Sevgili arkadaşlar,
Çok ama çok ihtiyacımız olan, kainatın da yaratılış sebebi olan, ve toplum olarak birlikte yaşamak için de ihtiyacımız olan şu tatlı mı tatlı, kapıları açan gözbebeğimiz sevgiden bahsetmek istiyorum.
Bu sevgiye benden çok sizin ihtiyacınız var desem ne dersiniz? Bir de benim Aşık olduğumu düşündüğünüzde benim insanlara çok sevgi gösterdiğimi sakın unutmayın. Bakın size hep “sevgili arkadaşlar” diye hitap etmiyor muyum?
İnanın sevgi göstermek çok ucuz aslında. Fakat toplum olarak sevgi cimrisiyiz desem yalan olur mu? Kuyudan su çektikçe kuyuya su gelir.
İnsandaki olumlu duyguların başında sevgi vardır. Bunlar genel olarak sevgi, ümit, güven, şefkat, iyimserlik, mutluluk şeklinde temel duygulardır.
Sevgi, bizleri birbirimize yaklaştıran ve sevişmemizi sağlayan “görünmez bağ” dediğimiz en temel duygudur. Toplumlar daima sevgi harcı ile bir bütünlük sağlayabilirler. Bu adeta bir çekim kuvveti gibidir. Sevgiyi kaybeden toplumların hali fitne diye anılır.
Renkler, insan duygusunu etkiler. Beyaz saflığı, kırmızı sevgiyi, sarı korkuyu, mavi de güveni temsil etmekle beraber mavide insan hayalini gıdıklayan bir sınırsızlık duygusu da vardır. Siyah ise asil renk olmakla beraber insana karanlık ve yas duygusu verir.
Normal yaşamda sevgimizin ümit duygusuyla beslenmesi gerekir. Bu takdirde kişide harekete geçme duygusu belirir ve aktif hale gelir. Eğer sevgi ümitle beslenmezse çaresizlik, umutsuzluk duygusu baş gösterir. Sevilen kişi karşımızda olursa empati (Onun yerine kendini koyma) meydana çıkar ve dostluğu artırır.
aşk
Bir kişiye bağlılık ile sevgi birlikte bulunursa buna aşk denir.
İslam’da insan fıtratı bir yaratıcıya inanma yapısındadır. Bu güce duyulan muhabbet bağlılıkla birleşirse derin bir aşka dönüşür. Onu her an görüyor onun yanında duruyor ve ona feta derecesinde sevgi hissediyor olur. Büyük aşk sadıkları böyledir. Aşk iki taraflıdır. Cevap bulmazsa sönebilir. Şefkat ise tek yönlüdür. Anne her şeye rağmen çocuğunu sever.
Bir annenin oğlu zalimdir. Sevdiği kız “git annenin ciğerini getirirsen senle evlenirim” demiştir. Gelir “anne senin ciğerine ihtiyacım var” der. Annesi ciğerini oğlum istiyor diye çıkarır verir. Oğlu ciğeri alıp hızla giderken yolda düşer. Ciğerden o anda bir ses gelir. “oğlum bir yerin acıdı mı” diye… İşte annelik böyle sevgili arkadaşlar.
Karşılık görmeyen sevgi sönebilir. Ancak severken daha yüksek amaçlar uğruna severseniz sağlam bir kulpa yapışmış gibi olursunuz. Örneğin sevdiğiniz insanı Allah için severseniz cevapsızlık sizi fazla üzmez.
Çocuklar genelde kendilerine bakanı ve öğretmeni severler. İlerleyen yıllarda bu merkezileşmiş sevgi zamanla daha çok kişiye yaymayı öğrenir. Çocuktaki sevgi son derece saf ve temizdir.
İşletme körlüğü dediğimiz hastalığa çocuk fikirleri bir ilaç olabilir.
Eş, aile, yemek sevgisi öncedir.
Yaşadıkları toplum ve dünyayı sevmek ikincidir.
Üçüncü gruptaki ise dünyalıkla ilgili şeylerin yanında kainatı ve kendisini yaratanı da sevenlerdir. Böylece ahreti de düşünürler ve bunlar imanı sağlam güçlü kişiliklerdir.
Sevgi varsayım üzerine de inşa olabilir. Çünkü Allah’a inanmak bir varsayımdır. oturur kainata bakarsınız ve bunun mutlaka bir yaratıcısı olmalı dersiniz. işte bu bir varsayıma dayalı imandır be bunu yalnızca insan yapar.
Sevgiyi insanın kişiliğine yöneltmek daha kalıcıdır.. Sıfatlarını insan değiştirebilir çünkü.
Duygusuz bir iletişim sorun yaratabilir. Reklamlarda duygulara hitap edilmesinin temel nedeni budur. İnsanlar doğrudan kendilerinin sevilip sevilmediğine bakarlar.
Sevginin azlığından ise düşmanlık hasıl olur. Sevginin zıddı ise korku duygusudur. Sevginin artması korkunun azalması anlamına gelir. Korku artınca da sevgi azalması muhtemeldir.
Uzun vadeli sevgi gelecekteki mutluluğu için zorluklara katlanması anlamına gelir. Sevginin süresi kadar sevginin miktarı da önemlidir. Bu miktarın iyi ayarlanması abartılı duyguları önler.
Sevginin ölçüsü
Sheaspear oyununda bir oyuncuyu şöyle konuşturur. “karının senin için yaptığı fedakarlığa bak” der. Sevgi burada fedakarlıkla ölçülmüştür.
İnsan günlük hayatı hoşlandığı kadar, ömür süreci ve ahiret boyutunda da mutlu olmayı hedeflemelidir. Bu bir sevgi yönetimidir diyebiliriz.
Peygamberlerin kırklı yaşlarda hissedileni doğru tanıtıp doğruya yönelmeleri beklenen şeydir. Toplumların zayıflayarak sevgilerin azaldığına çare olmak için güçlü aile bağlarına ve arkadaş ilişkisine yatırım yapılmalıdır. Umarım sizlerin de arkadaşlık ilişkisi ve ev hayatı iyidir ve çeşitlidir arkadaşlar
Sevgi içine girdiği kişide biçimlenerek kişiyi düz mantık ve salt kuru bilgiden uzaklaştırır ve kişinin duygularına biçim verir.
Kaybedebilme ihtimali seven insanı korku içine atar ve yıpratır.
Duygusal birikim genellikle yararlı sonuçlar verir. Kişinin kendini iyi tanımış olması karşı tarafı anlamayı kolaylaştırır. Akıllı insan her şeyi kendi ölçüsünde sever. Seven sevdiğine tabi olur ve onun yararını düşünür. Böylece diyalog başlar ve toplumdaki iyilikler artış gösterir. Bu konuda Mevlana Hz. Şöyle söylüyor.
Kim ki canın için cananı sevdi; canın sevdi
Kim ki canan için canın sevdi; cananı sevdi
Sevgi bağlılığı beraberinde getirir. Hayatta sevgiden yana fakir saydığımız insanlar merhametsiz eziyetten hoşlanan tiplerdir. Kendisini de sevmediği için mutlu olması da mümkün değildir. Çocuklar ve gençler büyükleri kadar hayatın zorluklarından haberdar olmadıkları için daha temiz bir sevgiyi yaşadıkları söylenebilir.
Fakat bazı zorluklar gençleri sevgi kıskancı haliyle getirmesi muhtemeldir. Halbuki sevgide cömert olabilmek paylaşıldığında paradan farklı olarak verildikçe artmasıdır. Sevgi sonsuz, maliyeti ve vergisi bulunmayan fakat değeri çok yüksek bir hazine gibidir. Bunu elde etmek kişinin iradesiyle çalışmasına bağlıdır.
Aşk fedakarlık ister
Delikanlı arkasında sevgilisi olduğu halde yolda motorsikleti ile sürat yapmaktadır. İkide bir kızın sevgisini ölçmektedir. Beni seviyorsan daha sıkı sarıl der. Maksadı onun sıkı durmasını sağlamaktır. Yaklaşan sert viraja girmeden frenleri kontrol eder. Frenler boştur. Kaskını ona uzatır. “Başımı sıktı, sen alır mısın” der. Viraj affetmez ve yalnızca kız kurtulur.
