Akşam olmuş yatsı namazı da kılındıktan sonra bazıları evlerine çekilmişti. Bu küçük sokaktaki tekke basit bir yapıydı. Mevsim sıcak olduğu için kapı dahi kamışlardan yapılmıştı. Bu küçük tekkede bir hırsıza ne olabilirdi ki. Fakat her hırsız o günkü gideceği işe “Harekat” derdi ve önemserdi. Böyle de oldu. Usulca içeri süzüldü. Bir çok insan yerlere uzanmışlardı. Önce sedirde uzanan kişiyi yoklamak istedi.
Usulca bir cep saati hiç fena sayılmazdı. Diğerlerinde pek bir şey bulamadı. Aklına mutfaktaki kalaylı kaplar geldi. Oraya yönelerek bazı kapları bulduğu çuvala doldurdu. Artık çıkmalıydı. Bir de baktı ki kapı yerinde yok. Şaşırdı kaldı. Manevi bir hal mi oluyordu. Aldıklarını yere indirdi. Kapı yerine gelmişti. Bi estağfirullah dedikten sonra tekrar çuvalı yüklendi.
O da ne kapı yine yok olmuştu. Tekrar çuvalı indirdi. Tam o sırada bir el omzundan hafifçe dokundu. “yardım etmemi ister misin?” diyordu. telaşla “olabilir” dedi. Adam arkada hırsız önde çıkıp yürümeğe başladılar. Bir uzunca yol gittiler. Yıkık dökük bir evin önüne geldiler. Adam şöyle dedi. “seni aydınlıkta bekleriz”
Hırsız o günden beri kendi ile uğraşır olmuştu. Neden o kapı tam çıkmak üzere iken yok olmuştu? Kapları bırakınca yerine gelmesi ne demekti? Ya adama ne demeliydi. Elindeki kapları çaldığını mutlaka biliyor olmalıydı. Üstüne üstlük kapları taşımasına bile yardım etmişti. Aydınlıkta bekleriz sözü de neydi. Hem gece yani hırsızlığa gelme bir daha demişti. Hem de aydın ol da gel demiş olabilirdi. Hem de gündüz gel. Bizim aydınlığımızda gel de demiş olabilirdi.
Bu kadar karışıklıkta nasıl hareket edecekti? Onu oraya götürecek biri olsa iyi olurdu. Eğer aracı olmazsa çaldığı kapları nasıl affettirecekti. Üstelik bir de cep saati vardı. Değerli mi değerliydi. 10 kağıda okutmuştu. Ya o bakır kaplar. Onların üzerleri Arapça yazılıydı. Çok kıymetliydiler. Yaklaşık 200 kağıt tutmuştu. Kendisi zaten cimri biriydi. Önceki harekatlarından da epey biriktirmişti. 5000 lira kadar vardı. Çok harcarım diye evlenmemişti. Bu köhne yer de çok tehlikeli olmuştu. Her an yıkılabilirdi. Sokağa çıkıp amaçsızca yürümeğe başladı. Nere gittiğini o da bilmiyordu. Bir hayli yürüdü yürüdü yürüdü… İçindeki yangın bir türlü sönmüyordu.
Bir an aklına geldi. Bu yangın bir kurtuluş olabilirdi. O halde yakmalıydı bir şeyleri. Ama neyi yakacaktı. Günahkar olduğunu herkesten daha çok biliyordu.. Ya parası. İnsan parasını yakar mıydı? Parasızlık zordu. Yoksa paraya güvendiği için mi Allah’tan uzaklaşmıştı. Para onun Allah’a ulaşmasında bir engel miydi?
Ya oturduğu yıkık yere ne demeliydi? Her türlü çalıp da okutamadığı bütün işe yaramaz parçalar odalar dolusuydu. Bu pis şeyleri biriktirmek de bir hastalık olmasın sakın?
Hızla bilmeden gittiği yerden geri döndü. Çözümü bulmuştu. Kararlıydı. Bir şeyleri yakacaktı. Hem Allah da yakmıyor muydu? O yanan evler, o yanan insanlar, o yanan ormanlar, o yanan orman içindeki kaçamayan hayvanlar neyin nesiydi? Hem sonra o yanan yerlerde yeniden bir hayat başlamıyor muydu. O yanan yerleri söndürmek de neyin nesiydi? Kim yaktıysa o söndürmeliydi. Yangın da yaşamın bir parçası olmalıydı. Bunu doğal karşılamak gerekirdi.
Bunları düşünürken bir anda o yıkık evin kapısına geldiğini fark etti. Önce geri çekilip yıllardır yaşadığı o eve canını taşır halde duygu dolu olarak baktı, baktı, baktı.. sanki arkadaşı gibi olmuştu. Dert arkadaşıydı belki. Fakat bu arkadaşına ihanet mi edecekti. Bu çok ağır bir duyguydu. Bunu nasıl yapacaktı. Gözlerini aşağı yıktı. Sanki suçlu gibiydi. Usul usul kitlenmeyen kapıdan içeri süzüldü. Ev iki katlıydı.
Genelde bir baskında kaçabilmek için alt katta yatardı. Fakat bu sefer üst katı canı çekmişti. Kırık merdivenlerden dikkat ede ede yukarı kata çıktı. Sahi bu evin sahibi kimdi. Onu da bilmiyordu. Bir başka sokak çocuğunu kovarak buraya yerleşmişti. Acaba o çocuk ne olmuştu, nereye gitmişti bilmiyordu. Ne kadar da zalimdi. Hayatının her anına birden çok günah düşüyordu. Şimdi bir de bu..
Artık bugün usulca uyumaya karar verdi. Buradan ayrılsa bile belki bir başka sokak çocuğu burada kalabilirdi. Hem zaten bu ev kendinin de değildi. Başkasının evini yakmak doğru olur muydu? İnsan yanacaksa ev niye yansın diye düşündü. Ve artık o evi yakmaktan vazgeçti ve nasıl yanacağını merak etmeye başladı.
Çok sürmedi tatlı bir uykuya daldı. Uykusunda çok büyük denizler ırmaklar gördü. Sabah kalktığında bunu yorumlamaya çalıştı. Zaten hiç dostu kalmamıştı. Mahalleli zaten onun ne yaptığını biliyordu. Belasından çekindikleri için kimse sesini çıkaramıyordu.
Rüyasında önce boz bulanık bir ırmak görmüştü. Irmak taşlara çarpa çarpa ve şiddetle akıyordu. Bu kendisinin bir ırmak olup akacağına mı işaret ediyordu? Nehir uzunca bir yoldan sonra bir denize kavuşuyordu. Denize kavuşmak da neydi? Oturdu uzun uzun bunu düşündü. Su görmenin aydınlık olduğunu rahmetli annesinden biliyordu. Bir an Annem babam ayrılmasalardı belki hırsız olmayacaktım diye düşündü. Günahının bir kısmı da onların olmalıydı. Ahirette onların yakalarına yapışacaktı. Bunu bir hocadan dinlemişti. Cuma namazlarına severek koşar ve vaizleri dikkatle dinlerdi. Zaten mahalleli onu Cuma namazlarında gördüğü için de dokunmazdı denilebilir.
Rüyasında gördüğü ırmak denize kavuştuğunda hem duruluyor ve hem de temizleniyordu. Ve ırmak bitiyordu. Sadece deniz vardı. Bir an kendini ırmağın yerine koydu. Suçlu ve günahkar olarak. Boz bulanık demek belki de buydu. Demek ki doğru bir yola girmek üzereydi. Fakat uzun bir yolu vardı. Irmağı denize kavuşur görmesi de neydi acaba? Deniz çok büyük bir büyüklük olabilir miydi? Olabilirse kimdi bu. Kendisine ne demek istiyordu. O halde şimdiye kadar ondan uzak mı durmuştu? Biri kirli de olsa ikisi de suydu. Yani aynı türdendi. O halde ben ırmak isem o da bendendi. Sadece büyük ve temizdi.Bana yakın olup benden olan olsa olsa Allah olabilirdi.
Olaylar çok hızlı akıyordu. Bir an başının döndüğünü fark etti. Bir vakit düşünmekten vazgeçti. Gözleri dolmuştu. Bir el onu kendine doğru çekiyordu. Olsun hiç de kötü değildi. Derken ağlamağa başladı. Yatağının içine girdi. Sanki kimse varmış gibi kimse duysun da istemiyordu. Fakat bu bile bir şeydi. Hiç kimse yokken bile biri var gibi hareket etmek bir iman alameti olabilirdi.
Ne kadar ağladı, ne kadar uyudu hiç belli değildi. Sabah olmuştu. Bugün sabah namazına gitmek geldi içinden. Sıcak su olmadığı için soğuk suyla naylon bir leğenin içinde yıkanmaya çalıştı. Yıkanırken yine ağlıyordu. Bu neyin nesiydi? Özellikle günahlarına ağlıyordu sanki. Bunlar bütünüyle kul hakkıydı. Nasıl ödeşecekti?
Derken gusül abdestini de alıp kurulandı. İki rekat sabah namazının sünnetini kıldı. Tam bir huşu ile. Rabbi’im bu nasıl bir huzurdu. Üstüne biraz para alıp çıktı. Camiye gidiyordu. Sokaklarda hiç kimse yoktu. Namaza gelen kimseleri de göremiyordu. Herkes uyuyordu demek ki. Bu, toplum uyuyor sayılabilir miydi? Ne acı şeydi. Aslında daha düne kadar kendisi de namaza gelmiyordu. Fakat neden böyle düşünüyordu? Acaba herkes kendi seviyesine göre mi görüş söylüyordu? En üst kattan bakmak ile bodrumdan bakmak bir olur muydu? Yani insan doğru ve eğriyi birlikte bünyesinde barındırmıyordu. Bu çok tehlikeliydi. İnsan eğer eğriyken doğrudan uzaksa ona doğruyu hatırlatacak doğru insanlara ihtiyaç vardır denilebilir miydi? Bence denilebilirdi.
Camiye girdi ve sabah namazının farzını yine sessiz bir gözyaşı ile kıldı. Namazdan sonra ağıtının bittiğini fark etti. Cemaate şöyle bir baktı. Her biri bir nur parçası gibi birbirine gülümsüyorlardı. O da öyle yaptı. Birkaç kişiyle tokalaştı. “Allah kabul etsin” dedi. Kimse ona ilk defa geldiğini sormadı. Farklı bir yoldan o eve tekrar döndü. Sabah güneşinin doğmasını bekledi. Ne kadar enteresandı. Adeta bu anda tatlı latif bir rüzgâr esiyordu. Şimdiye kadar bu güzelliklerin hiç farkına varmamıştı. Vakit biraz daha geç olup hayat başlayınca doğruca o kaplarını çaldığı tekkenin yolunu tuttu.
O da nesi? Tekkenin kapısı yine yoktu. Aynen kapları çalarken ki gibi. O zaman içerden dışarı çıkıyordum. Şimdi ise dışarıdan içeri giriyordum. Bastığım adımlar o kadar sağlamdı ki, anlatamam. Adeta doğru yolda olduğumu söylüyorlardı. Artık kapı olmadığına göre kapı çalmağa da gerek yoktu. Kapı çalınınca kim o diye sormazlar mı? Bunun anlamı ise “kim olursan ol gel” idi demek ki. Ben de bir kimdim ve içeri sorgusuz sualsiz girebilirdim. Öyle de yaptım. Kimse bana bakmıyordu. Herkesin bir meşguliyeti vardı. Fakat kimse de hareket etmiyordu.
Birden mutfak kapısında bir genç belirdi. “hoş geldiniz, bir şeyler alır mıydınız” “bilmem ki henüz yeni yemiştim” “o halde size şerbet ikram edelim. Fakat çaydanlığımız çalındığı için kazandan bardakla almanız gerekecek” “ tamam.” Bir an bu tekkeden çaldığı kaplar aklına geldi. Evet hatırlıyordu. Çaldıklarının içinde çaydanlık da vardı. Çok üzüldü. “Acaba ne yapabilirim” diye düşündü. İkram edilen çayı iki dilim kuru ekmekle içtikten sonra usulca dışarı çıktı. Doğruca bakırcılar bedestenine doğru gitti.
Tam da çaldığı çuval dolusu kadarlık bakır kaplardan aldı. Hepsini sırtlandı getirdi. Ne kadar ağırdı. Halbuki çalarken ne kadar hafifti. Yoksa günahın heyecanından mı hafif gelmişti. Halbuki şimdi iyilik yapıyordu. Neden ağır geliyordu? Yoksa evet yoksa Allah yapılan iyiliğe daha fazla sevap vermek için mi ağırlaştırıyordu. Bir an hayretler içinde kalıp Rabb’inin yüceliğini bir kez daha anladı. Yol ortasında yanlış anlaşılmasa hemen oracıkta secde edecekti..
Tekkeye yaklaşmıştı. Bu kapları teslim edecekti. Fakat bunu kendini göstermeden yapsa daha iyi olmaz mıydı? Kapları kapısız tekkenin kapı ağzına bıraktı gitti. Ertesi güne kadar görünmedi. Artık namazlarını 5 vakte çıkarmıştı. Cami cemaati artık usuldan usuldan kendini sormaya başlamışlardı. Hatırının sorulması ne kadar güzeldi. Yıllardır korkudan hep yalnız yaşamıştı çünkü insanlar hırsızı sevmiyordu. Aslında bu bile iyi bir şeydi.
