BİR AHİNİN TASAVVUFİ DAVRANIŞLARI;insan-ı kamile giden yol
Sevgili okurlar,
Sizleri gönülden düşürmedik. Bir güzel söz ile uzaktan uzağa selam ve musafaha yapalım dedik.
Akıllılar bazen, deliler her gün bayram yapar. Ben delileri daha çok severim. Çünkü onlar katıksızdırlar. Onların tek sorunu, deliliğinin farkında olmaması. İşin aslı unutmayı da unutmak gerekir. Fakat Allah deliliği akıllıdan bekler. Dini olmayanın deliliğini ne yapacak? İşte dini deli gibi yaşayan akıllılardır O’nun aradığı.
Sahi din deyince siz ne anladınız? Namaz, oruç, sadaka falan mı?
İmam-ı Cafer’e sormuşlar, din nedir? Diye. Cevap vermiş: “Din sevgi ve nefretten başka nedir ki?”
İşin aslı saklambaç oynuyor. Ara ki bulasın.
Bu yüzden;
“Arayanlar bulanlarmış,
Bulanlar arayanlarmış”
Bulunca vuslat olur, aşk kalmaz!
Ne demişler,
Aşkın varsa can baş üzre gel beri,
Aşkın yoksa, dön kapıdan gel beri.
Aşk bir derya, yüreğin kadar nasibin olur.
Uçurumdan sen atla ki, “O” tutar seni!
Korkak tacir kazanamaz! İşte atlayan deliler kazanır!
Mülkiyet tarlasında ekim yapanın hasadı “ben” ve “israf” olur.
Emanet tarlasını sür, harmanın rahmet olur.
Neye yanarsan onu görürsün.
İhtiyacını Pavlov’un köpekleri mi belirliyor? (Şartlı refleks)
“la ilahe” süpürgesiyle süpürmeyenin Allah’ı çok olur.
Rapresantlara ilk öğretilen “tekili çoğula çıkarmayın” “ çoğulu tekile indirmeyin”
İkincisi yanlış; siz “kesreti tekile çıkarın!”
Kabe’nin kara donuyla ne işin var senin.
Sahibini ara, sen onu değil, o seni tavaf etsin! (ayniyle vaki)
Kardeşlikte sevap ticareti
Dinimiz bizlerin kardeş olduğunu ve birbirimizi sevmemiz gerektiğini bildirmektedir.
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız”
Sevgi ve barış içinde olmamızı isteyen yüce yaratıcı, ücrette de cömert davranacaktır eminiz.
Bayramınız kutlu ve mübarek olsun!…
Necip Fazıl, “Mü’min sıkıştırılmış şeker gibidir. Deryayı tadlandıracak güce sahibtir” der.
Dini, tevhitten, güzel ahlaka dönüştürmüş iyi bir insan, çevresi için bir rahmettir ve bir ölçüde etrafındaki herkesi de tatlandırır.
İşte bayramlar, kısalığına rağmen af ve tebessümle, kardeşlik ve dostluğun fiilen yaşama geçtiği barış ve huzur ortamlarıdırlar.
Zaman
Batılılar “Time is Money” derler.- Zaman paradır-
İnanan ise “Time is my life” der – Zaman inananın bütün hayatıdır-
O, boş laf bilmez, öyle konuşan olursa selam der geçer. Zamanın hüsrana dönüşmesi inananda olmaz. İki günü birbirine eşitlemez.
“İnsan hüsrandadır”, buyruldu.
Dün geçmiştir, yarın ne olacağını bilmiyorsun, o halde bugünü doku.
İnanmayan, ise ne yaparsa yapsın, heyhat.. iman olmayınca..?
Zamanın hüsranındadır o.
Aranan karşılıklı tanımadır.
“Sen beni tanımazsan, ben de seni tanımam”dan öte nedir ki?
Kişilikte bayram yapınız
Bayram bağışlama günüdür.
“İnsanın üç günden fazla küs durması helal olmaz”
Akrabalık bağlarını kesenlerin ahiretleri zordur.
İntikam almak yoktur.
Birisi size bir tokat attı ise, Hz. İsa gibi öbür yanağınızı çevirmeyin, fakat, sizin de bir tokat hakkınız olabilir, fakat affederseniz daha iyi olur. Yumruk atamazsınız.
İyilikte yardımlaşılır, fakat birlikte kazık atalım olmaz!
Anne baba hak ve hürmetini siz zaten biliyorsunuz. Öf’e bile izin yok! Yanınızda yaşlanacak! Hanıma itaat yok! Artık hala cenneti kazanamıyorsanız, burnunuz sürtülsün!
Gıbtadan haset kokusu gelir.
Gıbta, “keşke bende de olsa”; Haset ise, “onda da olmasın, bana verilsin” demektir ki hoş bir şey değildir.
Arkadaşı için “niye o çok şey biliyor da, ben bilmiyorum” gizli rekabettir ve haddi aşmış olur, imrenme kıskançlığa dönüşür.
Gıbtadan da uzaklaşarak takdire razı olmalı, kaderi tenkit etmemeli, kimseyi rakip görmemeli ve kendini güzel ahlaka yönlendirmelidir.
Komşusunun “iki eşeği olsun” diye dua edebilen, bir eşeği de hak eder.
Her şeyi emanet bilmeli. Mülkiyete geçeni iki metre kabut paklar!
“Sen rızkını aradığın gibi, rızkın da seni arar!” Bu ne telaş. Yat demedik ama, kazık da at demedik!
Topu sen oyna. Fakat skoru “O” belirler! Eh, kılıcın hiç mi hakkı yok?da diyebilirsiniz Fatih gibi.
Meziyetlerin öne çıkması
İnsanların her fırsatta şahsi meziyetlerini sayıp dökmesi, ferdi başarılardan sözetmek, başarıyı kendine mal etmek, başkasını çekememezliğe iter ve gıbta damarını kabartır. Bu yüzden bunlar da ayıp kabul edilmiştir. Yani kendinden menkul olmamak gerekiyor.
İyiliklerinizi sayıp dökmeyin.
Herkes kendi rekorunu kırmalı.
Fakirin ihtiyacı görülmemiştir bir gün. Haber gelir; Ali ölmüştür. (kerremallahi veche)
İşler bölüşülmeli, eller taşın altına konulmalı ve yapabileceğinin en iyisi yapılmalı.
Böylece, semere de umumun malı olacaktır.
Sıddık 40 000 liranın 10 000’ini gece, 10 000’ini gündüz, 10 000’ini gizli, 10 000’ini açık verdi, ne güzeldir.
Siz 40 000 verin, “Akil” bir avuç hurmanın yarısını evine yarısını hayra ve eşitler.
Yaratılışın gayesi sevgidir
Yunus boşuna dememiş:
“Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü l Yaratılanı hoş gör l Yaratan’dan ötürü”
Yumuşaklık ve merhamet iyi insan olmanın gereği.
Kralları da Kuralları da putlaştırmak yok. Referandumda krallar, zarurette kurallar kalkar.
İngilizlerin çok tuttuğum bir özdeyişi var: “all thing in moderation, modaration in all thing”. Yani; her şeyde ortalama, ortalama her şeyde. Bu yüzden ortalama gitmek gerek.
Görev mi? Yardım mı?
Muhabir önündeki yaralıya yardım mı edecek, yoksa haber için o haldeyken onun fotoğrafını mı çekecek? Kararı insanlığınız versin.
Yetimhanede bir çocuğun devlete maliyeti aylık iki milyar lira. Halbuki bu çocuklar koruyucu ailelere verilse ve sadece 500 lira devlet o aileye yardım yapsa, insanlar kuyruğa girer. Sıcak bir sevgi ortamında o çocuk büyür. İnsanın köpek kadar değeri yok. Bunları devlet düşünmeli ve kalıcı çözümler üretmeli.
SONUÇ
Bayram günleri sevinç günleridir. Siz güler yüzü adet edinin ve hep öyle olun.
Sadakanız olur.
Bayramlar, sosyal şizofreniyi toplumsal empatiye çevirme günüdür!