Anne
Ruhlar dünyaya gönderilmektedir. Fakat hepsini bir ağıt basar. Dünyada tek başına ne yapacakları onları üzmektedir. Allah Melekleri aracılığı ile haber gönderir. Onları yemeyip yedirecek, giymeyip giydirecek, sevgi ile davranacak, uyutacak, hastalığında başında duracak, düştüğünde kaldıracak, bütün sevgisini size verecek bir el uzanacak Allah’ın kolu gibi senin için der. Sen ona Anne diyeceksin der.
Çocuk ve sevgi
Çocuk çırılçıplak babasının yüzüne yatmıştır. Sevgiyle güvenle.
Baba parkta üç yaşındaki oğlu ile konuşmak için yere çömelmiştir. Eşitlik olursa anlaşabiliriz demek istemiştir.
Çocuk parkta serbestçe yürümektedir. Beş metre yürüyünce şöyle bir arkasına bakar. Babam arkamda mı diye bakmıştır. Yürürken hürriyetini kazandığını düşünür.
Çocuk çok harcama yapmaktadır. Bir gün işe girer. Baba çocuğu ile deniz kenarında yürümektedir. Baba bir demir lira ister oğlundan. Alır ve denize savurur. Çocuk bozulmuştur. Gidene kadar babasının burnundan getirir. Çünkü kendi kazanmıştır.
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz ( Yunus Emre )
aşık ahi kul ahmede yazmak nasib oldu..
Bir terzi kenar mahalledeki sakin yerinde Allah ne verirse alıp gül gibi geçiniyordu. Ona göre şehrin merkezinde yer tutanlar hırslı olanlardı.
Ona göre “iki ölç bir kes” demek bir terzilik düsturuydu. Fakat eski büyüklerin sözünden sual olunmazdı. Allah bile bir ağız iki kulak vermişti. İki ölçmekten maksat iki düşünmek de olabilirdi. Gerçekten akıllı insanlar çok düşünür az karar verirlerdi.
Böyle yapmayan insanlar yaptıktan sonra hatalarını keşke diye düşünürlerdi. İyi düşün terzisinin önemi buradan geliyordu. Her müşterisine iyi düşün demeye utanıyordu. Fakat iyi düşünmeyen bir çok müşterisi “keşke, keşke” diyerek bu terziye geliyordu. Hatalarını burada arıyorlardı. O ise şöyle söylüyordu. “Bakın Allah’a iman sabrı artırır ve ona güvendirir”
Namaz ise daha da artırır. Akıl doğruyu düşünür ama kararı irade verir. İrade ise önyargılardan ve bazı olumsuz duygulardan etkilenir. Bu yüzden kişi doğru karar veremez. İşte namaz iradeyi güçlendirir. Normalde akıllı olmak ileriyi düşünmek anlamına gelir.
Biz, “iki düşün” demekle yaptığınız işin hem dünya hem ahiret işini düşünün demek istedik.”bir kes” demekle de karar verdiğin bir işi uzatmadan ve ikilemeden başla ve bitir demek istedik. Çünkü bir iş uzarsa maliyeti artar. Şimdi siz de iki düşün bir kesin. İnsanlar Allah’a gönül verirlerse bir terzi bile öğüt alınacak bir insan olurmuş demek ki…
TEVHİD: Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla bitmez. Allah’a kural koyucu olarak kabul edip “boyun eğmek de” gerekir. Devlette uygulanmasın demek Kuran’ın yarsını inkar etmektir. Böylece Kitaplara iman inkar edilmiş olur ve bunu yapan/düşünen/katılan küfre düşmüş olur. yani kafir olur. Allah ise bu şirki tövbe etmeden affetmez.
aşık ahi kul ahmede bunları yazmak nasib olmuştur
Mehmet 10 yaşlarında bir çocuktu. Okulda ise üstün zekalı çocuklar Arassında yer alıyordu. Aslında babası ve annesi normal zeka düzeyinde olan insanlardı. Bu üstün zeka kalıtsal değimliydi acaba.
Bu bağlantıyı çözebilecek birisi konuya bilimsel bir katkı yapmış olacaktı. Herkes bir şeyler söylüyordu. Ama hiçbirisi doğru değildi. Çocukta görülen en temel özellik olağanüstü sakin bir çocuk olmasıydı.
Bu konuda en yetkili rehberlikçi olmalıydı. Rehberlikçi hoca bir test uyguladı. Bu teste göre Mehmet yine sakin bir çocuk olarak görünüyordu. Rehberlikçi akıllı birisiydi. İkinci bir test hazırlayarak Mehmet’e uyguladı. Mehmet çok inançlı görünüyordu. İnanç, sukünet ve zeka üç temel nokta olarak görünüyordu. Rehberlikçi hocanın söylemek istediği gayet açıktı. İnanç suküneti getiriyordu.
Böylece sabırla zekada önemli bir artış okuyordu. Fakat okul müdürü bu sonucun yayınlanmasını istememişti. Belki çocuklar arasında ayrımcılık olabilir diye düşünmüştü. Fakat Mehmet’in zeki davranışları devam ediyordu. O gün Mehmet babasını beklemiş ve yatmamıştı. Babası gelir gelmez ona şöyle söyledi. “Babacığım 5 lira verir misin” dedi. Babası sinirli bir adamdı. Çabuk sinirlenirdi. Nitekim öyle oldu.
Sen çocuk yatsan iyi olur dedi. Zavallı Mehmet çaresiz odasına gitti. Babası “bu çocuk ne demek istedi” acaba demekten kendini alamadı. Sonra merakını gidermek için Mehmet’in odasına geldi. Söyle bakalım ne diyordun sen. Mehmet “Babacığım, çalışırken bir saatte ne kadar kazanıyorsun.?” diye sordu.
Babası anlamamıştı ama bir taraftan da onun zekasından ürküyordu. Çaresiz doğruyu söylemek zorundaydı. “Saatte 10 lira” dedi. Mehmet bu kez babasından 5 lirayı tekrar istedi. Babası bu parayı merakla ona verdi. Mehmet hemen yatağının altından buruşuk bir 5 lira daha çıkardı ve babasına 10 lira olarak uzattı. Ve şöyle dedi: “Babacığım bu 10 lira senin 1 saatlik ücretin. Lütfen bu bir saatini benimle geçirir misin?
Babası ne diyeceğini şaşırmıştı. Artık çaresiz odada oturmak zorunda kaldı. İşin aslı soğuk bir insandı. Oğlu ile fazla ilgilenmezdi. Mehmet’i buna iten neden de buydu. Mehmet’in gözleri parlıyordu. “Burada bir de ben varım” diyordu. Mehmet babasının kalbine giden onlarca yol saymış ve uygulamıştı. Fakat sonuç nafileydi. Bu bir saati satın almayı terapi doktorlarından öğrenmişti.
Çok zeki olduğu için çevreye uyum problemi yaşıyordu. Bunun için de doktora gidiyordu. Arkadaşlarının bilmediği bir problemi çabucak çözüp kenarda bekliyordu. Çaba gerekmeyince ve heyecan da olmuyordu. Her şey olağanlaşıyordu. Mehmet gittikçe hayattan zevk alamaz hale gelmişti.
Öğretmeni zeki çocuklar okuluna gitmesini istiyordu. Müdür de aynı fikirdeydi. İşin aslı Müdür ve öğretmen inançlı bir çocuktan kurtulmak istiyor olabilirdi. Rehberlikçi öğretmen ise dindar birisiydi. Mehmet’le yalnız görüşmek istemişti. Ona “Bak Mehmet, insan çevresini mutlu etmeden mutlu olamaz. Mevlana “her sevgi bir sevgiyi hak eder” buyuruyor. Yani sen etrafına sevgi verirsen, seni sevenler de olacaktır”diye yol gösterdi.
Mehmet öğretmeninden düşünmek için birkaç gün için izin istedi. Ortada iki seçenek vardı. Zeki çocuklar okuluna gitmek bu çevreden kopmak anlamına geliyordu. Problem çözmek zaten her yerde Mehmet’in yapabileceği bir şeydi. İnancın başarıya dönüşmesine biçimsel düşünen müdür ve öğretmenim karşı çıkıyordu. Halbuki Einstain ünlü izafiyet teorisini bulmazdan önce şöyle düşünmüştü: “Ben Allah’ın yerinde olsaydım, bu kainatı nasıl yaratırdım.” Demiş ve gidip izafiyet teorisini bulmuştu. Bunlar imanın insanda zeka ve başarıyı getirdiğini gösteren önemli örnekler idi. Böyle bir şeyi de ancak inancı yüksek olanlar kabul edebilirdi.
