğu bir zaman dilimidir. Dolayısıyla Allah’ın [celle celâluh] kelâmının diğer ses ve gürültülere karışma ihtimali çok düşüktür. Bu sebeple tek başına namaz kılan kişi, sabah, akşam ve yatsı namazlarında açıktan okumakla gizli okumak arasında serbest bırakılmışken, cemaatin okunan âyetleri tefekkür edebilmeleri için imamın açıktan okuması vacip kılınmıştır. Çünkü ancak bu sayede, okunan Kur’an’ın lafız ve manasındaki tatlılık kalbe tesir etmektedir.[53]

Rükûnun Hikmeti

Rükû sözlükte eğilmek demektir. Namazın farzlarından olan rükû, kıraatten sonra dizleri ellerle kavrayarak öne doğru eğilmekten ibarettir. Rükûda baş ve sırt dümdüz olacak şekilde eğilmek, rükûnun sünnete uygun olan şeklidir.

Rükûnun hikmeti, kulun Allah’ın [celle celâluh] büyüklüğü karşısında ne kadar âciz ve zelil olduğunu itiraf ederek, huzurunda tevazu ile boyun eğişinin fiilî bir göstergesi olmasıdır. Bu şuurla yapılan rükûnun karşılığı cennet nimetleri ve en önemlisi cennette Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahede etmektir.

Allah’ın [celle celâluh] huzurunda eğilip kulluğun sadece O’na ait olduğunu bilen bir kul rükû da, “sübhâne rabbiye’l-azîm” (Mm olan Rabbim’i yaratılmışlara ait bütün eksikliklerden ve kusurlardan tenzih ederim) diyerek kendisinin ne kadar âciz, yüce Mevlâ’nın ise ne kadar büyük olduğunu itiraf etmek suretiyle kalben Cenâb-ı Hak’tan hata ve kusurlarının affını diler. Tıpkı kıyamet günü Allah’ın huzurunda hesaba çekilirken sorulan sorular karşısında utancından ayakta duramayıp rükûa giderek Allah’tan bağışlanma dilemesi gibi…

Secdenin Hikmeti

Secde sözlükte, teslimiyet, tevazu içinde yere kapanmak ve yüzü yere sürmek demektir. Namazın farzlarından olan secde, rükûdan sonra ayak parmaklarıyla birlikte alın ve burnu yere koymaktan ibarettir. Bununla beraber secdenin yedi âza üzerine yapılması sünnettir. Nitekim Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem], hadis-i şerifte,

“Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlarda, (burunla birlikte) alın, iki el, iki diz ve iki ayaktır”[54] buyurmuştur.

Secdenin bilinen en önemli hikmeti, kulun Allah’ın [celle celâluh] kendisine verdiği nimetleri düşünüp “Allahüekber” (Yüceler yücesi Allah benim tasavvur ettiğim her şeyden kat kat büyüktür) diyerek vücudun en kıymetli organı olan başı ile secdeye kapanmasıdır. Çünkü kul böyle yapmakla hem nimeti verene şükretmiş hem de kötülüğü emreden nefsi ayaklar altına alarak Allah’a [celle celâluh] yaklaşmış olur. Zira kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır. Buna en güzel delil Alak sûresinin 18 ve 19. âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın kendisine secde edilerek yaklaşılmasını emretmesidir.

Ukbe b. Müslim [rahmetullahi aleyh] bir sözünde, “Allah Teâlâ’nın bir kulda en çok beğendiği haslet, kulun Allah’a [celle celâluh] kavuşma arzusudur. Kulun da Allah’a en yakın olduğu an, onun yaratıcısına secdeye kapandığı andır”[55] demiştir.

Secdenin bir diğer önemli hikmeti ise insana topraktan yaratıldığını ve yine toprağa döneceğini hatırlatarak kalbin hastalıklarından olan kibrin belini kırmasıdır.

İki Defa Secde Etmenin Hikmeti

Yüce Allah bu şuurla kendisine secde eden kuluna manevi ikramlarda bulunur. Bunu bilen ve hisseden kul, birinci secdede aldığı ilâhî tecellilerin daha fazlasını almak için ikinci secdeye gider. Çünkü kul nefsini ayaklar altına alarak onu ne kadar çok zelil ederse, o derece ilâhî rahmete nail olur. Bu sebeple kul, nefsini hor ve hakir görerek secdeye kapandıkça Allah’ın da [celle celâluh] o kula olan ikram ve ihsanı o derece artar. İşte bu, namazda iki defa secde etmenin hikmetidir.[56]

Kâde-i Ahîrede Teşehhüd Miktarı Oturmanın Hikmeti

Kâde-i ahîrede teşehhüd miktarı oturmak, namazın son oturuşunda “Tahiyyat” duasını okuyacak kadar oturup beklemek demektir. Peygamber Efendimiz’in [sallallahu aleyhi ve sellem] Abdullah b. Mesud’a [radıyallahu anh] “Tahiyyat” duasını öğretirken buyurduğu,

“Bunu söylediğin veya yaptığın zaman nama­zın kabul olmuştur”[57] hadisi son oturuşta teşehhüd miktarı oturmanın farz oluşuna delildir.

Kâde-i ahîrede teşehhüd miktarı oturmanın hikmeti, kulun Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek bedenî ve malî bütün ibadetlerin, Allah’a ait olduğunu dile getirdikten sonra “esselâmü aleyke eyyü-hennebiyyü” (selâm senin üzerine olsun ey nebî) ve Tahiyyat’ın sonunda “Eşhedü ellâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” diyerek Resûl-i Ekrem’e [sallallahu aleyhi ve sellem] karşı olan biatini günde beş vakit tekrarlamasıdır.

İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu], namazın bazı mana ve sırları hakkında şöyle demiştir:

“Bilesin ki namazdaki ilk tekbir, Allah Teâlâ’nın, kulların ibadetine ve namaz kılanların namazına ihtiyacı olmadığına ve büyüklüğüne işaret etmektedir. Her rüknün peşindeki diğer tekbirler, Cenâb-ı Hakk’a ibadet yapılırken rükünleri eda etme liyakatine sahip olunmadığının işaretleri ve alametleridir.

Rükûda okunan teşbihin içinde tekbir manası da düşünüldüğü için, rükûdan doğrulurken tekbir emredilmemiştir. Ancak secdeler böyle değildir. Teşbihler secdelerde de bulunduğu halde, secdelerin hem başında hem de sonunda tekbir vardır.

Secde, aşağılanma ve tevazuun sonu, zillet ve boyun bükmenin zirvesi olduğu için bazıları burada, hakkıyla ibadet ettiği yanılgısına kapılabilir. Bu vehmin önüne geçmek için secdelerin başında ve sonunda tekbir emredilmiş, ayrıca secdede okunan teşbihin içine ‘a’lâ’ (en yüce) lafzı konulmuştur. Tekbiri tekrarlamak da sünnet olmuştur.

Namaz müminin mi’racı olduğu için, Mi’rac gecesi Resulullah Efendimiz’i [sallallahu aleyhi ve sellem] şereflendiren kelimelerin namazın sonunda okunması emredilmiştir. O halde namaz kılan kişi, namazını mi’raca çevirmeli ve Allah Teâlâ’ya son derece yakın olmayı namazda murat etmelidir.

Resulullah Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] şöyle buyurmuştur:

‘Kulun Rabb’ine en yakın bulunduğu an (namazda) secdede olduğu andır.’[58]

Namaz kılan kişi Rabb’i ile münâcât halinde olup azametini ve celâlini müşahede ettiği için kendisinde korku ve heybet hali zuhur etmelidir. Bu hal karşısında namaz kılanın sükûnet bulması için namazın sonunda iki defa selâm vermek emredilmiştir.”[59]

Namaz Tesbihatının Hikmeti

Namaz tesbihatı Peygamber Efendimizin [sallallahu aleyhi ve sellem] devamlı surette yaptığı, bizlere de faziletini bildirerek yapılmasını tavsiye ettiği zikirlerden ibarettir. Allah Resûlü’nün devamlı yaptığı zikirler olması hasebiyle namaz tesbihatının önemi büyüktür.

Tesbihat yapmanın en önemli hikmeti namaz içindeki eksiklikleri bir nevi telafi etmek ve namazın manasını pekiştirmektir. Nitekim İmâm-ı Rabbani [kaddesallahu sırrahu] namazdan sonra tesbihat yapmanın hikmeti hakkında,

“Resulullah Efendimiz’den [sallallahu aleyhi ve sellem] rivayet edildiği üzere farz namazın edasından sonra toplam yüz defa teşbih (sübhânellah), hamd (elhamdülillah), tekbir (Allahüekber) ve (bir defa) tehlîl (la ilahe illallah) okunmasının sırrı, bu fakire göre, namaz içindeki eksiklikleri tekbir ve teşbihle telafi etmek, bu ibadeti layıkıyla ve tam olarak yerine getiremediğini itiraf etmektir”[60] demiştir.

Yine namazdan sonra tesbihat yapmanın bir diğer önemli hikmeti, her bir zikrin insan için birer sadaka hükmünde olmasıdır.[61]

Rekât Sayılarındaki Hikmet

Allah Teâlâ’nın insana namazı belli şekil ve suret üzere farz kılmasında sayısız fayda ve hikmetler vardır. Her ne kadar, “Allah’ın [celle celâluh] hikmetinden sual olunmaz; O kendisine böyle ibadet edilmesini istediği için namazı bu şekil üzere kılınmasını emretti” diyenler doğru söylese de namazın insana olan faydaları ve hikmetleri de görmezden gelinemez. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın insanı ibadetle mükellef kılmasının en önemli hikmeti insanın dünya ve ahiret saadetini elde etmesini istemesidir. Dolayısıyla başta namaz olmak üzere yapılan bütün ibadetlerin insana yönelik birçok faydası vardır. Buna göre, namazın belli şekil ve suret üzere farz kılınmasının en önemli hikmeti, insanın terbiye edilip kemale erdirilmesidir. Buna göre insan, tedaviye ihtiyacı olan hasta, Cenâb-ı Hak ise insanın hastalığını ve tedavisini bilen tabip konumundadır. İnsanın iyileşmesini namazın kılınış şekline bağlamıştır. Bu sebeple Allah Teâlâ, uykunun etkisi üzerinden atamayan insana sabah namazını iki, öğle ve ikindi vaktinde zinde olduğu için bu namazları dört, akşam vakti günün üçte biri olduğu için, akşam namazını üç, yatsı vaktinde ise genellikle dünya işleriyle meşgul olmadığı için yatsı namazını dört rekât olarak farz kılmıştır. Bundan daha fazlasıyla insanı yükümlü tutmamıştır.

Namazın ikişer, üçer ve dörder rekât olarak farz kılınmasının hikmeti hakkında, İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi aleyh] şu bilgileri vermektedir:

“Rivayet edildiğine göre, sabah namazını ilk kılan peygamber, Hz. Âdem [aleyhisselâm] olmuştur. Çünkü cennetten dünyaya indirildiği zaman gecenin karanlığı üzerine çökmüştü. Daha önce hiç böyle bir karanlık görmediği için çok korkmuştu. Fecr doğduğu zaman, kendisini gecenin karanlığından gündüzün aydınlığına çıkaran Allah’a [celle celâluh] şükretmek için iki rekât namaz kıldı.

Zevalden sonra (öğle vaktinde) ilk namaz kılan peygamber, Hz. İbrahim [aleyhisselâm] olmuştur. Zira öğle vaktinde oğlunu kurban edeceği zaman, Cenâb-ı Hak tarafından (oğlunun yerine kesilmek üzere) bir kurban gönderilmişti. Böylece hem oğlunun üzüntü ve tasası gitmiş hem de, ‘Gördüğü rüyanın hükmünü yerine getirerek’ (Sâffât 37/105) Allah’ın rızasını kazanmıştı. Babasının kendisini kurban edeceğini bilen Hz. İsmail de [aleyhisselâm] bu olay karşısında büyük bir sabır göstermişti. İşte İbrahim [aleyhisselâm] bu nimetlere mukabil dört rekât namaz kıldı.

İkindi namazını ilk kılan peygamber de Hz. Yunus [aleyhisselâm] olmuştur. Zira Allah Teâlâ onu hatasından, gecenin karanlığından, sudan ve balığın karnından kurtarmıştı. Hz. Yunus da [aleyhisselâm] kendisini bu sıkıntılardan kurtaran Allah’a şükretmek için her nimete mukabil dört rekât namaz kıldı.

Akşam namazını ilk kılan peygamber ise Hz. İsa [aleyhisselâm] olmuştur. Birinci rekâtı kendisine isnat edilen ilâhlık iddiasını nefyetmek için, ikinci rekâtı yine annesi Hz. Meryem’e isnat edilen ilâhlık iddiasını ortadan kaldırmak için, üçüncü rekâtı ise ulûhiyyetin Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu ispat etmek için kılmıştır.

Yatsı namazını ilk kılan peygamber, Hz. Musa [aleyhisselâm] olmuştur. Zira Hz. Musa Medyen’den çıktığı zaman yolunu kaybetmişti. Bu sebeple hanımını, kardeşi Harun’u [aleyhisselâm], evlatlarını ve düşmanı olan Firavun’u düşünüyordu. Allah Teâlâ kendisini bütün bu endişelerden kurtarınca, dört rekât namaz kıldı.”[62]

Kıssa: Hz. Adem’in Adını Yazarız

Anlatıldığına göre, 60′lı yıllarda, evrimciliğin iyice alevlendiği günlerde bir grup turist Süleymaniye Camii’nin imamı Hacı Nafiz Çelebi’ye birkaç soru sorarlar. Kimi, insanın maymundan gelip gelmediğini öğrenmek ister, kimi de, “Kıldığınız namazda niçin ayakta duruyor, eğiliyor, sonra da başınızı yere koyuyorsunuz? Bunun ne manası var?” diye sorar.