Bir gün insanlara çorba içmeleri için uzun uzun kaşıklar verilmiştir. Fakat bir türlü kaşığı çevirip de içemezler. Hep birbirine takılmıştır. Bu kez aynı sofraya dervişleri oturturlar. Onlar şöyle yapar. Çorbayı alır, kaşığı karşıdaki arkadaşına uzatır…Kendini başkasına feda etmek, sorunu da çözüyor demek ki. Güruhu, bilinçli, kültürlü, erdemli toplum yapan yardımlaşmadır. Benimle ilgilenmezsen seninle neden arkadaşlık yapayım? İyi gün-kötü gün dostunu neden ayırıyorlar?
Birisi, misafirine yedireceği yemek sınırlı olduğu için, lambayı kasten kaza süsüyle söndürür ve karanlıkta yer gibi yaparak yemez, ve yemeği misafirine yedirir. Siz cebinizde sadece 5 lira varken yarısını fakire verme yürekliliğini gösterebildiniz mi hiç? Yoksa bencillik ve ferdiyetçilik yakanızı mı sardı? Rezzakı unuttunuz mu?
Kişilik gelişmeden insan olunmaz, insan olunmadan toplum olunmaz. Aksi halde kin ve nefret, düşmanlık, haset ve cimrilik toplumu yer bitirir= sosyal şizofreni.
Bayramı kişi yaşar, o da insansa yaşar. Onun için önce insan olmak gerekir.
Bayram da, din de, diğer her şey gibi insan içindir. Eh, insan da bir şey için olmalı… Onu da siz bulun!
Sevgi ve barış içinde kalın.
Nice Bayramlara !..
Ahmet Atik
Baş Hesap Uzmanı
Aşağıda bir Ahilik konuşmasına giriş prototipini bulacaksınız.
Burada size bilgi vermeye çalışmayacağım, Ahiliği sevdirmeye çalışacağım. Bunun için de önce beni sevmeniz gerek. Bu iki türlü olur. Önce benim yüzüme ve elbiseme bakmalıydınız imkan olsaydı. Sonra konuştukça önce konuşmamdaki sevecenliğe, sıcaklığa, tavra bakmalıydınız. Daha sonra anlatım metodu ve kullandığım malzemelere ve en sonunda da ne anlattığıma bakabilirsiniz. Bu anlatımın da düzenli olması gerekir ki gereken etkiyi göstersin ve sistematik olması ise onu kolay anlaşılabilir kılacaktır. Konunun önemi ise en sona gelmelidir. Anlatımın bir mesaj verebilir şeklinde anlatılması da ilgi için gereklidir. Bu eğer günümüz sorunlarıyla da içiçe anlatılırsa ayağı yere basar ve ilgiyi tekrar zorlar. Konunun dinleyenin ya da okuyanın ilgi alanıyla da bağlantılı olması gerekir. Bu noktada konuyu ya sevmelisiniz ya da merak etmelisiniz. İşte bu noktada konuşmacanın kişisel başarısı çok önemlidir. Sonuçta ya sevmiş ya da ilgisiz olarak, ya da tarihte bir şeyler olarak yargılayarak ayrılacaksınız. İşte bu aşamada eğer ilgisiz kalmaz da severseniz sizden bu öğrendiklerinizden çıkarsamalar yaparak tavır, bakışlarınızda ve hareketlerinizde bir değişiklik yapmanızı beklemek konuşmacının bir hakkı olacaktır. Nefsini biraz terbiye etmiş bir konuşmacı alkış ya da teşekkür beklemez. İşte bunları bekler. Kişi zaten Allah rızası için konuşmuştur ve sizin hareket ve ahlakınızdaki her iyileşmeden aynı sevabı o da alır. İşte katlamalı kazanç budur. Bunu siz de başkalarıyla paylaşırsanız artık ve kar size de gelir ve toplam fayda geometrik bir dizi olarak artar. İşte Ahilik de, önce fertleri mükemmele götürerek ondan mükemmel toplum inşa etmeyi hedefler. Onu hangi yönden incelerseniz inceleyin bütün kapılar insana çıkar, ona hizmete çıkar. İşte ona İnsanlık Sanatı dememizin anlamı budur. Bu insanlık sanatından istifade edebilmemiz için hem aklınızı hem kalbinizi açmanız gerekir. Bunun için de dua etmelisiniz. Dua hem idraki açar, hem kalbi açar. Çünkü bunların yöneticisi Cenab-ı Allah’tır. O zaman o yöneticiye yönelmek gerekir. Dua, bir niyeti de beraberinde içerir. İşte dua, niyetin de halis olmasını otomatik olarak mecbur tutar. Niyetteki bu güzelleşme ise Cenab-ı Allah’ın kulunda aradığı en önemli şeydir. Çünkü niyetiniz neyse, alacağınız da o’dur. O halde asıl olan niyetleri doğru ve güzel yapmakla beraber, bunun dua ile, içiçe geçmesi ya da duaya dönüşerek Cenab-ı Allah’ı muhatap alarak olması, niyetin faydasının ilahi ikrama dönüşmesini sağladığı gibi, yapılan işin de iman ışığında doğru anlaşılmasına ve bundan bir çıkarsama yapılmasına yani öğüt(doğru öğüt) alınmasına yol açar ve artık daha sonra bunun harekete(güzel ahlaka) dönüşmesi beklenebilir. Bu, artık adım adım bir kemale yol alıştır. Bütün bunların gerçekleşmesi için kalbinizin tevazulu, eşitlikçi, hatta aşağıda tutucu ve boş olması gerekir. Yalnız bu boşluğu doldururken seçici olmaktan geri durmamalısınız. Öncelikle genel bir konu itibariyle seçici olmalısınız. Buradaki temel kriter, fayda esasıdır. İşe yarayacağını düşünmediğiniz bir konuya iltifat etmemelisiniz. Diyelim konuyu uygun buldunuz, arkasından konuşmacıyı ya da kitap yazarını fazla yüceltmemelisiniz. Çünkü onu yüce görürseniz aşırı itimat ve güven doğurur ve kişiyi sorgulamacı bir yaklaşımdan uzaklaştırır ve dogmatik kabullere yol aldırır. Bu ise, ilmin gelişmesini ve muhalif fikirlerin ortaya çıkarak ileri sürülen iddiaların sıhhate kavuşmasını engeller. Buradaki temel prensip Aristo mantığı ya da septik şüpheciliğe dayalı, temelde bir anlamaya yönelik iyi niyetli bir sorgulama olmayıp, yıpratmaya ya da kendi doğrularını kabul ettirmeye yönelik bir sorgulama olduğu için bundan uzak durulmalıdır. İslam’ın fıtri aklı ise fiilen deneme imkanının olmadığı, fakat sonuçlarının görülmesi nedeniyle aklın kabul edebileceği şeyleri inkar etmeyen akıldır. İşte İslam’ın bu fıtri aklını rehber edinebilirsiniz söylenen şeyleri artık sorgulamanız ve İslam’a ya da adalete uygun ve makul sayılan şeyleri kabul etmemiz ve hatta bunu içselleştirmeniz kolaylaşır. Bu zaten doğru olanların sizin doğrularınız haline gelmesini de sağlar ve verim artar. Sağlam fikirleri alan bir elek kullanmışsınızdır. Tabii olarak kabul etmedikleriniz de olacaktır elbette. Bu noktada ihtiyaç duyacağınız şey açıklıktır. Yani açık olup, takıldığınız ya da itiraz edip kabullenmediğiniz şeyleri tartışmaya açmalısınız. Doğal olarak bu da medeni cesaret gerektirir. Bu tartışma yapılmazsa ya yanlış bir yargıya gitmeyle sonuçlanır ya da fikirlerin ucu açık kalır kişiyi sürekli acabalar içinde bırakır ve rahatsız eder. İşte açıklık ve net olmak ve bunun zemini olan medeni cesaret ya da kendini ifade edebilme yeteneği; arkadaşlık, evlilik ve iş hayatındaki ilişkilerde de son derece önemlidir ve her türlü yanlış anlamayı giderir. Sonuç olarak buradaki can alıcı anahtar kelimeler; dua, niyet, İslam’ın fıtri aklıyla sorgulama, konuşanı ya da kitabı (yazarını) kendiyle eşit görme, kendine güven (bende böyle bir şeyler yazabilirim diyebilme ya da bir fikir serdedebilme gücü), açık ve net olmak, medeni cesaret sahibi olarak kendini ifade edebilme gücü üzerinde dikkatle durulması gereken önemli kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlatılanların tersi ise, önce kişiyi Allah’ın yardımından uzaklaştıracak, niyette bir sapma ve menfaate bir kayışa yol açacaktır. Bu durum ise; Allah’ın “bana yönelmedin ki benden ne istiyorsun?” sorusuna muhatap olmaya yol açacak ve ilahi ikramdan kişiyi tekrar uzaklaştıracaktır. İslam’ın fıtri aklını terk ederek, Aristo mantığına ya da septik düşünceye (kötü niyetli) yöneldiği için dar alanda sınırlı deneyebildiği şeyleri belki kabul ederken diğer taraftan deneyemediği fakat sonuçları ortada olan bir çok şeyi inkara yöneltir ve bu, onu inancından bile edebilir. Hatta bilimsel bir çok gerçeği de kabulden uzaklaştırır dar bir alana sokar.