Öyle sanıyorum ki benim rehberlikçi öğretmenim daha doğru düşünüyor olmalıydı. Mehmet bu kararı verdikten sonra aynı sınıfta kalmaya ve aynı okula devam etmeye karar verdi. Zaten kimse ona zorla bir şey kabul ettiremezdi. Hemen rehberlikçi öğretmenine koştu. Öğretmeni de onu tatlılıkla karşıladı. Öğretmeninin tavsiyelerini dinlediğini söyleyerek onunla çok tatlı bir saat geçirdi. İlerleyen günlerde Mehmet bir kısım vaktini doğada, kelebek yakalayarak, yürüyüş yaparak ve o hayvanları anlamaya ve sevmeye çalışarak geçirdi. Onun en çok sevdiği şey kır çiçekleri toplamaktı.
Hafta sonraları topladığı bu sarı sarı kır çiçeklerini ailesine ve okul arkadaş ve öğretmenlerine götürüyordu. Onlara şöyle söylüyordu: “Biliyor musunuz ben size bir problem çözecek kadar zamandan daha çok bir vakit ve uğraş veriyorum. İnanın sizin babanızın parasıyla aldığınız bir gül veya karanfilden benimkiler daha kıymetli. Çünkü çok yoruluyorum. Siz de elbette bu kıymete layıksınız.” Diyordu.Bu davranışı kendisini seven ya da sevmeyen herkese karşı yaptığı için herkesin sevgisini kazanıyordu. Mehmet’in aradığı da buydu: HERKESİ SEVEREK SEVİLMEK
aşık ahi kul ahmede yazmak nasib oldu
Lamia henüz lise 1 de okuyan bir kızdı. Annesi onu çok sever ve yanından ayırmazdı. Fakat artık onun da yavaş yavaş ergenlik çağına girdiğini görüyor ve ona daha fazla söz hakkı veriyordu. Onun en çok ilgilendiği şey erkeklerdi. Neden kendisinin onlardan farklı olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Kendisi ağlıyordu fakat erkekler ağlamıyordu. O, her şeyi merak ediyordu, fakat erkekler daha çok işiyle ilgili şeyleri merak ediyorlardı.
Fiziki farklılıkları anlıyordu ama duygusal farklılıkları çözemiyordu. Bunun için şöyle düşündü. Bir erkek ile arkadaşlık yaparsa bekli bazı şeyleri çözebilirdi. Okulundaki Buğra iyi ve sevimli bir aday olarak görünüyordu. Hiç işi uzatmadı. Zaten dobra dobra bir kızdı. O gün okul çıkışı Buğra’ya arkadaşlık teklif etti. Buğra’cığın seni benim gibi bir kız heyecanlandırır mı? deyivermişti.
Buğra önce şaşırmış sonra kendini toplayarak güzel teklifi kabul etmişti. Artık Buğra’nın neyi düşünerek kabul ettiğini hesaplamanın zamanı değildi. Eve gelince arkadaşı Defne’yi aradı. Yeni aşkından söz etti Annesi sessizce kapıdan onu dinlemişti. Kadını ilgilendiren şey kızının erkekleri merak etmesiydi. Bu hem doyurulması gereken hem de tehlikeli bir davranıştı. Sene sonu yaklaşıyordu. Onu Midilli adasındaki dayısına gönderirse zararsız bir erkeği tanıması daha uygun olurdu. Öyle de oldu. İki ayın sonunda okul biter bitmez kızı Lamia’yı dayısına gönderdi. Yengesi Anna onu limanda karşıladı.
Birlikte bir köy münübüsüne binerek yüksek tepelere kurulmuş bir köye geldiler. Köyün denize bakan tarafında kayalıklar vardı. O kayalıkların hemen yanında da bir deniz feneri vardı. Köye gelip dayısının evine varmışlardı. Dayısı bu gündüz saatinde bile uyuyordu. Lamia buna bir anlam verememişti. Dayısının kızı viki hemen gelip onları karşıladı. Ne kadar tatlı bir kızdı Viki. İlkokulu henüz bitirmişti. Lamia yengesinin gösterdiği bir odaya yerleşmişti. Ev iki katlı taştan yapılmış, hezenleri tarihi ağaçlardan kesilmişti. Onlarca odası olan tarihi bir yapıydı. Evdeki eşyalar da tarihi olarak seçilmiş olmalıydı.
Sadece duş ve ocaklar modern idi. Evin bodrumu tam bir mahsendi. Küpler dolusu erzak vardı. O gün nihayet dayısı Dimitri uyanmıştı. Annesi de Yunanlıydı. Fakat Türk babasıyla evlenmişti. İlişkileri kopmamıştı. Dayısı Dimitri genellikle dışarılarda geziyordu. Lamia bu durumu gerçekten merak etmeye başlamıştı. Aradan bir hafta geçmişti. Köyde bir de deli vardı. Bir sopaya biner gibi yapıp bir şeyler söyleyeceği zaman o sopayı eline alıp havaya kaldırıyordu. Lamia önce bu deliyi takip etmeğe karar verdi. Deli, kahvede oyun oynayanlara “kafasız” diyordu. Çalışan insanlara rasatlarsa “Haydi başa, haydi başa” diyordu. Acaba boş gezen veya öyle gözükenlere ne diyordu acaba? Lamia biraz daha bu deliyi takip etmeliydi. Belki konuşursa beklemeğe gerek kalmazdı. Ona Yorki diyorlardı.
Yorki’ye küçük bir hediyeyle yaklaşmak istedi. Lamia ona bir çiçek uzattı. Fakat Yorki kim, kim, kim diye tekrar edip çiçeği almıyordu. Belli ki yanında kaldığım dayımı soruyordu. Bende “Dimitri” dedim. Öyle der demez benzen uzaklaştı. Acaba neden böyle davranmıştı. Belli ki bir şeyler biliyordu. Artık takip edilmesi gereken kişi dayım Dimitri olmalıydı. Önce onunla konuşup ön bilgi almak, ağzını aramak daha iyi olabilirdi. Dayım neden geç saatte eve geldiğini sorunca bir anda tıkandı kaldı. Uzun sürmedi hemen kendisini toplardı ve “Yolumuz gecedir.” Dedi. Anlıyamadım ama ötesini de soramadım. Sözü bir ara evde duvara dizdiği silahlara getirmek istedim. Bunu pas geçip hemen sözü değiştirdi. Bu kadarlık yeterdi. Biraz da yengesiyle bu işi konuşsa iyi olurdu.
Anna çok çekici bir kadındı. Sezgileri de kuvvetliydi. Dayım Dimitri ile ilgili bir iki soru sorar sormaz hemen kocasının ne iş yaptığını araştırdığımı anladı. Ser veriyor, sır vermiyordu. Bunun iki anlamı olabilirdi. Birincisi kocasına sadık bir saklayıcı. İkincisi ise ikisinin ortak bir iş yaptıkları idi. Bu duruma göre işim zordu. Hiç ortağım yoktu. Her şey aleyhimdeydi. Ama yılmadım. Dayım her gün gece çıkmıyordu. Haftada bir veya iki gün gidiyordu. Şöyle düşündüm. Önce evden çıkışını değil de eve gelişini takip etmeliydim. İlk hafta sonucu gayet iyiydi. Dayım eve kumaş toplarıyla gelmişti. Pencereden sabaha kadar zor da olsa bekleyip dayımın dönüşünü yakalamıştım. Korkumdan yengem Anna’ya bile bir şey soramamıştım.
Şimdi sıra dayımın nereye gidip ne yaptığını anlamak idi. Onun evden çıkış saatini takip etmeliydim. Hangi gün evden çıkacağını bilmediğim için her gün percerede bekliyordum. Her gün uykusuz kaldığım için öğlenden sonraya kadar dayım gibi bende uyuyordum. Sanırım yengem sezgileri ile bir şeyler anlamaya başlamıştı. Halbuki daha ortada hiçbir şey yoktu. Geleli 21 gün olmuştu ki dayım gece saat 1 sıralarında evden çıktı. Elinde onlarca silahından ikisi vardı. Neden iki silah almıştı? Eğer bir silahın mermisi biterse ikinci bir şarjör yeterdi. Bunun anlamı bu silahı bir başkasına götürüyor olsa gerekti.