Hacı Nazif Çelebi evrimci turistlere dönerek,

Biz namazda önce ayakta durur, sonra rükûa gider, sonra da secdeye kapanırız. Bunların hikmet ve manalarından biri:

Ayakta iken ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in elifini (ا ) yazarız. Bunun için elif   (ا ) harfi gibi dimdik dururuz.

Sonra rükûa eğiliriz. Bununla da Âdem’in [aleyhisselâm] dalini (د) (Âdem ismindeki “dal” harfini) yazmış oluruz. Geriye mim ( م ) kalır. Onu da yere başımızı koyar, mim (f) gibi olur, öyle yazarız.

Böylece her namazda babamız Âdem’in (ادم  ) [aleyhisselâm] adını yazar, maymundan geldiğimizi iddia edenleri fiilen reddetmiş oluruz. Bunun için evrim iddiası bizde tutunamaz. İkincisine gelince:

Namaza başladığımızda ayakta iken Rabbimiz’in üzerimizde tecelli eden sayısız nimetlerini düşünür, sonra bu nimetleri verenin huzurunda minnet ve şükranla rükûa eğiliriz. Ancak bu eğilmeyi de yeterli görmeyiz, sonra kalkıp başımızı secdeye koyar, başımızla da minnetimizi dile getirmiş oluruz.

Başımızı şunun için secdeye koyarız: Baş bedenin tümünü idare eden en yüce varlığımız, en kıymetli organımızdır.

Bununla şunu kastederiz:

“Ey Rabbimiz, varlığımızın en kıymetli kısmı başımızdır. İşte huzurunda başımızı dahi yerlere sü­rüyor, sana olan minnet ve şükrümüzü en kıymetli varlığımızı yerlere koymakla ifade ediyoruz. Şayet başımızdan daha kıymetli bir organımız olsaydı onu da huzurunda iftiharla yerlere serer, minnet ve şükrümüzü onunla da ifade etmek isterdik.”

Bu açıklamalardan sonra gruba rehberlik eden turist,

“Tamam, bu kadar yeterli … Biraz daha anlatırsan grubumuza burada namaz kıldıracaksın” der. Bu sırada turistin biri Hacı Nazif Çelebi’nin yanına yaklaşır ve,

“Bundan sonraki namazınız saat kaçta olacak? Anlattığınız manada bir namazı ben de aranıza karışıp kılmak istiyorum. Bana çok uygun geldi bu anlayış içinde ayakta durmak, eğilmek, başı yerlere koyup Yaratan’a minnettarlığını ifade etmek. Bence de ibadet budur” diyerek müslüman olur.[63]

Mevlânâ [rahmetullahi aleyh] namazdaki hareketleri ifade ettiği manaları Mesnevî’sinde şöyle anlatıyor:

Ey imam, namaza başlarken Allahü ekber demenin manası şudur:

“Allahım, biz senin huzurunda kurban olduk.” Kurban keserken Allahüekber dersin işte, öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir. O esnada beden İsmail, can da Halil İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin neva ve hevesini kesmek için tekbir getirince beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur, namazda “bismillahirrahmânirrahîm” demekle kurban olur gider.

Namaz kılanlar, kıyamette olduğu gibi, Allah’ın huzurunda saflar halinde dururlar, sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar. Namazda göz yaşı dökerken ayakta durmak, kıyamet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allah’ın huzurunda ayakta durmaya benzer. Cenâb-ı Hak, “Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın ve bana ne getirdin?” diyecek.

“Ömrünü ne gibi işlerle, ne gibi ibadetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nurunu nerede tükettin? Beş duygunu nerelerde kullandın? Gözünü, kulağını, aklını, iradeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana ben bağışladım; onlar ne oldular?” Allah’ın huzurunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.

Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur, rükûa varır. Utancından ayakta durmaya gücü kalmaz, rükûda, “sübhâne rabbiye’l-azîm” diyerek Allah’ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler. Sonra o kula Hak’tan ferman gelir.

“Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver” denir. Kul utana utana başını rükûdan kaldırır, fakat dayanamaz; o günahkâr, utancından yine yüz üstü yere kapanır. Ona tekrar, “Secdeden başını kaldır da yaptıklarından haber ver” diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama dayanamaz, yine yılan gibi yüz üstü düşer. Cenâb-ı Hak, “Tekrar başını kaldır da söyle, yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım” diye buyurur. Allah’ın heybetli hitabı, onun ruhuna tesir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden kadeye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hak ise, “Haydi söyle, anlat” diye buyurur. “Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster.” Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, peygamberlerin ruhlarına ve meleklere selâm verir. Onlara niyazda bulunur da der ki: “Ey mana padişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkârın ayağı da, örtüsü de çamura battı.” Peygamberler selâm veren kula derler ki:

“Çare ve yardım günü geçti, gitti. Çare dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibadet etmedin, öğünler geçti. Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma.” Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona, “Sus” derler. “Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevabını Allah’a kendin ver” derler. Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çare bulamayınca, o çaresiz kulun gönlü, yüz parça olur. O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duaya başlar.

“Allahım! herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı sen­sin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.”

Namazdaki bu hoş işaretleri gör de sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla… Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yani namazdan manen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allah’ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.[64]

NAMAZIN BÜTÜNÜNDEKİ HİKMETLER

İbadetlerin başında gelen namazın insana sayısız faydaları ve hikmetleri vardır. Bunlardan en önemlisi, dünya ve ahiret saadetini kazanmaya vesile olmasıdır. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, insanı her türlü fuhşiyat ve kötülükten alıkoyarak fert ve toplumun huzurunu sağladığı için dünyada; Allah’ın [cellecelâluh] rızasını kazanmaya sebep olduğu için de ahirette ebedî saadete vesiledir.

Âyet-i kerime, hadis-i şerif ve evliyaullahın sözlerinden öğrendiğimiz kadarıyla namazın diğer başlıca hikmet ve faydaları şunlardır:

Namaz, Dinin Direğidir

Allah’ın sevgi ve rızasını celbeden namaz İslâm’ın direği ve temelidir. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Namaz, dinin direğidir’[65] buyurmuştur.

Dinin, Allah’a [celle celâluh] imandan sonra biri İslâm’ın şartlarını yerine getirmek, diğeri Allah’ın [celle celâluh] yasak kıldığı işleri yapmayı terketmek şeklinde iki direk üzere inşa edilmiş olduğunu düşünecek olursak, namaz bu iki direğin koruyucusu hükmündedir.

Bunun sebebi namazın İslâm’ın diğer şartlarına göre ayrı bir öneme sahip olmasındadır. Çünkü beş vakit namaz zengin, fakir, hasta, yaşlı demeden müslümanım diyen herkesin, günün belirli vakitlerinde yerine getirmesi gereken bir farzdır. İslâm’ın diğer şartlarından olan oruç, zekât ve hac ise belli zaman ve şartlara bağlanmıştır. Bu nedenle diğer bütün amellerin başında gelmektedir. Dolayısıyla namazını kılan bir kimse Allah’ın [celle celâluh] farz kıldığı diğer emirleri de yapmaktan geri kalmayacaktır.

Yine namaz, günün her devresinde insana, Allah’ı [celle celâluh] hatırlatan bir ibadet olduğu için kula Cenâb-ı Hakk’ın her an kendisini gördüğü şuurunu kazandırır. Böylece kul, Allah’ın [celle celâluh] yapılmasını haram kıldığı işlerden uzak durmaya, emrettiklerini de yerine getirmeye çalışarak dininin direklerini muhafazaya çalışır.

Namaz, İmanın Şahididir

İman, Allah’ın [celle celâluh] varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed Mustafa’nın [sallallahu aleyhi ve sellem] O’nun kulu ve peygamberi olduğunu kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. Böyle bir imanın alameti, dini, emir ve yasaklarına riayet ederek yaşamaktır. Dolayısıyla yapılan bütün şalin ameller kalpteki imanın birer göstergesi ve ezelde Allah’a verilen sözün şahitleridir.

İbadet, kulun Allah’ı [celle celâluh], Allah’ın da kulu anmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım” (Bakara 2/1 52) buyurmuştur.

Allah’ı [celle celâluh] anma vesilesi olan namaz, kulun “kâlû belâda” Allah’a verdiği sözde durduğunun en güzel kanıtıdır. Kâlû bela; Allah’ın [celle celâluh] ezelde bütün insanların ruhlarına, nefislerine karşı onları şahit tutarak, “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorması üzerine, ruhların, “Evet, sen bizim Rabbimiz’sin, şahit olduk” (A’râf 7/172) demelerine verilen isimdir.

Şu halde bir mümin dinin direği olan beş vakit namaz başta olmak üzere, İslâm’ın diğer bütün emirlerini yerine getirerek kâlû belâda Allah’a [celle celâluh] verdiği sözü tuttuğunu ispat etmelidir. Çünkü ahirette ikrarımıza sadık kaldığımıza ancak bu şekilde hükmedilecektir.

Namaz, Amellerin En Faziletlisidir

İmandan sonra en faziletli amel vaktinde kılınan namazdır. Nitekim Peygamber Efendimiz’e [sallallahu aleyhi ve sellem], “Amellerin hangisi daha faziletlidir?” diye sorulduğunda,

“Vaktinde kılınan namazdır”[66] buyurmuşlardır.

Bu hadisin şuurunda olan bir mümin her namaz vaktinde, “Varlığın başlangıcından, içinde bulunduğum şu ana kadar yaşamış olsaydım beş vakit namazımı mutlaka yine vaktinde kılardım” niyetinde olmalıdır. Zira bu niyet ona dünyanın yaratılışından kıyamete kadar ibadet sevabı kazandıracaktır.[67]

Namaz, Bütün İbadet Çeşitlerini İçine Almaktadır

Namaz, ilk bakışta tek başına, bağımsız bir ibadet gibi görünse de aslında o, bir ibadetler bütünüdür. Bütün zikir ve ibadet çeşitlerini içeren bir ibadettir. Çünkü namazda huşu, zikir, dua, tövbe, ihlâs, tekbir, teşbih, hamd, salât, muhabbet, tevazu gibi birçok zikir ve ibadet çeşidini görmek mümkündür. Bu nedenle Peygamber Efendimiz

[sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i şerifte,

“Namaz huşudur, yalvarmadır, âciz ve zayıf görünmedir, (selâmdan sonra) elleri kaldırıp dua etmektir”[68] buyurmuştur.

Yine İslâm’ın şartlarından olan oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek gibi ibadetler na­mazın mana ve muhtevasında gizli olan ibadetlerdendir.

Örneğin namazda bir şeyin yenilip içilmesi namazı bozan durumlardandır. Bu nedenle namaz kılan bir kimse namazın başından sonuna kadar ne bir şey yer ne de içer. İşte bu yönüyle namaz mümin için bir oruç hükmündedir.

Allah Teâlâ insanoğlunun bedeninde, yirmi dört saat kesintisiz hizmet eden üç yüz altmış organ yaratmıştır.[69] İnsanın kendisine hizmet eden bu organların zekâtını ödemesi en aslî görevidir. İşte kılınan beş vakit namaz bu organların zekâtı yerine geçmektedir.

Müminlerin kıblesi olan Kabe, hacıların etrafında tavaf ederek ziyaret ettikleri kutsal mekânlardan biridir. Bu sebeple her mümin, Kabe’yi ziyaret ederek hacı olmanın hasret ve özlemini çeker. İşte insanın içerisindeki bu hasret ve özlemi gideren tek ibadet namazdır. Çünkü mümin Kabe’ye yönelerek namaz kıldığı zaman kendisini o kutsal mekânlardaymış gibi hisseder. Bu yönüyle de namaz mümin için bir hac hükmündedir.

İmâm-l Rabbânî hazretleri [kaddesallahu sırrahu] namazın bütün ibadet çeşitlerini içinde toplayan bir ibadet olduğunun şu sözleriyle açıklıyor:

“Aziz kardeşim! Şunu bilesin ki namaz İslâm’ın ikinci rüknü olup bütün ibadetleri içeren bir ibadettir.

Her ne kadar cüz’î ise de bu toplayıcılık vasfı sebebiyle namaza küllîlik hükmü verilmiştir. Bu yüzden de namazın Hak Teâlâ’ya yaklaştıran bütün ibadetlerin üstünde bir yeri vardır.”[70]

Namaz, Allah’a Yaklaşmadır

Namaz, kulun Allah’a [celle celâluh] yaklaşmak için yaptığı bir yolculuktur. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i Şerifte,

“Namaza durduğun zaman dünyaya veda eden bir kimse gibi ol”[71] buyurmuştur.

Şu halde dünya nevasına ve Allah’tan gayri her şeye veda ederek namaz kılan, kalbi ile Rabb’ine doğru yolculuğa çıkmış demektir.

Bu sebeple namaz için ayağa kalkan kul bütün benliğiyle Allah’ın [celle celâluh] huzurunda olduğunu hissetmelidir. Kılacağı namazla yüce Allah’a yakınlaşmayı istemelidir. Sevdiği ve nefret ettiği her şeyi elinin tersi ile arkaya ittikten sonra her şeyden büyük olduğunu ifade ettiği yaratanına yönelmelidir. Ancak bu şekilde kılacağı namazla Allah’a [celle celâluh] yakınlaşabilir.