Bu anlatılanların yanı sıra, konuşanı ya da yazanı eşit değil de, üstün görme anlayışıyla konuya yaklaşmak ise, kişiyi otomatik bir kabule götürür ve sorgulamadan uzaklaştırır. Bu durumda eğer konuşan ya da yazan kişi iyi ise kişi de iyi olur, konuşan ya da yazan bu sefer kötü ise kişide kötü olur. Yeni oluşacak fikirlerde %50 risk oluşur. Bu tür durumda olan ve kendini aşırı aciz gören, fikirsiz kişilerin kitap seçmeleri için güvenilir birinden tavsiye almaları uygun olur. İyi adamın, iyi kitabı tavsiye edeceği normal olarak umulur. Eşit görememe zaten kendine olan güvensizliğin de bir sonucudur. Bu yüzden insan her şeyi bilemeyebilir fakat sağlam iman ve adalet ve İslam’ın fıtri aklı gibi temel anahtarları edinirse, bilmediği bir alanda bile ferasetiyle bir sorgulama yapabilir ve aklı ve kalbi ile anlatılan ya da okunan fikirleri elemeye tabi tutabilir. Argo tabirle artık kolay kolay yutmaz. Örnek vermek gerekirse; Karl Marks’ın meşhur komünizm sloganı “Herkes kabiliyetine göre, herkes ihtiyacına göre”prensibidir. Ne kadar adil ve cazip görünüyor değil mi? Fakat bunun için her şeyi ortaya koyarsan, hepimizi bir ideal ülkü ile harekete geçirmen lazım ki böyle bir şey elinde yok. Sonra bir şey konusunda fedakar olabilmem için o şeye benim diyebilmem lazım. Sevmem için de bana ait olması lazım değil mi? Ülkü dersen, doğru ya da yanlış bir tarih yorumu getiriyor ki, bu da, sonuçta benim Allah inancımı kaldırıyor. Ben korktuğumda bile bir üstün güce inanmak isterim. Çok aklım olmasa bile, üretim ilişkileri üst yapıyı belirledi mi, belirlemedi mi, bunu bilmesem bile, benim inanma ihtiyacımı sağlamıyorsan bunda bir hata vardır diye düşünürüm. İşte böylece beni çalıştıramıyorsan, ortada bir pasta yok ki paylaşmaya kalkıyorsun demezler mi adama. İşte çok akıllı olmadan basit ve temel süzgeçlerle de insan bazı doğruları bulabilir, yanlışları olayların sonuçlarına bakarak anlayabilir.
Ya kapitalizme ne dersiniz? ”Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değil mi Adam Smith’in sloganı. Ona göre bir “gizli el” her şeyi düzeltecektir. İnsan da ona göre “home ekonomicus” yani ekonomik insandır ve çıkarlar sonuçta toplumsal faydaya dönüşür ve oluşan refah ve büyüme herkese yansır. Basit düşünceli fakat aklı selim sahibi bir insan şöyle düşünebilir pekala. Aslında Adam Smith de ekonomide üretim aracına sahip olanların emek gücüne göre, 60 kiloya göre 90 kiloluk bir pehlivan olduğunu görmemiş midir? Kural koymazsanız ya da eşitliği sağlayacak tedbirler almazsanız fakirin, işçinin ezileceği açık değil midir? Ayrıca insanlarda hoşgörü, adalet, yardımlaşma sağlamazsanız menfaatler çatışmaz mı? Bu çatışma refeha mı yol açar yoksa güçlünün güçsüzü ezdiği kaos ve zulme yol açmaz mı? Öldürücü rekabetler belki verimsizi temizler fakat zayıflarda arada ezilir ve ezen tek kalır ve bu sefer rekabeti unutup tekelciliğe başlar ve istediği fiatı uygular ve zulüm başlamaz mı? Yani menfaatlerin çatışmasından büyüklerin menfaatleri çıkmıştır. Bu noktada hem kurallar yanlış konmuş ya da kuralsızlığa terk edilmiş ve bir fırsat eşitliği başlangıçta sağlansa bile sürekli eşitsizlikler meydana geleceği için sürekli düzeltme yapmanız gerekecektir. İşte burada, ahlakı da yaptırımlı hale getirmelisiniz ki yardımlaşmayı ferdi, hatta kuramsal hale getirip mecbur tutmalısınız. İşte ahlakın kurala bağlanmış hali İslam’da Zekattır. Ferdi olarak da bir çeşit yardımlaşmadır o. Ya da güzek ahlaktır o. Zekat da sonuçta bir güzel ahlaktır ve karşılıksız bir fedakarlığı temel alır. Bazı insanlar belki korku ile bunu verir, fakat ihlaslı iman sahipleri ise Allah’ı severler ve onun için de yaratılanı sevince, vermesi kolay olur ve severek verirler.
Sonuç olarak kuralları önce doğru koymak yanında, kişinin güzel ahlaklı olmasını da sağlamak da gerekir. Sonuç olarak hiçbir sistem ahlak olmadan başarıya ulaşamaz. Nitekim ünlü bir düşünür de aynı şeyi söylüyor. Ahlak olmadan hiçbir sistem başarılı olamaz, mutluluk getiremez. Çünkü ekonomik bir sistemde başarılı olsanız bile, örneğin herkese belli gelir düzeyini garanti etseniz bile bununla insanların mutlu olacağını düşünmeniz bile maddeci, kapitalist bir görüştür ve böyle bir mutluluk olup olmadığını anlamak için insanlara sormanız gerekecektir. Gelişmiş ülkelerde binlerce maddi durumu iyi olan kişiler üzerinde yapılan bir araştırmada çok tüketerek mutlu olanların oranını, toplam deneklerin %30 unu oluşturduğu görülmüştür. Belki en alt gelir grubundaki bulunan insanların da gelir azlığından mutsuz olduğu varsayılabilir belki. Nitekim Hz. Peygamber efendimiz “isyan ettirecek fakirlikten ve şımarttıracak zenginlikten Allah’a sığınırım” demiştir.