Ertesi gün o tekkeye yine gitti. Kimse bir şey sormuyordu. Artık alışmıştı. Şerbetini iki dilim kuru ekmekle yedi. Bir saat sonra gelenlerin sayısı arttı. Çok kalabalık olmuştu. Herkes yerde oturuyordu. Bir zat göründü. O da bizim gibi giyinmişti. Ve bizim gibi yerde oturdu. Halkı şöyle bir süzdü. Sanki bereket saçıyordu. Sohbetine Allah’ın adıyla ve Efendimize salavatla başladı. Her cümleden sonra duruyordu. Sonra kul haklarına değinerek uzun uzun ondan bahsetti. Sanki bana söylüyordu. Ne yapın ne edin ödeşin diyordu. Kazara kolunuz bile çarpsa ona sırtınızı açın diyordu. “Bir dirhem gümüş borcu olan ahrette 700 kabul edilmiş farz namaz sevabı ödemek zorunda kalır” dedi. Bu çok ağır bir ödeşme idi. Bir an hırsız olduğuma bin pişman oldum. Kimden çaldığımı bilmiyordum. Bilsem bile nasıl ödeşecektim?
Artık hatırladığım birkaç evi ziyaret ederek özür dileyip bir miktar ödeme yaptım. Bir aile çok fakirdi. Onlara büyük bir yardımda bulundum. Bütün paramı iki günde bitirdim. Benden alacaklı olanlara sevabı olmak üzere. Hiç param yoktu. Artık o tekkede kalıyordum. Kimse de bana ne gel demişti ne de git diyen vardı. Anladım ki rızkım Allah’a ait olmuştu. Bir iş de yapmam gerekiyordu. Bakırcılar bedesteninde iş bulmuıştum. Her kazancımın bir kısmını hayra veriyordum.
Ruhum da karnımda o tekkede doyuyordu. Hiç telaşım kalmamıştı. Candan geçmiştim. Gören bu can benim sanmayacaklardı.
Bana söylediklerine göre ben gecikirsem şeyhim beni sorarmış. Umarım Allah da kendi dergahında kul borcuma kefil olarak beni sorar. Gönlüm ister ki Rabb’im beni sorduğunda şu emanet canı da ona vermiş olurum….
O öyle düşünüyordu ama müritlerden birinin kızı oya ördüğü yerde kader kısmet çekiyordu. Ahireti düzeltenin dünyası da düzelirdi…önemli olan NASUH TÖVBE denen yürekten tövbeydi. bir güzel için tövbe etmeğe gerek yoktu.
İMAMIN SABRI
Yüksek dağ köylerinin birinde bir tekke ve mescidi vardı. Köylüler bunların ahiler tarafından yapıldığını bilirler ve temiz tutmaya çalışırlardı. Köy nüfusu yirmi iki hane kadardı. Mescidin imamı da yoktu. Zaten beş vakit namaz kılan üç beş yaşlı vardı. Vakit namazı kılınacağın da içlerinden biri imam oluverirdi. Cuma vakti gelince bu sayı biraz artar fakat bir safı yine geçmezdi.
Köyün zengini Haso ağa idi. Onun traktörü vardı. Kimin bir sıkıntısı olsa ona gidilir, fakat asık suratı yerine gelene kadar onun kahrını çekmek gerekirdi. Hem yola gideceği için kızar hem de kendine geldikleri için sevinirdi.
Yaralanan, hamile olan, derdi olan herkes ona varmak zorundaydı. Başka traktör veya araç da yoktu. Bir de Mahmut’un topal sütçü beygiri vardı.
Günler böyle geçerken birden köye bir arabayla birisi gelir. Gelen adam gençtir ve muhtarı aramaktadır. Hemen çocuklardan ikisi koşar ve muhtara ulaşır.
Muhtar amca, muhtar amca! Köye arabalı çok yakışıklı biri geldi. Seni soruyor.
Varalım bakalım, derdi neymiş?
Köy merkezine varır varmaz geleni buyur eder.
Efendi buyurun hoş geldiniz.
Buyurayım muhtar. Köyünüze imam olarak atandım.
Ooo, çok iyi, adınızı bağışlayın efendim.
Abdurrahman
Evli misin?
Bekarım.
Gel bakalım önce sana bir ev bulalım. Sanıyorum Haso ağanın yan tarafı boş idi.
Derken imam oraya yerleşti.
Günler geçer. Artık Haso ağanın zıp zıp zıplatan traktörü yerine imamın arabası daha çok ilgi görür. Bu durum Haso ağanın zoruna gitmeye başlar. O gece üşenmeden gider anahtarla ön kaputunu çizer. İmam sabah uyandığında bunu görür ve üzülür. İmam tamir ederken de perde arkasından kıs kıs güler ve kimseye de bu yaptığını söylemez. Derken bakar her işi olan imama gidiyor Haso ağanın kıskançlığı iyice artar. Bu sefer işi iyice büyütür. Bütün lastikleri bıçaklayarak parçalar.
Sabahleyin imamın kapısı acı acı çalar. Banyoda düşmüş bir hasta vardır. İmam derhal hazırlanır gelir. Bir de bakar ki lastikler paramparça. Hastayı Haso ağanın traktörüyle götürsünler der. Başında bekleyen Haso ağanın kızıdır. Hasta benim babam imam efendi der. İmam bu sefer Mahmut’un topal sütçü beygiriyle gitsin o zaman der.
Kız bir türlü gitmiyormuş. Oğlan biraz utangaç bir tavırla
Yardım etmemi ister misin? Olabilir.
Derken Haso ağayı indirip Mahmut’un topal beygirine kadar taşımışlar. Taşırken kızla imam elleşmişler. İmam bu temastan çok etkilenmiş. Birlikte hastayı ilçeye götürüp dört dikiş atmışlar. Tam da dört tekere dört dikiş gibi…
Daha sonra dönerken Haso ağanın kızı itiraf etmiş imama. Senin arabayı hep babam yaraladı demiş. İmam; “Biliyorum demiş. İnsan rekabet ettiğine zarar verir” demiş.
Peki, neden gelip de kendisiyle kavga etmedin.
Ben buraya kavga etmeye gelmedim. Hem şahsi malım için kavga edemem. İnsanlar bunu anlamazlar. Sadece Allah için kavga edilir. O da diklenerek değil dik durarak olabilir. Hepiniz Müslümansınız fakat bazı kötü huylarınız var. İşte benim işim bu… Sizleri çok seviyorum. Tabii ki seni de…
Anlamadım?
Ölüden diri doğar. Baban farklı ama sen ondan daha farklısın. Benimle evlenir misin?
Bilmem ki.
Gözler yalan söylemez.
Cimriler başkasına yorulurmuş.
Bu, Allah’ın bulunmaz işidir.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
aşık ahi kul ahmed ‘e nasib olmuştur.
GÜZEL DÜŞÜNEN İNSANLAR, GÜZEL ARKADAŞ OLURLAR
Ormanlık bir arazide Ali isminde bir çocuk annesi ve babasıyla birlikte yaşıyormuş. Gel zaman git zaman bir gün boş bulunan komşu bir eve yeni bir aile taşınmış. Onların çocukları da Ali’ye uygun bir arkadaşmış. Ali’nin babası ve annesi yeni gelen komşularıyla tanışmak için onların evine gitmişler. O çocuğun adı da Osman’mış. Derken bu iki arkadaş iyi birer dost olmuşlar.
Aileleri de birbirlerinden hoşlanmış. Bir gün Ali ile Osman evden çıkıp oyun oynamaya dalmışlar fakat farkına varmadan ormanın o sık ağaçlı bölgesinde kayıp olmuşlar. İkisi de çok korkmuşlar. Ali de Osman da anne ve babasına yüksek sesle bağırmalarına rağmen seslerini duyuramamış. Osman birden bire bataklığa düşmüş. Çırpındıkça daha da çok batıyormuş.
Ali ona kımıldamamasını söyleyerek uzun bir dal parçası bulmuş. Onu Osman’a uzatarak tutmasını sağlamış. Sonrada çekerek onu bataklıktan kurtarmış. Tekrar evlerini aramaya başlamışlar. Karşılarına bir kunduz çıkmış. Hemen saklanmışlar. Bu sırada evlerini görmüşler.
Kunduz uzaklaşınca hemen annelerine koşmuşlar. Herkes kendi evine giderek üzerlerini değiştirmişler ve banyo yapmışlar. Özellikle bataklığa düştüğü için Osman’ın üstü başı çok kötüymüş. Aileleri her ikisini de daha dikkatli olmaları için uyarmışlar.
Ertesi gün iki yaramaz sabah olur olmaz buluşmuşlar. Osman ile Ali koşma yarışı yapmaya karar vermişler. Annelerinden izin almışlar. Yarış başlamış.
“Osman şu kuşa bak,” demiş koşarken Ali.
“Orada öyle bir şey yok,” şaka,demiş Osman. Ali gülerek arkadaşına bakmış koşarken.
“Sana şaka yaptım,” dikkati dağılan Ali tökezleyerek yere düşmüş. Bayağı bir yaralanmış. Osman ona destek olarak evine götürmüş. Babası onu öyle görünce şaşırmış.
“Ne oldu sana oğlum. Her yerin kan içinde,”
“Osman’la koşma yarışı yaparken ayağım takıldı düştüm babacığım,”
“Gel seni hemen doktora götüreyim,”
“Gerek yok babacığım, sadece biraz sıyrık var. Biraz da ağrıyor,”
Babası Ali’nin yaralarını temizleyerek ilaç sürmüş. Sonrada yaralarını sarmış. Ali’nin acısı biraz dinmiş. Haberi alan Osman’ın anne ve babası da ona geçmiş olsuna gelmiş. Ali bir süre evden ayrılamamış. Osman onu ziyarete geliyor, durumuna bakıyormuş. Birlikte televizyon seyrediyor, oturdukları yerde oynuyorlarmış.
Osman babasına daha iyileşemediği için dert yanıyormuş. Ama iyileşmeye başlamış bile. Ali tamamen iyileşince Ali’nin babasına danışarak tekrar ormanda gezmeye başlamışlar. Çeşit çeşit hayvan ve bitki görmüşler.
Günler gelip geçiyormuş. Bir gün iki aile piknik yapmaya kara vermişler. Arabalarına binerek piknik yerine gitmişler. Orada Ali ile Osman maç yapmışlar. Maçı Osman kazanmış.
“İyi oynadın Ali,” demiş Osman. “Sakatlığın iyice geçmiş,”
“Sende çok iyi oynadın ve beni yendin. Tebrik ederim seni,” diye karşılık vermiş Ali. Bu sırada babaları mangalı yakmış, anneleri ise sofrayı hazırlamış. Toptan sıkılınca ip atlamaya başlamışlar. Osman:
“Ali seninle ip atlama yarışı yapalım mı? Kim en fazla atlarsa o kazanır. Yenen fazladan bir kola içir. Ne dersin?” diye sormuş. Bu sefer yarışı Ali kazanmış.
Yemeklerini yemişler. Yanlarına bir köpek gelmiş. Osman artan kemikleri ona vermiş. Sonra annelerinden izin isteyerek etrafta dolaşmaya çıkmışlar. Önce bir tavşan görmüşler, sonra bir kirpi. Sonra annelerinin sesini duyarak geri dönmüşler. Evlerine döndüklerinde yorgunluktan hemen yatıp uyumuşlar.
Arada bir orman içindeki küçük bir göle yüzmeye gidiyorlarmış. Hem eğleniyorlarmış, hem de serinliyorlarmış. Günleri hep böyle güzel geçiyormuş.
Bu hikayeden yunus çocuk olarak şunu anladım ki, insanlar önce birbirini sevmeli ki iyi arkadaş olabilsinler. Çünkü sevmeyen insanlar arkadaşlarına karşı fedakarlık yapmazlar. Bu da toplumda kavgaların artmasına ve huzursuzluklara sebep olur. Bu yüzden güzel düşünen insanlar güzel davranışlar gösterirler.
Sevgili okurlar,
Bugün sizlerle bir hikayeyi paylaşacağız. Karara karar vermeği ise size bırakacağız. Günlük hayatta o kadar çok şey arka arkaya cereyan ediyor ki, insanın bu devamlılıkta bir kesitle karar verme ihtiyacı aynı zamanda aklı da durduruyor. Akıl durduğu anda kararın akıbeti yeni gelişmeler dolayısıyla felce uğruyor. O zaman nasıl düşünmek gerektiğini, objektif kıstaslar ile sabrın ve acele etmeden Allah’a yeni bir pay daha vermenin ne kadar önemli olduğunu gelin hep beraber görelim..