Ebû Saîd el-Harrâz hazretlerine [rahmetullahi aleyh], namaza nasıl girileceği sorulunca,

“Kendini kıyamet günü Allah’ın huzurundaymışsın gibi kabul et. Rabb’inle aranda hiçbir tercüman olmadan, huzurunda bulunduğunu ve O’nun sana yönelmiş olarak nazar ettiğini; senin de O’na münâcâtta bulunduğunu düşün. En büyük melikin huzurunda durduğunu unutma”[72] demiştir.

Namaz, Bir Duadır

Namaz kelimesinin Arapça’sı olan “salât” aynı zamanda, Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, insanlardan dua manasına da gelir. Bu demektir ki namaz kılan kimse için Allah’ın [celle celâluh], meleklerin ve müminlerin salâtı bulunmaktadır. Allah’ın [celle celâluh], namaz kılan müminlere salâtı, kılınan namaz ile onların hata, kusur ve günahlarını affetmesiyledir. Meleklerin salâtı, namaz kılanların bağışlanmasını dilemeleriyledir. Müminlerin salâtı ise namaz vesilesiyle birbirlerine duada bulunmaları ve bağışlanma dilemeleriyledir.

Nitekim namaz kılan kişi “(Rabbim!); Bizi doğru yola ilet (Fatiha 1/6); “EyRabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmız’sın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” (Bakara 2/92); “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! (Bakara 2/201); “Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana babamı ve inananları bağışla” (İbrahim 14/41) diye duada bulunmaktadır.

Namaz bu yönleriyle bir çeşit dua olsa da müminin istediği zaman yaptığı bir dua çeşidi değildir. Dolayısıyla insanın normal zamanlarda yaptığı duanın namazın yerini tutacağı söylenemez.

Namaz, Yardım Dilemektir

Müminin namaz kılarak Cenâb-ı Hak’tan yardım istemesi, isteklerine karşılık verilinceye ve musibetlerden kurtuluncaya kadar namazı vesile kılarak Allah’a [celle celâluh] sığınması demektir. Bu hususta Allah Teâlâ âyet-i kerimede,

 

“Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah’a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir” (Bakara 2/45) buyurmaktadır.

Âyet-i kerimede nefsin arzularını terketmek ve günahlardan kaçınmak gibi nefse ağır gelen ko­nularda sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dilenilmesi istenmektedir. Çünkü insan namaz kılarak Allah [celle celâluh] ile olan bağını, sabırla da irade ve özgüvenini sağlamlaştırarak nefse ağır gelen durumlar karşısında azimli ve dayanıklı olduğu sürece Allah’ın yardımı onunla beraber olacaktır.

Rivayet olunduğuna göre Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] bir şey kendisine ağır geldiğinde hemen namaza durur ve,

 

“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki Al­lah sabredenlerle beraberdir” (Bakara 2/153) âyetini okuyarak Hak Teâlâ’dan yardım dilerdi.[73]

Namaz, Beden ve Ruh Sağlığını Korur

İnsan beden ve ruhtan ibaret bir varlıktır. Dolayısıyla ruh ve beden birbirini etkilemektedir. Ruhun güzelliği ve temizliği bedene, bedenin sağlık ve sıhhati de ruha yansımaktadır. Bu nedenle Allah [celle celâluh] ve Resûlü’nün yapılmasını emrettiği her ibadetin, beden ve ruha etkisi vardır. İbadetler bir yönüyle ruh sağlığını koruduğu gibi, bir yönüyle de beden sağlığını korumaktadır.

Beden ve ruh sağlığını koruyan ibadetlerin başında huşu ve huzur ile kılınan beş vakit namaz gelir. Şöyle ki:

İnsan, dünyada huzurlu ve mutlu bir hayatı olsun ister. Bunun için gecesini gündüzüne katarak çalışır. Her türlü maddi imkâna ulaşır. Tam mutluluğu yakaladığını zannederken ansızın malına veya canına gelen bir zarar bütün huzurunu kaçırır. Mutluluğun yerini endişe ve korku alır. Dünya bütün genişliğiyle kendisine dar gelir. Bunun sebebi insanın kalp huzuruna sahip olmayışıdır. Çünkü gönlü Allah [celle celâluh] ile huzur bulan bir insan başına gelen bela ve musibete sabreder. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine razı olur. Haline şükreder. Gönlü her halükârda huzurla dolar. Hiçbir şeyden endişe ve korku duymaz.

Gönlün Allah ile huzur bulması O’nu çok zikretmeye bağlıdır. Zira kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. O’nu anmanın en güzel yolu namazdır. Çünkü namaz Allah’tan gafil olmamak, O’nu daima hatırda tutmak için yapılan bir ibadettir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,

 

“Beni anmak için namaz kıl” (Tâhâ 20/14) buyurmuştur.

Günlük hayatın yoğun meşguliyetleri içinde Allah’ı unutmamanın ve O’nu sürekli hatırda tutmanın en güzel yolu beş vakit namaza devam etmektir. İnsan namaz sayesinde Allah Teâlâ’nın her an kendisini gördüğünü ve yaptıklarından haberdar olduğunu bilir. Böylece kendisini isyana sevkedecek en ufak bir günahı bile işlemekten çekinir. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Bu sebeple insanların hem sevgisini hem de güvenini kazanır. Kendisi namaz ile huzur bulduğu gibi, çevresindeki insanlara da huzur verir.

Namaz, sadece ruhun değil bedenin de huzur ve saadet kaynağıdır. Zira her gün belirli vakitlerde eda edilen namaz, insan sağlığını koruyan en önemli ibadettir. Çünkü namaz kılabilmek için bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması şart koşulmuştur. Dolayısıyla her gün düzenli olarak beden ve elbise temizliğine dikkat eden bir kimsenin hastalığa yakalanma ihtimali çok düşüktür. Yine namaz, vücut organlarının hareket etmesine, eklemlerin ve kasların gerilip gevşemesine imkân sağladığı için vücudun zinde kalmasını sağlayan bir ibadettir.

Halbuki namazda ruhun, kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün ömür sermayesini, ahirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette bâkileştirir.[74]

Bedîüzzaman Said Nursi [rahmetullahi aleyh]

 

Namaz, Ahlâkı Güzelleştirir

Şuurla kılınan namazın, ahlâkın güzelleşmesinde büyük etkisi vardır. Çünkü huşu ve huzur içerisinde günde beş defa Allah’ın huzuruna duran bir mümin başkalarına zarar vermekten haya eder. Her türlü fühşiyat ve kötülükten uzak durur.

Bunun hikmeti müminin namaz sayesinde ihsan mertebesini elde etmesidir.

İhsan nedir? İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk etmektir. Çünkü her ne kadar biz O’nu görmesek de O bizi görmektedir.[75]

Bu mertebeye ulaşmış bir mümin her an Allah ile beraberdir. Böyle bir kimseden, değil bir insana, karıncaya bile zarar gelmez. Elinden ve dilinden bir zarar gelmeyeceği hususunda insanlar güvende olur. İşte şuurla kılınan namazın neticesinde elde edilen güzel ahlâk bu olsa gerektir.

Namaz, Koruyucu Kalkandır

Namaz insanı dinin çirkin gördüğü bütün kötülüklerden koruyan bir ibadettir. Cenâb-ı Hak namaza böyle bir hususiyet vermiştir. Nitekim yüce Mevlâ âyet-i kerimede,

 

“Şüphesiz namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor” (Ankebût 29/45) buyurmaktadır.

Namazın insanı her türlü kötülükten ve edep dışı hareketlerden alıkoyması, huşu ve huzur içerisinde kılınmasına bağlıdır. Ancak namaz, Cenâb-ı Hakk’ın kesin bir ifadeyle kılınmasını emrettiği bir ibadet olduğu için, huşu ve huzur içerisinde eda edilemese de terkedilmeksizin kılınmalıdır.

Rivayet edildiğine göre adamın biri Peygamber Efendimiz’e [sallallahu aleyhi ve sellem] gelerek,

“Yâ Resûlallah, falan adam gece namaz kılıyor, sabah olunca da hırsızlık yapıyor (Bu kişi hakkında ne dersiniz?)” diye sorduğunda,

Resül-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Merak etme, o namaz onu pek yakın bir zamanda söylediğin o günahtan kurtaracaktır” buyurdu. Nitekim öyle de oldu.[76]

Namaz, Günahlardan Arınmadır

Namaz, insanı her kötülükten alıkoymasına rağmen, insan nefsine ve şeytana uyarak yine günah işleyebilir. Bu durumda yapılması gereken tek şey abdest alıp namaz kılarak Cenâb-ı Hak’tan günahın affını dilemektir. Çünkü vaktinde ve şartlarına riayet edilerek kılınan beş vakit namaz günahlara kefarettir. Nitekim yüce Allah âyet-i kerimede,

 

” Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır” (Hûd 11/114) buyurmaktadır.

İnsan nasıl bedeni ve elbisesi kirlendiğinde, onları bol su ile yıkamak suretiyle temizliyorsa, bir günah işlediği zaman da namazla kalbini günah kirlerinden temizlemelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] herkesin bildiği ve kabul ettiği bu gerçekten hareketle namaz kılan mümini evinin önünde akan bir nehre günde beş defa girip yıkanan kimseye benzetmiştir.[77]

Enes b. Mâlik [radıyallahu anh] anlatıyor,

“Bir ara mescidde Resulullah [sallallahu aleyhi ve sellem] ile birlikte oturuyordum. Bir adam Resûlullah’ın yanına gelerek,

“Ey Allah’ın Resulü, ben cezayı gerektirecek bir günah işledim, bana cezamı verin” dedi. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] o adama bir şey söylemedi. Sonra hep birlikte namaza durduk. Namazdan sonra aynı adam Resûlullah’ın yanına gelerek,

“Yâ Resûlallah, ben cezayı gerektiren bir iş yaptım, cezamı verin” dediğinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz ona,

“Bizimle birlikte namaz kıldın mı? buyurdu. Adam,

“Evet, yâ Resûllallah, kıldım” diye cevap verince, Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] ona,

“Şu halde, Allah senin günahını bağışlamıştı?[78] buyurdu.

Namazın günahlara kefaret olması huşu ve tâdil-i erkâna[79] riayet ile kılınmasına bağlıdır. Huşûdan maksat, namaz kılanın bütün benliğiyle Allah’a [celle celâluh] yönelmesidir. Bunun görünürdeki esası, namazın bütün rükünlerini hakkıyla yerine getirmektir.

Bir mümin, namazını huşu ile kılmaya devam ettiği ve büyük günahlardan uzak durduğu sürece kıldığı namaz günahlarına kefaret olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Bir müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzelce abdest alır, huşu içinde ve rükûunu da tam yaparak namazını kılarsa, büyük günah işlemedikçe, bu namaz önceki günahlarına kefaret olur. Bu her zaman böyledi[80]  buyurmuştur.

Büyük günahlar ile kul hakkı için ise, samimi bir tövbe ve hak sahibinden helâllik almak gerekmektedir.

Namaz, Müminin Mi’racıdır

İnsanı günahlardan arındırıp Allah’a [celle celâluh] yaklaştıran namaz, müminin mi’racıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri namazın müminin mi’racı olmasını şöyle izah etmiştir:

“Mi’rac gecesi cennette, âlemlerin efendisi Resûl-i Ekrem’e [sallallahu aleyhi ve sellem], bahşedilen rü’yet (Allah’ın cemâlini görme) nimeti, dünyaya indikten sonra, dünyanın haline uygun olarak namazda gerçekleşmiştir. Bu sebepledir ki Resulullah Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

‘Namaz müminin mi’racıdır’[81] buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz’e gerçek anlamıyla tâbi olan büyükler de namazdayken bu dünyada rü’yet nimetinden bolca nasiplenirler. Rü’yete elverişli olmadığı için bu dünyada rü’yet mümkün olmasa da ondan nasiplenmeleri mümkün olmaktadır. Eğer Allah Sübhânehû namazı emretmeseydi maksudun yüzündeki perdeyi kim kaldırırdı! Maksuda ulaşma konusunda sâlike kim rehberlik ederdi!”[82]

Namaz, Hastalara Şifadır

Ebû Hüreyre [radıyaliahu anh] anlatıyor:

Bir defasında Allah Resulü [sallallahu aleyhi ve sellem] namaza erken kalkmıştı. Ben de ona uyarak erken kalktım ve (biraz) namaz kıldıktan sonra Oturdum. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem] bana dönerek,

“Karnın mı ağrıyor!” buyurdu. Ben de,

“Evet, yâ Resûlallah” deyince, Resûl-i Ekrem bana hitaben,

“Kalk namaz kıl, çünkü şüphesiz namazda şifa vardır” buyurdu.

İmam Sindî [rahmetullah aleyh] bu hadisin açıklamasında bizlere şu bilgiyi vermektedir:

“Namaz, çoğu zaman kalp, mide ve bağırsak hastalıklarını tedavi eder. Aynı zamanda insanı her türlü stres ve sıkıntıdan kurtarır. Bunun sebebi şu üç şeydir:

Birincisi, namaz, Allah’ın emri olduğu için yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Yani namaz feyiz ve bereketiyle hastalıkları defetmektedir.

İkincisi, namaza duran kişi, kendisini ibadete verdiği için hastalığın verdiği acıyı daha az hisseder (Bu onun için büyük bir moral kaynağı olur). Böylece kendisine bir kuvvet gelir. Zira uzuv ve organların kuvveti hastanın kendisini iyi hissetmesine bağlıdır. Bunun ise hastanın iyileşmesinde büyük etkisi vardır. Nitekim uzman doktorlar, zayıf organı kuvvetlendirerek, az çalışanı ise uyararak normal çalışmasına döndürmek için her yola başvururlar. Bazan hastayı sevindirip ferahlatmakla, bazan utandırıp mahcup etmekle ve korkutmakla, bazan da efkârını ve üzüntüsünü gidermek için geçici dünya hayatından sonra ebedî ahiret yurdunda daha mutlu olacağını hatırlatarak, onu daha önemli şeylerle meşgul etmekle tedavi ederler. İşte namazda bütün bunlar, hatta daha fazlası mevcuttur. Çünkü namaz kılan bir kimse (azap âyetlerinde) korkuyu, (rahmet âyetlerinde) ümidi ve (ahiretten haber veren âyetlerde) ahiretin hallerini müşahede eder. Birçok müzmin hastalık bu düşüncelerle şifa bulur. Kısaca namaz Allah’ın izniyle birçok hastalığa şifa olur.