Demek ki dayım ortak bir iş yapıyordu. Bunu iyi tahmin etmiştim. Şimdi sıra pencereden dayımın nereye doğru yöneldiğini iyi tahmin etmekteydi. Çünkü bire bir takip etmem zordu. Evet, evet dayım o deniz fenerinin olduğu kayalıklara doğru gidiyordu. Artık usulca evden çıkıp bölgeye gitmeliydim. Kendimin bu kadar başarılı olacağına inanamadım. Yarım saatlik bir korku dolu yürüyüşten sonra kayalıklara bakan tepelere geldim. Her şey ayaklarımın altındaydı. O da ne? Deniz feneri sönmüştü. Aslında kolay kolay sönmezdi. Her deniz fenerine bir ailenin baktığını duymuştum. Neden böyleydi, işin içinde bir bit yeniği olmalıydı. Şimdi bu sorunun bağlantısını çözmeliydim. Gözlerimi dört açtım. Biraz daha tepenin ucuna yaklaşıp uçurumdan daha dikkatli baktım. Kulağıma bazı sesler geliyordu. Sesin geldiği yere doğru bakınca aynı yerde bir ışık huzmesi gördüm.
O da ne? Gördüğüm ışık hareket ediyordu. Neden ve nasıl hareket ediyordu. Olsa olsa dedim bu ışık, sönen deniz feneri yerine kullanılmak isteniyor olabilirdi. Oysa deniz feneri sabitken bu hareketliydi. Demek ki birileri kayalıkların yeri konusunda aldatma yapmak istiyor olabilirdi. Peki bundan amaç neydi? Şu bağıran kişiyi çözebilirse belki bir ipucu yakalayabilirdi. Bağıran kişi öyle bir bağırıyordu ki, sanki gırtlağı patlıyordu. Oysa bu bağırmasının bir anlamı yoktu. Lamia yunanca fazla bilmediği için anlamını çözemiyordu. Bu sefer yere yatıp sessiz kalarak sesi yeniden dinledi. O ses “…gel…” diyordu. Bir kelimeyi şu eksik Yunanca’sından anlamıştı. “Gel, gel, gel” bunun anlamı neydi? Gelen kimdi? Işık Lamia’ya doğru sağdan gelip patika yolları soldan aşağıya doğru geçiyordu.
O da ne? Işık bir eşeğin heybesinde gidiyordu. Yanında da o bağıran adam vardı. Dayısı iki silah götürdüğüne göre diğer adam nerdeydi? Lamia yüksek tepeden kayalıklara doğru inmeye karar verdi. Şimdi her şey daha açık görünüyordu. Biraz da sahili izlese iyi olurdu. Dayısı ile bu eşek neye yarıyordu, Bunu bir an evvel çözmeliydi. Fakat gittikçe de risk alıyordu. Eğer bir pislik varsa bunu öğrenip ilgili makamlara bildirebilirdi. Büyük bir kayanın arkasına saklanıp beklemeye başladı. Salihde birdenbire bir hareketlenme oldu. Siyah elbiseli bazı adamların 20’şer metre ara ile dağılıp yerleştiğini gördü.
Bu dağılmak ve yerleşmek tam bir onganize iş yapıldığını göstermiyor muydu? Allah’ım sabır ver demekten kendini alamadı. Bakalım biraz daha bekleyelim deyip kayaya yaslandı. Çok sürmedi Lamia uykuya daldı. Aradan bir saat geçmişti ki Lamia silah sesleriyle uyandı. Sahile orta büyüklükte bir gemi gelip karaya oturmuş görünüyordu. Salihden de gemiye ateş ediliyordu. Gemiden karşı bir ateş yoktu. Belli ki silahları yoktu. Bir an aklına eşekteki ışığın kaydırılması geldi. Demek ki ışığın kaydırılmasıyla kayalıklar başka yerde gibi gösterilip geminin kayalıklara bindirmesi sağlanmış.olmalıydı. Bu çok zalim bir tuzaktı. Ateş tek taraflı olarak devam ediyordu. Tam çember daralmıştı ki gemiden beyaz bayrak çekildi. Dayım ve adamları 5 kişiydiler.
Üçü gemiden sarkıtılan ip merdivenden gemiye çıkmıştı. Sonra içerideki mallar gemiden yere indirilmeye başlandı. Bu mallar sanırım 10 kadar eşekle köydeki bazı evlerin mahzenine doğru yola çıktı. Lamia “gel gel” diyenin dayısı olduğunu ve “gel, gel” diye gemiye dediğini anladı. Demek ki avına çöken bir avcı gibi o da gemiye “gel gel” diyordu. Bu büyük bir hastalık olmalıydı. Kumar gibi. Lamia zorlukla geri dönmüş ve eve girmişti. Çok korkmuştu. Bu onun için müthiş bir macera olmuştu. Artık kısa bir süre daha kalıp Ülkesine dönmek istedi. Dimitri dayımın “Yolumuz gecedir.” Sözünü de anlamıştım. Deli Yorki’nin Dimitri muhabbetinden kaçması dayımın kötü adam olduğunu bilmesiydi.
Annem beni Limanda karşıladı. Birlikte eve kadar gittik. Günlüğüme “yolumuz gündüzdür” diye yazdım. Hemen bir kağıt daha alıp Midilli Kaymakamlığı’na erkeklerden ne anladığımı yazıyordum.
Bu öyküyü yazmak aşık ahi kul ahmede nasib oldu.
93 harbinde Ardahan da Ali isimli genç, askere gider. Ermenilerle yapılan çatışmada Ermenilere esir düşer. Fakat ellerinden bir türlü kurtulamaz. En sonunda onlara şöyle der ”Meryem oğlu İsa’yı sizler severseniz kollarımı çözün bağışlayın beni” der. Bir müddet de böyle idare ettikten sonra memleketine kaçmayı başarır. Köyüne geldiğinde acı bir haber alır. Daha önce birliğinden öldü diye yanlış bilgi köyüne gidince babası, Ali’nin hanımını, Ali’nin küçük kardeşiyle evlendirmiştir. Bunu hem mal bölünmesin ve hem de kardeşi olduğu için çocuklarına iyi baksın diye ve zaten gelenekler de böyle olduğu için yapmıştır. Ali kapıya geldiğinde saçı başı sakalı birbirine karıştığı için babası tanıyamaz. Bu durum Ali’ye daha da zor gelir ve köyü artık terk eder. Terk eder de şöyle şöyle ağıt yakar.
Ben Aliyem kaderime darıldım
Yerden yere bir çul gibi serildim
İşte geldim, hal hatırımı
Sor baba benim.
Düşman vurdu da bellerim kırıldı
Esir diye Ermeni’ye sarıldı
Öldü diye habarlarım düzüldü
İşte geldim hatırımı sor baba
Kafir komaz hallerimi bildirem
Yavrularım tüte yarenlik edem
Soğudu koynum da cananım diyem
İşte geldim hatırımı sor baba
Meryem dedim İsa ile sevile
Kollarımı salın kudretten bile
Hakk nasib kesmez umudun gelmeye
İşte geldim hatırımı sor baba
Yitirdim de yitirdim cananı mı
Candan öte ciğerim dağladı mı
Haram oldu helalim duymadı mı
İşte geldim hatırımı sor baba
Kara toprak helalim düşermiş
Eller duymasın ciğerim deşermiş
Bu acıyı zalim kader düzermiş
İşte geldim hatırımı sor baba
ilk şiir orijinaldir ve ağıta dahildir. Ankara’ya gelen bir Ardahan’lının ağzından etlik GATA durağında mırıldanırken farkedilip alınmıştır. İlk şiirden sonraki ağıtlar aşık ahi kul ahmet tarafından yazılmıştır.
ÖNDEN SONA TUZ
Kadın ihtiyacı olan tuz için tuzcuya göndereceği oğluna öğüt veriyordu. Tuzcuya gidince ona su on kuruşu ver. Eğer tuz vermezse ‘’aza az çoğa çok’’ de dedi. Çocuk tuzcu dükkanına gidiyordu. Gidiyordu gitmesine amma annemin sözünü unuturum diye onu yüksek sesle tekrar ederek gidiyordu. ’’aza az, çoğa çok, aza az, çoğa çok’’ diyerek giderken bir işçiye rastladı. İşçi bu sözü duyunca çok kızdı ve çocuğu bir güzel dövdü. Çünkü işçi ücreti azdı. Patron da çok kazanıyordu.