Bir Çinli düşünür şu aşağıdaki hikayeyi çok sevdiği için etrafına da çokca anlatırmış. Çinde bir köyde yaşlı bir adam varmış. Fakir olmasına fakirmiş ama bizim Köroğlu gibi beyaz bir atı varmış. Kral bu ata adeta bir servet teklif etmişsede kabul etmemiş. Şöyle dermiş hep. “bu at bir at değil benim için.. bir dost.. insan dostunu satar mı…”
Bir sabah kalkmış ki at yok… köylü ihtiyarın başına toplanmış. “bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne atın” demişler. İhtiyar “karar vermek için acele etmeyin” demiş. Sadece “at kayıp deyin, atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez”
Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. “atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var” “karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz” Bir hafta geçmeden, vahşi hatları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçi,mini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
Köylüler gene gelmiş ihtiyara. “bir kez daha haklı çıktın “ demişler. “bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak, çalışamayacak ve fakirleşeceksiniz” ihtiyar” siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Sonra neler olacağı size asla bildirilmez”
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
Köylüler gene ihtiyara gelmişler. “gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler” “siz erken karar vermeğe devam edin”demiş, ihtiyar. Oysa bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih,hangisinin şansızlık olduğunu zamanla göreceksiniz…
***
Çinli düşünürün yorumu ise şöyle:
“acele karar vermeyin. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi,akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Bazı kararlar tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Karar vermek bilgelik gerektirir, unutmayın”
İki laf da biz edelim.
-Acele karar vermek yok. Sakin ve sabırlı olmalı.
-Önü arkası iyi hesaplanmalı
-Fizibilite yapılmalı
-İşin ehli ile danışılmalı (Ehil: hem bilgili hem imanlı namazlı olmalı, doktora gidiyorsanız namazlı bir doktor olmalı, çünkü kesbi bilgilerin Vehbi olarak da yaşanması gerekir)
-Artık bir şekilde karar verip
-Bu kararın hakkımızda hayırlısı olması için dua edilmeli
Bir hadis ilave edelim: “ümmetim yanlışta ittifak etmez”
aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur.
Vahyin eğitim anlayışının temelleri Kuran’ı Kerim’in Alak Suresinin ilk 5 ayetinde saklıdır. Bu ayetler Cebrail Aleyhisselam’ın hira mağarasında getirdiği ilk ayetlerdir:
Yaratan Rabbinin adıyla oku.
O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.
Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.
O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti.
İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.(Alak 1-5)
Okuma yazma bilmeyen bir peygambere “oku” emrinin verilmesi dikkat çekicidir. “İkra=oku”
birleştir, parçalar arasındaki bağı keşfet, bul, (icma = ) dağılmışı topla, anla ve anlamlandır anlamlarına geliyor. Muhammed Esed, “Kuran Mesajı” adlı meal tefsirinde bunu “telaffuz etmek-dile getirmek-mesajı anlamak ve zihne yerleştirmek olarak ifade ediyor. Bazı tefsirler ise bunun “tebliğ et”anlamına işaret ediyorlar. İkra ile alaka aynı şeyi gösterir. Parçaları birleştir, keşfet.
Rab = Terbiye eden, eğiten demek. Burada “Rab” sıfatının kullanılması ilginçtir. “İlah” geçmiyor, “Rab” geçiyor, “Senin Rabbin”. Bir şefkat var. Kuran’ı Kerim’de 2500 civarında “Allah” lafza-i celali varken 900 defada “Rab” sıfatı geçiyor!
Allah yarattı ve terbiye etti. Yaratan ve senin nasıl eğitileceğini bilen O. Seni senden iyi bilen Rabbindir. Tasarrufta bulunduğun isim Allah olsun.
Ahz – Keşf
Ahzetme – Gizli olanı keşfetme
Veren – Alan
Verileni al – Saklama
Dirayete – Rivayete
Eğitimin maksadı bilgi ve ahlakın birlikteliği…
İlim yürekten alınır. Temel unsurdur. Ahlakıyla beraber alınır, dizden alınır. Aksi halde malumat olurdu. Bilgi ahlakı, bilginin olmazsa olmazıdır.
İkra = Üret ve ilet…
Ve Rabbukel Ekrem = Senin Rabbin en büyük ikram sahibidir.
Bu büyük ikram = Öğrenebilme yeteneğininin verilmesidir.
Talimu-l esma = Eşyaya isim verme yeteneğini verdi ki, meleklere secde ettiren de buydu.
Allah Hz.Adem’e eşyanın varlığını onu nasıl isimlendireceğini öğretti. Allah’ın isminin üzerinde tecelli ettiği şeyler. Örn.yeme içme, Allah’ın Rezzak sıfatının bir tecellisi. Merhametli olması Rahman veya Rahim sıfatının bir tecellisi.v.s. Bilgiyi işleme; anlama ve anlamlandırma özelliği. Bu aynı zamanda bilgisayardan da ayıran özellik. İyi – kötü, güzel – çirkin v.s
Melekte muhakeme var, alimi var –şeytan alim idi-, bilgiyi biriktiriyor ve karşı çıkıyor. Yeryüzünde kan dökecek günah işleyecek birini mi yaratacaksın diyor. Melekte günah işleme yok.
Diğer taraftan insanın iradesi ile tercih yapabilme özelliği var. Melekte olmayan, tercih etme, günah işleme özelliği. İyi – kötü, güzel – çirkin ayrımında tercih yaparak en güzel amel yoluyla meleği geçmesi. Veya inkar ile hayvandan da aşağı düşmesi- esfeli safilin-
Esmaü-l Hüsna’nın tecellisinin eşyaya yansıması.
Kulli iradeden bir irade.
Külli şefkatten bir şefkat.
Külli merhametten bir merhamet.
Fail Allah, mef’ul Adem.
Eğitimin ilahi bir ikram ve şefkat olduğunu belirtti.
Eğitilebilir olmak yetmez. Müfredatın da iyi olması gerek = Munbit toprak.
Hem de öğreteceklerini de bildirmiş.
Rububiyetin tecellisi insanda eğitim olarak tecelli eder.
Bilginin kaynağı Allah’tır. Kutsaldır.
Hümaniter Eğitim Düşüncesi
Humaniter düşünce insana bilgi elde et, güçlenirsin diye emreder = bilgi “put” olur.
Batıda bilgi çalınmıştır = Saklar, karşı kullanır.
Bizde ise bilgi verilmiştir. Allah vermiştir. Teşekkür gerekir.
Bizde bilgi arttıkça tevazu artar. Bilgi tefekkürdür, teşekkürdür.
Batıda ise; bilgi arttıkça kibir artar.
İnternetten de öğrenebilir. CD, hafızadır. Bilginin işlenmesi ve anlamlandırılması gerekir. İnsan ile bilgisayarı ayıran da budur. Ama insan olunca, ilm ile veli arasındaki bu farkı fark eder.
İlim irtibat kurmaktır. Akıl bağdır. Eşyayı anlamlı bir bütün halinde görmedir. Vahyin ilim ve insan tasavvurunun iyi anlaşılması gerekir.
Peygamberler bütünü, tevhidi temsil ederler. Bu bağı kurmaya hikmet denir.
Peygamber efendimiz Eba Zer’e güneşin batışını seyredelim diyor ve soruyor: Güneş nereye gitti ya Eba Zer? Allah ve Rasulü daha iyi bilir. Cevap verir: “Güneş, Allah’a secde etmeye gitti”. İlmin konusu bütün kainattır.
“Ve nnecmu ve şşeceru yescudan” = yıldızlar ve ağaçlar secde ederler. (Rahman 55)
Yani Allahın verdiği görevi yapmaya gidiyor = yörüngeye uyuyor. Adeta bir tavaf. Onun Allah’ı zikri bu. Ağaçlar kökleri ile secdede, eşya gölgesi ile secdede, hayvanlar ön ayakları ile rukuda, dağlar dimdik ayakta durarak kıyamda. İnsan ise bu üçünü de yapacak kabiliyette = namazda.
Peygamberin öğretme nesnesi bütün kainattır. Kainat öğrenmeye konudur. Ayat = Mucize demektir. O zaman kainatta mucize olmayan şey yok demektir. O halde öğrenilen her şey mucizedir. Vahyin Penceresi budur.
Kuran içinde barındırdığı kevni ayetlerle bilim dünyasına yol gösteriyordu. Amerikan Uzay Dairesi NASA, sürekli olarak her yeni buluş ya da keşfin arkasından Kuran’ı tekrar tercüme ve tefsir ettiriyordu. Örneğin “Yasin” suresinde güneş ve ay için “her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler” (Yasin 40) buyurulur. Evrenin sürekli genişletildiği ayetle sabittir. Allah bir ayette “yıldızların yerine yemin eder”. Bugün yıdızların yerinin son derece önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Yine kainatın “yoktan varedildiği” belirtilirken batı, “maddenin ezeli” olduğunu düşünüyordu. Bugün maddenin karadeliklerde zeval bulması onları maddenin kalıcı olmadığı fikrine getirdi ve şaşırdılar. Fikirlerinin temelleri sarsıldı. “Evrenin sürekli genişlediğinin” ortaya konması onları “bunun bir başlangıcının olması gerektiği” fikrine ve “Big-Bang” denen “Büyük Patlama” fikrine götürdü. “Sıfır hacimde sonsuz bir enerjinin bir patlama ile bu günkü evreni 13,7 milyar yıl önce meydana getirdiği” fikri onları “peki buna kim karar verdi ve bu düzeni kim meydana getirdi” fikrine cevap aramaya itti. Ortada bir düzen vardı ve bunu birisi irade etmiş olmalıydı. Bunun nasıl olduğu bilinmiyordu. Bunun için Tanrıya başvurulmalıydı. Materyalist alimler de artık bir üstün güce inanmaya başlamışlardı. (Daha geniş bilgi için bknz. Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi Yay; Zamanın Kısa Tarihi, Taşkın Tuna; Kara Delik Evrenin Sonu mu?, John Taylor; Karadelikler ve Bebek Evrenler, Stephans Hawkings)
Batı ortaçağda dünyayı düz zannederken İslam dünyası gezegenlerle ilgili çok şey biliyordu. İslam alimlerinin batı dillerine tercüme edilen kitapları onlar için dayanak oldu. Kilise engizisyon mahkemelerinde alimlerini yargılarken İslam bilimi teşvik ediyordu. Ancak İslam ülkelerinde İslam’ın doğru anlaşılmaması, daha çok uhrevi ilimlere önem verilmesi, yasakçı bir yönetim anlayışının hür düşünceyi öldürmesi ilmi geriletti, alim yetişmedi, ilim “Allah’ın işine karışmak” olarak algılandı, toplum öldü. Fakat batı gerek fikri ve gerekse fiziki pisliğin içinden yaptığı önemli keşiflerle ilmi hem ilerletti ve hem de yaygınlaştırarak kullanıma sundu. Şüphesiz bunun karşılığını da aldı. “Biz başarıyı (medeniyeti) gezdirir dururuz”(ayet) emrine uygun bir gelişmeydi. Başarı oraya verilmişti. Yan ürün ise, zaten yanlış olan, ilme de karşı çıkan dinin dışlanmasıydı = laiklik. İlim bugün başdöndürücü bir hızla ilerlemektedir. “İlmin sonsuz” olduğunu idrak edenler her an yeni bir buluşun onları piyasadan sileceği korkusu içinde ar-ge araştırmalarına büyük paralar harcamaktadırlar. Adeta var olma yarışı.
Bu, ilim ve teknolojinin ticari boyutuydu. Yukarıda bahsettiğimiz ilmin felsefi boyutu ise önce bir Allah kavramını ve arkasından ilme yol gösteren İslam’ı (Kuran’ı) işaret ediyordu.
İlmin Hayata, Alime, Talebeye Yansıması
Bilmenin bir tevhid eylemi olduğu, bilginin ahlaktan ayrılmaması gerektiği, bunun amacının ahlak olduğu, bunun da Allah’ı işaret ettiği söylenebilir.
İlmin işlev olarak faydalı da olması gerekir. Hz. Rasulüllah “fayda vermeyen ilimden ya Rabbi sana sığınırım” buyurdu. Özünde faydasız, sahibine faydasız ilimden uzak durmak gerek. İlmin kişiyi bir şekilde Allah’a ulaştırması ya da fayda sağlaması gerek.
Hammadde bilgi ise, mamul ahlak olacak. Yoksa faydasız bilgi oluyor.
Eskiden ilim Allah rızası için yapılırdı. Şimdi maaşa talip olanlar, ilme talip oluyorlar. Belki bugün nüfusun artması, ilim ve teknolojinin ilerlemesi, bir meslek için ilim yapmayı gerekli kıldı, standartlar yükseldi. Ancak ilim yuvası sayılan üniversitelerin de makam ve maaş saikinden uzak olmasını dilerken devletin “marifet iltifata tabidir” kuralı gereğince onları geçim derdinde bırakmaması gerekir. Bir asistan 1 300 lira maaş alıyor? Bu adama nasıl ilim yaptırırsın?
Peygamber ve Raşit halifelerden sonra bilgide bozulma başladı. Bu, ahlaka yansıdı. Yerel kültürlerin İslam’ın içine akması bütüncül sistemi bozdu. Müslümanların bağrına sızdı. İslam’a değil. “Sakınan korunur” kuralına uyulmadı. İnsanlar terbiyeden geçmeden İslam’a girdi. Hz. Ömer devrinde Mısır ve İran süratle fethedilince, oralar irfan ve hikmet ile doldurulamayınca felsefe ve mistisizm geldi doldurdu.
Modern Eğitimin Üç Ana Zaafı
Modern eğitim;
- Bilgi ile bilgi ahlakının arasını ayırdı.
Akılla kalbin,
Duygu ile düşüncenin,
Eylemle bilginin arasını ayırdı.
- Bilenle bilginin arasını ayırdı.
Bu, bilginin üstadsız aşırılabileceğini,
Bilgi ile bilenin arasındaki bağı kopardı.