Üçüncüsü, namazın hareketlerinden olan ayakta durmak, rükû yapmak, secde etmek ve oturmak gibi pozisyonlar birçok ekleminin hareket etmesini sağladığından vücut sağlığına büyük yararı vardır. Namazdaki hareketler sindirim sisteminin çalışmasına yardımcı olduğu gibi uzun tutulan secdenin nezleye ve burnun açılmasına faydalı olduğu da bilinmektedir. Diğer taraftan huzur ve huşu içinde ifa edilen namaz, birçok keder ve üzüntünün giderilmesine, evham ve zararlı kuruntuların dağıtılmasına, pis düşüncelerin ve kötü emellerin son bulmasına, öfke ateşinin sönmesine, manevi huzur ve gönül rahatlığına vesile olmaktadır.[83]

Namaz, Toplumu Birbirine Kaynaştırır

Namaz sadece ferdî boyutu olan bir ibadet değildir. Cemaatle kılınan farz namazlarla bayram namazlarının ırk, renk, dil ve sosyal statü ayrımı gözetmeksizin, her sınıf insanı bir araya getirerek Cenâb-ı Hakk’a kullukta aynı safta toplaması bunun en güzel kanıtıdır. Çünkü namazların cemaatle kılınması toplumda eşitlik ve İslâmî kardeşlik duygularını pekiştirir. Kimsenin kimseden üstün olmadığını, gerçek üstünlüğün ancak takva ile mümkün olduğunu ortaya koyar.

Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] namazı cemaatle kılmanın önemine işaret ederek,

“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederek söylüyorum, içimden öyle geçiyor ki, odun toplamayı emredeyim, odun yığılsın. Sonra namazı emredeyim, ezan okunsun. Daha sonra bir adama cemaate imam olmasını emredeyim. En sonunda cemaate gelmeyen adamlara gidip onlar içindeyken evlerini yakayım”[84] buyurmuştur.

Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem] cemaatle namaz kılmaya bu kadar önem vermiştir. Çünkü namaz ile bir araya gelen müminler, birbirlerinin hal ve hatırlarını sorarlar. Sıkıntılarını konuşurlar. Sorunları halletmenin yollarını ararlar. Bu şekilde birbirlerinin dertleriyle dertlenir, sıkıntılarına ortak olurlar. En önemlisi Allah’ın yardım ve desteğini üzerlerine çekerler. Bu sebeple Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Allah’ın yardım ve desteği cemaattedir”[85] buyurmuştur.

İşte bir toplumun bütünleşip kaynaşmasının en güzel yolu beş vakit namazı cemaatle kılmalarından geçmektedir.

Hâtem-i Esam bir sözünde,

“Bir vakit cemaat ile namazı kaçırdığımda yalnız Ebû İshak Buhârî bana taziyeye geldi. Eğer bir çocuğum ölseydi en az beni yirmi bin kişi taziyeye gelirdi. Çünkü insanlar nezdinde dinî musibet dünyevî felaketten daha önemsizdir” demiştir.[86]

Namaz, Cennetin Anahtarıdır

Kıyamet günü müminin hesaba çekileceği ilk amel namazı olacaktır. Namazın hesabını veren bir mümin Allah’ın [celle celâluh] rahmetiyle cennete girecektir. Bu yönüyle namaz cennetin kapısını açan bir anahtar gibidir. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem],

“Namaz cennetin anahtarıdır”[87] buyurmuştur.

Şu halde namaz kılarak cennetin kapısını aralamak gerekir. Zira cennet öyle bir yerdir ki orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelmeyecek nimetler yanında Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahede vardır. Geçici dünya hayatında dahi hayat standartlarının yüksek olmasını isteyen insan bu ebedî nimetlere sahip olmak istemez mi?

Öyleyse Allah’a [celle celâluh] iman etmiş kimseler olarak, O’nun rızasını kazanmak ve cennette cemâlini görmek için namazlarımızı hakkını vererek kılmak durumundayız.

İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu], Mevlânâ Abdülhayy’a yazdığı mektupta İslâm’ın beş temel esasından biri olan namazın önemi hakkında şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ’nın, âyetlerin çoğunda cennete girmeye vesile kıldığı salih ameller ile ne kastedildiği konusunda bir tereddüdüm vardı. Yani bunlarla kastolunan bütün salih ameller midir yoksa bunların bazıları mıdır? Eğer hepsi kastolunuyorsa, bunu yerine getirmek gerçekten çok zordur. Çünkü salih amellerin hepsini yerine getirebilenlerin sayısı çok azdır. Şayet bir kısmı kastolunuyorsa, hangileri olduğu meçhuldür ve belirli değildir. Bu konuda bir tereddüt yaşıyordum.

Sonunda Cenâb-ı Hak inayetiyle bana şunu ilham etti. Salih amellerden maksat, İslâm’ın beş temel esasıdır. Bu beş esas layıkıyla yerine getirilirse kurtuluş ve felah umulur. Çünkü bu beş rükün bizatihi salih ameldir. Kötülük ve günahlara engeldir. Şu âyet-i kerime bu mananın açık delilidir:

 

“Hiç şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar”(Ankebût 29/45).

İnsanın bu beş esası yerine getirmiş olması durumunda şükür görevini de yerine getirmiş olması umulur. Şükür gerçekleşince de azaptan kurtuluş sağlanır.

 

“Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niye azap etsin? Allah şükrün karşılığını veren ve her şeyi bilendir” (Nisa 4/1 47).

O halde, insan bu beş esası yerine getirebilmek, özellikle de dinin direği olan namazı dosdoğru kılabilmek için bütün gücüyle çalışmalıdır. İmkân ölçüsünde, namazın en küçük bir edebini dahi terketmeyi hoş karşılamamalıdır.

Namaz ibadetini tam olarak yerine getiren kişi, İslâm’ın esaslarından büyük bir asla ulaşmış olur. Kurtuluş için sapasağlam ipe tutunarak selâmete çıkmış olur. Allah Sübhânehû başarıya ulaştırandır.[88]


[1]Siraceddin Önlüer, Kalp Alemi, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009,1/163.

[2] Said Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul, 2006, s. 31

[3] Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002, 2/453.

[4] Said Nursi, Sözler, İstanbul 2006, s. 245,

[5] İlgili hadis için bk. Buhârî, Cihad, 46; Müslim, İmân, 10.

[6] bk. Hâkim, Müstedrek, 4/250, 251. 18

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/302.

[8] Atâullah İskenderî, Hikem-i Atâiyye, İstanbul: Semerkand Ya­yınları, 2009, s.181.

[9] Şürünbülâlî, Nûrü’l-izâh, s. 43.

[10] Hasta olan bir kimse, namazda rükû ve secdeyi yapmaya gücü yetmezse, namazını oturduğu halde ve ima ile kılar. Yani, başı ile işaret ederek kılar ve başını secde için rükûdan biraz daha aşağı eğer. (Başı ile ima yapmaktan) âciz olan hastanın, gözü ile kalbi ile kaşı ile ima etmesi caiz olmaz. Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivayette ise, hasta olan kimsenin gözü ile veya kaşı ile imâ etmesi caizdir, İmam Züfer ise, o kimsenin kalbi ile ima etmesini de caiz görmüştür. İmam Şafiî’nin görüşü de bu yöndedir, (bk. İbrahim Halebî, Halebi Sagir, s. 168).

[11] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, 2/194.

[12] Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Münâfikîn, 78, 79; Tirmizî, Salât, 187.

[13] Ebû Davud, Salât, 149; İbn Mâce, Salât, 241; Hâkim, Müstedrek, 1/262.

[14] Ebû Davud, Salât, 9; İbn Mâce, Salât, 233.

[15] Zebîdî, İthâfü’s-Sâde,3/17.

[16] Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, nr. 3611; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 18890.

[17] Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 178.

[18]

[19] Buhârî, İmân, 1,2; Müslim, İmân, 19, 22.

[20] İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 1/207; Şeblencî, Nûrü’l-Ebsâr, s. 30; Abdülmecid Hâni, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 39.

[21] İbn Hacer, el-Askalânî, Fethu’l-Bâri, 2/4.

[22] Nesâî, Nisa 7/62 (nr. 3950).

[23] Ebû Davud, Edeb, 86; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/364; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, nr. 6214.

[24] Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 544.

[25] Havâss-ı hamse olarak bilinen beş şey şunlardır: Basar (görmek), semi’ (işitmek), sem (koklamak), zevk (tatmak) ve lems (dokunmak).

[26] Buhârî, Mevâkîtü’s-Salât, 6; Müslim, Mesâcid, 51.

[27] Ted’îf sözlükte, “bir şeyi çoğaltmak, kat kat yapmak” demektir. Buna göre ted’îf sırrı, elli vakit namazın sevabını beş vakit na­mazda açığa çıkarmaktır.

[28] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 5/154.

[29] Gazâlî, İhya, 1/381.

[30] Gazâlî, İhya, 1/341.

[31] Seyyid Abdülhakim Hüseynî, Sohbetler, İstanbul: Sey-Tac Ya­yınları, 2006.

[32] Taharetten maksat, namazın şartlarından olan hadesten taha­ret ile necasetten taharettir.

[33] 33 Tirmizî, Edeb, 41.

[34] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 3/197; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, 2/12.

[35] Konuyla ilgili hadisler için bk. ibn Mâce, Taharet, 132; Ebû Davud, Libas, 31

[36] Gazâlî, İhya, 1/382.

[37] Burada develerin zekâtı kastedilmektedir. Çünkü 145 deveden itibaren 224′e kadar beşer deve zekât verilir.

[38] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 2/336.

[39] Müslim, Birr ve Sıla, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/484-539.

[40] Sühreverdi, Avârifü’l-Maârif, s. 181.

[41] Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 542; Gazâlî, İhya, 1/351.

[42] Taberânî,   Mu’cemü’l-Kebîr,   17/915;  Taberânî,   Mu’cemü’l-Evsat, nr. 7943; Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 3/222.

[43] Serrâc, el-Lüma’, s. 145.

[44] Peygamber Efendimiz’e iman etmiş müminlerin kalplerini kibirden, riyadan ve her türlü kötülükten temizleme ve ıslah etme özelliği verildiği gibi, onun vârisleri olan Allah dostlarına da bu özellik verilmiştir.

[45] Süyûtî, Câmiu’s-Sagîr, 1/145.

[46] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009,2/381.

[47] Ayakta duramayan kişi oturarak tekbir alabilir.

[48] Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 190.

[49] 49 Gazali, Bidâyetü’l-Hidâye, s. 79.

[50] Müslim, Salât, 38-40; Ebû Davud, Salât, 132; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 1;İbn Mâce, Edeb, 52.

[51] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 1/43.

[52] Remel, tavafın ilk üç şavtında, erkeklerin kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve hızlı yürümesine verilen isimdir.

[53] Cürcâvî, Hikmetü’t-Teşrî ve Felsefetühû, s. 82, 83.

[54] Buhârî, Ezan, 134; Müslim, Salât, 226.

[55] Gazali, Mükâşefetü’l-Kulûb, s. 261

[56] Şa’rânî, Fethu’l-Mübîn, s. 38.

[57] Ebû Davud, Salât, 182; Nesâî, Tatbik, 15. 60

[58] Müslim, Salât, 42

[59] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/376.

[60] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/376.

[61] İlgili hadis için bk. Müslim, Zekât, 53; Mesâcid, 142.

[62] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 5/154.

[63] Ahmed Şahin, Yeni Aile ilmihali, Cihan Yayınları

[64] Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002,3/188-190.

[65] Deylemî, Firdevsü’l-Ahbar, nr. 3611; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl.nr. 18890.

[66] Buhârî, Mevâkîtü’s-Salât, 5; Müslim, İmân, 85; Tirmizî, Salât, 13; Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 1.

[67] Şa’rânî, Fethu’l-Mübln, s. 35.

[68] Tirmizî, Salât, 166.

[69] İlgili hadis için bk. Müslim, Zekât 54.

[70] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbânî, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009,2/70.

[71] İbn Mâce, Zühd, 15.

[72] Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 182; Serrâc, el-Lüma’, s. 143.

[73] Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/206-268.

[74] Said Nursi, Sözler, İstanbul, 2006, s. 26-27.

[75] Müslim, imân, 1,5.

[76] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/447; İbn Hibbân, Sahih, nr. 2560; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 2991.

[77] Buharı, Mevâkîtü’s-Salât, 6; Müslim, Mesâcid, 51.

[78] Buhârî, Hudûd, 27.

[79] Tâdil-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve dü­zenli yapmak demektir.

[80] Müslim, Taharet, 7.

[81] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/497; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 8/134; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 1/266.

[82] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/70.

[83] Sindî, Şerhu Sûnen-i İbn Mâce, 4/98.

[84] Buhârî, Ahkâm, 52.

[85] Ali el-Müttakî, Kentü’l-Ummâl, nr. 1031-1032.

[86] Gazali, ihya, 1/346

[87] Tirmizî, Taharet, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/340.