Daha çok tüket mutlu olursun fikri kapitalizmin şeytanca bir tuzağıdır ve sonuçların hiçte öyle olmadığı yukarıda gösterilmiştir. İşte bu noktada gelir farklılıklarını düzeltmek için güzel ahlaklı yardımlaşmanın devreye girmesi, zenginde hırsı, fakirde kin, garaz ve hasedi yok edecek ve önce vermekten dolayı ilahi rıza, kişi de mutluluğa dönüşecektir. “Vererek mutlu ol” işte İslam’ın güzel ahlak şiarıdır ve İslam güzel ahlakın sahibidir, temelidir. Yani güzel ahlakın temeli dindir. Onun ikram ve kul hakkı çerçevesi ona bir anlam katar. Burada şöyle bir soru sorabilirsiniz. Dini olmayan biri de ahlaklı olamaz mı? Şüphesiz ahlaklı olmak, zamanla gelişen toplumsal bir kültür olarak da anlaşılabilir.(Bize göre her kültürün ahlak anlayışı yine dinlerden kaynaklanır) Fakat dinin güzel ahlakı dayandırdığı, gerek bu dünyada ve gerekse ahiretteki ilahi ikramlar ve kötü ahlak oluşursa ilahi ceza ve bağışlanmayan kişisel hak (kul hakkı) ve bunun ödeşme zorunluluğu gibi müeyyideleri vardır. Fakat dinin özünü kavrayabilen ve Allah’a ve dolayısıyla onun kullarına muhabbet duyan ihlaslı insanlar bu sevgi dolayısıyla üstün bir merhamete ulaşırlar ve dervişvari dediğimiz, malın yarısını vermek gibi davranışlar sergileyerek diğer insanlar üzerinde de etkili olurlar. Yani din, güzel ahlakı; ikram, korku ve sevgi olarak gerçekleştirir ve sağlam temellere oturtur. Burada, ahlak dini olmalıdır dediğimiz gibi, dine yönelenlerin de tevhidden sonra güzel ahlakı öne çıkarmaları gerekir. İbadet, kişisel bir borç iken, güzel ahlak toplumsal bir davranış olarak ortaya çıkar ve herkesi iyiyse iyi, kötüyse kötü etkileme gücü vardır. Sadece bir ilave yapmak gerekirse; ibadetin, güzel ahlaka götüren duyguları, canlı tutmaya onu beslemeğe teşvik edebileceği söylenebilir.
Son bir tartışmamız gereken konu, iyilikle adalet arasındaki sıralamanın nasıl olacağıdır. Fukuyama adlı ahlak yazarı “Etik” adlı eserinde önce iyilik sonra adalet diye bir sıralama yapmaktadır. Ona burada şunu sormak gerekir. Bir işveren işçinin parasını vermezse ya da borçlu borcunu ödemezse nasıl güler yüzlü olunacak ki, ya da hak ödenmezse iyiliğin ne anlamı kalır? Kuran-ı Kerim’de de adalet iyilikten önce sayılır. Fukuyama Kuran’ı okusaydı bu önceliği görebilirdi belki. İşte bu, adalet önceliği, insan davranışlarını da olumlu etkiler ve kişiyi iyi davranış ya da verim bekliyorsa önce onu işçi ücretini veya borcunu ödemek gibi olumlu bir davranışa iter. Böylece barışın temeline adalet oturmuş olur. İşte makuller adalet çizgisinde oluşur.
Yukarıdan beri işlemeye çalıştığımız konu, hiçbir sistemin güzel ahlak ile tamamlanmadığı taktirde başarıya ulaşamayacağı gerçeğidir. Başlangıçta doğru konulması gereken kurallar ise temelde, adaletin işlevini üstlenirler. İşte Ahilik temel olarak önce kuralları doğru koymayı hedefler. Bu, adaletin kurallaşması olarak da algılanabilir şüphesiz. Örneğin faiz yasağı önemli bir yasaktır ve riski kullanandan daha güçlü gördüğü sermaye sahibine yüklerken aslında bu yasağın temel işlevi piyasaya mal-para dengesini bozacak bir likit fazlasının çıkmasını engellenmesidir. Bu sayede fakirden zengin kesime bir değer aktarımı anlamına gelen enflasyon hastalığı da oluşmayacaktır. Son yıllarda Amerika ve Batı’da petrol ve benzeri emtia fiyatlarındaki aşırı artışların temelinde; aşırı emisyonlar %0.25 – 1 faiz oranlı krediler, Hedge fonları, Batı’nın emeklilik fonlarının paraları, bütçe açıkları ve vadeli işleme izin vererek olmayan parayla, olmayan malın satıldığı vadeli işlem piyasalarında oluşan likit fazlası ve onların kontrol dışına çıkmalarıdır. Bunun gibi kar ve maliyet oluşumunda fiyat dengesi için Ahilikte birkaç sınıf da olsa, mutlaka kaliteli mala özen gösterilmesi ve maliyetlere bir makul sanatkar karı ilavesi, güzel ahlakın davranışlarda yaptığı değişiklik olabilecek bir kanaat ilavesi ile fahiş fiyattan uzak durulmasıydı. Rekabet Ahilikte de var, fakat karşı karşıya bir rekabet değil, kendi kendine bir rekabettir ve kimseyi yıkmayı hedef almaz. Öyle ki, fiyatların düşmesi de engelleniyor ve zayıf esnaf korunuyordu.
Sevgili okurlar Ahilik gerçek bir insanlık sanatıdır ve bugünkü küreselleşen dünyada şeytani kapitalizmin çarklarından bizi koruyacak olan yine kendi öz değerlerimizin en önemlisi olan AHİLİKTİR.
Merak etmeyenlerin ve onu gericilik olarak gören aptalların çok tüketerek malüm kulluklarına devam etmeleri beklenen şeydir. Ancak ben müslümanım ya da ben bir Ahiyim diyebilen birinin derhal israfı terk edip, tasarrufa yönelerek bunun da bir kısmını fakir kardeşleriyle paylaşması umulmalıdır. Bir şeyi eskimeden yenilemek isteyene, ya da sayısını üçe beşe ona çıkarana, ya da moda takip edene bir Ahi aspirini veriyorum. Bu aspirin bir kalp aspirinidir. İşte onlar Ahiliğin güzel ahlak prensipleridir.
Sağlıcakla kalın.
Sevgili Hemşerilerimiz,
Tarihte Kırşehir’imiz (o zamanki adı Gülşehir) bir ilim ve kültür merkezi idi. En büyük değerlerimiz; Arapça ve Farsça’nın kullanıldığı bir ortamda “Garipname” adlı eseriyle güzel Türkçemizi savunan Aşıkpaşa, yine “Felekname” ve diğer eserleriyle gönülleri fetheden Ahmedi Gülşehri, Kırşehir’de doğup büyüdüğü tespit edilen gönül eri Yunus Emre, Süleyman Türkmani, Hacı Bektaşı Veli, Osmanlı’ya fikir
babalığı yapan Şeyh Edebali, Gök Medresede astronomi, tahsil ettiren Emir Cacabey ve en önemlilerinden biri olan Selçuklu ve Osmanlı’nın yüzyıllara ve Batı kavimlerine ışık tutan ahlak ve çalışma esaslarıyla İslam’ın nasıl uygulanacağını süper sivil toplum örgütü Ahiliği kurarak gösteren Ahi Evran-ı Veli bu şehrin en değerli kültür hazineleridirler.
Bunlar arasında Ahi Evran-ı Veli Hazretleri’nin çok ayrı ve özel bir yeri vardır. O, Orta Asya’dan kalkıp Anadolu’ya gelerek bu güzel coğrafyayı yurt edinen kural tanımaz göçebe bir toplumu (Türkmenleri), medeni bir şehirli yapmış, ona karnını doyurması için ticaret ve sanat öğretmiş, bunu yaparken çırak, kalfa, usta gibi bir hiyerarşi ile birbirini sevgi ve saygıya bağlamış, bununla yetinmeyip kaynağını Orta Asya kültüründen alan fakat İslam’ın tevhid ve güzel ahlakıyla bezenmiş fütüvvet teşkilatını Ahi teşkilatı olarak bu ülkeye kazandırarak onun tevhid ve güzel ahlak prensiplerini halkın hem öğrenmesini hem de ticaretine ve özel hayatına uygulaması için zaviyeler kurarak insanları buluşturup konuşturmuş ve eğiterek kaynaştırmış ve bir ülkü etrafında mutlu bir toplum yapmıştır. Son derece sağlam, ilkeli ve güzel ahlaka dayalı, temiz toplum anlayışına hizmet eden, hemen hemen devletin Belediyecilikten halkın emniyet ve huzuruna, kurduğu Ahilik birlikleriyle Moğollara karşı yurt savunmasına, padişahları dahi Ahi yapıp onlara güzel öğütler vererek ülke yönetimine kadar bir çok alanda Selçuklu ve Osmanlı’ya sayısız hizmetler vermiştir.