- Alim ile ahlakın arasını ayırdı.
Alim; ahlak ile bilgiyi sindirmiş olana denir.
Hayata uygulayandan alınır = İlmi ile amil olmak.
Bizde, ilmin soyu, babası vardı. Eskiden hangi okulu bitirdin sorusu yanlışken bugün iyi bir okul tercih nedeni. “Kimin tedrisatından geçtin?” denmelidir. Ancak maddi ilimlerde teknolojinin ilerleyerek branşlaşmanın artması çok sayıda uzman kişiler marifetiyle eğitimi gündeme getirdi. Bilgi amele dönüşmüyor!. İlim, ilim halkasından, rahle-i tedrisatla öğrenilir. Üstadla öğrenci arasındaki fark ontolojik değildir, derece farkı yoktur. Halka halindedir = eşittir.. Özgürlükçüdür, tartışır, fikir sorar.
İmam-ı Azam’ın ilim halkasına yaklaşık 60 kişi katılırdı. İmam-ı Azam önce konuyu anlatır, sonra teker teker sorar, önemli gördüklerini not alır ve en sonunda da kendi görüşünü söylerdi.
Günümüzde ilim insanları tesviyeye tabi tutuyor = soykırım. Bir manipülasyon aleti. İnsanın şahsiyeti biçilince geriye hiçbir şeyi kalmaz. Mühendislik olarak bakılıyor. İnsana saygı duymuyor.
Ulus devlet, tek tedrisat uyguluyor. Edirne’den Şırnak’a aynı. Coğrafi ve demografik şartlar gözönünde bulundurulmuyor. Fırsat eşitliği yok.
Sınav
Böyle eğitime böyle sınav sistemi. Talebeyi kumarbaz yerine koyuyor. Standart zekalara hitab ediyor.= Rakamsal zeka.
Analitik zeka, sanatsal zeka ve diğer zeka türleri dikkate alınmıyor. Bu bir entelektüel soykırımdır. 1 800 000 çocuk sınava giriyor, 600 000 içeri, geri kalan dışarı. Okumuş, ancak becerisiz ve dolayısıyla işsiz. Meslek lisesi yerine genel lise.
Sınavın ölçüm sonucu, “başarılı” dediğimiz “başarılı” “başarısız” dediğimiz “başarısız mı?” Kral çıplak!
Alim, ilmiyle amil olmalı. Yani taşıyıcı.
İlmi ahlakından koparıp malumata çevirmiş = Kes, kopyala yapıştırla ortaya çıkan şey…
Başarıya Kilitlenmek
Başarının putlaştırılması, şartlı refleks (Pavlov)’un köpeklere yaptığını insana yapmak…
Başarı güzel bir şey. “Ameller sonuçlarına göredir” (hadis). Başarı ağacın meyvası gibidir.. Kötü olan başarı değil, başarıya odaklanmaktır = Sonuca kilitlenmek.
Başarı odaklı sistem bir hayat tasavvuru halini alıyor. Hayata, ticarete yansıyor. Nasıl kazandığına bakmıyor. Ne kadar kazandığına bakıyor. Hile yaparak vergi rekortmeni olunabilir. Yahut gayri ahlaki bir iş kolundan çok kazanç elde edebilirsiniz.
Mekkeli müşrikler Yemen ile Suriye cennetleri arasında ticaretin kaymağını yiyorlardı. Başarılıyız diyorlardı. Fakat Peygamber efendimiz tekere çomak soktu. Düzenlerini bozdu. Asıl kabul edilemez olan buydu. Onun için de karşı çıkmışlardı.
Başarı odaklı eğitim – sorumluluk odaklı eğitimle karşı karşıya. Başarı odaklı eğitimde insan tasavvuru = sorumsuz ama başarılı olmalı. Ahlaksız olabilir. Hakeme göstermeden serbest. Roma’nın yakalanmayan hırsızı ödüllendirmesi ile aynı.
Başarı odaklı eğitim sürdürülebilir değildir. Ezici, sürü psikolojisi içinde başar ama sisteme takılma. Bu ahlaksızdır.
Uluslararası güçlerin yaptığı da başarıdır. 600.000. kişinin üstüne bomba atmak da başarıdır. IMF’nin borç verdim diye önerdiği; kalkınmayı durdur, sıkı para politikası izle, bütçe fazlası ver ve paramı geri öde; işsizlik artabilir, ticaret sekteye uğrayabilir, iflaslar ve intiharlar olağandır demesi de bir başarı. Tefeci… Ya insan ne olacak? İşte faiz bunun için yasak ve ahlakı, merhameti yok! Aklı, kabiliyeti, zekayı dışlayan, başarıya odaklı bir sistem… Bu sistemde başarılı olanlar, hayatta başarısız oluyor: Kendisi ile, ailesi ile, arkadaşları ile.. Ona armağan olarak verilen yetenekleri ona ket vurur hale geliyor.
Kendi seçmiyor mesleğini. Siz seçiyorsunuz. Tekrar sınava giriyor. Kabiliyet katilliğine dönüşüyor. Çocuk kendisi ile savaşıyor. Her şeye rağmen kazanılmış olan, fetişleştirilen, putlaştırılan, başarıdır. Neye, niçin, nasıl, kaça maloldu diye sormuyor. Başarısızlık halinde doğan psikolojik sıkıntıların ve intiharların özünde başarı odaklı eğitim var desem abartı olur mu? Başardığı zaman da “ben başardım”diye kibirleniyor, yetki aldığında da hizmet yerine menfaatini düşünüyor, zulmediyor. Karun da “bu serveti yeteneğim sayesinde elde ettim” dedi. Ve yerin dibini boyladı. Bir sahabe peygamberden ısrarla istediği dünyalık bir duanın ardından 6-7 sene içinde büyük bir koyun sürüsüne sahip oldu ve zekat memurlarını “peygamber benimle ortak mı kazandı” diye tersleyerek isyan etti. Başarıyı yani rızkı kendinden bildi. Verildiğini düşünmedi. Daha sonra pişman olarak zekatını vermek istedi ise de gerek Hz. Peygamber ve gerekse Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer onun zekatını almadılar.
Bilgi ile aranan; dünyevileşme, güç, makam, kariyer, maaş, hakimiyet. Halbuki gayret bizden muvaffakiyet Allah’tandır. İlmi verilmiş bilmek gerekir.
Başarı odaklı bir sınavla öğrenci hayatın tek yönüne hazırlanıyor. Hayatın sürprizlerine hazır değiller. “İnsan için çalıştığının karşılığı var” (ayet). Ancak yalnız hayat bu değil.
Hayatı mühendislik olarak görmek yanlıştır. Doğal hayat tabiri, karmaşıktır.
Başarıya odaklı sistem insan tasavvurunu yanıltıyor. Anne baba başarılı olan çocuğunu erdemli olana tercih ediyor. İyi – kötü’nün yerini, başarılı – başarısız ayrımı alıyor. Çocuk fırsatını bulunca kopya çekiyor. Mekanik eksenli insan, erdemli insana karşı bir Truva atı. Hitler Berlin’i bombalayın diyor. Karşı çıkılınca, “düşman karşısında başarısız olursa ölmeyi de hak ederler diyor = başarısızın yaşamaya da hakkı yok!
Nuh başarısız mıydı? Hayır! Tevhid uğrunda ölen insanlar başarısız mı?
Başarı odaklı eğitim, çocukları dengesiz yapıyor. Hayatta; sosyal ilişkiler, davranış uyumu, toplum ve kendisi ile barışık yaşama, Allah’la olan ilişkisi, sıkıntılara göğüs germede dayanıklılık.. Bunlar hayata uyum sağlamada önemli şeyler.
Erdem ve sorumluluk odaklı eğitimin yerini başarı odaklı eğitim alıyor.
Allah’tan, erdemden, faziletten yırttığını başarıya yamıyor.
Hayat denizinde fırtınanın ne zaman kopacağı belli olmaz. “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten ailenizi koruyun”(ayet).
“Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır”(hadis). Bununla sürdürülebilir olana işaret var. Halbuki başarı odaklı eğitim veya davranışlar, bir yerde ya diğer insanlarla ya da sistemle çatışır. Devamlı sürdürülemez.
Başarılı olan mutlu mudur?
Mutluluk ile haz, keyif alma ayrıdır. Doğrudan orantı kurmak yanlıştır. Başarı ile mutluluk arasında bağ yoktur. Hiçbir şeyi eksik olmayan insanlar mutlu mu? Doğrudan bağ kuran vahyi unutmuştur. Gelir ve maddi tatmin düzeyi yüksek toplumların mutsuzluğundan; içki, çok yemek(obozite), seks ve uyuşturucuya mübtela olduklarından bahsediliyor. Yapılan araştırmalar gelir düzeyi çok düşük bir Afrika ülkesinin en mutlu insanlara sahip olduğunu gösteriyor. İsyan ettirecek fakirliğin bir mutsuzluk kaynağı olabileceğini de unutmamak gerekiyor. Bir hadiste “İsyan ettirecek fakirlikten ve şımarttıracak zenginlikten ya Rabbi sana sığınırım” buyuruldu. Genel olarak insanın dünyevi şeylerle tatmin için yaratılmadığını söyleyebiliriz. İnsan “Allah’ın zikri” ile mutmain olmak üzere yaratılmış (ayet). Bir namazın arkasından duyulan ferahlamayı neyle izah edebiliriz? Nefsin gıdası maddi rızıklardır ve eksikliği vücutta otomatiğe bağlanmıştır. Acıkanın karnı ağrır v.s. Ancak ruhun ihtiyacı ilahi rahmettir. Fakat bunun için otomatik bir isteklilik sözkonusu değildir. İnsanın hür iradesine bağlanmıştır. İşte cennet – cehennem bunun için vardır. Dilerse inanır ilahi rahmete kavuşur iki cihanda mutlu olur. Dilerse inkar eder, ilahi rahmet ona dünyada bir şeyler verir ve yaşatır, ancak korkunç bir akıbet ise onu bekler…
Tevekkül
Sınavdan çıkmışsanız ve başaramamışsanız, kendinizle de barışık iseniz, bu başarısızlık bir bitiş olmaz. Bir sorgulama yapıp insanın kabiliyetini keşfetmesi güzeldir. Bir müslüman bir meslek sahibi olacak. Bunun için çalışacak. Buna fiili dua diyoruz. Sonrası tevekkül. Her şeye rağmen kazanamamışsa, “bir kapı kapanınca başka bir kapının açılacağına” da inanacak. Umutsuzluk yok. Gayrete devam ve sebeplere riayet. Ve her daim dua. Sağlam bir kalp. Allah, verirken de dener, alırken de dener. Asıl sınav; her değişiklikte kalbin neye meylettiği, şükür ve sabır ikileminde sebepleri aşarak onu Rabb’inden bilip bilmediği, Rabbini unutup unutmadığıdır. Hayatta başarı kadar başarısızlıklar da mutlaka vardır. Müslümanlar uhut harbinde yenilgiye uğradılar. Bu bir başarısızlıktı ve başa geldi. İki nedenle olaylar başa gelir. Birincisi insanın elleriyle yaptığından dolayı, ki; buna rağmen çoğu affedilir. Diğeri de deneme için. Kulum ne diyecek? Peygamberlerin başına bunlara ilave olarak bir de örnek olması için gelir ki, onların işi daha zor.
Test yöntemi; feylesof, mütefekkir çıkarmıyor. İnciyi kırarsanız kum çıkar. Onun için inciyi kırmamak gerek.
Sivil toplum kuruluşları, hayır kurumları, kısmen ticaret maksadıyla kurulan kurumlar parelel bir eğitim sergilemeye çalışıyorlar. Bunların desteklenmesi uygun olabilir. İçlerinde bu işi bir gönül meselesi haline getirip, fedakarlık yaparak, kendini sevdirerek başarılı olanlar olduğu gibi başarısız olanlar da var. Özelleştirmeyi kesin bir başarı olarak düşünmemek ancak, bir katkı olarak düşünmek gerek.
Amerika’da paralel eğitim home school’lar yoluyla evde yapılıyor. Devlet, “nasıl olsa yapacağım masrafı üzerimden aldın” diye ona para veriyor. Bizde devletin yakın gelecekteki planlamasında özel okullara öğrenci başına belli bir miktar ödeme yaparak bir çeşit özelleştirme düşünülüyor. Birisi çıkıp da “alt gelir guruplarından elde edilen vergiler zenginlerin finansmanına harcanıyor” diyebilir!
Eğitim Metedolojisi
Peygamber efendimiz bir esiri 10 öğrenciyi okutması karşılığında serbest bıraktı. Cahil bir toplumdan ilahi rahmetin de tesiriyle Kuran’ın eğitici vasfıyla “Her biri bir yıldızdır. Hangisine tabi olursanız kurtulursunuz” dediği bir “Sahabi” çıkardı.
Öğrenci sayısı çok önemli. 54 öğrencili bir sınıfta öğretmenin yapabileceği pek bir şey yok. Sabancı Üniversitesi’nde sınıfların 6 kişiden oluştuğu ve hayattan alınan örneklerle yerine giderek ders işlendiği söyleniyor. Kuran’ın eğitim metodolojisi de öyle. Kuran’da yaşanmış bir hikaye anlatılır. Bu sırada da çok şeyler söylenir. Bu şekilde hafızaya da güzelce yerleşmesi sağlanır. Amerikan özel üniversiteleri her yıl ilanlarında nasıl bir eğitim metodolojisi izleyeceklerini belirtiyorlar. Tipik olan şu: “case study” = hayatın içinden canlı örnekler üzerinden tartışmalı anlatımları sürdürmek. Örneğin; bir finansal analiz yapacaksanız bunu bir şirketin fiili bilançosu üzerinden yürütmek. Ya da “yerinde görerek” eğitim.