[88] İmâm-ı Rabbani, Mektûbât-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/376.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

HUTBE DUALARI

Elhamdülillahi rabbil alemin. Essalatü ves selamü ala rasülüna muhammedin  ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Neşhedü en la ilahe illalahü vahdehü la şeriyke leh. Ve neşhedü enne seyyidina muhammedin abduhü ve rasulühü.

Usiykum bi takvallahi ve taatih. İnnellahe meallezinet tekav vellezine hüm muhsinun. Ve kalellahü teala fi kitabihil kerim.

Euzubillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim.

İlgili ayet.

(hutbe) Türkçe metin.

……………..

Ela inne ahsenel kelam ve eblegal nizam. Kelamullahil melikil azizil allam. Kema kalellahü teala fil kelam. Ve iza kuriel kuranu festemiuleh ve ensitu lealleküm turhamun.

Euzubillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim

İnned dine indellahil islam.

……..

Otur

…….

(sessizce) barekkallahu lena ve lekum ve lisairul mü’minine vel mü’minat vel müslimine vel müslimat el ahyaum minhüm vel emvat innehu  semiun karibun mucibut da’vat.

……….

Ayağa kalk

………

Elhamdulillahi hamdel kamiline vesselatu vessalamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Fe kalellahi teala. İnnellahe  ve melaiketehu yusallune alennebiy. Ya eyyühellezine  amenu sallu aleyh. Sallu aleyhi ve sellimu teslima.

(Hafifce)

Salli, barik.

Allahım islama ve müslümanlara yardım eyle. Vatanımızı ve milletimizi her türlü tehlikelere karşı koru. Bize dünyada ve ahirette iyilikler ve güzellikler ihsan eyle. Bizi, anne babanızı ve tüm inananları bağışla. Şüphesiz sen işiten ve duaları kabul edensin.

Euzubillahimineşşeytanirracim.

Bismillahirrahmanirrahim.

İnnallahe ye’muru bil adli vel ihsani ve iyta izil kurba ve yenha anil fahşai vel münker vel bağyi. Yaizukum leallekum tezekkerun.

Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği akrabaya yardım etmeyi emreder. Kötülüğü, çirkinliği ve fahişliği de yasaklar. Böylece düşünüp tutasınız diye öğütler verir.

3 Kasım 2011
Okunma
bosluk

DİNİ BAYRAMLAR VE ADABI

Bilindiği gibi bayram, sevinç ve neşe günü demektir. Öteden beri her milletin birçok millî günleri, tarihî hatıralarını canlandıran bayramları bulunmaktadır. Aynı şekilde bir dine mensup kimselerin de dinî günleri ve dinî bayramları vardır.

Bayramlar, inananlar üzerinde çok müspet tesirler meydana getirir, dinî şuur ve duygularını kuvvetlendirir. İnsanlara yeni bir heyecan ve çalışma zevki kazandırır.

Bayramların, millî ve dinî duyguların, inanışların pekişmesi, taze ve canlı tutulması fonksiyonu yanında, toplumun birlik ve beraberliğini sağlamada ve bunun bireylerin bilincinde yer etmesinde de büyük önemi vardır.

Gerçekten dinî bayramlar, insanlar arasında kaynaşmanın, dostlukları ve ahbaplıkları ilerletmenin bir yolu olarak belli bir öneme sahip oldukları gibi, dinî duygu ve şuurun sosyal hayatta tazelenmesinin de bir vesilesidir.

Dinî Bayramlarımız

İslam Dininde iki büyük bayram vardır. Ramazan ve Kurban Bayramı. Kaynaklarımızda, Ramazan Bayramına “îdu’l-fıtr”, Kurban Bayramına ise, “îdu’l-edhâ” denilmektedir.

Sevgili Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiklerinde, Medinelilerin eğlendikleri iki günleri vardı. Peygamberimiz (s.a.s.);

“Bu günler nedir?” diye sordu” Medineliler;

“Biz câhiliyye döneminden beri bu günlerde eğleniriz” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz;

“Allah, size, o iki gün yerine daha hayırlı iki bayram vermiştir. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramlarıdır” buyurmuştur.

Ramazan ve Kurban bayramları hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. O günden beri kutlana gelen bu iki bayram, Müslüman milletlerin aynı zamanda millî bayramları hâline gelmiştir.

Bayram Günlerini Nasıl Geçirmeliyiz ve Neler Yapmalıyız?

Her iki bayram da bayram namazı ile başlar. Sahabeden Berâ ibn Azib’in naklettiğine göre Hz. Peygamber bu hususu, okuduğu bir bayram hutbesinde şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Bu günümüzde yapacağımız ilk iş namaz kılmamızdır. Sonra döner kurban keseriz. Her kim böyle yaparsa, şüphesiz bizim sünnetimize uygun iş yapmış olur.”

Bayram namazı, biri Ramazan bayramında, diğeri Kurban bayramında olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rek’atlık bir namazdır.

Bayram namazı Hanefî mezhebinde, Cuma namazının vücûb şartlarını taşıyan kimselere vaciptir. Şafii ve Mâlikiler’e göre müekked sünnet, Hanbeliler ‘e göre ise farz-ı kifayedir.

Bayram namazına, mükellef olmayan küçük çocuklarımızı da getirmeli ve onlara da bu manevî havayı teneffüs ettirmeliyiz.

Peygamberimiz (s.a.s.), bayram günleri ve bu günlerin mahiyeti hakkında şöyle buyurmuştur:

Arefe, Kurban ve Teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme, içme günleridir.”

Hadiste açıkça belirtilmektedir ki, bayram günleri yeme, içme ve ikram  günleridir. Bunun için oruç tutmak senenin her gününde caiz olduğu hâlde,

Ramazan Bayramının birinci  günü ile Kurban Bayramının dört gününde tahrîmen mekruhtur.

Bayram günlerinin yeme, içme ve sevinç günleri olması yanında, her birinin ayrı bir anlamı da bulunmaktadır. Ramazan bayramı, bir ay boyunca Allah için tutulan orucun arkasından verilen bir “genel iftar ziyafeti” hükmündedir ve bu anlamından dolayı ona “fıtır bayramı (iftar bayramı)” denilmiştir.

Ramazan bayramının ilk günü bu yönüyle bir aylık Ramazan orucunun iftarı olmaktadır. Böyle toplu iftar gününde oruçlu olmak, Allah’ın sembolik ziyafetine katılmamak anlamına gelir ki, bu doğru bir davranış olmaz.

Allah için kurbanların kesildiği kurban bayramı günleri de ziyafet günleridir. Kurban bayramının Arefe ve bayram günleri, İslâm dünyasının en seçkin günleridir. Çünkü Arefe günü, dünyanın her tarafından gelen hacı adayları Arafat’ta toplanarak Allah’a yönelmekte ve O’ndan af ve bağış dilemektedirler. Arafat, İslâm’ın birlik ve kardeşliğe verdiği önemin bir simgesidir.

Bayram günleri mutlak ibadet günü olmadığı gibi, katıksız eğlenme günü de değildir. Bu iki hususu bir arada toplayan günlerdir.

Bayramları, ibadet ve itaatten tecrit edip, sadece oyun, eğlence, zevk ve safa günü olarak anlamak yanlış olduğu gibi, meşru oyunlardan ve mubah eğlencelerden soyutlayarak sırf bir ibadet ve itaat günü olarak anlamak da hatalıdır. Çünkü insanın manevî varlığı yanında, maddî varlığının da ihtiyacı vardır. İbadet ve itaatlerle ruh, kalp vb. manevî varlığımız tatmin edildiği gibi, çeşitli ikram ve ziyafetlerle, belli ölçüler içinde yapılan meşru oyun ve eğlencelerle de maddî varlığımız tatmin edilmiş olur.

Meşru sınırlar içinde yapılan oyun ve eğlenceler, bayramların özünde mevcuttur. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s.), düğünlerde olduğu gibi, bayramlarda da eğlence ve oyuna karşı çıkmamış, hatta bunu teşvik etmiştir.

Konuya ışık tutacak iki hadisi burada zikredebiliriz:

Hz. Aişe validemiz şöyle anlatır:

“(Kurban bayramının ilk üç günlerinden birinde) Resûlullah (s.a.s.) yanıma geldi, karşımda Buâs ezgilerini def çalarak okuyan iki kız vardı. Yatağına uzanmış ve mübarek yüzünü çevirmişti. Derken içeriye Hz. Ebû Bekir girdi. ‘Bu ne hâl? Allah Resûlü’nün yanında şeytan mizmarı öyle mi? diyerek beni azarladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) ona dönerek; Onlara dokunma ey Ebû Bekr; her milletin bayramı vardır. Bu da bizim bayramımızdır.” buyurdu.

Yine bir bayram günü Hz. Aişe’nin, Habeşlilerin Mescid-i Nebevi’de kalkan mızrak oyunu oynadıkları bir sırada onları seyretmek için izin istemesi üzerine Hz. Peygamber ona izin vermiş ve “Tamam, yeter” deyinceye kadar beraberce bu oyunu seyretmişlerdir.

İslâm dini her konuda itidali (orta yolu) emir ve tavsiye eder. Mü’min olmak, fert ve aileleri mutluluğa götüren meşru yolları tıkayarak, dünyayı zindan hâline getirmek değildir. Anne ve babaya yakışan, bayramları aile ve çevresindekilerle neşe ve zevk içerisinde geçirmeyi gerçekleştirmeye çalışmaktır.

İnanmış, Allah’a gönül vermiş insan, bencil olmaz. Sadece kendisinin ve yakınlarının sağlık ve mutluluğunu değil, bütün Müslüman kardeşlerinin mutluluğunu da düşünür. Bu konuda çaba sarf eder ve dua eder.

“Hz. Peygamber Mescidde iken bir bedevi Mescide girdi, namaz kıldı ve ‘Allah’ım bana ve Muhammed’e rahmet et, başkasına değil’ şeklinde dua etti. Hz. Peygamber, bedeviye; Allah’ın geniş olan rahmetini daralttın…” buyurarak onu uyardı.

Merhamet insan kalbinin merhemidir. Sevgi ve saygı duygusundan uzak kimseler, katı yürekli olmanın yolunu tutmuşlar demektir. Bu duruma düşenler derhal bundan kurtuluş çarelerini aramaya koyulmalıdırlar.

Peygamberimiz (s.a.s.)’e bir sahabî gelerek kalbinin katılaştığını hissettiğinden şikayet etti. Peygamberimiz ona;

“Kalbinin yumuşamasını istiyorsan, yoksulları doyur ve yetim başını okşa” buyurdu.

İnsanımızın kemal derecesini bulması için bayramlarda yapacağımız en önemli işlerden biri de yetim, kimsesiz ve yoksullarla ilgilenmek, onlara maddî-manevî destek olarak, kendilerine yalnızlıklarını hissettirmemektir. Yetim ve kimsesizlere hep acınır, ama hiç unutmayalım ki onlar, bizler için bu top­lumda Allah rızasını kazanmamıza vesile olacak birer can simididir.

Kadın sahabîler arasında kocası öldükten sonra sadece yetim kalan çocuklarını büyütmek ve yetiştirmek için evlenmeyen güzel ve iffetli bir hanıma işaretle bir hadis-i şerifte,

“Ben ve bu yanakları çökmüş (fedakâr) hanım kıyamet günü cennette şu iki parmağım gibi yan yana beraber olacağız.”  buyurulmuştur.

Bayram günleri barış ve sevinç günleridir. Dargınlık dinen yasaktır. Elbette bir arada yaşayan aile ve toplum fertleri arasında anlaşmazlıklar, sürtüşme ve tartışmalar olabilir. Bu gayet normaldir. Ama bunları dargınlık safhasına vardırmamak gerekir. Bilhassa yakınlar, sıla-i rahim denilen ziyaret bağı ile aradaki bağlarını kuvvetlendirmelidirler.

Hz. Peygamber, mü’minlerin üç günden fazla dargın durmalarının uygun olmadığını belirterek şöyle buyurmuşlardır:

“Bir Müslümanın diğer müslümana üç günden fazla dargın durması helâl olmaz.”

Akraba ve komşulara iyilik etmek ve onlarla iyi geçinmek Rabbimizin tavsiyesidir. O, bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Allah ‘a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, eliniz altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 4/36)

Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarım ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.” (isrâ, 17/26-27)

Cenab-ı Hak, yakınlarla ilgiyi kesenlerin ahirette cezaya çarptırılacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:

Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lanet, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır.” (Ra’d, 13/25)

İntikam almak dinimize göre haramdır. İnsanı bu noktaya getirecek kin, nefret, haset ve benzeri duygular yasaklanmıştır. Müslümanın, imana, sevgi ve saygıya yataklık etmesi gereken ve ancak bu şekilde iyi ve doğruya giden yolu aydınlatabilecek olan kalbi, bu kötü ve çirkin duygularla doldurulursa manevî fonksiyonunu icra edemez. Sahibine ışık tutamaz. Bunun içindir ki, intikam alma imkânı varken bağış yolunu tutmak büyüklüğün ta kendisidir ve Allah katında çok makbul bir harekettir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim, bu hususa şu ayetle işaret etmektedir:

“Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zalimleri sevmez.” (Şûra, 42/40)

Daima af yolunu tutmak, mü’minin başta gelen özellikleri arasında sayılır. Bu konuda yine Kur’an-ı Kerim’ de şöyle buyurulur:

“Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199)

Bu ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber, ayetin açıklamasını Cebrail’e sormuş, o da şöyle cevap vermiştir:

“Allah, sana zulmedeni ve haksızlık edeni affetmeni, sana vermeyene vermeni, sana gelmeyene gitmeni” emretmektedir.