Önce kuralları doğru koymuş, insana hizmeti esas alarak kişinin sanat ve ticarette geleceğini güvenceye alarak onu rahatlatmış, her akşam tefsir, hadis, sohbet ve ilmi çalışmalarla halkı sürekli bir iman ve ilim ile eğitmiş, öğrendiği bu iman ve güzel ahlak prensiplerini sanat ve ticaret ile gündelik yaşamına uygulatarak bunların yaşama geçmesini sağlamış, topluma başkasını kendine tercih ettiren, fedakar, yardımsever, güler yüzlü insanlar olmalarını sağlamış bir insanlık fatihidir. Bir Batılı yazar şöyle söylüyor: “Hiçbir ekonomik sistem ahlak olmadan başarıya ulaşamaz” Ahilik, bir güzel, mükemmel insan oluşturma kültürüdür ve yalnız esnafı değil bütün toplumu ilgilendiren genel bir örgütlenme ve bir erdemler sistemidir.
Hileli iş yapanı, dedikodu ve gıybet edeni dışlayarak temiz insanlarla yola devam etmesi, onun uzun yıllar yaşamasını sağlamıştır.
Hem üretimde, hem de tüketimde bir dengeyi gözeterek israfı yasaklamıştır.” Nefis için asgari tüketim,…” diyerek bugün “daha çok tüketerek mutlu olmaya çalışan” kapitalizmin şeytanca tuzağına düşen bizlerin, bu maddeci zihniyetini ta o zamandan reddederek, kanaati ve tasarrufu emrederek sonrasında bu tasarrufun bir kısmının mutlaka hayır olarak dağıtılmasına kurumsal olarak öncülük etmiştir.
Dünyevileşme hastalığı bugün toplumumuzu içten içe kemirmektedir. Özellikle şehirli halkımız, sürekli olarak aşırı tüketime yönelmekte ve yardımlaşmaya para kalmamaktadır. Sistem, bizi reklamlarıyla şartlandırmakta ve paranız olmazsa bu sefer borçlandırarak tükettirmekte ve böylece gelirler sürekli olarak bir şeylere harcanmakta ve tasarruf ve devamı olan yardımlaşmaya para kalmamaktadır.
Zaviyelerde usta ile çırağı, cahil ile alimi bir araya getirip eşitlemiş ve birbirini sevdirip saydırmıştır. Bugün toplumumuzun sürekli bir kesimi bir diğer kesimini kendine eşit görmüyor ve aşağılayarak ötekileştiriyor. Bu toplum bu haliyle bir şizofreni yaşıyor. Bu toplumu bir makulde buluşturarak uzlaştırmak ve barıştırmak için insanlara Ahiliğin güzel ahlak ve fedakarca yardımlaşma ve eşitliğe dayalı sevgi saygı prensiplerini anlatmak zorundayız.
Ticarette güvensizlik had safhada. Kimse kimseye karşılıksız borç vermiyor. O eski güven ve saygı sevgi ortamını yeniden oluşturmak zorundayız. Herkes elini taşın altına koymak zorundadır.
Sonuç olarak Ahilik, bu toplumun bugünkü sorunlarını da çözebilecek güç ve vizyona fazlasıyla sahiptir. Günümüzü geçmişimizle aydınlatmak zorundayız. Sadece onun iyi anlaşılmaması ve nasıl uygulayabiliriz sorusu bu toplumu yönetmeye talip olanların sorumluluğuna ve gözüne bakıyor.
Bu yüzden Kırşehir nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğunun farkında bile değildir. Batı, bu hazineyi fark etmiş ve Ahilik prensiplerini buralara kadar gelerek almış ve kendine göre adapte etmiştir.
Ahiliğin bu ülkenin bir çok sorununa çözüm üretebileceği kuvvetle beklenmelidir. Bunun için Ahiliğin bütün ülkeye tanıtılması da gerekir. Bu tanıtım senede bir hafta esnafın bile katılmadığı sözde esnaf bayramlarıyla yapılamaz. Bu yüzden Kırşehir bir sorumluluk üstlenmeli ve Ahi sözcüğünü isminin başına çakmalıdır. Kahramanlar, Gaziler, Şanlılar varken bir ahlak mesajı verebilecek Ahi neden olmasın? Bu sayede bütün 72 milyon sizi Ahi ismiyle anacak ve bir gün bu neymiş acaba diye merak edip araştıracaktır. Amaç Kırşehir’i meşhur etmek değildir. Amaç bununla güzel ahlakı bütün topluma yaygınlaştırmaktır. Eh bu arada Kırşehir’de bundan güzel bir nasip alacaktır eminim.
Bu amaçla şu üç alternatif ismin halkoyuna sunulmasını teklif ve tavsiye ediyorum.
Bu isimler:
-AHİ KIRŞEHİR
-AHİŞEHİR
-AHİŞEHRİ
şeklindedir.
Bu konuda il yönetimi ve şehrin sahibi Belediye görev ve sorumluluk üstlenmeli ve halka önce bunu duyurularla benimsetmeye çalışılmalıdır. Daha sonra halkın tercihinin hangi yönde olduğu, değişik tercih belirleme yöntemleriyle araştırılmalı ve halkın vereceği demokratik karara saygı gösterilmelidir. Eminim bu şehir halkı, bu ismi taşımaktan gurur duyacak ve bütün ülkede hatta uluslararası bir seviyede güzel ahlakın yaygınlaşmasına kaynaklık edecektir. Bunun bir devamlılık ifade eden bir şey olması, bu güzelliği daha da cazip hale getirecektir.
Rahmetli Şemsi Yastıman bile Memleket Hasreti şiiri ile Ahi Evran-ı bağrına şöyle basıyor;
Hacı Bektaş, Ahi Evran Sultanı,
Aşık Paşa, Kaya Şeyhi cananı,
İmarette neslim Şeyh Süleyman’ı,
Aşk ile bağrıma sarmak istiyorum.
Orta ve Batı Anadolu’da, Bursa, Edirne, Kocaeli, Konya, İstanbul, Sivas, Tekirdağ, İzmir, Muğla, Eskişehir ve daha bir çok ilde, muhtarlık, köy ve mahalle isimlerinden 34 yerleşim yeri; Ahi, Ahibaba, Ahi Çelebi, Ahiler ve benzeri şekillerde Ahi isminin değişik biçimleri şeklinde halen kullanılmaktadır. Diğer taraftan Evran kelimesi ise; Evrancık, Evrangüzleği, Evranköy, Evrenli ve benzeri şekillerde Evran isminin furevleri şeklinde 19 köy adı bulunmaktadır.
Onlar ismine yakıştırmış bağrına basmış da biz kendi ismimize yakıştırıp bağrımıza basamıyor muyuz sevgili hemşerilerim?
Bütün sevgili Kırşehirli Hemşerilerimden ciddi katkılarını bekliyorum. Fikirlerini veya tercihlerini Vilayete ve Belediye’ye mektup, telefon veya mail atarak ulaştırıp bir baskı oluşturabilirler.
Bütün Hemşerilerime en içten selam ve sevgilerimi sunuyor, bu değişikliğin hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Haberleşme için :
0 507 701 10 25
Mail : ahmet.atik@huk.gov.tr
bir ahi kitabı yazdırıp (AHİLER; SANATI İNSAN OLAN SANATKARLAR- ahi kul ahmed) 1500 bastırarak maliyetlerini ödetip parasını ödemeyip alacaklıları kapıya dayandırtarak TİMURUN FİLLERİNİ oynayan kutlama komitesindeki 10 zatı muhterem (Vali mv.Fikret bey/belediye başkanı yaşar bey/turizm müdürü/milli Eğitim md./sanayi il md./Prof. m. Fatih Köksal/Esnaf od. bir. başk./gençlik spor il md/ Ticaret odası başkanı sn. Göçen ve bir adem daha/ her birinin adına özel acaip taşlamadır..