Çocuğa söyle dedi. ’’Bundan sonra ‘’azı az, çoğu çok’’ diyerek gideceksin’’ dedi. Zavallı çocuk çaresiz ‘’ azı az, çoğu çok’’ diyerek gitmeye başladı. Böyle söyleyerek giderken bir imama rastladı. İmam bu sözü duyunca fena hiddetlendi ve çocuğa sert bir tokat atmayı ihmal etmedi. Sonra ‘’ailen sana hiç Allah’a şükür nedir öğretmedi mi ? Sen bu eski elbiselerle fakir göründüğüne göre hem gelirinizi az buluyor ve hem de çok kazanana çok diyerek haset etmiş oluyorsun dedi.
Bundan sonra giderken.‘’Azı çok, çoğu pek’’ diyeceksin dedi. Çocuk ‘’azı çok çoğu pek. Azı az, çoğu pek’’ diye söyleyerek giderken bir kumarbaza rastladı. Çocuğun ‘’azı çok çoğu pek’’ dediğini duyunca o da çocuğu bir güzel patakladı. Ve şöyle söyledi. Kendisi kumarda kaybediyordu. Aza kanaat etmesi imkansızdı. Zaten kanaat etmeyi başarabilseydi kumarı bırakırdı. Çok kazanan hileci arkadaşlarının ise sırtının pek olmasını da kabullenemiyordu. Bu yüzden çocuğa şöyle söyleyeceksin dedi. ‘’azı koydum dolmadı çoğa yeldim olmadı’’
Çocuk bu sefer de bu sözü yüksek sesle söyleyerek yoluna devam etti. Çocuk bile şu on kuruşa tuz verilir mi demekten kendini alamadı. Daha sonra babasının dar gelirli bir çoban olduğunu hatırlayınca çekmesi gereken hayatın bu olduğunu anlayıp haline şikayet etmedi. Tam bunları söyleyerek giderken eli âsâlı, başı sarıklı, yeşil cübbeli, sakallı bir adam karşısına dikiliverdi. O da çocuğun “azı koydum dolmadı, çoğa yeldim olmadı” sözünü duymuştu.
Aslında niyeti kötü değildi. Ona bir soru sormak istedi. Biraz da çocuğun boyuna eşit olsun da onu sevdiğimi anlasın diye yere çömeldi. Aman Allah”ım çocuğun da dervişin de gözleri sevgiden pırıl pırıl yanıyordu. “Arkadaşım, sana bu söylediğin sözün anlamını sormak isterim. Eğer bilirsen sana bütün paramı veririm. Eğer bilemezsen “ azdan çoğa 6 metre” diye gideceksin, anlaştık mı? dedi.
Çocuk cevabı hemen yapıştırdı. “Ben çok şükreden bir kulum, biliyor musun amca. 10 kuruş da olsa tuza gidiyorum. Herkes kendine göre bir hayat istiyor. Halinden razı olana hiç rastlamadım. Fakat sizin sözünüz hoşuma gitti. Anlamını bilmiyorum ama bazen ilahi özellikli şeylerin anlamadan da faydalı olduğun duymuştum. Masala ilaçlar gibi. Hasta ilacı içer fakat içinde ne var bilmez”
Derviş bu cevabı çok tutar ve cebindeki bütün parasını olan 2 akçeyi çocuğa verir. Çocuk durumu fark eder ve itiraz eder. “ hayır, amca hepsini alamam. Çünkü benim ihtiyacım bu değil. Benim ihtiyacım 5 kilo tuz için yarım akçe. İlla yardım edeceksiniz bu kadarı da yeter“ Derviş itiraz etmedi. Çocuğu saldı.
Çocuk yolda yine yüksek sesle ‘ azdan çoğa 6 metre, azdan çoğa 6 metre” diyerek gitmeye başladı. Artık dükkanların olduğu Uzun Çarşıya yaklaşmıştı. Gösterişli bir sarraf dükkanının önünden geçiyordu. Altınlar ışıl ışıl yanıyordu. Bunlardan birkaç tanesi annesinin, birkaç tanesi de evleneceği kızın kolunda olsa ne güzel olur diye bir iç geçirdi. Dükkanın önünde bir adam oturduğu küçük iskemleden çocuğu dikkatle takip ediyordu. Çocuğun “azdan çoğa 6 metre” sözünü duymuştu.
Oturduğu yerden çocuğa söz atarak takıldı. ‘arkadaş, biraz önceki sözünü bir daha tekrar etsene dedi. Çocuk altınları seyrederken en son tekrar ettiği şeyi unutuvermişti. Bir an” unuttum “ dedi. Adam tekrar sordu “ niye unuttun?” dedi. Çocuk kendini şöyle bir toparladı ve biraz önceki dervişin edasıyla kızarak “ senin altınların yüzünden“ dedi . Adam ilave etti “peki seni umutlu kılacak şey nedir” diye sordu. Çocuk yine derviş edasını bırakmadı “önden sona tuz “ diye cevap verdi. Adam çocuğu bırakmak istemiyordu. İçeriye davet etti. Çocuk “uzun olmasın amma “ diye şartlı girdi dükkana.
İçerideki her şey çok lükstü. Müşteriler girip çıkıyor, altınlar alınsa da satılsa da hassas bir teraziyle tartılıyordu. O da nesi, tartıyı yapan eleman çaktırmadan altın tarafına üfürüyordu. Herkes altına ve gramına baktığı için onu fark edemiyorlardı. Çocuk bir anda bağırmaya başladı. “üfürüyor, üfürüyor!!!! “ Altın almak isteyenler bile şöyle bir geriye bakıp tartıya devam etmişlerdi. Çocuk bunun üzerine derhal dükkanı terk etti. Fakat işin garibi dükkan sahibi görünen adam hiç tepki vermemişti. Bu kez çocuğun şifresini sarraf tekrar ediyordu arkasından: “önden sonra tuz, önden sonra tuz” çocuk uzaklaşırken adam “ Bu yüzü unutma “ diye son bir söz söyledi. Çocuk “önden sona tuz, önden sona tuz” diyerek en sonunda tuzcu dükkana geldi.
Tuzcu, bilge insandı. Çocuğun “önden sona tuz, “ dediğini duymuştu. Çocuğa sordu “bu şifreyi sana kim verdi“ dedi. Çocuk “hiç kimse. Ben uydurdum” dedi. “Gel şöyle yanıma otur evladım. Sana bir de ayran söyledim mi tamamdır” Derken sohbete başladılar. Tuzcu “evden büyüklerin sana ne demişti“ diye sordu. Çocuk “ aza az çoğa çok “ diye annem söyle dedi” Tuzcu “ bu söz fakire az zengine çok vermek Allahın sanatıdır. Annem bu kadere razı olmuş” dedi.
“sonra ne oldu” dedi. Bir işçiye rastladım. Beni duyunca dövdü ve “azı az, çoğu çok” dememi istedi dedi. Tuzcu “bu işçi hem kanaatsiz, hem haset” dedi. “Sonra ne oldu” dedi. “Bir imama rastladım. Beni duyunca bir tokatta o attı ve “azı çok, çoğu pek, diyeceksin” dedi. Tuzcu “bu imam fakiri haline razı ederken zenginin fakiri düşünmesini ihmal etmiş” dedi. “Sonra ne oldu?“ deyince, çocuk “Bir kumarbaza rastladım. Sözlerimi duyunca o da bir güzel dövdü ve “azı koydum dolmadı, çoğa yeldim olmadı” diyeceksin dedi.
Tuzcu “Bu adam kanaatsiz olduğu için kumarbaz olmuş” dedi. Daha sonra kime rastladın deyince “Bir dervişe rastladım. Bana soru sordu. Ben de cevapladım. Bunun üzerine bütün parası olan 2 akçeyi vermek istedi. Ben ise ihtiyacım olan yarım akçeyi aldım. Ayrılırken o da “azdan çoğa 6 metre, azdan çoğa 6 metre” dememi söyledi” deyince Tuzcu “az malı hile ile artırmak sonunda insanı 6 metrelik kefenin içine sokar” dedi.
Arkasından tekrar sordu. “Kime rastladın bu kez” deyince çocuk bir sarrafa rastladığını söyledi. “bakarken altınları görünce söylediğim sözü unuttum. Altıncı yanımdaydı. “Seni mutlu kılacak şey nedir?” diye sorunca ben de “önden sona tuz, önden sona tuz” dedim. “İçeride ise teraziye üfürüyorlardı. Ben de hemen bağırdım. Çıkarken bu yüzü unutma dedi” Tuzcu “Evladım tuz bir ağız tadıdır. “Önden sona tuz” demek, ömür boyu ağız tadı demektir.