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de, iyilik ve takvada yardımlaşmayı, günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmamayı emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“…İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlasın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın..”(Mâide, 5/2)

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim kurtuluşun, ancak Allah’a ibadet etmekte ve hayır işlemekte olduğunu bildirmektedir. Konu ile ilgili bir ayet-i kerime şöyledir:

“Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Hacc, 22/77)

Bayram   gecesi   ve    günlerinde    aşağıda   sayılan    şeylerin   yapılması müstahaptır, sevap kazanmaya vesiledir:

a)→ Bayram gecelerini dua ve ibadetle ihya etmek, kaza namazı kılmak, Kur’an-ı Kerim okumak, Allah Teala’dan af ve mağfiret dilemek. Çünkü duaların makbul olduğu gecelerden birisi de bayram geceleridir. Nitekim Peygamberimiz (s. a. s.) şöyle buyurmuşlardır:

“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevabını ümit ederek ibadetle geçiren kimsenin kalbi, kalplerin öldüğü gün ölmez.”

b)→ Bayram sabahı erken kalkarak yıkanıp temizlendikten sonra namaza gitmek.

c)     Güzel kokular sürünmek, temiz ve yeni elbiseler giyinmek.

d)    Gücü yetiyorsa namaza yürüyerek gitmek ve giderken yolda tekbir getirmek; güler yüzlü ve sevinçli görünmek, yoksullara çokça sadaka vermek, çoluk çocuğuna bolluk göstermek.

e)     Ramazan bayramında, namazdan önce bir şeyler yemek; Kurban bayramında ise, kurban kesecekse, kurban etinden yiyinceye kadar bir şey yiyip içmemek.

Bayram günlerinde annemizin-babamızın ellerini öpüp hayır dualarını almalıyız. Dinimizde Allah’a ibadetten sonra anne ve babaya saygı ve iyilik emredilmiş, onlara karşı “öf” bile demek yasaklanmıştır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur:

“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsrâ, 17/23-24)

Akraba ve komşularla tebrikleşerek, karşılıklı sevgi ve saygı duyguları aktarılmalı, karşılaştığımız herkesle selamlaşarak tebrikleşmeliyiz. Tanıdıklarımızı ziyaret ederek hatırlarını sormalı ve gönüllerini almalıyız. Hastanelerde;’ ve   evlerde   yatan   hastaları   ziyaret   etmeli,   şifâ   dileklerimizi   sunmalıyız. Yetimlerin ve kimsesiz çocukların başını okşamalı, onlara anne ve baba gibi davranmalıyız. Çevremizdeki yoksullara ve bakıma muhtaç çocuklara yardım ellerimizi uzatmalı, onların da bayram sevinci yaşamalarını sağlamalıyız. Bizden hayır dua bekleyen ölülerimize dua etmeli, ruhları için hayır ve hasenatta bulunmalıyız. Tanıdıklarımızdan dargın olanları barıştırmaya çalışmalı ve aralarını bulmalıyız. Çocuklara hediyeler dağıtmalı ve onları sevindirmeliyiz.

Bayram günleri sevinç günleridir. Bu günlerde sevinçli ve güler yüzlü olmak tavsiye edilmiştir. Ashâb-ı kiramdan Ebû Zer, Peygamberimizin kendisine bu konuda şu tavsiyede bulunduğunu rivayet eder:

“Kardeşini güler yüzle karşılamak gibi en ufak bir iyilik dahi olsa onu hor görme.”

Her zaman olduğu gibi bayram günlerinde de, İslâm’ın emrettiği şekilde, çevremizdeki insanlara iyi davranmalı, incitici ve zarar verici davranışlardan sakınmalıyız.

Bayramların toplum hayatına etkisi

Bayramların toplum hayatında üstün bir yeri ve değeri vardır. Bayram günlerinde akraba ve komşularımızla olan ilişkilerimiz kuvvetlenir, birlik ve kardeşliğimiz güçlenir. Bayram sabahı camilerimizi dolduran Müslümanların hep birlikte ve içtenlikle yüce Allah’a yönelmeleri, O’ndan af ve bağış dilemeleri ayrı bir önem taşır. Çünkü böyle bir amaçla bir araya gelen, aynı iman ve heyecanı taşıyan toplulukları yüce Allah’ın rahmeti kuşatır ve onları affeder.

İbadetler insan üzerinde müspet tesirler bırakır. Hele bu, Ramazan ayına mahsus oruç, teravih, zekât, sadaka-i fıtr; fedakârlığın sembolü kurban… gibi ibadetler olursa, bunların etkisini toplumun her kesiminde görmek mümkündür. Toplum, bayrama girerken kendisinin dinî yönden güçlenmesini engelleyecek gaflet perdesini yırtmalı, yeni bir aksiyon kazanmalıdır. Bayramda ve bayram sonrasında “benim” diyebildiği yegâne iki nimeti, sağlık ve zamanını iyi değerlendirme şuuruna ermelidir.

Sonuç

Bayram günlerinde toplum şuuru bütünleşir. Toplum fertleri birbirleriyle sevişip kaynaşır. Hayatın bitmek tükenmek bilmeyen sıkıntıları içinde bunalan, bitkin ve yorgun hâle gelen insanları bayramlar dinçleştirir. Ve çalışma azimlerini artırır.

Bayramlar, sosyal dayanışma ve barış şuurunun fertlere kuvvetle hâkim olduğu günlerdir. Dargınların kucaklaşması, aralarında kin, nefret bulunan kabile, aile ve şahısların, düşmanlık ve husûmet duygularının sevgiye dönüşmesi, küçüklerin büyüklere saygı, büyüklerin küçüklere sevgi göstermesi, hastaların ziyaret edilmesi, verilecek küçük hediyelerle çocukların gönüllerinin alınması, hısım ve akrabanın bir kere daha yeniden kaynaşması, genellikle bayram günlerinde mümkün olmaktadır. Bütün bunlar, toplumu oluşturan fertleri birbirleriyle kaynaştırarak millî birliğin sağlanmasında ve toplumu rahatsız eden ayrılık ve düşmanlıkların yok olmasında etkili olan hususlardır.

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

MAKULÜN ZİNCİRLERİ; DİNİN HOŞGÖRÜSÜ

Sevgili Okurlar,

Başıma gelenleri sormayın. Dil konusunu biraz kaşıyınca başıma neler geldi neler. İşbirlikçi, hain v.s. Büyük iltifatlar bunlar. Zevkle dinledim.

Bizlerin inançlı bir ilim adamı olarak hür fikirli, herkesi kucaklayan insanlar olmamız beklenmelidir. Toplumun bir kesimini ikinci sınıf vatandaş olarak göremeyiz. Bizler her fikri tartışmaya açmaktan da korkmayız. Bizim demokratlığımızı korkularımız belirlemez. İnanç ve adaletimiz belirler. Aklı selimimizi en üst düzeyde tutamazsak sizlere nasıl yol ve yön gösterebiliriz?

Bizim de sizler gibi bu ülkeyi sevdiğimizden şüphe edilmemesi gerekir. Sadece önerdiğimiz yöntemler değişiktir. Ben başka türlü sevebilirim. Kimisi döverek sever, kimisi söverek. Bir çocuğu kucağınızda da tutabilirsiniz, elinden tutarak da yürüyebilirsiniz. Siz sürekli kucağımda dursun ve bağırmasın diyorsunuz. Halbuki o sıkılıyor. Oysa ben; o sıkılmıştır, bırak biraz gezsin dolaşsın gene gelir diyorum,  o kadar. Önemli olan maneviyatta bağlı olmak yani sevgi, kabul ve senin caydırıcı gücün etkisiyle bağlı olmaktır. İnsan ve toplumun sosyolojik yapısını tanımayanın, artık korkuları devrededir. Lütfen şuraya bakın:

 

Osmanlı Örneği

 

Osmanlı, emrindeki bütün memleket halklarını din, dil, ırk, kültür, hatta hukukun alt bölümlerinde serbest bıraktı. “Mecelle” alt hukukta bazı serbestiyetler tanımıştı. Makul bir vergi ile adaleti tam uyguladı ve vali tayin etti o kadar. Ama güçlüydü. O korkutuyordu. Gelişmiş olduğu dönemde kırk beylerbeyliği vardı. Üç kıtada at koşturuyordu.  16. ve 17. yüzyıllarda ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı (ve 1553′te Fas kıyıları’na) doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi‘ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna‘nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen‘e kadar uzanıyordu.

İnişli çıkışlı da olsa bu hakimiyet, altı yüz sene sürdü. İşte bu serbestiyetler, düşük vergi ve adalet olmasa idi bu kadar halkları bir arada tutabilir miydi? Ne zaman ki, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ulus devletler ortaya çıktı, halklar uyandılar, o zaman artık tutamaz oldu. Doğal sınırlara ulaşmış ve halkı da bozulmuştu. İbni Haldun: “ülkeler canlı organizmalar gibidirler, doğar gelişir ve ölürler” der. Kuran’da da “her ümmete bir ömür biçildiği” belirtilir.

Biz Osmanlı’yı körü körüne taklit edelim demiyoruz. Aklı selimi tecrübeye vuruyor, sorguluyor ve bir yararlı sonuç elde etmeye çalışıyoruz.

Her lisan ilahidir, Allah vergisidir. İcat değil, vahyen verilmiştir.

Dil bir ülkeyi millet yapan temel iletişim unsurudur. Halk bütün kültürünü ona yükler. Onunla gelecek nesillerine birikimlerini aktarır. Hz. Adem a.s. yaklaşık bin lisan bilirdi ve bunu bütün çocuklarına bunları ayrı ayrı öğretti. Yani lisan, insanların birilerinin bir vadide değerlerinin diğer vadide önce işaretle sonra bazı simgelerle sonra da seslere yükledikleri anlamla oluşturdukları bir kültür değildir. Bu materyalist bir görüştür. Bunu kabul edemeyiz. Alak suresinin ilk beş ayetini iyi incelemek gerekir. “Allah insana bilmediğini öğretti” ayeti çerçevesinde bunu düşünmeli. Rahman suresinde ise “Allah insana konuşmayı (beyanı) öğretti” buyurdu. Bu ne demek?Lisansız bir konuşma olabilir mi?

Kültür değişmelerinde asla devrim yapılamaz.

Cumhuriyetin hedeflerinden biri de Osmanlı’dan gelen Türk – İslam sentezini inkar edip, onu Batı medeniyetine katmaktı. Yani özneden nesneye. Geçmişle bağların kesilmesi için dil öylesine bir hızla  değiştirildi ki dede – baba – torun birbirinden koptu ve geçmiş geleceğe bir şey veremez oldu ve arabesk bir toplum ortaya çıktı. Bunun gerekçesi ise “hakiki Türkçe’ye dönüyoruz” gibi yaldızlı fakat  ülkeyi, halkı nereye götüreceği bilinmeyen bir slogandı. Duygusal Arapça düşmanlığı Türkçe’yi kısırlaştırdı. Şimdi ise, lisanımızı batı kelimeleri işgal ediyor, değişen ne?

Benzer bir durum Çin’de de yaşandı. Mao kültürel bir devrimle seküler bir konfüçyüzmi (neo konfüçyizm) uygulamak istedi fakat başarılı olamadı. Çünkü çok güçlü ve oturmuş bir medeniyetleri vardı. Halk havza şeklinde medeniyetlerini devam ettirmiştir. Kendi medeniyetlerinin disiplini ile kapitalizmin ekonomik artılarını birleştirerek dünya ekonomisinde ciddi şekilde küresel bir özne oluşturdu.

Kendi kültürlerini koruyarak Batı’nın ekonomik kurallarını alıp kullanan Çin’in başarısını biz ülke olarak gösteremedik. Ülkemizin bunu aşamamasında kültürel olarak tercihlerini yanlış kullanmasının rolü vardır.

Dinin Demokratlığı

Hz. Peygamber’in 622 yılında en rahat ve güçlü olduğu bir dönemde, zorlamayla değil, serbest iradeyle; Yahudiler, paganlar ve Müslümanlar arasında yaptığı ilk yazılı anayasa kabul edilen “Medine Sözleşmesi” ile 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin konu ile ilgili sadece bir kaç  boyutuna sosyolojik olarak değiniyoruz:

Makul kelimesi Medine Sözleşmesi’nde çok geçer ve bir uzlaşıyı ifade eder. Ben bu kelimeyi çok severim. İyi bir rehberdir, kişiyi dayatmadan, adalete getirir.

 

Medine Sözleşmesi Çok Hukuklu Sistemin Temellerini Atıyor

Medine Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, farklı hukuklara ve inançlara saygı göstermektedir. “Herkesin dini kendisine” algısıyla farklı dindeki insanlara empati yapılmaktadır. Medine Sözleşmesinde “Benim gibi yaşayacaksın, benim gibi düşünmeyen tehdittir” yorumlaması görülmez. İnsan Hakları Beyannamesinde bile bu husus bu kadar açık ifade edilmemektedir.

Medine Sözleşmesi Tek Tip İnsana Karşı Çıkıyor

Geleneksel hukuklara ve geleneksel birikimlere saygı gösterildi. Bu kural da bize Medine Sözleşmesinin tek tip hukuk ve tek tip insan oluşturma çabasının olmadığını gösterir. Her kavmi olduğu gibi kabul etmekte ama bir kamu düzenini oluşturmayı hedeflemektedir.

“Genel düzeni bozmadığı sürece herkes kendi içersinde özgür hareket edebilir” anlayışının bu sözleşmede bulunması, çağının çok ötesinde bir anlaşma ve vahiy kaynaklı olduğuna delil olarak gösterilebilir.

Başka bir maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri kendilerine” şeklinde açıklama vardır. Bu madde de çağın çok ilerisinde bir yaklaşımdır. Kendinden olmayanı düşman ve tehdit olarak gören ve yok etmeye çalışan, tek tip insan yetiştiren kültür, 20. yüzyılın ideolojisidir.