*
Çok uzattım çok sıktım
Gönül açmaz gül ektim
Kimler yapar duamı
Topraktaki gül bahtım
*
Sen gül ol dediler gül
Taşıyan bulunur bil
Ne gelen var ne bülbül
Topraktaki kul bahtım
*
Yaz dediler yazdım gül
Yaz gülleri yazdım gül
Güz dediler gülüm gül
Topraktaki sol bahtım
*
Ahi dönmez sözünden
Yaz demişse hayrından
Al kitabı solundan
Topraktaki şer bahtım
*
Ey vali neyler kimi
Bin motur saray yapi
Ol fakir ölsün hemi
Topraktaki kaz bahtım
*
Sana çifte söz olsun söz
Hizmet karı cesaret yaz
Haktan gayri korkmuş, olmaz
Topraktaki hardır bahtım
*
Yaşar derler bir adem
Güller diker gül adem
Bina n’ola bin adem
Topraktaki şerdir bahtım
*
Bir çifte de sana salam
Yay bu şehri sıktı elem
Kerpiç ev yap insan ölem
Topraktaki yerdir bahtım
*
Fatih hoca atlar sözü
Sözün özü hakkın sazı
Çaldım saymaz ahi bizi
Topraktaki eldir bahtım
*
Fikret çavuş kimmiş acep
Hangi makam çalsam hicap
Saygı kim hak mı kul edep
Topraktaki gel gel bahtım
*
Müdürler Adil olmazmış
Kırşehir tu kalkınmazmış
Senin sırtın kaç sopaymış
Topraktaki hardır bahtım
*
Müdürlerin Mesudu bu
İman üzre çığırır bu
Ahlak iman eğitir bu
Topraktaki yardır bahtım
*
Hay Mustafam hay sev de gel
Seyri bırak sahaya sal
Gençlik haydi koşmaya gel
Topraktaki güldür bahtım
*
Namaz acele Fuat’ım
Yunus yazdım sevabım
Al eline kıl ölçelim
Topraktaki aşktır bahtım
*
Göçen göçmüş ölen ölmüş
Sakin durma gayret çalış
Baban gitti şimdi yokuş
Topraktaki sırdır bahtım
*
Bahamettin kime kuldur
Haktan başka arar yoldur
Vakit gele eğmek zordur
Topraktaki zordır bahtım
*
Sen mi dedin ben mi yazdım
Sıkı dursan karar sendin
Çevir gazı yansın şerhim
Topraktaki zardır bahtım
*
Sağlam olan sıkı durur
Korkar gayri seni bilir
Yazar Hak’ın doğru yürür
Topraktaki güldür bahtım
*
Üç beş kula var kul etme
Hayır işi gel şer etme
Bizi ellerden de bilme
Topraktaki gülüm gül gül..
*
Dediler sen gül olursan
Elbet bulunur taşıyan
Gül oldum gülüm diken yok
Topraktaki gülüm gül gül..
*
Ahi ahmed kuldur paşa
Süzer sizi baştan aşşa
Görmez sizde sıdkı vefa
Topraktaki gülüm gül gül..
*
Var ise kelamınız bize
Sal gelsin selamınız kıza
Söz ettim hatırınız ola
Topraktaki külsünüz kül
*
Kül dedimse harı geçmiş
Aşk sizlerde er kocalmış
Bu fakir gör od’na yanmış
Topraktaki gülüm gül gül…
*
Gül derim hara dikerim
Kul varıp arşa çıkarım
Yar olsam her gün ölürüm
Topraktaki gülüm gül gül..
………..
Yazdık size şimdi bize
ahi ahmet kefen dize
Baş ucumda çevir göze
Ölmekteki hazdır bahtım
*
Demem size ölün kime
Hayat size ölüm bize
Yaşarsınız üç gün fazla
Ölmekteki sazdır bahtım
*
Yaz kelamı hak sazıdır
Kim okumaz şer başıdır
Bu çobanın kıl işidir
Ölmekteki hoştur bahtım
*
Bir söyledim pir söyledim
Kul olup da hak söyledim
Sazı kırdım hu söyledim
Ölmekteki erdir bahtım
*
Olur verin ya vermeyin
Dosttan sayın ya saymayın
Ahi kul ahmed bilmeyin
Ölmekteki nurdur bahtım
*
Dilenmedik merhamet, yaz
Hak var ise bir makul söz
Üç gün sonra kurulur, yaz
Mahkemedeki hak bahtım…
*
ahi kul ahmed
AHİLİK (AKHISM) targets HUMAN, very different from Protestan ethics of the Germans (saying “the person who produces quality goods will be a good slave to Allah”) and the principle of the Japanese (“working to death”) and it tries to create a SERVİCE CLIMATE, with all the people that will be pleased along the lines of a justice, based on Islamic ethics.
They worked saying “Allah”. All the Ahi (Akhi) organizations should be united in a single parent organization. Ethics can not be the virtue of only the shopkeepers and the poor. Large businesses and the wealthy must also go into the scope of the Akhism. Chambers of business are following the method of closing bad cases rather than the method of cutting them off. This is very inconvenient. People in each neighborhood should form a foundation to feed their poorest people there. The state should provide financial support according to the number of active members, the amount of work done and the scientific products produced.
Small organizations should be protected, large enterprises should be encouraged to give jobs to small-and-midium-size enterprises rather than combined production, the merchants should be encouraged to run rayons in supermarkets. All the moral principles sould be reformatted to be used effectively. The names of bridges, roads and apartment buildings should be the names evoking the good moral. In schools, the Akhi Branch should be established and selection of Akhi students should be plentiful.
Mevlana (Iran, seyru sülüki enfüsi) Sect Practice makes people go away from work, drives them into fallacies and can create psychological problems, listening to themselves. Ahi Evran Application (Turkmen, seyru sülüki afaki) aims to go to the writer from the written looking at the appearant structure of the universe, it is extroverted and it is based on the work purposes.
This method is most effective formula for the development of this country. The name of a city sould be “Akhi” so that everyone should pronunce the name very often.
This city should be Kırşehir and we offer that the name of the city should be AHİ KIRŞEHİR. An Akhi foundation to be established can make a standard practice such as Halal Food practice in the market. This should consist of the combination of several elements, from the quality to the price and from the price to the worker’s wage.
Zoning conditions of cities shall not exceed 25% of the construction areas. Single-storey straight home building should be encouraged. The Akhi lived straight houses with gardens. Block structures should be avoided. The size of a parcel shall not be less than 1000 meters. The distance of houses sould be away from each other and the windows of the houses should not see each other as much as possible.
The closeness of the distance between homes is the most dangerous bulding structure, breaking down the privacy. The sound of the sewage pipe above is breaking the shame of a person hearing this. The religion is based on the sense of shame. The Hadith says “Expect everything once the shame is broken”. To us, Akhism is an economic system. It is an alternative to second-class citizens, and slavery in history, it is also an alternative today to communism (insisting on production-sharing but ignoring production) and capitalism (idolizing production and investment but neglecting sharing). It is a development model.
Corporations and limited liability companies are not suitable for the Islam and the Akhism because they have limited liability. However, if the partners write “we are unlimited responsible” in their contracts or invoices, it will be a confidence-building application. When the Akhism becomes a brand, the Akhi medallion can be given to all the partners who have a share of at least 10%. There is an advertising ban in the Akhism. Advertising should be banned because it drives people to buy merchandise and its excessive repetition makes conditioning.
AHİ brand should be given to IHH and similar institutions. AKHI BUSINESS must be a brand. In the Akhism, an apprentice’ error is known by his master. This means that the master is graded. If you apply this to the education, you will understand that the teacher should be graded by his students. The teaching method (teaching by examples) in the Akhism, the method what Americans call “case study”, should also be used in education (like explaining the Quran with examples).
ahi kul ahmed
La ilahe (ilah yoktur) sözü ile insan çağın bütün sahte ilahlannı reddeder, onlan takbih eder, eliyle, diliyle ve kalbiyle onlan ortadan kaldırmaya çalışır. İşte bu sözle yapılan şahadetin anlamı budur. Her çağın birtakım sahte ilahlan vardı, bu çağın sahte ilahlan da servet, güç, iktidar, şöhret, itibar, makam-mevki’dir, tüketim çılgınlığıdır, sınırsız cinsellik ve cinsel sapmalardır, materyalizmdir, küreselleşmedir, yeni dünya düzenidir, vahşi kapitalizmdir, emperyalizmdir, vs. Bunlar çağın sahte ilahlandır, zira bunlar bizim içimizdeki en güçlü dürtüleri temsil ederler.