Okul insani ilişkilerin geliştirildiği bir çevre olmalı. Okulda mahşeri bir yalnızlık yaşanıyor. Otobüste kulaklık kullanıp kimse ile ilgilenmeyen birisi gibi. İnsani yalnızlaştırıyor. Dersane = parası olmayan ölsün. Varoşlardaki okulların rehbercilikleri ile dersaneye gidemeyen çocukların psikolojilerini konuşmak gerek…
Dersanelerin ilk kuruluş maksadı derslere takviye idi. Şimdi ise kast sistemine dönüştü. En parlak öğrenci üste para verilerek alınıyor. Öğrenciyi tasnif ediyor. Kime nereyi kazandırdı ise onun reklamı yapılıyor. Ölçü; okul kazandırmak. Erdem yok, insan yok. Dersane başarı odaklı eğitimi destekliyor. Hastalar artsın diye dua ediliyor. Milli Eğitim sınav sayısını artırdıkça hastalar artıyor ve onlara ekmek kapısı açılıyor. İşin içine küçücük beyinler de dahil ediliyor.
Paradoks yanlış, konsept yanlış, strateji yanlış.
Allah’ın gör dediği yerden baksınlar ve Allah’ın gör dediğini görsünler. Malzeme insan olunca, ona insanca muamele gerek, merhametle muamele gerek
Sürekli eğitim
Milli Eğitim Bakanlığı’nın düşündüğü ve fakat bir türlü uygulamaya koyamadığı ömür boyu öğrenmeyi amaçlayan her yaştaki insanı meslek sahibi yapma adı altında bir çalışma var. Bunu yalnız meslek edinme olarak düşünmemek gerekiyor. İnsan kabiliyetinin ortaya çıkarılması ve moral değer olarak meşguliyet… Hiç bir iş yapmayan, hobi olarak bile bir şeyle uğraşmayan bir insanın neler yaşadıklarını düşünebiliyormusunuz? “İşe yaramak” “ben varım” ile eş anlamlı. Ne iş yaparsanız yapın ama bir şeyler yapın. Eh, faydalı olursa daha güzel tabii. Askerde çukuru kazdırırlar ve arkasından aynı çukuru tekrar kapattırırlar. Amaç boş durarak düşüncede meydana gelebilecek sapmayı meşguliyetle önlemektir. Erken emeklilikle boş gezen yığınları bir düşünsenize. Halkı meşgul etmek zorundasınız. Cami, namaz ve cami arkadaşlıkları kısmen bir meşguliyet ve sohbet ortamı sağlar. Namaz kılmıyorsa gideceği yer kahvehanedir. Saatlerce oyun ve zararlı düşünceler. Batı bu sorunu hobi, spor ve bazı çalışma kulüpleri üyeliği ile çözmeye çalışıyor. Amaç meşguliyet ve işe yararlılık sağlayarak psikolojik sorunlardan kurtulmak. Bu anlamda spor, bütün dalları ile takım tutma anlamında seyirlik değil, uygulanır halde. Milyonlarca lisanslı oyuncu. Ama hiç biri meşhur olmak derdinde değil. Belki çok azı.
Öğrenmede okumak da çok önemli. Bu ülke okumuyor. Buna kısa dönemde yapılacak pek bir şey yok. Çok yazık… Seyrediyor. O halde bu seyretme fiilini değiştiremeyeceğimize göre bunu kullanmalıyız. Proğram içeriklerini eğlenceden, öğrenecek bir şeylere çevirmeliyiz. RTÜK biraz daha aktif olabilir. Yasal düzenlemelerle öğretici proğram mecburiyeti getirilebilir. Eğlence proğramları azaltılabilir. Eğitim kanalları olabilir.
Bu çalışma konusunda Bakanlık tereddütler yaşıyor. Belediyeler de işin içinde olmalı. Bize göre harika bir şey. Bakanlığa moral vermek gerekiyor…
————————————————–
Not: Her kim bu sitede yer alan islami bir emirle amel ederse; o kişiye duamız vacip olmuştur. Şifa bulur veya işi olur ve imanla göçer ve ahirette şefaatimiz vacip olur bi iznillah. Bu bir dua’dır. İlgili yazıyı okuyunuz lütfen (Derdi olan, imanla ahirete göçmek isteyen, ahirette bi iznillah şefaat duası talep eden her kim var ise; bu yazıyı okuya,) yazısı..
aşık ahi kul ahmede yazmak nasib olmuştur.
Burada size yazdığım şeyler; hiç bir kitapta yer almayan, sadece bu aşık kardeşinizin kendi sevgi, usul ve tecrübelerinin bir kısmıdır. her yiğidin yoğurdu da yeyişi de farklıdır. başkasına kıyaslamayınız lütfen. aşıklık geleneği normalde usta-çırak ilişkisine dayanır. fakat bizim ustamız HAKK RAHMAN oldu da irticalen yazar dururuz. Peygamber efendimiz sav. Hatay’da Habibi Neccar Hazretleri ve Mevlana’ ks. dan başka bir çok tarikat şeyhinden dua aldığımız yanında radikal bir ilahi aşk’ın kalbimizde yer ettirildiğini (=Allah’tan) riya olmaksızın söyleyelim inşallah.
onun çok dua eden biri olduğunu aklınızdan çıkarmayınız lütfen…
Bir şiir yazmak için mutlaka bir miktar zikir, en azından 21 besmele uygun olur. bir besmele dahi çekmeden yazılar hokkabazlık olur ki onu da ahmaklar okur, hanesine bir şeyin yazılması da şüpheli hale gelir. şiir Allah için yazılır ve Allah için insanların istifadesine karşılıksız dağıtılır. isteyene parası yoksa bedava, orta halliye maliyet artı makul karla, parası çok olana fazlası fakirlere bedavanın karşılığı olarak fazla fiatla verilebilir.
Kişi kimseyle küs olmamalıdır.
Karşı taraf barışmıyorsa sizin ona barıştığınızı söylemeniz ya da almasa bile selam vermeniz gereklidir.
Kul hakkı olan kişilerle vakit geçirmeden ödeme gerekli ise ödeme yapıp helalliğini de ayrıca gönülden almalısınız.
Namazlarınızda Allah’a tam kul olup hiçbir dünya gailesi düşünmeden aşk ile namaz kılmalısınız.
Her gün mali durumunuz ölçüsünde bir miktar mutlaka uygun kişiyi bularak sadaka vermelisiniz..
CENNET: namazı 5 5 aşkla kılıp çorba kaşığını karşı tarafa uzatanlara daha yakındır (Aşık ahi kul ahmed)
Şiir yazma ortamı diye bir özel zaman aslında yoktur. Biz bazen iki kıta otobüs durağında, iki kıta otobüsün kalabalında içinde, 4 kıta eve varınca, bilgisayara aktarırken iş yerinde de a aaa şurası eksik kalmış deyip 4 kıta daha ayakta ila ederiz de 12 kıtalı bir şiir çıkıverir ortaya.
Ancak genel olarak sakin ortamlar hayalin genişlemesine daha çok imkan verdiği söylenebilir.
Aşık açık ve net olmalı. Gerçeklerden korkmadan gizliliğimiz sadece fitneye yol açabilecek şeylerle sınırlı olmalı = Dostluklar, Güven = Açıklık Allah için yer bulmalı..
Hiç kimseyi Allahın dışında ”dost” edinmeyeceğiz. Bu bizi kula kulluğa, kullara ‘eyvallah’ etmekten koruyacaktır= Onur, Hürriyet, Kulluk böyle elde edilir.
Fecr suresi 27-30 ayetleri incelendiğinde mutmain olmuş nefsin doğrudan cennetle müjdelendiği görülmelidir. Kulluk en güzel makam olup bu makama erişmiş bir arif kişi yada aşık kişinin yazdığı şeyler insdanlara bazı bölümlerini anlamasalarda Rahmani olarak çok şey vermeye başlar. Yazıda kişinin bir miktar kesbi (emeği) bulunsa da duyurma işi Allah’a aittir. Bu duyma işlemi sesin fiziki olarak duyurulmasından tutun kalbe inmesine kadar Allah’a aittir. Bu durum faydaya dönüşürse nasibe dönmüş olur ki istenen de budur. Bu noktada aşığın gayreti yanında Hakk’ın nasibi olduğundan nasib için Allah’a şükretmek gerekir. Aşık ise bu gayreti için teşekkür beklemez dua beklemez. O yaszar, dağıtır, ulaştırır o kadar.. aşıkta ben duygusu ve meşhur olma duygusu en aşağıya inmiştir zira.. işte bir aşıkta iyilik duygu ve makamı fevri tek tek hareketten “HAL” HALİNE DÖNÜŞMEDİKÇE yazdıkları iyi olmadığı gibi onu duyuracak kimse de olmadığı için boş yere çabalar durur. Bütün bu aşamalar usta çırak ilişkisi içinde söz ile sazı da kapsamaya kadar gider. Çırağın ilahi aşkta katedeceği mesafe onun fedakarane gayreti ile şevk bulur ve çırak yükselmeye başlar. Yükseldikçe eteğindeki dünyalık ağırlık ve nefsi özellikleri atmalı ki hafifleyip yükselebilsin. Cisim hafifledikçe ryh zenginleşmeye başlar. İşte şimdi aranan evvelde Hakk’ın verdiği kabiliyetler için mana zenginliği fırsatları doğmaya başlar. Özünde olmayanın, aşka düşmeyenin ustası tarafından eğitilmesi sadece kelime cambazlığından öteye geçmez. Aşık manayı şekilden evla tutar. aşık isdraf yapamaz. orta bir yolu bırakmaması gerekir. gösteriş aşığı bitirir.
Bu anlatılanlar sizi üzmesin. Bunlar kemal şiir yazımı için gerekenlerdir. Herkesin yaklaşımı farklı da olabilir kuşkusuz. Sadece her neye yazıyor iseniz önce hiç olmazsa birkaç defa besmele çekin, örneğin şöyle kısa da olsa bir dua edin: “Ya Rabbi zihnimi aç, dilimi çöz, kalbimi sana yönelt, doğruluktan ve adaletten ayırma, gönlümü İslam üzere kıl, seni ve mümin kullarını sevmeyi nasib et, ve yararlı güzel bir şiirle insanlara faydalı olmayı nasib et, gösterişten uzak eyle beni- amin” diyebilirsiniz.
Son olarak yazılan şeye Hakk nazarıyla sevilmesi gerekiyorsa severek, kızılması gerekiyorsa yine Hakk için kızarak bakmalısınız. Artık şiir yazmaya hazırsınız demektir. Kısmetiniz doğru, güzel ve bol olsun, insanların yararına dönüştürsün Allah’ü Teala.
Bir duanızı şiirleştirmeye çalışarak işe başlayalım:
yoktur
vardır
gördür
yerdir
kuldur
haktır
gibi ayaklar kullanılarak kişinin kendi fiili duası şiirleştirilebilir.
Son beyitlerde yoğunluk, önem, vurgu, damıtma çok, katlamalı satırlar arası ilişkiler kuvvetli olmalı, ne diyeceksen de burada demelisiniz. Örnek bir şah beyit:
Zikirden ilahi aşka
…………………..
………………….
Arşda yoğ imiş başka nebi ”yusuf”
Züleyhadan kaçmamış doğan yusuf
*
Sen bir Züleyha bul da gel mah cemal
Kaçmayam ben gel gör ki ahı cemal”
Yaşanmadan bir şiir yazılmaz. yaşamasanız da o kişi gibi olmalı ya da o olayın içinde gibi hissedecek yufka yüreğe sahip olmalısınız.
Hece Bilgileri:
Koşma 11 hecedir genellikle.
6+5
veya
4+4+3 olabilir.
Semaî 8 hecedir genellikle.
4+4 olabilir.
Mani 7 heceden müteşekkildir.
1. Kıta
…………………a
…………………b
…………………a (x)
………………….b
2.Kıta
………………….c
………………….c
………………….c
………………….b
Divan 15 hecedir
8+7 olabilir.
Bu ölçüler geneldir ve daha çok şiirin ahengi ile ilgilidir. Mananın önemsendiği acil bir durumda çokluk teşkil etmemek şartıyla ihlal edildiği bazı şairlerde görülür.
Bir kıtanın içini nasıl doldurabiliriz ona bakalım..
1.Kıta içeriği şöyle olabilir.
1. övgü
2.istek
3.övgü
4.istek bildir
Ağulu aşın duası
Her kim bana dost, dost ise
………………………..
Hak Teala yar olsun ona
……………………….
Her ne derdi vardır ise
……………………….
Cümle işi asan ona
……………………………………
Emre kul
selam ile selam ile
…………………..
selam verdim kelam ile
……………………….
yazıdaki oğlak bile
…………………….
selam alır “bela” ile
………………………………..
Elif
Ben bir elif olsam başa
……………………..
Kim hu dokur önden sona
………………………….