Sarrafın senin bu sözünü tekrar etmesi onun altın işinden mutsuz olup başka yerde mutluluk aradığına işarettir. Söylediğini altınların karşısında unutman, servetin insana Allah ı unutturduğuna delildir. O altıncı büyük ihtimalle sarraflığı bırakıp tuzculuğa başlayacak. Seni de unutmayacak” dedi. “İyi iş başardın evlat. Kanaatten zengin huy olmaz.
10 yıl sonra Çocuk: “Usta, önden sonra tuzumuz kalmadı” Usta: “Yoluna üfür oğlum yoluna” diyordu. Karşıdaki Bilge ustasına: “Ustam sana da çay söylememi ister misin” diyordu. Yolda giderken yeni ustasının aldığı evde karısını hatırladıkça “akşam olsa da yemeği yiyip yatsaydık” diye iç geçiriyordu.
Yunus, Sarıköy’de dikkat çeken biriydi. Güzel ahlakı ile göz dolduruyordu. Hem zeki hem inançlı bir çocuk bulmak bu devirde zordu. O boş konuşmayan edepli bir kişiliğe sahipti. Kimse onun küfür ettiğini duymamıştı. Hakkına kanaatkardı.
İnsanlar arkasından gıpta edilecek sözler söylerlerdi. Herkes de çok severdi onu doğrusu. O da insanları sevmede kusur etmezdi. Hayvanlara da çok müşfikti. Onun bu sevgisi ilahi olmalı derdi insanlar.
Onun babası çiftçi idi. Onsuz yapamazdı. Onun sağ koluydu. Tarladan başka yirmi kadar koyun ve bir de inekleri vardı. Bunların hepsine de çobanlık yapardı. Bunu yaparken onları sevdiğini de hissettirirdi. Onlarda çok süt verirlerdi. Ailesine karşı duyduğu bu sorumluluk gıpta ile izlenirdi.
Yunus’un öğrenim çağı gelince köyün hocasından ders aldı. Öğrendikleri ile kendi dağarcıklarındakini birleştirince insanı ve diğer mahlükatı sevmesi gerektiğini iyice anladı. Büyükleri saymanın küçükleri sevmenin önemini, toplumun böyle huzur içinde olabileceğini düşündü.
Arta kalan zamanlarında evlerinin yakınındaki ceviz ağacının altında oturur ve kuşların cıvıltısını dinler, karşıdaki yüksek dağlara ve gece olunca da yıldızlara bakar kainatın yaratılışını temaşa ederdi. Bazen de Sakarya ırmağının kıyısına kadar iner ırmağın gürültülü akışını insan nefsinin çırpınışına benzetirdi.
Bahar mevsimi ona daha hoş gelirdi. Çiçekler, çiçekler üzerinde uçuşan yağız delikanlı, Moğolların kelebekler, çalışan arılar, karıncalar, öncesinde eriyen karlar, doğanlar, ölenler, mezarlar, ay ve güneş… Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken şeylerdi.
Günler aylar yıllar su gibi aktı. Yunus yağız bir delikanlı olmuştu. Artık evin bütün işleri onun sorumluluğundaydı.
Güzel düşünceli olduğu için her şeye sevgi ile bakmasını biliyor ve kendisi de mutlu oluyordu.
Delikanlı yunus bir akşam üstü tarladan dönerken köylüleri üzgün gördü. Varıp soruşturdu. Tek kelimeyle Moğollar geliyordu. Devlet otoritesi kalkınca önce yerli eşkıya geldi, ardından Moğollar.
Dirlik düzen bitti. Güçlü olan haklı oldu. Zulüm garipleri buldu. Ağıt figan dünyayı tuttu. Bu kara günler sürerken bir de kuraklık baş gösteriverdi. Aylarca yağmur yağmadı. Bir bulut bile görünmedi.
O bereketli topraklar susuzluktan yarıldı. Artık vermez oldu. Kıştan çıkalı çok olmasına rağmen bir türlü bahar görünmedi. Bütün Anadolu gibi Sarıköy’de kara kara düşünmeye başlar olmuştu.
Devamı var…
yunusum
ahi yunusum
sizleri çok özlerim
yanımda hep
bir yunus beklerim
ben hep
hakka yunus dererim
ahilerim
canlarım
bir yunus güllerim
aşık ahi kul ahmete nasib oldu yazmak.
KAYSERİLİ’NİN İNEĞİ
Kayserilinin ineği hastalanmış. İyi olursa 10 gün oruç tutarım demiş. İnek sabaha iyi olunca 10 gün oruç tutmuş. Fakat 11. Gün inek ölmüş. Rabb’inin karşısına geçmiş başlamış konuşmaya. “zannetme beni kandırdın. Önümüz oruç 10 gün eksik tutarım. İneği de kurbana sayarım” demiş..
KIBLEYİ KAYBETMİŞLER
Çocuk yan kesiciydi. Küçük mescide girdi bir seyler götürmek için. Arkasından bir adam namaz için içeri girdi.
- Kıble nerede evladım?
- Ne biliyim amca
Çocuk dışarı çıkınca arkadaşı sordu;
- Ne oldu orada?
- Ne biliyim? Kıbleyi kaybetmişler, benden biliyorlar.
AYAKKABI BOYACISI
Kocatepe’ye doğru gidiyordum. Cumaya henüz vakit vardı. Bir otelin duvar kenarında ayakkabıcılık yapan birine selam verip ayakkabı boyatmak istedim. O boyarken şöyle dedim.
- Bak sen de gecikiyorsun namaza, belki yer bulamazsın
O dalgın başını kaldırıp bana bir soru sordu.
- Sana göre Kocatepe Camii kaç kişi alır?
- Otuz bin kişi alır
Bunun üzerine o cevap verdi.
- Senin sözüne göre otuz bin kişiden sonra gelenler yoldan çevrilecek demektir. Bu yüce bir ev sahibine yakışmaz. Camiiye ne kadar insan gelirse o kadarını alır. Yani camii genişler ve her geleni alır. İste onun şanına bu yakışır dedi.
Çok utanmıştım…
ALVARLI EFE
Sevgili arkadaşlar;
Erzurum’da yaşamış çok kıymetli bir alim zat vardı. Ona Alvarlı Efe derlerdi. O, okadar sabırlı bir insandı ki kendisini inciten insanlara hiç aldırış etmezdi. O kişiler belki ilerde yaptıkları hatalardan dönseler bile onun yanındakiler bunu pek kabullenemezlerdi.
Avlarlı Efe çok nükdedan bir insandı. Baktı ki kendi adamlarını yola getirmek mümkün olmuyor. Oturdu şöyle bir şiir yazıverdi.
Aşık dar incitenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş
İncinen incitenden
Gördüğünüz üzere bir kimse kendisini inciteni incitirse ondan daha büyük hata yapmış olur ki bu da daha büyük eksiklik sayılır diyor. Söyleyin bakalım arkadaşlar sizi birisi incitirse siz de onu incitebilir misiniz?
YATIRIMI NEREYE YAPMALI?
Adam yolda giderken birden önüne bir kedi yavrusu çıkar. Yol yağışlı ve kaygandır. İşin aslı başka bir hayvan olsaydı tepeler geçerdi. Fakat karanlıkta bu hayvanın gözleri de parlamış ve sürücüyü şaşırtmıştı. Araba önce kaymış, sonra birkaç takla atmış ve sırtüstü kalmıştı. Adam ağır yaralıydı. Etrafta kimse yoktu. Epeyce baygın kalmış. Kendini şöyle bir toparlayıp bağırmayı denedi. Kimse kendini duymuyordu. Bağırmaktan bitap düşmüştü. En sonunda birden birkaç kişi onu görmüş yanına gelmişti.
- Beni çıkarmıyorsanız hemen bir ambulans çağırın lütfen. Telefonunuz yoksa yere düşen telefonumu kullanın.
- Telefonunuz çekmiyor
- O zaman bagajda ilk yardım çantası var onu alın
- Bagaj sıkışmış açılmıyor.
- Arka koltukta el çantam var. Onda kredi kartlarım var
- Beyim burada kart geçerli olan bir yer yok.