Işte ahilerin aşırı servet sahibi olmaktan hem men (daima ihtiyaç varsa mevcut işletmeyi büyütmez, sermayeyi artırmaz, yeni bir ustaya yeni bir şans verirlerdi. Ihtiyaç yine giderilir fakat tekelleşmeye de izin verilmezdi. Bugün siz ölçekler artmazsa ucuza imal edemeyiz diyorsanız kardeş kardeş çok ortaklı işletmeler kurmanızda hiç bir engel yok. Ancak siz kolay olan daireleri alır fakat 10 kişi ekmek yesin ve bu şehrin şu ihtiyacını ucuza imal edeyim demezsiniz. Parasız çıplak müteşebbis de gider faize para alır bankadan ve ya batış mukadderdir ya da halka kazık atarak ayakta kalmak isteyecektir. Ikisi de sakat. Halbuki ortaklık olsa hiç bir baskı altında kalmaz ve rahat çalışır. Batının zalim ve sadece %51’i koruyan ticaret, sermaye, merkez, ve benzeri kanunu ile adaletsiz hukuk düzeninde küçük sermayenin hakkını korumak mümkün olmayınca hiç kimse bir şirkette küçük olmak istemiyor. Illa büyük olacak. Ona da para yok. Git faize borç al.. borsa dersen üçkağıtçıların avukatlığı.. ülke hep bindiği dalı kesiyor aslında. Fakat anlamıyor yolun yanlışlığını bir türlü.. hep kanun değiştiriyor. Ancak ha ali veli, ha veli ali. Oyun aynı oyun. Sahnele dur. Başrollerdekiler hep aynı. Bunu müslüman bürokrat ve siyasetçiler de anlamıyor. Zira müslüman da olsa materyalist bir eğitim onun düşünce sistemini bozmuş. Namaz kılıyor fakat mevcut düzen konusunda hiç bir fikri yok. Düşündürültmemiş. Yaşadığını daima doğru zannediyor. Bir taşı şurdan şuraya koyacak fikir ve cesarete sahip değil. Tam bir afazi.. işte Batı’nın müslümanı teslim alması bu.. namaz kıl fakat benim gibi düşün ve beni taklit et. Sen duyma ama zaten benim yanımda olursun ve diğer müslümanlardan kop da gel, koçum benim..hikaye bu vesselam.
Bugün herkes servet peşinde koşmaktadır ve para-pul uğrunda hiçbir kural ve kanun tanımamaktadır, helal-haram ise çağın insanının lügatinden tamamen çıkarılmıştır, “dini imanı para” deyimi durumu mükemmel bir biçimde özet¬lemektedir. Para, döviz, borsa, hisse, repo, faiz, kaçakçılık, kara para, hayali ihracat, vergi kaçakçılığı, silah, kadın ve uyuşturucu kaçakçılığı, sahte ilahlara iman edenlerin amentüsünü oluşturur. Garaudy dini-imanı para olanların dini için “Pazar monoteizmi” tabirini kullanır. Ya da şöyle söyleyelim. Ankara’da 50’ye ulaşan AVM’ler için Kapitalizmin Mabetleri diyebiliriz. Bir tane belediye çıkıp da ben size 200 araçlık park mecburiyeti getiriyorum diyemedi. Bu mecburiyet bile yasa gerekmeyen sıradan bir encümen kararıyla hallolur ve bütün AVM’ler defolup şehrin dışına çıkardı, üç beş esnaf da birşeyler satabilirdi. Buna esnaf örgütleri de baskı yapamadı. Belediye encümenleri müteahhitlerden oluşuyor ve çıkarlar siyasileşti çünkü.. imar durumu bir felaket. 2 dörde, dört yediye kata %25 inşaat alanı %40’a çıktı. Önce şehirler ölüyor sonrada içindeki insanlar. Çünkü apartmanların yakınlığı hayayı kırıyor ve bu toplum gittikçe hayasını kaybettiğinin farkında olmayan ve dolayısıyla suçunun nedeni bir türlü anlaşılamayan insanlardan oluşuyor…
Bu sahte ilahlara iman eden bir başka kesimin peşinde koştukları ise iktidar, tahakküm, makam-mevki ve yönetme, emretme, boyun eğdirme, dikta¬törlük, hegemonya, sömürgecilik, emperyalizm tutkusudur.
Üçüncü bir grup ise şöhret ilahına tapanlardır. Onlar daima en yukarıda, meclislerin başköşesinde olma peşindedirler. Zira silik kişiliklerini böylece tatmin etmeye çalışırlar. Bu gibiler medyada sık sık görünmek ister¬ler. Sözüm ona rollerini-yerlerini sağlama almak için kamunun yararını göz kırpmadan feda ederler, hatta bulundukları toplumun geleceğini bile tehlike¬ye atar, ipotek altına alırlar.
Bunlara bir dördüncü grubu da ilave etmek gerekir ki, onlar da bastırılmış cinselliğinin veya cinsel doyumsuzluğun/tatminsizliğin rüzgârında savrulan¬lardır. Bunların da işi gücü kadın, kadın muhabbeti, cinsel fıkralar, pavyonlar, diskolar, barlar, gece kulüpleri ve fuhuş ortamları üzerine nefes tüketmektir. Bunlar kontrolsüz/başıboş cinsellikten yana oldukları için her türlü ahlakçı söylemden ve kamu ahlakını koruma teşebbüslerinden nefret ederler, bu çabaları “özgürlüklerin kısıtlandığı” iddiasıyla engellemeye çalışırlar. Bu çevrelerde her tür uyuşturucunun da yaygın olarak kullanım ve ticareti söz konusudur.
İşte insan “La ilahe” derken çağın bütün bu sahte ilahlarını da reddet¬tiğinde, onun bilinci ikinci aşamaya geçer ve “illallah” (gerçek ilah sadece Allah’tır) diyerek, pozitif bir gerçeği ortaya koyar: Gerçek bir ilah vardır ki o da Allah’tır, yani herkesin önünde eşit olduğu bir ilah! Herkes O’nun önünde eşittir ve kimse Allah’ı kendi şahsi çıkarının hizmetine koşamaz, çünkü Allah ilkesel olarak herkese eşit mesafededir, kulları arasında ayrımcılık ve taraf¬girlik yapmaz. Buna rağmen biri çıkar da Allah’ı kendi çıkarının hizmetine koşmaya çalışırsa, bu iddia ile yola çıktığında büyüklenip insanlara egemen olmaya teşebbüs eder etmez, kendisi de çağın sahte ilahlarından biri hâline gelir ki, onun da işinin bitirilmesi, sahte tahtından indirilmesi şart olur. İnsan kendisini nasıl ilahlaştırabilir!
O hâlde Müslümanm her gün tekrar tekrar “Lâ ilâhe illâ’llâh” demesi ve bunu söylerken de çağın sahte ilahlarını reddetmesi, güç ve serveti ellerinde bulunduranlann kendilerini ilah yerine koydukları mevcut statükoya başkaldırıp onu reddetmesi gerekir. Çağdaş bir dille konuşacak olursak, “Lâ ilâhe illâ’llâh”m anlamı, toplumsal eleştiri demektir, çağın hastalıklarını göz önüne sermektir, sonra da İslam ümmetinin tevhid, özgürlük, adalet ve eşitlik teme¬linde yeniden yapılandırılması yolunda çaba harcamaktır.