Bir güzelce sunar Hakk’a
…………………………
Hediyemi bilmez imiş
…………………………..
Ölüm var…
Şu dünyada ey canlar
……………………..
Ağdıracak ölüm var
……………………..
Bağı bostan bozdurur
……………………..
Solduracak ölüm var
………………………
2. kıta içeriği şöyle olabilir..
1. övgü
2.ne düşündüğün
3.ne beklediğin
4.aleni istek, vurgu, naz şikayet söylemek istediğin her şey olabilir (derdin ne?)
Bana ağu veren kişi
……………………
Doğru ola eğri işi
……………………
Kolay gele onmaz düşü
……………………….
Cümle bahtı hayır ona
……………………………………..
Ben bir aşk-ı elif kulum
………………………
Hakkın zatı arar kelim
………………………
Gayri olmaz O’nsuz ölim
………………………..
Gördüğümü bilmez imiş
……………………………………….
Özen bezen yapadur
…………………….
Sonra şöyle kıradur
……………………..
Emanetin veredur
………………….
Ödetecek ölüm var
………………………
Acı biber dilimden
Yuvarlandı önümden
Sevdiğimi gözünden
…………………………
(Mani uyarlaması)
Somut duamda olan şey, yaşadığım kişinin özellikleri, yaşadığım olay, bütün şiir boyunca sistematik bir şekilde bütün şiir boyunca düzenli olarak devam etmeli, olaylar birbirini her kıtada gerçekleşme özelliğine göre sırayla takip etmelidir.
Rastgele “burda bu vardı şur da da şu var” gibi birbirinden kopuk kıtalar okuyucunun zihnini allak bullak eder. Anlaşılmayı zorlaştırır. Kaliteyi ve tekrar okunabilirliği düşürür. İyi şiir; çok okunup da her okunuşta diğerinden daima farklı bir şeyi her defasında buduğunuzda ortaya çıkan şiirdir..
Bu bakış açısıyla şah beyit ve bir önceki kıta ayrı bir öneme sahiptir. Şiirden hiçbirşey anlamayan okuyucunun aklında, en son okuduğu son iki beyit kalır. Bu beyitlere kibir, riya, suni fikirler sokulmamalı, son derece açık ve kavi (sağlam fakat sert değil) ana fikir ya da mesajlar yerleştirilmelidir.
Şiirde tevazu ve halkın kullandığı deyimler onların düşünceleri önemlidir ve bunlara yer verilmelidir. Böylece okuyucu şiiri ve yazarı kendinden bir parça gibi görür, anlayış derinliği bu sevgiyle artar ve şair okuyucunun nezdinde daha yüksek bir değere (makam değil) ulaşır. Bu ulaşım ve beğenidir ki etkilenme kapılarını okuyucunun açar ve en yüksek faydayı elde etmek kolaylaşır.
1. Çalışma: bu sitedeki “Allah’ım şiirinin aynısını mana sabit kelime farklı olarak taklit edeceğiz.
2.Çalışma:
Aynı formatı tamamen serbest sadece Allahın uyağı(ayağı) sabit kalmasıyla yapılacak.
yazdıktan sonra başkasına verirken okurken “ben yazdık” demeyecek. “bize nasib oldu elhamdülillah” diyecek. tevazudan asla ayrılmayacak. hakaret edenlere cevap vermeyecek. sabredecek. kin duymayacak kimseye.. hakaret edenlere de dua edecek, kimseye işim var demeyecek, kişi ayrılmadfığı sürece onu can kulağı ile dinlemeye devam edecek, pencereden dışarı bakıp hadi git mesajı vermeyecek. bir şey isteyen kimseyi boş çevirmeyecek, neyi varsa paylaşacak, adres soranı bile şayet bilmiyorsa kendisi hemen birinden sorup öğrenip söyleyecek. kişi iyi anlayamıyorsa işi dahi olsa yürüyerek fiilen götürecek oraya kadar. günde 100 selamı tanıdık tanımadık herkese verecek. onlar almazsa kensisi alacak. herkese gülümseyerek bakacak. münibüste 20 kişiye otobüste sıradan herkese selam vererek ilerleyecek. Allah’ı ve Allah için kullarını çok sevecek çook çok.. vesselam..
aşık ahi kul ahmede nasibdir.
Aşıklık ve Ozanlık geleneği konusunda sıkça bazı sorular sorulmaktadır. burada size genel tanımlamalar bir süreç olarak anlatılmıştır. özel olarak kendi yetişme sürecimiz konusunda ileride üç beş şey söyleyebileceğimi umuyorum ömrüm vefa yeterse.
.
İslâmiyet öncesinde şiir yazan şairlere; “Şair” anlamında “Ozan ve Baksı” gibi adlar verilmiştir. İslâmiyet sonrası Anadolu’da; saz eşliğinde veya sazsız şiir yazan şairlere “Âşık” adı verilmiştir.
Şairler, Orta Asya Türk boyları arasında çeşitli adlar almışlardır. Şairlere: Oğuz Türkleri; “Baksı (Bahsı-Bahşi), Ozan”, Altay Türkleri; “Kam”, Yakut Türkleri; “Oyun”, Tonguz Türkleri; “Şaman” demişlerdir.
Ozan; dilimizde “şair” anlamında kullanılmış en eski bir sözdür. Hece vezni (ölçüsü) ile şiir yazan ve söyleyen şairlere, âşık (ozan) denir. Âşık (ozan), gerçekleri olduğu gibi yazan ve söyleyen şairlerdir. Saz ile söyleyen şairlere saz şairi, sazsız söyleyen şairlere de halk şairi denir.
Âşık; terim olarak, on ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda, Hoca Ahmet Yesevî ve Yunus Emre gibi şiir yazan ve ilâhi olarak şiir söyleyen Dinî-Tasavvuf mensuplarına denmekle ortaya çıkmıştır.
Âşıklar, usta – çırak ilişkisine bağlı olarak yetişirler. Özelliklerini, yetiştikleri ve yaşadıkları sosyal çevreden alırlar.
Âşıkların yetişme yerleri çok farklıdır. Köylerde, kasabalarda ve şehirlerde, tekkelerde, medreselerde, asker ocaklarında yetişen âşıklar vardır. Bunlar içinde geleneğe en bağlı olanlar köylerde yetişenlerdir. Bunlar saf şairlerdir. Saf halk şairleri; tabiatı ve gerçekleri olduğu gibi dile getirirler.
Âşıklar, diyar diyar dolaşarak; köy odalarında, kahvelerde ve meydanlarda, şiirlerini okurlar. Bu şekilde şiirlerinin geniş halk toplulukları tarafından duyulmasını sağlarlar.
Âşıklar; gezgin şairlerdir. İlden ile köyden köye gezmişlerdir. Semaî ve meydan kahvelerinde şiirler söylemişlerdir.
Âşıklar; gördüklerini ve yaşadıklarını dile getiren halk kahramanlarıdır.
Âşıklar; semaî, koşma, varsağı, destan, koçaklama, güzelleme, taşlama, ağıt gibi nazım biçimleri ve türleri ile tabiat, ayrılık, ölüm, kahramanlık, aşk ve toplumsal olaylar gibi konularda şiirler söylemişlerdir.
Sazlı saz şairleri ve sazsız halk şairleri, şiirlerini, “cönk” denen ve eni boyundan uzun olan, uzunlamasına açılan defterlere yazarlar. Cönk denen bu defterler Türk Halk Edebiyatı’nın temel kaynaklarını teşkil eder. Edebiyat tarihi bakımından değerleri çok büyüktür. Halk arasında “Cönk”ler, “danadili” diye de tanınır.
Âşıklar, Türklerin Orta- Asya’dan, Anadolu’ya gelişiyle burada da varlıklarını devam ettirmişlerdir. Âşıklara, Osmanlı İmparatorluğu döneminde büyük bir değer verilmiştir. Fatih Sultan Mehmet Han tarafından İstanbul’un alınmasından sonra, doğu ve güney bölgelerinden gelen Âşıkların, İstanbul saraylarında bile büyük ilgi gördükleri bilinmektedir. Âşıklar, Anadolu’nun değişik yörelerinde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Bazı padişahlar, âşıklara özel ilgi göstermişlerdir. Bunların başında IV. Murat, IV. Mehmet, II. Mahmut ve Sultan Abdülaziz gelir. II. Mahmut devrinde İstanbul Tavuk Pazarında âşık kahvehaneleri vardı. Ün salmış âşıklar burada toplanır, çalıp söylerlerdi. Âşık fasıllarını idare edene “Reis-i Aşikâr” denir. Ve devletten maaş alırlardı. Birisine âşık denebilmesi için önce Tavuk Pazarındaki Âşık Cemiyetine “çerağ” olması gerekirdi. Kabiliyeti olan sonra kalfa, ardından “ehliyetname” alarak “âşık” olurdu. Bu âşıklar, ülkenin her tarafında hükümet adamlarından kolaylık görürlerdi.
Bugün de gerek saz şairleri gerekse halk şairleri, halk şiirinin yaşaması için gayret etmektedirler. Âşıklar; hece ölçüsü ile ve hece kalıplarının 11’li, 8’li ve 7’li ölçüleri ile şiirlerini yazmayı tercih ederler. Âşıklar, milli kültürümüzü, eserlerinde sade ve saf bir biçimde dile getirmektedirler. Âşıklar (ozanlar) gerek kendi dertlerini gerekse toplum dertlerini dile getiren şairlerdir.
Günümüzde Âşıklık geleneği Sivas, Kayseri, Ankara, Kırşehir, Yozgat, Adana, Osmaniye, Konya, Kars, İstanbul, Şanlıurfa, Erzurum, Toroslar ve Doğu Anadolu yörelerinde sürdürülmektedir.
Yunus Emre’den Ozan tanımı
“Ben bir usanmaz ozanım
Derdim vardır inilerim”
“Cümle şair dost bahçesinin bülbülü
Yunus Emre arada dürraclana”
Açıklama: “Şairlerin hepsi dost bağının bülbülüdür. Yunus Emre’de aralarında turaçlanır.” demiştir.
“Yunus gel âşık isen tövbe eyle
Nasûha tövbe ucu kutlu oldu”
Açıklama: “Yunus, eğer âşık isen gel tövbe et, nasihat vericiye tövbe sonu mübarek oldu” demiştir.
aşık ahi kul ahmed derledi.
Bize üstad deniyorsa ossursak bile “bi bildiği olmalı” demelisiniz. Vaktiyle 1.5 müridi (bi erkek bi kadın) olan Kızılcahamam’da bir zat, ısrar üzerine keramet göstererek pazarda karganın başını koparır, sonra yapıştırır ve “uç” der, o da uçar. Bi anda müridler artınca dergah almaz. Sonra onların ihlasını denemek ister. Bağırsağı beline bağlar ve namaza durur. Ruküya eğildikçe bağırsak ossuruk gibi öter. Bunu duyan yeni müridler “bu abdestsizin arkasında namaz kılınmaz” diyerek hocayı terkederler. Geriye yine eski 1.5 mürid kalır. Onlar “bi bildiği olmalı” diye düşünmüşlerdir. İşte sadıklar böyle düşünür. Sıddık Ebu Bekir de miraç anlatılınca görmeden “bunu o söylediyse inanırım ve doğrudur” dememiş miydi? Sizin sadakatiniz kime acaba?
Ekmek çalan hırsızı ekmek çaldı diye ekmeksiz mi bırakırsın?
Çocuk söz tutmadı deyu oyuncağını elinden mı alırsın?
Vergi kaçırdı deyu tacirin bütün sermayesini götürecek ceza mı kesersin?
Küfreden çocuğun dilini mi kesersin?
“Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” kutsal metinlerde yer alan empati kuralıdır. Size aynı şartlarda aynı şey yapılsa ne dersiniz? Ölümü de öldürüyor musunuz?
“Hayat işimize yaramıyorsa ölebiliriz” mi diyeceğiz bıktırıldığı için? Yoksa çalışmanın neşvesini idare vermeli midir? İdare sevgisini neden saklamak gereği duyar? Halbuki müşevvik için buna ihtiyaç vardır.
“Doğru yolu izlemekle insanın kaybolduğu görülmemiştir” sözü için doğru idare açısından nedir? Bilmek kadar adil olmak da terazide var mıdır?
“Kendini kışa hazırla, yaz gelirse bahtına” sözü, ben şimdi bunu yapayım, her ihtimale karşı ne demek? Bir idari sorumsuzluk örneği denilebilir mi? al kararı, ya da kes cezayı, ya da şunu şuna yap gitsin boş ver nasıl olsa idare benim ve karar verecek benim, istediğim gibi karar alırım sorumsuzluğu denilebilir mi?
“Aşçıların hatasını maydonoz örter, terzinin hatasını ütü örter, doktorun hatasını toprak örter, idarenin, sizin hatanızı ne örter?” ateş olabilir mi?
“Asker yapılan ve yapılmayan her şeyden sorumludur” aksi halde vatan gider, sizin yaptığınız kadar yapmadığınız şey nedir idarede. Yapılmayanın hiç hesabı yok mu? Temizlikçiler mahsende otursun ve her gün simit ayranken şimdi birisinin merhametiyle sadece bir çorbaya dönüştü. Herkes bir yemeğini aşağıya gönderemez mi? idare bu teklifi yapamaz mı? 10. katta yer var. Onlar oraya yerleştirilemez mi?