- O zaman çantanın gizli bölmesinde epeyce nakit para var. Onu alın ve bir helikopter kiralayın.
- Efendi burası ormanlık ve taşlık bir arazi. Buraya helikopter falan inemez.
- Bana yardım edecek yoldan geçen hiçbir insanda mı yok?
- Bey kardeşim. Burada senin tedbirlerin geçmez. Anlıyor musun? Manevi hazırlığın varsa sen ondan haber ver. Şu an kabre girdin. Sana senden başka yardım edecek kimse yok. Anlaşılan hep kendini sevmişsin. İnsan sevdiği ile beraberdir demedi mi peygamberin? Sen de elinden tutacak bir Allah dostu sevseydin ve izleseydin ya gözüm! Adam şöyle bir söz söyledi.
- Eyvah, burası için bira yatırım yapsaydım ya…
Dedikten sonra konuştukları adamlardan şöyle bir ricada bulunur.
- Beni geri götürseniz de Rabbimin emri üzere yaşasam.
- O iş geçti.
- Peki bir hafta gitsem.
- Olmaz.
- Peki bir saat gitsem
- Olmaz
- Peki bir dakika gitsem
- Olmaz.
- Peki bir an gidip geri gelsem
Deyince;
- Bir an gidip ne yapacaksın?
- “La ilahe illallah” deyip geri geleceğim
Sen yapsaydın yetmiş senelik yaşamında yapardın. Artık o işler geçti..
Kulağının tozuna bir topuz. Bir topuz daha. Yandım anam…
Adamı toprağa doyururlar!!!
aşık ahi kul ahmede yazmak nasib oldu
Annesi kaldırmaya uğraşıyordu. Okul saati gelmişti. Her zaman kalkmak bir sorundu bu evde. Annesi oğlum ders çalışsın diye televizyon bile seyretmiyordu. Babası emekli bir maden işçisiydi. Ucu ucuna getiriyordu ay sonunu. Bir de dersane ücretleri binmişti sırtına. Onun da oğlu için yapamayacağı yoktu.
Tuğrul işin aslı derslerinde başarılı bir çocuktu. Fakat ailesinin durumunu toplumdan biliyordu. Herkes eşit paylaşsa biz böyle olmazdık diyordu. Sınıfta kendisi gibi düşünen 5 kişi daha vardı. Bir taraftan da niye herkes benim gibi düşünmüyor diye de kendini zaman zaman sorguluyordu. Böyle düşünmek inancımı götürür mü diye de korkuyordu.
Dersanenin sınavlarında ilk üçe giriyordu. Bu iyi bir sonuçtu. Belki iyi bir yere girebilirdi. Rehberlikçi hoca bize son öğütlerini veriyordu. Bakın dedi. sakin olan sınavı kazanır diyordu. Sakin olmak için iman gerekir diyordu. İman Allah’a güveni getirir. Allah’a güven kişide suküneti sağlar.
Ben hemen atıldım. Desene hocam bu sınavı inananlar kazanacak değil mi? Hayır dedi. İnanmak sınav ortamını kişiye kolaylaştırıyor dememiz daha uygun olur dedi. Allah yanında çalışma esastır. Normalde Allah çalışana verir. Sonra mesela bir eve misafir gitseniz orada ikram görmez misiniz? Allah’ın inananları sevdiği de bir gerçektir. Sonra iman ile bazı buluşların bulunduğunu da biliyoruz. Örneğin Einstain görecelilik teorisini bulurken önce “ben Allah’ın yerinde olsaydım kainatı nasıl yaratırdım” demiş ve bu buluşunu bulmuştur.
Ben hemen atıldım. Peki hocam bu söylediklerinizi ispatlayan bir bilimsel deney var mı dedim. Hoca önce bir durdu. Ve ilave etti. “Eğitimde bilimsel deneylerin yapılmasına ve yayınlanmasına Tıp örgütleri karşı çıkıyor ve dava açıyorlar. Bu yüzden biraz çekinerek söylüyoruz” dedi. ben de hocam rahatlıkla söyleyin, rahat olun, bizden sır çıkmaz” dedim. Yanımda başka arkadaşlar da vardı. Onlar da lütfen anlatın hocam deyince hoca rahatladı ve başladı tekrar anlatmaya.
Amerika’da yapılan bir deneyde sabah okula gelen çocuklara önce birer tane lokum verilir. Sonra “eğer 15 dakika daha beklersen bir lokum daha vereceğiz” denir. Bazı çocuklar bekler bazıları beklemez. Sonra bunları 20 yıl boyunca ayrı ayrı takibetmişler. Görülmüş ki 15 dakika bekleyenler diğerlerinden %20 daha zeki olmuşlar. Yani bekleyenler sabırlı insanlar olarak değerlendirilmiş. Din ise sabrı artırdığı için inançlı olanlar öne çıkıyor demektir.
Filistin’de geçen sene liseyi bitirenlerden ilk ona girenler eşit puandan dolayı 28 kişi olmuşlar ve hepsi hafızlardan oluşuyor.
Çocuklar eğer anne babanız çok inançlı, namaz kılan, takva insanlarsa onların hatırına 2 veya 3 soru fazla yapmanıza müsade edilebilir belki.
İnançlı bir genci rahatlatan bir başka unsur da Allah’a itimadıdır. Bu itimadı canlı tutmanın bir yolu da sınavdan önce farz bir namaz kılmaktır. Güvenecek bir dalı olmayan çocuk ya kaybedersem der ve telaşa kapılır ve soruyu anlaması bile güçleşir. Tanıdığım bir öğrenci ben dersane sınavlarında başarılıyım. Benim öğüde ihtiyacım yok diyerek kibirlenmişti de sınavı panikleyip terk etmişti.
Benim yerime annem namaz kılmıştı. Sınavdan başarı ile çıktım ve tercihimi tıp olarak yapmıştım. Günler çabucak geçiyordu. Bir, iki, üç, derken dört ve beşinci sınıfı göğüsledim. Ailem de çok yorulmuştu. Sonra tıpda uzmanlık sınavını da aşmıştım. İki yıl da uzmanlık çalışması sürdü. Ankara’daki bir hastanede görev almıştım. İnsan vucudunu gittikçe anlamaya başlıyordum. Zaman zaman bizim lisedeki rehberlikçi hoca aklıma geliyordu.
Benim incelediğim insan bedeni soyut bir imanla nasıl olur da daha çok etkili olabilirdi? Bunu sık sık düşünür olmuştum. Ya annemin dualarına ne demeli. Ağızdan çıkan birkaç kelime insanda şifaya yol açıyordu. Halbuki biz mutlaka bir maddi ilaç tavsiye ediyorduk. Mana vücutta maddi bir etki yapıyordu. Madde ile mana anlaşamıyorduk. Ben her şeyde maddi ilaçlar yeterlidir diyordum. Fakat o hoca hala beni mahvediyordu. Ne inanabiliyordum ne inkar edebiliyordum.
Çalıştığımız hastaneye bir cami çok yakındı. Ezanı işitiyorduk. Gittikçe ezan dinlemeğe başlamıştım. Arada bir de annemi arardım. Aslında yalnız onun hatırını sormak değildi maksadım. Onun inanç dolu sevecen sesinden medet umuyordum. Birgün telefonda şöyle bir laf etti annem. “oğlum yakîn olmadan yakın olmaz”demişti. Bu ne demekti? Şimdiye kadar hiçbir hastama “Allah şifa versin” gibi bir söz söylememiştim.
Annemin sözünü hastanedeki kendi odama yazıp asmaya karar verdim. “Yakîn olmadan yakın olmaz” mutlaka manası derin olmalıydı. Aklıma lisedeki hocam geldi. Acaba hala aynı yerde miydi? Belki ona sorabilirdim. O bize bazı sırları verecek kadar samimi bir insandı. Önce okulu arayıp hocaya ulaşmak istedim. Hoca hasta dediler. Yattığı hastaneyi öğrenip Zonguldak’a gitmeğe karar verdim. Hastanenin en kötü odasında yatıyordu. Önce kendimi tanıtıp sessizce hasta dosyasını görmek istedim. Kanser hastalığı görünüyordu. Vaziyet üzücü idi. Hocam tedavi de kabul etmiyordu. Dosyasında bunlar vardı.