20 Yüzyılda Tek Tip Kişilik

Hangtinton’un kültürler savaşı teorisine göre batı medeniyeti üstün ırk, diğerleri ise değişip batıya benzemesi gereken ötekiler olarak kabul edilir. Beyaz Anglo Sakson Protestan (WASP) ırk özne olmuş, dünya da özne olmayı terk edip nesne olmuştur. Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir.

Cumhuriyetin başında kendi kültürel benliğini bırakan Türk milleti özne olmaktan vazgeçerek batıya nesne olan ve onu taklit eden kültür haline geldi. Devletin resmî ideolojisi, “batı kültürüne benzemek modernliktir; benzememek gericiliktir” tarzında sunuldu. Fakat bu kimlik halkla doku uyuşmazlı­ğı yaşadığı için toplum kabul etmemiştir. Bir tarafı doğu diğer tarafı batı olan karışık bir kimlik.? Bu durum kültür politikalarında devrim olmayacağını gösterdi. Bu günkü sıkıntıların kaynağı bunlardır.

SONUÇ

Din, dilin Molla Kasım’ıdır.

Hürriyetler adaleti, adalet de bağlılığı getirir, geri döner. İşte huzur ve barışı, demokratlığı yine din öneriyor. Bu;Üzerinde düşünülmesi gereken bir “makuliyet” olmalıdır.

Demokratlığınızın sınırını korkularınız mı belirliyor?

Yoksa inanç ve adalet aşkınız mı?

İşte bu, sizin hem insanlığınızın ölçüsü, ve hem de imanınızın ölçüsü olacaktır.

Meydan sizin!..

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

NE GÜLÜYORSUN? ANLATTIĞIM SENİN HİKAYEN!…

“Hayat o kadar güzel, alınacak zevkler öylesine çok ki, insanın ölesi gelmiyor. İnsanoğlunun rüyası ölümü öldürmektir. Öykülerimiz, romanlarımız, şarkılarımız, şiirlerimiz bundan bahseder, bu özlemle doludur.”  Neden?…

Yakın geçmişte vefat eden ünlü İtalyan aktör Marcello Mastroianni’ye sağlığında: “Hayatınızda esefle karşıladığınız bir olay var mı ?” diye sorulduğunda : “Evet var, insanın ölmek zorunda olması” diye cevaplamıştır.

Yeni Yüzyıl Gazetesinin 23.12.1996 tarihli sayısındaki yazısında  Gülay GÖKTÜRK:

 “çevremdeki insanların “ölümlü oldukları” gerçeğini unutabilmelerine, bu korkunç gerçek yokmuşçasına yaşayabilmelerine şaşıyorum. Böyle bir kaçınılmazlık, çaresizlik karşısında ve bir geri sayım duygusu içinde, akıl sağlığımızı nasıl koruyabildiğimizi, bu “gerçeği” unutarak nasıl varolabildiğimizi anlayamıyorum.

Ölüm denen gerçeğin korkunçluğuyla daha dokuz-on yaşında bir çocukken tanıştım. Anneannem sık sık elimi tutar ve ‘ben ölünce beni hatırlayacak mısın?’  diye ağlardı. O zamanlar onun için çok üzülür ve ‘iyi ki ben henüz çocuğum ve iyi ki annem ve babam henüz çok gençler’ diye sevinirdim. Yaşamak zorunda olduğum acıların çok uzakta oluşunu düşünüp içimi rahatlatmaya çalışırdım.

O yıllardan beri, tıbbın  yaşlılık ve hastalıklar karşısında kazandığı zaferlerin sevincini ta içimde duydum. Ortalama insan ömrünün yüz yıla, yüz elli yıla çıkacağı günlerin hayaliyle avundum. Bilimin ölüm karşısında kazandığı her mevzide sevdiklerime ve kendime, ‘ha gayret, sıkın dişinizi’ diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.” 

Bu sözler aslında ne anlama geliyor?

Vatan Gazetesinin 16.06.2004 tarihli nüshasında İzmir Belediye Başkanının vefatı sebebiyle  Zülfü Livaneli:

“Ahmet Piriştina’nın ölüm haberini alınca vurgun yemiş gibi olduk hepimiz. İnsan hayatının anlamsızlığı, her şeyin bir saniyede yok olup gidebileceği bilinci bir kez daha şamar gibi indi yüzümüze. Onca birikim, onca çaba, onca başarı hiçbir işe yaramıyor.

Herkes, içinde zamanı ayarlanmış bir saatli bomba ile dolaşıyor ve bu vadeyi bilmediği için de gülüyor, kavga ediyor, hırslara kapılıyor, gelecek planları yapıyor ve sonra ya göğüste bir sızı, ya sol kolda bir ağırlaşma; sonra… Hiçlik!”

Bu cümleler insanın hangi özlemini tercüme ediyor?

Ölünce dini bir tören yapılmamasını ve Müslüman mezarlığa gömülmemesini vasiyet eden yazar  Aziz NESİN: “İnsan insanı öldürmesin, ister kaza, ister cinayet; insanlar insanları öldürmesin ne savaşta ne barışta; Devlet insanı öldürmesin ister yasal, ister yasadışı; insan kendini öldürmesin ister birden, ister yavaş yavaş; insan kendiliğinden de ölmesin ister hastalıktan, ister yaşlılıktan; anladığım onca şey var ki dünyada, ama en anlamadığım ölmek”

Bu şiir insanın hangi gerçeğe isyanını anlatıyor?

 

Tito’ nun İtirafları

Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu davasında şöhreti yurt dışına taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, daha sonra İslam’la müşerref olarak Hakk’a rücü etmişti.

Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde Salih Gökkaya “Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı” sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun şeref misafiri olarak Belgrad’a gitmişti.

Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito’yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin büyük bir pişmanlık içinde:

“Yoldaş, ben ölüyorum   artık… Ölümün ne derece korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler bunu anlayamazsınız. Düşünün ölmek, yok olmak… Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş… İşte bu çıldırtıyor beni… Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak… Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek… Ne korkunç bir şey anlamıyor musunuz?

Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana… Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?

 Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.

İtiraf etmek zorundayım.

Ben Allah’a, Peygambere ve Ahiret’e inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır… Bence ölüm de son olmamalıdır, mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette. Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı… Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı.  Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi…Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!”

Bu itiraflar, hangi pişmanlığı haykırıyor?

Saçı ağaran bir insanın saçlarını boyatması, yüzü kırışanların estetik ile gerdirmesi, insanın ayrılıklardan hüzünlenmesi, ölümün ardından damlayan göz yaşları…

Bütün bunlar aslında her insanın   “ölümsüzlük özlemini”;  insanın beka için yaratıldığını ve bekayı aradığını göstermiyor mu?

İnsan yaratılışının bir gerçeği olan bu özlemin ve arayışın hiçbir anlamı yok mu?

Bediüzzaman, fani olan insanoğlunun  bu baki ve devamlı bir hayat  özleminin anlamını, “O vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”  karşılığını vererek  açıklıyor.

İşte, insanoğlunun bu en derin yarası olan ölümün ne anlama geldiğini bilmüşahede tespit eden Bediüzzaman’ın  bu konudaki düşünceleri:

İnsan kainatın ekser envaına muhtaç ve alakadardır. İhtiyaçları alemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış…Bir çiçeği istediği gibi koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedi Cenneti de arzu eder. Başka bir şehirde duran bir dostunu bir sevdiğini ziyaret etmek için o şehrin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, Ahiret’e göçmüş olan yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek için koca dünyanın kapısını kapayacak ve Ahiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp Ahiret’i yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlak’ın dergahına ilticaya muhtaçtır.

İnsanın fıtratında ebede uzanıp giden arzular, emeller; kainatı kuşatan tasavvurlar ve fikirler, ebedi ve daimi  bir mutluluk isteyen fıtri istidatlar vardır. Evet dünyada ne varsa numuneleri insanın fıtratında dercedilmiş. İnsan umum onlara karşı alakadardır. Onlar için çalışır, çalıştırır. İhtiyaç dairesi hayal dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hatta hayal nereye gitse ihtiyaç da oraya gider. Halbuki, iktidar dairesi, insanın elinin dairesi kadar dar ve kısadır. Demek insan, görmek, duymak, yürümek v.s. gibi istidatları ile ana rahmine sığmayan ve o istidatlarla bu dünya hayatına namzet bir çocuk gibi, gelenlerin az durup çabuk gittiği şu misafirhane-i dünyaya, arzu, emel, tasavvurat ve fikirleriyle sığmıyor.

Buna karşılık büyük bir zaaf ve acz ile beraber, hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve düşmanlarıyla birlikte gayet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi altında gayet dağdağalı bir hayat, mütemadiyen zeval ve firak tokatları içinde ebedi zulümat kapısı zannedilen kabre ve mezaristana bakıyor, bir bir ve taife taife oraya atılıyor. Evet, ölüm o kadar kati ve zahir ki, bu gündüzün gecesi ve bu yazın kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Çünkü, madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor, mütemadiyen birbiri arkasına gelenler oraya girip kayboluyorlar. Her tarafta, her gün ve her saat etrafta duyulan ölüm ve vefiyatlar, musibet ve hastalıklar o dehşetli elim elemi deşiyor ve ölümü ihtar edip devamına şahadet ediyorlar ve biçare insanların başına sevdiklerinden ayrılma tokatları ve her an o tokadı  ensesinde hissetme  tedirginliği içinde acıklı ve elemli bir hayat altında dünyayı bir matemhaneye çeviriyor. Mahbubatın güzellik ve  cemalleri üstündeki fanilik, geçicilik  damgası o insana  sevdiği ve bağlandığı  şeyler  adedince manevi ıstıraplar çektiriyor. 

Madem kabir var ve herkes ister istemez oraya girecek. Elbette bu ecel celladının elinden  ve tek başına kabir hapsinden kurtulmak  çaresi  varsa her insanın en büyük ve her şeyin üstünde bir endişesi, bir meselesi budur…Yine madem ki, her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya aşıktır ve eğer insan sevdiğine  beka vehmi ile  bakmazsa, ona muhabbet edemez; elbette hayattan alacağı bütün lezzet ve mutluluk bekaya tabi olacaktır.

Öyleyse, eğer bu fani ömrü, baki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkün ise, elbette insaniyeti sükut etmemiş her insan, o çareyi arayacak ve o imkanı bilfiile çevirmeye çalışacak ve bunu kazanmaya uygun şekilde hareket edecektir.

 İşte tasvir ettiğimiz  bu dehşetli vaziyet ile  karşı karşıya bulunan her bir insan, ayrılığa feryatlar ve ölenlerin ardından ağlamalar lisanı ile şu iki suali soruyor ve o çareyi arıyor;

 

-“Madem her şey elimizden çıkacak, fani olup kaybolacak, bakiye tebdil edip, bakileştirmek  çaresi yok mu?”

 

-“Azim bir kervan ve büyük bir kafile gibi mazi derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrası olan şu dünyada misafir olup, istikbalin yüksek  mezaristanına müteveccihen yürüyen, kafile kafile ve  müteselsilen kabristan sahillerine dökülen şu ACİP VE GARİP MAHLUKLAR KİMLERDİR? NEREDEN GELİYORLAR? NEREYE GİDİYORLAR?…”

İnsan zayıftır, belaları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyade; acizdir, hayat yükü çok ağır; sermayesi ihtiyardan yalnız bir saç gibi cüz-i bir cüz-i ihtiyari ve iktidardan küçük bir kesb (Kar) ve hayattan çabuk söner bir şule ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. Hem geçmişten gelen elemler, gelecekten gelen endişeler ile her bir insanın hayatı cidden acılaşıyor, bozuluyor. Çünkü, geçmişe bakan her bir insan görür ki, daha dünkü gün pederinin kabri ve geçmiş zaman ise atalarının bir mezar-ı  ekberi suretinde görünüyor. Geleceğe bakar görür ki, belki yarın kendisinin kabri ve  istikbal ise emsalinin ve gelecek  nesillerin boşalacağı büyük bir mezaristan suretinde görünüyor. Geçmiş ve gelecekten duyduğu elem ve endişe ile ömür ağacının başına bakar  görür ki, tek bir meyvesi var, o da cisminin cenazesidir. Ondan aldığı vahşetle hayat yolunun sonuna bakar, görür ki kabir ağzını açmış bir vaziyette onu bekliyor. Hazır güne bakar görür ki, dünya bir hapishane, ecel peşinde bir cellat, kabir gözü önünde bir darağacı olup, insan ise, bu hapishanede ecel celladı her an gelebilir ve başını kesebilir bir vaziyette bulunuyor. Arkasına bakar esassız, fani bir  dünya hiçlik derelerinde ve yokluk karanlıklarında yuvarlanıp gidiyor. Zaman, güya bir tabuttur ki ölüme doğru hareket halindeki  cisminin cenazesini taşıyor.