“Amaçsız insanlar amaçlı olan insanlara göre daha az kavga ederler”se insanların amaçları yalnızca mesleki mi olmalıdır? Devletin hizmeti halka götürmesi gerektiğine göre bir çalışan doğrudan halka bir miktar çalışırsa görevini ihmal etmiş sayılır mı? görev dar anlamda mı düşünülmelidir?
“Ben benim, ama aynı zamanda sana bağlıyım” sözü çalışanın kişiliğine idarenin de saygı duyması değil midir? Sadakat hürriyet de ister.
“Parası çok ama aklı kıt olan insanlar fark edilmek için pahalı bir bitkiye çok para öderler”sözü idare için kimsenin yapmadığını yaparak fark edilmek mi isterler? Başarı sizce farklılıklarda mı yatıyor yoksa bilgi ve adalette mi?
“Sizi hatırlatan laleyi ters mi yapalım” sözü idarenin hatalarını çalışanın hicvetmesi sayılmaz mı? Sizi de mi hicvedelim.
“İdare dedikodular üzerine karar almamalıdır. Gerçeği araştırmalı ve doğrudan görüşme yöntemini uygulamalıdır” Sözü Kuran’i değil midir? Süfli kurallar neden Kuran-i kurallara tercih edilir?
Hakan der ki; “yasalara uy, vergileri zamanında ver, dostumla dost, düşmanımla düşman ol”
Halk der ki; “yasalara uyarım ama adil yasaler olmalı, vergileri zamanında veririm ama gümşün ayarını bozmamalısın, dostunu dost, düşmanını düşman bilirim ama sen de bizim için güveni sağla” Kutadgu Bilig, Temel sorumlulukları belirlerken temel sorumlulukta bir ihmal olmadığı halde gıvır zıvır şeyler bahane edilip çalışan neden üzülüyor. Kişisel benlik bir tavra mı dönüşüyor.= zulüm sayılabilir mi? Yönetmek halka hizmetten halka efendiliğe mi dönüştü?
Hz. Ali : “yedi yaşına kadar çocuğunuzla oynayın, 7-15 yaşları arasında onunla arkadaş olun, 15 yaşından sonra onunla istişare edin, ona danışın” idare çalışanına danışmamakla yönetme görevini bırakıp egemenlik mi kurmak istiyor?
“Vicdan baskıcı değil, rahat ortamlarda gelişir” yanlış ve süfli kararlar çalışanlar üzerinde baskıya, baskı da kişisel iç hukuku zedeliyor mu?
Toplumda bir şeyler nasib olan insanlar daima ulvi değerlerle yaşar ve öyle de idare edilmek isterler. İdarenin süfli kararlarının onların ulvi kararlarını bozduğu görülmemiştir. Ve onlar kendilerine yapılan süfli kararlara sadece sabrederler ve fakat bu süfli kararlar yanında ve başkasına yapıldığında en çok bağıranlar onlardır.
12 saat çalışan ve sürekli hem devlet için hem devletin görevi olarak halk için çalışan ve üreten adamın yazıcı ve internetini hiç bir şey üretme ve araştırma diye mi kesersin, yoksa dedikodu merkezli süfli amaçlar gözünüzde ulvi değerlere mi dönüştü?
Bütün bunlar çalışan üzerinde bir travma yapabilecek olumsuzluklardır. Gereğinin öğüt kabul edilmesini dileriz.
“Akıl başta / Utanma yüzde / Bilgi gözde bulunur / Öfke gelince akıl gider / Tamah gelince utanma gider / Haset gelince bilgi gider” Hacı Bektaş-ı Veli
“Yöneticiler daima öğüde ihtiyaç duyarlar” Nizamü-l Mülk – Siyasetname
“Yöneticiler, yönetilenlerden daha çok öğüde ihtiyaç duyarlar” ahi kul ahmed
ahi kul ahmed
Adı iletişim denen fakat iletişimsizliğin yaşandığı bir dünya yaşıyoruz. İletişim araçları gerçekte çok gelişmiş ve yaygınlaşmış olmasına rağmen iletişimler mekanik düzeyden öteye geçmiyor. Bu kargaşa içerisinde insana “hakikati unutturuyor” ve ilave olarak “unutmayı da unutturuyor” ve
İnsan gittikçe yabancılaşıyor. Önce doğaya karşı sonra insana karşı bu yabancılık artıyor. Bu yabancılaşma insanı her şeye düşman hale getiriyor. Adeta bir istenmeyen yöne doğru sürüklenme söz konusudur denilebilir.
Hıristiyanlık değer olarak tüketilmiş bir din. İnsana bir değer katkısı yapamıyor. Ancak Ahilik ve onun dayandığı İslam, belki insanlara tabiatla ilgili veya insanla ilgili ve yaşadığımız evrenle ilgili bir şeyler fısıldayabilir belki. Böylece varlığa, tabiata dönmemiz mümkün olabilir. Sıkıntı olan şey “erdemi varlıktan gevşemiş olan bir insanda” aramakta yatıyor.
İnsan büyük iyiliklerle donandığı zaman bunu idrakine olağan şey olarak yerleştiriyor ve başkalarına anlatmıyor. Çünkü Ahiler için cömertlik çok önemli idi ve 50 000 liradan fazla servet biriktiren dağıtmadığı varsayılarak cimri addedilir ve kınanırdı. Bu cömertlik artık doğal olarak görülmeye başlanıyordu. İşte beklenen yapı bu olmalı. Cömertlik ve Tevazu..
Günümüz sinemasına göre eğer toplum gerçek anlamda bir aşk yaşamıyorsa sinemadaki aşk ütopik olarak kalacaktır. Bir diğer bakışla toplum ahlaki olarak çöküyorsa sinemanın buna yapacak bir şeyi yoktur ve anlamsız kalır. Bugünkü sinema batının iyi ve kötü bütün yönlerini barındırıyor. Ontolojik varlığı ters yüz yapan en ahlaksız program ise haber programlarıdır. Bunlar Darwinist bir hayat çizgisi sunar ve insanda travma yaratır. Bir bomba işitirsiniz fakat hergün şu kadar bomba patlıyor zannedersiniz. Bir hırsız veya habere konu olur fakat milyonların elini uzatmadığını düşünmezsiniz bile. Ya bir caninin bir ay habere konu olduğunu düşünün. Bütün toplum travmada denilebilir.. Medya, yaşayanı öldürerek parasını da alma operasyonu??
Ahilerde gıybetin zina ile eşdeğer olup sıfıra yaklaştığını düşündüğünüzde toplum nasıl korunmuş oluyor bir hesab edin??
İlk siyer kitabını İbn-i İshak diye biri Abbasi saraylarındaki Prenslerin anlayacağı şekle göre Hicret ve Hazreti Rasulüllah’ın savaşlarını öne çıkarmış ancak vahye çok az yer vermiştir. Halbuki vahiy daima Peygamber efendimizin hayatı ile birlikte yürümüştür. 10 yıllık Medine hayatında savaşta geçen süre sadece 53 gündür. Gerisi hayat ve vahiydir. İşte tarihçi anlayışlar herşeyi bitiriyor. Halbuki Hazreti Peygamber’in hayatını vahyin izdüşümü olarak okumak gerekiyor
Aynı olay bugün Ahi ve Ahilik kitaplarının başında. Sürekli tarihçiler ahi kitabı yazıyorlar. Savaştan kavgadan geçilmiyor. Bu yanlış değil lakin yarı yarıya eksik addedilmeli. Bizim çıkardığımız ahi kitabının adı “AHİLER; SANATI İNSAN OLAN SANATKARLAR” şeklinde ve yarı tarih, yarı sohbet, yarı sosyolojik ve psikolojik, ve canlı yaşamla günümüzde neler yapılabilirle birlikte bir değerlendirme şeklinde. İnşaallah bu kitabın ikinci baskısını 600 sahife olarak yaşam içinde yaşayan bir ahilik olarak çıkarmayı planlıyoruz.
Form geliştiremeyen toplumların norm’ları da bitmiş demektir. Adeta bir niceliğin egemenliği söz konusudur. Hollywood kültür aktarımında bir araç olarak kullanılıyor. Öyle ki temel argümanı eğlenceye hizmet etmek olarak görünse de Amerika’lılar olmayan kültürlerini kutsayarak Almanların üstün ırkını bunlar da üstün kültür olarak kabul ettirmek istiyorlar denilebilir. (Amerika’da Wanderbilt Üniversite’sinde iki filme gittik. Seyirci, düşen ve aciz kalan ve aldatılan kişiye kahkahalarla gülerken biz üzüntü duyuyorduk. Aşağılamaktan zevk almak bir hastalık değil mi?) Halbuki Batı sinemaları kısmen konu odaklı olduğu için biraz daha erdemli sağlayabilir.
İslam öncesi cahiliye döneminde şiiri bir form olarak nitelendirebiliriz. Batıda Rönesansta ise resim aynı görevi form olarak ifade eder. Ahilikte ise dürüst ve kaliteli üretim bir ideal olarak oluştu denilebilir. Bunun aksi ise pabucun dama atılması olarak simgeleşti.
160 yıldır modernlik bir kriz yaşıyor. Bu nedenle de 30-40 yıldır da postmodernizim’den bahsediyoruz. Modern sanatçılar gidilen noktanın insanlığı batağa götürdüğünü söylüyorlar aslında. İnsan kulluğu yitirince her şeyi tanrılaştırmaya başlıyor. Kulluğu anlayan bir insan ancak eşyayı da anlayabilir. Hz. Peygamber Efendimizin kulluğu elçiliğinden daha önce gelir. Önce Abduhu sonra veresüluhü.
Geçmiş dönemlerde felsefe vardı. İnsanlar doğrudan okuyor ve doğrudan düşünüyorlardı. Sinema onun yerini almaya başlayınca sinemanın içerdiği belli bir yüzde kurgu ve varsayımlarla doğruları sapıtır hale geldi.
Ahiler ise zaviyelerde yemekten sonra kuran, tefsir, hadis, alim kişi sohbeti, usta sohbeti, sazlı halk sanatçıları, yaran sohbetleri ve içindeki oynanan şaka ve hiciv ağırlıklı oyunlar tam bir aydınlanma ve edep dairesinde herkesi aktif olarak içine alan eğlencelerle toplum rahatlıyor ve bütünleşiyordu. Kulluk içinde eşyayı tanıyor ve “seyru sülüki afaki” dediğimiz “Türkmen’in kendi yaşadığı doğada eserden müessire” yöntemi ile Rabb’ini idrak ediyor ve ertesi gün nasıl cömert olabilirim diyebiliyordu. Demek ki insanı inşa etmeden ondan fedakarlık beklemek (ahlak beklemek) yanlış olmaz mı? Bugünün ahlak yazarlarının anlayamadığı şey bu işte.. Fukiyama dahi “önce iyilik sonra adalet” diyerek Kuran’ın “önce adalet sonra iyilik”(Nahl 90) fikrini okumadığını gösteriyordu.
Soruyorum size; işçinizin ücretini ödemeye ödemeye ondan güleryüz ve iyi çalışma veya iyilik bekleyebilir misiniz? Bir işçi bize “Şuna bir akis kestiremedim” diyordu?
Sünneti seniyeyi iyi anlayan bir insan kesinlikle doğru yolu bulur. Sünneti seniyenin temel kavramları;
- Kavil (söz) ………… Akıl…………… Bilmek…………. İlme-l yakin
- Fiil …………………… Göz…………… Görmek ……….. Ayne-l yakin
- İkrar ………………….. Öz…………….. Yaşamak ……… Hakke-l yakin’dir.
Bu unsurlar arasındaki kemale doğru giden tenasüp son derece önemlidir. Bu üçlü bağlamın beraber olarak kullanılması halinde gerçekten insanın inanç boyutu olsun veya başka bir iş boyutu olsun sağlıkla ele alması mümkün ve muhtemel en önemli sistemdir. Bu üçlü sistem daima birbirini destekleyen ve besleyen özellikler içerir. Adeta kişi bu bağlama uyarak kemale ulaşmanın yollarını bulur. Ve hiç bir işi el ucuyla artık tutması mümkün değildir. Durum böyle olunca düşünmede sağlık, görülene itibar ve kabul edilmiş gerçekleri yaşama cesaret, azim ve kararlılığı artık o şeyin kişinin kendisine mal olmasını sağlayacaktır. İşte Ahiler her zaviyede arı bir tarikatın usulleri ve adapları uygulansa da burada izah ettiğimiz kavramlar alevi veya sünni bütün zaviyelerde öğretilir ve işlenirdi. Artık yoldan gelmiş bir misafiri ağırlamak için birbirleri ile kavga ederlerdi. Güne bugünkü maddeci anlayışın yaptığı “kazanmak ya da kaybetmek korkusu” ile değil “haram ya da helal korkusu” ile güne başlarlardı. Bir selamı bile “selamün aleyküm ey ehli şeriat… tarikat.. hakikat…marifet..” şeklinde dörtlü olarak verirlerdi. Bir kişiye durarak dört defa selam vermek neredeyse kişileri akraba yapar diyebiliriz.