İlk defa tedavi kabul etmeyen bir hastaya rastlıyordum. Herkes daima bir tedaviyle de olsa daha uzun yaşamak istiyordu aslında. İşin gerçeği ise kanserin tedavisi yoktu. Sadece ilaç firmaları yüksek paralar kazanıyordu. Doktorlar da elimizden geleni yaptık diye altı boş öğünüyorlardı. Sonuç daima mezarlıktı.
Hocamı ilaca yöneltmek istemiyordum. Bu kutsal insanın kararına saygı duymalıydım. Yine aklıma annemin “yakîn olmadan yakın olmaz” sözü geldi. Böyle acıklı bir durumda nasıl soracaktım? Sükunetle odasına geldim. Uyuyordu. Sandalye bile almadan uyumasını beklemek istedim. Belki bir vefa örneği sayılır mı diye?
Bir saat kadar sonra sakince uyandı. Onu kurban gibi görüyordum. O ise çok sevgi ile etrafa bakıyordu. Sanki bize sınav öncesi sözlerini şimdi kendine söyler gibiydi. “tanıdınız mı hocam” dedim. “Yakînler yakın olur” demez mi? Sanki annemle sözleşmiş gibi.. Bir anda üzerine atıldım ve döşünden sarıldım. Öylece ne kadar kaldık hatırlamıyorum.
En sonunda belki rahatsız olur diye usulca geri çekildim. İşin aslı ben de yakîn olmuştum. Birdenbire kalbimde Allah sevgisinin yükseldiğini hissettim. Sanırım asıl yakînlik şimdi başlıyordu. Sorularım da çözümlenmişti. Annem de inançlıydı ama onun inancı işaret kadarlık bir güce sahipti. Ancak imana bilgi ve kuvveti eklediğimizde bir çok kişiyi götürebiliyordu. O halde inanmak yetmiyordu. İmanınızı okuyarak kuvvetlendirmeniz gerekiyordu.
Çalıştığım yerden izin alıp hocamın yanında güzel saatler geçiriyordum. İşime döndükten 2 ay sonra acı haber bir zarf içinde geldi. Gönderen kendisiydi. “Davet geldi dosttan, gitmemek olmaz. Yakîn yakın oldu, eylenmek olmaz”diyordu. Ölmeden iki gün önce attırmıştı. Hemen koştum. Namazında bir fazlalık görüyordum. Sanki fark edemediğimiz bir çok insan daha namaza katılmış gibiydi. Yoldan gelen geçen herkes dönüp namaza iştirak ediyordu. Allah dostuna dostlarını gönderiyordu. Sonra kabristana götürdük.
Her yerde bir olağanüstü şey yaşıyorduk. Bedenini şöyle bir kaldırdım. Çok hafifti. Kabre indirdiğimde müthiş güzel bir koku yayıldı. Toprak attıktan sonra herkes usul usul uzaklaşıyordu. Ben ayrılmak istemedim. Bir hoca kaldı bir de ben. Sevgimden dolayı ayrılamadım ama Yakîn ne olacaktı. Asıl onu merak ediyordum. İçimden hocama “la ilahe illallah”de diye söyleyip bunu bir müddet tekrar ettim. Ne göreyim? Kabirin içinde hocam bütün hastalıklarından kurtulmuş olarak normal elbiseleriyle oturuyordu. Bu sefer öncekinin tersine şöyle dedi. “Yakın olmasa Yakîn olmaz” dedi. bu sefer bilmediğim ikiye çıkmıştı.
“Yakîn olmasa yakın olmaz” =
Allah imanı vermezse O’na yaklaşamazsın.
“Yakın olmasa Yakîn olmaz”=
Sen Allah’a yakın durmazsan ahrette Allah’ın yakın dostu olamazsın.
Ben bunu böyle anladım. Siz böyle anlamak zorunda değilsiniz…
aşık ahi kul ahmede nasib oldu.
Bu kış da ne kadar uzun sürmüştü. Gönüller daralmıştı kara kara bulutlardan gelen kara haberlerle. Yağmur da bırakmıyordu. Günlerce kararmak da neydi öyle. Bütün insanlar bunalmıştı. Camiye giden yaşlılar bile dua ediyordu bir baharın ucu görünsün diye.
Kimin duasının kabul olduğu tam olarak anlaşılmadan bir anda yağmur yağmaya başlayıvermişti. Yerlerdeki buzlar birdenbire bu yağmurla ermeye yüz tutmuştu. Bu güzel bir haberdi,. Allah bununla baharı mı müjdeliyordu. İnansak iyi olur muydu? Ya Allah’a güvensizlik daha kötü değil miydi? Ben en evvel inananlardanım. Hemen giyim kuşamlarımı usuldan usuldan değiştirmeye başlamıştım bile. Artık tek korkum şiddetli bir yağmura yakalanmaktı.
Bu tür hallerde babamın bir taktiği vardı. Sabahleyin pencereyi açar ve boynunu hafiften dışarı çıkararak havayı adeta koklardı. Burada yaptığı özel gözlem onun o güne nasıl bakacağını belirleyen şeydi. Eğer o gün yağmur havası yok diyor da yağmur yağıyorsa o yağmurda afiyetle ıslanırdı. Hiç zoruna gitmez ve kaçmazdı da. Allah’ım nasıl bir teslimiyetti bu? Sokakta ıslanarak ibadet etmek. Ben artık kendimi bırakmış her gün babamın ne yapacağını merak ediyordum. Babam adeta sokakta namaz kılıyor gibiydi. Artık yağmurlar artmıştı. Kırk ikindi yağmurları başlamıştı. Hemen hemen her gün öğleden sonra çok tatlı yağmurlar yağıyordu. Çayırlar çimenler canlanmış hatta biraz da boy atmıştı. Bir gün çiğdem çıktı mı diye şöyle yakın tepelere doğru uzandım. Az da olsa sarı çiğdem vardı. Daha çok mor çiğdemler sarmıştı.
Fakat onlar yenmiyordu. Tam tepelere doğru varmıştım ki sütlen adlı bir ot dikkatimi çekmişti. Bu otun uç dallarında Allah’ı zikreden semazenlere benzer biçimler vardı. Bu otun bu özelliğini bir makine mühendisi olan Ömer Çetiner 2007 yılında Kırşehir Seyfe Gölünde çekmişti. İnternetteki sitesinden görmüştüm. Bu yıl yani 2007 yılı ise Mevlana’nın 700. Doğum yılıydı. Bu beye mail atmıştım. Cevabında bu yıldan sonra bir daha çekemedim diyordu.
Bunlar güzel anılardı. Keşke ben de bunu görebilseydim ve fotoğraflayabilseydim. İçim kıpır kıpırdı. Eve dönünce babamdan bir fotoğraf makinası sözü almalıydım. Süratle eve döndüm. Babam gelince her zamankinden daha fazla yağcılık yaptığımı anlaması uzun sürmedi. Sadede gelelim sadede Dilan hanım demişti bile. Ben de aynı kararlılıkla konuştum. O zaman eğri oturalım doğru konuşalım dedim. Hadi bakalım dedi. Bak babacığım dedim.
Bugün evimize yakın tepeleri şöyle bir dolaşayım dedim. Gördüğüm ve beni gören her ne varsa Allah’ı zikreder buldum. Ancak bunların zikrinin en uygun zamanlarında değişik hallerle hallendiklerini gördüm. Eh bu durumlarının da istedim ki kalıcı hale gelmesi için fotoğrafının çekilmesi lazım diye düşündüm. Top bundan sonra sende babacığım.. Babam şöyle bir düşünür gibi yaptı. Sanırım evet diyecekti fakat biraz zorlamak istiyordu beni.
Hangi otun hangi zikrini gördün dedi. Ben de ilave ettim. Sütlen otu dedim. Sen nerden biliyorsun onu dedi. Bir fotoğrafçı mühendisin albümünden dedim. Bak sen neler de biliyormuş benim kızım dedi. Çok uzatmağa gerek yok dedi. Niyet hayırsa akıbet de hayır olur. Sana değil ama ikimize aynı amaç için bir fotoğraf makinası alacağım inşallah dedi.
Artık benim için baharı gözlemlemek asla hobi değildi. Asıl işimdi canlı hayatla birlikte olmak. Benim vücudum da bir bahar yaşıyordu. Benim dışımda her şey de. İşte duy beni diyen baharın cıvıltısı kimbilir bize neler söylüyordu. Bir fotoğraf makinası bile bize hangi sırları verecekti. Aslında benim makinam değil bütün canlı hayat benim olmuştu…
aşık ahi kul ahmede nasib oldu