İşte insan böyle aciz, zaif ve biçaredir. Halbuki insanın fıtratında bekaya karşı gayet şiddetli bir aşk var. Bitmez bir ömür ister, sönmez bir gençlik arzu eder, her sevdiği şeyde önce bir nevi  hayali ve vehmi  bir beka düşünür, sonra sever, tam bağlanır. Halbuki sevdiği ve bağlandığı dünya ve ömür ve hayat durmuyorlar; saniye, dakika, saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar. Zahire müptela olan akıl, şu keşmekeş kainatta bağlandığı şeylerin  ne vakit yok oluşunu düşünse veya görse, derinden derine feryat ediyor ve bu yok oluş veya ayrılıktan gelen elemlerle ağlamaya başlıyor. Görüyor veya düşünüyor ki, koskoca zannettiği bir ömür fenada defin olunuyor, gömülüyor. Sevdiği ve bağlandığı her fani ve zail zeval ufkunda gurup ediyor, batıyor. Koparmak için elini uzattığı her fani şey, ayrılık ve son bulma dikenleriyle dikenlenmiş. Kavuşmanın lezzetini, ayrılığın   elemi imha ediyor. Çünkü, elemin son bulması lezzet olduğu gibi, lezzetin son bulması dahi elemdir. Lezzetin son bulacağını  tasavvur dahi elemdir. Demek dünyanın lezzetleri zehirli bir bala benzer. Lezzeti nispetinde  elemi de içinde taşıyor. Bütün ayrılıklardan gelen feryatlar insandaki bekaya olan aşktan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Ölümün ardından damlayan gözyaşları, daimi bir hayat isteyişin cisimleşmiş bir ifadesidir.

Bu mutlak vaziyet ile karşı karşıya bulunan insana;

İnkara davet eden felsefe der:  “İnsan tesadüfen vücut bulmuş bir varlıktır. Ölüm ile yok olacaktır. Hem bu dehşetli vaziyetleri ve ölümü düşünme, iç, aklını iptal et, unutmaya çalış. Hem herkes ölecek…Tabiidir” der saçmalar saçmalaştırır…

İman der: Ey insan! Hayatın ağır tekliflerini omzuna alıp zahmet çekme…Hayatın faniliğini düşünüp hüzne düşme…Yalnız dünyevi, ehemmiyetsiz neticelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme…Belki o vücut gemindeki hayat makinası Hayyül-Kayyüm’e aittir. Masraf ve levazımatını o tedarik eder. O hayatın pek çok gayeleri ve neticeleri vardır ve O’na aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni gör, ücretini al…

Hem der : Sen bu dünyada misafirsin, bu menzilden ayrıldığın gibi bu şehirden de çıkacaksın. Keza, bu dünyadan da gideceksin. Öyleyse aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu, mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın…

Hem der : Sizlere müjde! Ölüm idam değil, hiçlik değil, inkiraz değil, sönmek, tesadüf, yokluk değil; failsiz bir yok oluş değil, belki bir fail-i Rahim-i Hakim tarafından bir terhistir. Bir failsiz inidam değil, bir tebdil-i mekandır. Ebedi saadet tarafına, asli vatana doğru bir sevkiyattır. Kabrin öbür tarafındaki yüzde doksan dokuz  ahbaba ve sevdiklere kavuşma kapısıdır.

“Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.”

Demek ki, kainatta en büyük hakikat imandır. İmansız bir insan sarayda da olsa kalben ve ruhen zindandadır, bedbahttır. Evet şu perişan dünyada, avare nev’i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hamisiz bir surette; aciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. Cüz’i bir emirden ümitsiz olan ve vehmi ve hayali bir emelden ümidi kesilen ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğrayan ve tatlı hayaller ona acılaşan, şirin vaziyetler azap veren, dünya dar gelen, zindan olan, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun ta esasında dalalet  darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri kesintiye uğrayan ve bütün elemleri ondan neşet eden, dünya bir hapishane, ecel peşinde bir cellat, kabir gözü önünde bir dar ağacı olup, kati olarak bu yolun yolcusu olan bir biçare insana imansız bir hayat hangi saadeti temin edebilir? Böyle bir insan cismen sarayda da olsa, hayatın faniliğinden feryat ederek, ruhu hangi dala yapışsa kırılıp elinde kalmaz mı? Efendiler! Dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit cenazeleriyle “Ölüm vardır” hükmünü imza ediyorlar ve ölümü ihtar edip, devamına şahadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir miyiz? Zevali dünyadan izale edebilir miyiz?  Ve bu şahitleri tekzip edip yalanlayabilir miyiz?

Ey Arkadaş! Eğer inkar eden insan ile iman eden insanın ruh hallerini anlamak istersen şu vereceğim misali iyi oku ve iyi anla:

“Bir tren dehşetli bir gürültü ve süratle ve bağırarak tünelden çıkıp hücum etmesine karşılık, geçeceği yolun bir metre mesafesinde duran altı yaşındaki  bir çocuk, trenin o gürültü ve hücumundan korkarak geri çekilmez. Çünkü bilir ki, bu gürültü ile hücum eden şey dehşetli bir canavar değil, bir trendir. O başıboş değildir; bir nizama ve raylara tabidir. Onu sevk ve idare eden bir makinisti vardır. Bu sebeple, ondan korkmaya, kaçmaya, görünüşteki baskı ve tahakkümüne boyun eğmeye  lüzum yoktur.

Eğer tren hakkındaki bu bilgi ve inanca sahip olan bu çocuğun bulunduğu yer ve zamana, kuvvet, cesaret ve kahramanlıkları ile tarihte meşhur olmuş Herkül ve Zaloğlu Rüstem gibi iki insanın mümkün olsa da ışınlandığını farz etsek, onların zamanında tren bulunmadığından, önce onlar tren tünelini büyük bir canavarın yuvasının deliği zannedeceklerdi. Daha sonra büyük bir gürültü ile dumanlar saçarak delikten çıkıp bağırarak hücum eden treni görünce, o iki kuvvetli, cesur ve kahraman insanın çok korkarak ne kadar kaçacaklarını tahmin edebilirsiniz. Adeta, o meşhur kuvvet, cesaret ve kahramanlıkları mahvolur. O güne kadar hiç görmedikleri trenin görünüşüne bakarak, onu, başıboş, hiçbir güçle karşı konulamayacak korkunç bir vahşi canavar olarak telakki ettiklerinden ve kendilerini de onun tehdidi altında hissettikleri sürece bir korku, dehşet ve tahakküm psikolojisi altında yaşayacaklar ve ondan sakınma ve kurtulmaya dönük bir yaşantı içinde  hürriyetlerini  kaybedeceklerdir.

İşte altı yaşındaki o çocuğa Herkül ve Zaloğlu Rüstem’in gösteremediği  cesareti kazandıran ve onların kaybettiği hürriyeti, ona kaybettirmeyen, onların psikolojik durumunun aksine, korkusuzca ve emniyet içinde olma  hali  kazandıran şey, o çocuğun trenin mahiyeti hakkındaki bilgisi ve onun bir makinistin sevk ve idaresinde, tabi olduğu nizam ve raylardan geçip gideceğine olan inanç ve itikadıdır. Ve o iki kahramanı çok korkutan ve kuvvet, cesaret ve kahramanlıklarını hiçe indirerek, onları zayıf çocuktan daha zayıf bir duruma düşüren şey ise, onların trenin mahiyetini bilmemeleri, intizamına ve sevk ve idare edildiğine ve yolundan geçip gideceğine olan itikatsızlıklarıdır.

Yaşadığımız şu dünya hayatında inkar ve itikatsızlık, meteorlardan yıldızlara, volkanlardan, depremlere, yıldırımlardan, kasırga ve sellere, mikroplardan hastalıklara kadar her şeyi başıboş ve nizamsız, serseri ve tesadüfi olarak algılattığından; itikatsız insanlar, ne kadar cesur ve kuvvetli de olsalar, kendisinin ve sevdiklerinin hayatına ve mutluluğuna karşı hücum vaziyeti alan bu binler düşmanlar karşısında  aynen Herkül ve Rüstem’in  durumuna düşecekler; mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş dolu bir psikoloji ile yaşamaya mahkum olarak, adeta olan veya olması her an muhtemel bir  hadise  karşısında  sürekli titrer bir vaziyette  devamlı surette hürriyetlerini yitireceklerdir.”

İşte insan şu dağdağalı hayatta ve fırtınalı dünyada sahibini bilip teslim olmazsa ruhu ve vicdanı böyle  daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler içinde daralır, sıkılır, boğulur…Ve aklı iptal etmekte ve ruhu oyalamakta teselli bulur. Çünkü, akıl bir alettir ki, yaratanını tanımayan bir insanın başında öyle uğursuz ve taciz eden, sürekli azap veren bir alet olur ki geçmiş zamanın hazin elemlerini ve gelecek zamanın korkulacak hallerini insanın bu biçare başına yükletecek başıboş ve zararlı bir alet derekesine iner. İşte bunun içindir ki fasık  ve itikatsız adam, aklın bu  tacizinden kurtulmak için galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.

Evet, hakiki zevk, elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.

Allah’ı tanıyan ve itaat eden, zindanda da olsa bahtiyardır.

Madem fenlerin ittifakıyla ve ilimlerin şahadetiyle yaratılış ağacının en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlukat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymetlisi insandır. Elbette, insan en güzel surette yaratıldığı ve bütün varlıklar onun hizmetine tahsis ve takdim edildiği ve ona gayet geniş istidat verildiği için en aşağıdan en yukarıya, ferşten arşa, zerreden güneşe dizilmiş olan makamlara, mertebelere, derecelere çıkabilir ve düşebilir bir imtihan meydanına atılmış, nihayetsiz alçalma veya yükselmeye giden iki yol onun önünde  açılmış bir kudret mucizesi ve sanat harikası ve yaratılış neticesi olarak şu dünyaya gönderilmiştir.

Evet! Her insanın başına Ahireti kazanmak veya kaybetmek davası açılmıştır…İnsan bir yolcudur. O yolculuk ise, ruhlar aleminden, ana rahminden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan geçer bir uzun sefer-i imtihandır. Dünya da bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır. Ve vazifesi çok bir misafirdir. Az bir ömürde ebedi bir hayat için lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.

Ey İnsan! Bir harf katipsiz olmaz. Bir iğne ustasız olmaz. Bir resim ressamsız olmaz. Biliyorsun… Nasıl oluyor ki şu muazzam kainat sahipsiz olur?.. Göz sanatı görür de, akıl sanatkarı görmezse bu cidden çok acı…Etrafımızda gördüğümüz şuurkarane işler gösteriyor ki, bu işlerin faili bir fail-i zişuurdur. Baharda bitkilerin ihtiyacı olacak suyu, bahara kadar akıp denizlerde zayi olmaması için gökten kar şeklinde indirip, dereleri dondurarak bloke eden ve bahar ile birlikte eritip bitkileri canlandıran kasıt ve şuuru görebiliyor musunuz? Portakalı C vitamini deposu yapan, en ihtiyaç duyulan kış aylarında olgunlaştıran, dilim dilim yapıp, etrafını –4 dereceye kadar dayanacak şekilde önce beyaz keçe gibi iç kabuk ile, daha sonra da estetik bir dış kabuk ile ambalajlayıp, daha sonra da kabuğun içine ispirto yerleştirerek antifriz koyan, böylece soğuğa karşı mükemmel bir izolasyonu gerçekleştiren; içine de portakal ağacının planını yerleştiren ve dalın ucundan insana uzatan ilim, hikmet, kudret ve  rahmeti görebiliyor musunuz? Üzüm salkımının sapını incelediniz mi? Kolayca koparılabilmesi için düğüm gibi bir bağlantı yeri konulmuş? Bütün bunlar, bir şuur, bir irade, bir bilme ürünü fiiller değil mi? İşte, sadece bu misaller de değil, kainattaki küçük büyük bütün varlıklar incelendiğinde, bu ilim, irade ve kudretin tecellilerini görebiliriz…

Nobel ödülü sahibi Fransız düşünür Prof. Alexis CARREL gibi deriz:

“İnsan ne olduğundan sorumludur. İnsan hayatı ne için yaşıyor? Hayatın manası ve değeri nedir? Var oluşumuza bir anlam bulmaktan vazgeçemeyiz. Bizim ödevimiz hakikatin ne olduğunu bulmaktır. Hayatın manasını araştırmaya  elverişli hiçbir aracı ve yolu ihmal edemeyiz. Akıllı insan, hayatın hakiki gayesini bulup, ona göre yaşamak sanatını bilen insandır.”

Eyvah! Aldandık…Şu dünya hayatını sabit zannettik…O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik…Şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti…Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgar gibi uçar gider…

Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet…Bizi bu çöllerde mahvettirme…Bize burada tattırdığın leziz nimetleri orada ver. Bizi zeval ve teb’id ile tazip etme…Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp yokluğa mahkum etme…(Amin)

          

Ey İnsan! Rızası iyilik ve doğrulukta olan, her insanı iyilik ve doğruluk konusunda imtihana tabi tutmak için bu dünyaya gönderen ve eserlerini gözümüzle gördüğümüz şu Yüce Yaratıcıya karşı bizi aldatan nedir? İkram edilen bir çayı dökmek gibi, bu Yüce yaratıcının bize ikram ettiği hayatı ve hayatın içindeki sonsuz nimetleri çöpe atma… Resimde resmi yapan ressamı, bir heykelde heykeltraşını gördüğün gibi, aynaya bak ve seni yaratanı gör… Madem ki, O seni biliyor ve bildiğini nimetleriyle bildiriyor, sen de O’nu bil ve bildiğini ona olan iman ve ibadetinle bildir…

(quid rides? de te fabula narratur )

 

Derleyen: Yusuf Çağlayan(dosthukuk@e-kolay.net)

 http://www.insanatbahcesi.com/

2 Kasım 2011
Okunma
bosluk

Notice: Undefined variable: pagingMiddleString in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/plugins/wp-page-numbers/wp-page-numbers.php on line 222
kırşehir Son Yazılar FriendFeed

Son Yorumlar


Notice: Undefined variable: pre_HTML in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/themes/seohocasiv2/sidebar.php on line 20

Notice: Undefined variable: post_HTML in /home/ahisicom/domains/ahikirsehir.com/public_html/wp-content/themes/seohocasiv2/sidebar.php on line 26
cami alttan ısıtma
halı altı ısıtma
cami ısıtma
cami ısıtma