Formlar evrensel olmazlar. Öz ile form arasında daima bir ilişki vardır. İslam’da, İslam-i hakikatin ifade biçimidir form. Yunus’un bir şiiri 10 ciltle açıklanamaz fakat bir köylü çok rahatlıkla onu bilir ve anlar. Ahilikte ise fütüvvetnamelerle belirlenen usul ve adaplar tamamen ayet veya hadislere dayanırlar ve kısmen de icma dediğimiz halkın uygun yaşayışı kendini belli ederdi. Pabucu dama atmak da etkin bir form olarak düşünülebilir belki.
Avrupa da ki filmlerde daima bir umutsuzluk söz konusu olup kavramsal bir beslenme, din veya kültür olarak gelmediği için örneğin aşk filmlerinin sonu daima hüsranla biter.
Oysa Yusuf suresinde;
- Teveffeni müslimen ve el hikni bis salihin (Ya Rabbi bizi müslüman olarak canımızı al ve bizi salihler arasına kat- yani ölümden mutluluk beklemek)
Şeklindedir son ümitler.
Batıda kahramanlık önemli olduğu için güç kutsanır ve güçlü olan haklı çıkarılır.
Tasfiri hakikatte, varlık hesabından baktığı için ya ezer ya da tapar.
Kulluk meselesi öne çıkınca hakikatin kaynağı sünnet olarak görünüyor;
Rububiyet………………… Akıl
Ubudiyet………………….. Duygu ( göz)………. İdrak
Hilafet ……………………… Kalp
Vücut………………… Mekke
Vicdan………………. Medine
Vecd………………….. Mekke
İnsanca yaşanabilmesi için bu sıralamaların korunabilmesi zorunludur.
Enfüs…………………. Tekvini (önce) ayetler
Afak…………………… Tenzili (sonra) ayetler
İslam düşünce geleneği, kendi düşünce kodlarını koymuş ve yerleştirmiştir. Ruhi coşkunluk için oldukça zengin menkıbe kültürü bulunmaktadır. Ahilikte de zengin bir menkıbe kültürü vardır. Tarikat şeyhi aynı zamanda bir Ahibaba’dır. Halbuki sinemada sahicilik kayboluyor, bir sanallık ve gerçeklikten kopma baş gösteriyor ve senaryoyu teke indiriyor. Halbuki herkes okumakla farklı bir senaryo yapar zihninde. İslam’ın ilk emrinin OKU olması da boşuna değildir. Canım o zaman zaten sinema yoktu demek bu ilahi emri haksız yere küçümsemek anlamına gelir. Ahilerin zaviye muallimleri yoluyla talipten başlayarak daha işe başlamadan önce dini bir eğitimi, okuma eşliğinde vermesi oldukça manidardır.
Sinema ise bunu tek forma indirger. Bu amaçla olması gereken şey;
1- Hakikatle bağlantınız olmalı
2- Gerçeğin tasviri serbest olmalı
Sünnet olan selamda, kişiyi doğrudan karşıya almak sözlü=kültürel=diyolojiktir. Halbuki yalnızca yazılı olan kültür monolojik bir yapı sergiler. Kuran dili üzerinden dönüşüm tek düze değildir. Zira kıssaların dili “ahsenül kassas” (En güzel hikayeler) olarak nitelendirilir. Ve çok farklı olan bir çok şeyi bir arada söyler. Bu yöntem yaşayan gerçek bir hikayeyi söyleyeceklerinizi içine dahil ederek söyleme biçimidir. Amerikalı’lar buna “case study” diyorlar. Yani gerçek olaylarla örtüşük anlatma biçimi denilebilir. Bütün oradaki 3400 üniversite giriş reklamlarında öğretimlerinde bu yöntemi uygulayacaklarını belirterek öğrenci topluyorlar. Bizimkiler de uyanır da saçları dökülmüş hoca resimlerinden ilmi yöntem ve metedolojilere kayarlar inşaallah.
Eşyada ise yaşayan bir Kuran ve sünneti seniyye her zaman birlikte bir zenginlik olarak görülmesi gereken unsurlardır. Bu noktada yaşamış örnek olarak Hz Peygamber Efendimize birincil olarak çağdaş kılmamız gerektiği gibi bizi de ona çağdaş kılmamız gerekir.
Sonuç olarak bir şeyin örnek alınabilmesi için aynı düzlemde birimleri bir araya getirmek zorunludur. Bunun için aslını bozmadan örnek alınması gerektiği şeyin kodlarını günümüze uyarlamak zorunludur. Buna ilişkin bir varsayım belki şu olabilir. Örneğin; nasları açık olmayan şu konuda Peygamber Efendimiz olsaydı ne yapardı? denilebilir. Öyle ki bu varsayım usulü zaten iman içinde de gizlidir. Kişi aslında bu kadar büyük kainatın bir yaratıcısı olmalı diye bir varsayım yapmış ve Allah’a öyle inanmıştır. Onun teferruatını da zaten Peygamberler getirmiş olmaktadır. Böylece iman, bir varsayıma dayalı olarak oluşmuş olmaktadır. Yeryüzündeki varsayıma dayalı tek inanç yapan varlık insandır ve bu bir üst akıl ifade eder. Bir başka örnek vermek gerekirse, Einstein dahi ünlü izafiyet teorisini bulurken “haşa ben Allah’ın yerinde olsaydım kainatı nasıl yaratırdım” demiş ve bu varsayımdan yararlanarak izafiyet teorisini bulmuştur.
ahi kul ahmed’e nasib
Değerli Ahiler, Yarenler!
Cenab-ı Hak bir Hadis-i Kudsi’de bilinmeyi murad ettiğini (ahbeptu-muhabbet etmek) bunun için de kainatı yarattığını belirtiyor. Bu hadiste iki unsur göze çarpıyor. Birincisi muhabbet, yani aşk.. İkincisi ise bu aşkın hayat bulması için gereğini yaptığı yaratma fiili. Yani, iş..
İşte Cenab-ı Allah aşka uygun iş yaparken öylesine merhametli davrandı ki, suların tatlılığı, denizlerin orantısı, mevsimleri meydana getiren dünyanın eğimi gibi binlerce şeyi rahman sıfatı ile bezedi denilebilir. İşte bu Allah’ın merhameti ve yiğitliği sayılmalıdır. Bütün evrenin düzeninde büyük bir merhamet gizlidir ve mücadele diyenlerin aksine yardımlaşma mevcuttur mahlukat arasında. Dalgıçlık yaparken yaraladığım balığa diğer balığın gelip onu itikleyerek taşın altına sokmasını hiç unutmuyorum. Allah merhametle yarattığı dünyada insandan yine merhametli olmasını istemektedir aslında. Hadis’te bile “din merhamettir” buyrulmadı mı? Demek ki istediği yiğitliği dinin yani İslam’ın içine koydu ve bekledi.
İşte siz de sevdiğiniz birine bu sevgiyi bildirmek istediğinizde yapmanız gereken şey; fedakarlık ölçüsünde bir şey olmalıdır. Bir çiçek almak, yahut onun işine yardım etmek, fedakarlık derecesinde elbisesini temizlemek, çocuksa gece kalkıp ilgilenmek. Yani bir emek sarfetmek. Yani sevgi aslında bir emek denilemez mi?
İşte Ahi Evran-ı Veli’ye (1171-1261) atfedilen ancak onun bu sözü söylediğine dair bir kanıtın elimizde bulunmadığı “ALLAH DER ÇALIŞIRIZ” sözü aslında aşk ve iş kavramlarını bütünüyle barındırıyor denilebilir.
Konuya bu açıdan bakıldığında aşk kavramının kaynağının ilahi olduğu düşünülmelidir. Ancak insan Cenab-ı Hakk’a karşı saygı bazlı ve edepli bir sevgi duyabileceği gibi, insan olarak yahut eş olarak da, cinsiyet bazlı sevgiler duyabilir. İşte bu sevginin de üst seviyeye çıkabilmesi için “Allah için” kavramına dayanması ya da dayandırılması gerekir bir şekilde.. Aksi halde cinsi bir sevgiden öteye geçmez. İşte ilahi sevginin kaynağı, onun gönderdiği sınırlarla belirlenmiş bir dinin içinde onun istediği gibi olmalıdır.= din, yani İSLAM’dır.
Ortada, açıkta yanan bir ateş düşünün. Bu ateşin her an çevreye sıçraması ve ekinleri, evleri yakması mümkündür. Ama ahiler şöyle yaparlar. O ateşin etrafını küçük taşlarla çevirirler, üzerine iki demir atar ve bir toprak kap koyup içine de bir şeyler koyarak bir şeyler pişirirler. Bunun anlamı ilahi veya cinsi her ne ise sevginin taşlarla kontrol altına alınması ve üzerine konulan yemekle de yararlı hale getirilmesidir. Kontrolden mana edeptir. Hazreti Rasülüllah miraca çıktığında Cenab-ı Hakk’ın “yaklaş” nidasına karşılık yaklaşmış, ancak “bir yay aralığı” kalınca durmuştur. (Necm Suresi) İşte bu edeptir. Kulluktır. Arkasından verilen hediye ise 5 vakit namazdır. İşte bu üç şey olan aşk, kulluk, ve namaz, aynı anda ve aynı yerde miraçta, huzurda verilen ve üçü de birbiriyle bağlantılı ana unsurlardır.
Bunun arkasından Cenab-ı Allah’ın iş olarak kendine edinip altı günde yarattığı kainata insanı gönderişiyle ilgili olarak baktığımızda; insanın dünyaya gönderilişinde hanginizin daha iyi amel işleyeceğini sınamak olduğu belirtilir Mülk suresinde (2.ayet) Bunun anlamı şudur: Amel ederek sevginin ispatlanması sorgulanmak istenmektedir aslında. Şöyle de düşünebilirsiniz bunu: Birisi sizi sevdiğini söyleyip duruyor fakat bunu ispat edecek hiç bir şey yapmıyor. Ne dersiniz ona. “Defol başımdan” demez misiniz? Bir çocuğu seviyorum diyeceğinize onun yanına çömelmek ve elinden tutmak daha anlamlı bir sevgi aktarımı olmaz mı sizce? Ya da babasının yüzüne çıplak olarak yatıvermiş çocuk sevgiyi güveni nasıl hisseder? İngiliz oyun yazarı Sheaksper bir oyununda oyuncuyu şöyle konuşturur. “karının senin için yaptığı fedakarlığa bak” Burada sözkonusu olan fedakarlığın sevme fiiline dayandığıdır. Aşk ya da sevme fiili bir bütün olup parçalanamaz ve fiille de ispatlanması gerekir.
İşte insanlık binlerce yıldır iyi, güzel ve doğrunun peşinde koşmaktadır. Onu buna iten neden aslında Allah’ın yiğitlik ve merhamet ederek yarattığı kainatı insana halife olarak vererek aynı yiğitlik ve merhameti insandan beklemesidir. Bu beklemenin anlamı, insanın Allah’a ilahi aşk duymasının beklenmesi ve bunu da eyleme geçerek ispat etmesini istemesidir. Kuran ayetlerinde önce imandan ve hemen sonrasında da salih amel’den bahsedilmesi boşuna değildir. Salih amel adeta bir ispat vesilesidir denilebilir.
İşte insanlık bu çizgiden her sapışında kendisi de mutlu olamamış ve ahlaki ve çalışma ile ilgili sorunları beraber yaşamıştır. İşte ahirette Allah’ın kendisini ödüllendirmeyeceği bir insan canını neden feda etsin ki? Demek ki Ahlak’ın merkezinde doğru inanç (İslam) var olmalıdır. Batı “ben eğitirim“ dedi lakin suç oranları düşmüyor. Bütün dünya küresel bir vicdan sorunu demek istemem lakin inanç sorunu yaşıyor aslında. İnsanlar ahlaklı ol ya da vicdanlı demekle vicdanlı olmazlar. İşte Ahiliğin temelinde sağlam bir inanç, doğru kurallar, iktisadi denge ve doğru ahlak dediğimiz vahyin ahlak anlayışı vardır.
Uluslararası piyasalardaki 2007 mali krizi ile petrol ve diğer emtia fiatlarındaki aşırı artışların kaynağındaki nedenlere şöyle bir bakalım. Ortak yönlerinin önce kuralların yanlışlığını (K), sonra da ahlak eksikliğini (A) kendiniz görün:
Düşük faizle de olsa ortaya çıkan kontrolsüz serseri para, fazla emisyon, hedge ve emeklilik fonlarından oluşmuş, nereyi yıkacağı belli olmayan aşırı likit seli (K)
Banka ve fon yöneticilerinin daha fazla prim kazanmak için, aşırı hırs ve risk alma iştahı (A)
Spekülasyondan para kazanmaya çalışılması (K)
Muhasebede bilanço makyaj ve maskeleri (A)
Tasarruf yerine devlet ve halkın borçlanarak tüketime (ve bütçe açıklarına) teşvik edilmesi (K)
Emtia fiatlarının, beklentilerin ve olmayan para ve olmayan malın alınıp satıldığı borsa’nın future piyasalarında belirlenmesi (K)
Küreselleşmenin kuralsızlık olarak algılanması (A)
Merak etmeyin herşey kendi kendine düzelir diyen saf Adam Smith’in “gizli el”inin hiç bir şeyi düzeltemeyip kumarhane kapitalizmine dönüşmesi (K)
Derecelendirme kuruluşlarının ülkelere verdiği taraflı raporlar? (A)
Bunlar meselenin yalnızca ahlak olmadığını kuralların da doğru olması gerektiğini göstermiyor mu? Yorum yok..
ahi kul ahmed’e nasib