“Lâ ilâhe illâ’llâh”, insanın bütün kararlarında, yaşantısında ve eylemlerin¬de özgürleşebilmesi için, her türlü boyunduruktan vicdanını özgürleştirmesi demektir, toplumsal eşitlik demektir. Zira herkes Allah önünde birer insan olarak eşittir, siyah ile beyaz, yöneten ile yönetilen, büyük ile küçük, kadın ile erkek, güçlü ile zayıf arasında fark yoktur, insanlar bir tarağın dişleri gibidir. Ahilerin adalet ve eşitlik anlayışının temelinde de bu iman vardır. Ve onlar bu adaleti hiç bir nedenle akrabaları dahi olsa bozmadılar
“Lâ ilâhe illâ’llâh”, sosyo-ekonomik adalet ve eşitlik temeline dayalı bir toplumun inşası yolunda sürekli değişim (cihad-ictihad) demektir. Bunun İslam’ın ilk emri olan İkra=oku emri ile de bütünleştirilmesi gerekir.
Kelime-i Şahadet’in son kısmına, “enne Muhammeden abduhu ve Rasûluh”a gelince, burada da amaç sadece bir tespitte bulunmak değildir. Hele Rasûlullah’ı övmek, yüceltmek, şahsını kutsallaştırmak, faziletlerini sayıp dökmek, Rasûlullah sevgisinden dem vurmak, şefaatine nail olma peşinde koşmak, ona (sas.) bol bol salavat getirmek, onun babalarının atalarının kız olsun erkek olsun çocuklarının isimlerini, hane halkının, eşlerinin adlarını ezberlemek hiç değildir. Bu sözün söylenmesindeki amaç, tasavvuf ehlinin yaptığı gibi yerlerin- göklerin, denizlerin, ırmaklann, bitkilerin, hayvanlann ve insanların, kısacası, her şeyin kendisinden yaratıldığını iddia ettikleri Hakikat-ı Muhammediye’den dem vurmak ya da Nur-ı Muhammedi’ye inanmak da değildir, ya da mevlid kandillerini kutlamak da değildir. Kısacası Hz. Peygamberin (sas.) şahsını ön plana çıkarıp onun Allah’ın bir kulu olduğunu unutmak, Hz. Ebu Bekir’in “Kim Muhammed’e kulluk ediyor idiyse, bilsin ki o ölmüştür, ama kim Allah’a kulluk ediyor idiyse, yine bilsin ki o ölmeyen diri’dir” sözünü unutmak değildir.
“Enne Muhammeden abduhu ve Rasûluh” sözünü söylemekteki gaye bunların hiçbiri değildir, hatta bunların çoğunun dinde yeri bile yoktur. Peki, bu sözün söylenmesi ne anlama gelmektedir? Her şeyden önce bu söz, Hz. Peygamberin vahiy geleneğinin son halkasını temsil etmesi sebebiyle, artık insanoğluna yeni bir vahiy gelmeyeceği anlamına gelir. Yeni vahiy gelmeye¬cek olması ise, insanlığın aklının olgunluğa eriştiği ve aklı sayesinde vahyin kendisine sunduğu gerçekleri anlama, yorumlama ve hayata uygulamaya ehil ve kadir olduğu anlamına gelir.
Bu durumda, aklın yetersizliğini iddia etmek ve buna bağlı olarak rabbani hakikatlerin ancak keşf ilham, kalp gözü veya gökten gelecek diğer ilahi yar¬dımlar sayesinde doğrudan idrak edilebileceği iddiası da, insanların akıllarını ipotek altına almaya amaçlayan batıl bir iddiadır, Bu ipotek sayesinde onları istismar etme, sömürme ve egemen güçlerin kuklası hâline getirme projesinin bir parçasıdır. İnsanoğlunun artık bugüne kadar gelen vahiylerin ışığında kendi yolunu kendi aklı ile çizmesinin mümkün oluşu, aynı zamanda hurafe, büyü, sihir, fal ve kehanetlere de yer olmadığı anlamına gelir. Keza bu durum, cahilliğin, okuma-yazma bilmemenin, zanın, taklidin, şüphenin, şaşkınlığın, kararsızlığın sona erdirilmesi anlamına da gelir. Zira, artık akıl, vahyin haki¬katleri ışığında gerçeğe ulaşabilir, kesin kararlar verebilir, meseleleri çözebilir, yeni keşiflerde bulunabilir, yeni şeyler icat edebilir ve yaratıcı düşünceyi aktif olarak kullanabilir.
Bu tespitin tabii bir sonucu olarak “enne Muhammeden abduhu ve Rasûluh” sözünü söylemekle insanın, kendi hür iradesi ile yüklendiği “emanet (sorumluluk ve görev)i” taşımak ve yeryüzünde Allah’ın iradesini gerçekleş¬tirmek için kendi iradesiyle hareket etmek ve başarıya ulaşmak durumunda olduğu ortaya çıkar. Tıpkı Hz. Peygamber’in sadece “Hakk”a tanıklık/şahitlik etmekle yetinmeyip, bir İslam toplumu/düzeni kurmayı da başarmış olması gibi, bugünün Müslümanı da yeryüzünde Allah’ın halifesi olabilmek ve O’nun iradesini egemen kılabilmek için, her türlü beşeri boyunduruktan azade tam bağımsız bir aktör olarak hareket etmelidir.
Kısacası “Eşhedu en lâ ilâhe illâ’llâh ve eşhedu enne Muhameden abduhu ve Rasûluh” demek, “Ben Allah’a inanan bir insanın, hür, bağımsız, aklı ve ira¬desi ile yolunu çizebilen bir insan olduğuna tanıklık ederim, işte ben de böyle bir insanım” demektir. Bunun anlamı ise “yeni bir hayat”a başlamaktır.
İşte bu noktada tekrar dönerek İslam’ın adeta bir uygulama prototipini çizmiş olan ahiliğin size söyleyeceği çok şey olacaktır. bu nedenle ahiliğin temelinde işte bu anlattığımız tevhidi anlayışı anlamadan ahiliği anlamaya kalkmak ciğeri alıp tarifini almamaya benziyor. Ortada bugün de insan malzemesi var fakat onu nasıl eğiteceğinizi, onun müşevviklerinin neler olduğunu bilmeden ona diyorsunuz ki bak senin soyun ahi idi sen de ahi ol. İyi olayım da onun dışa yansıyan hareketlerini ben de kitaplardan okuyorum zaten. Dürüstmüş, doğruymuş, kanaatkarmış, edepliymiş, vesaire vesaire. Fakat onun kafasının içindeki neymiş acaba? Ve kafasının içindeki hangi şartlarda ve ne yaparak, nasıl oluşturul du. Dayandığı temel fikir neydi? İşte bunların konuşulması gerekir kanaatindeyiz.
Böylece ahilerin fikirlerinin temelinde TEVHİD inancı olduğunu gördük.
Kelime-i Şahadet, Müslüman olmanın ilk adımı ve Müslümanların her gün namazlardan önce minarelerden ilan ettikleri sloganları, Müslümanların damgası olarak maddeye nakşettikleri, pek çok İslam devletinin bayrağının anlamı ve süsü olan Kelime-i Tevhid’in kabulünü ifade eder. Peki, Kelime-i Şahadet’in, “Eşhedu en lâ ilahe illâ’llâh ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasûluh.” demenin, bu sözü söylemenin bu çağdaki anlamı nedir?
“Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve Rasulü (elçisi, peygamberi) olduğuna şahadet (tanıklık) ederim” anlamına gelen Kelime-i Şahadet,
1. “Şahadet”
2. “Allah’tan başka ilah yoktur.” ve
3. “Muhammed O’nun rasulüdür.” bölümlerinden oluşan bir cümledir.
İslam’a giriş ilanı olan “Kelime-i Şahadet”in şahitler huzurunda söylen¬mesi, bu ilanla manevi bir topluluğa intisabın ilanından ziyade, sosyopolitik bir cemaate girişin gerçekleşmesindendir. Çünkü sadece bir dine girmek için şahitlere lüzum yoktur, zira bu insan ile Allah arasında olan bir husustur.
İnsanların çoğu Kelime-i Şahadet’in sadece bu cümleyi dille söylemekten ibaret olduğunu ve bir insan bu sözü söylediği takdirde onun Müslüman oldu¬ğunu zanneder. Tarihte de taraflan bulunan bu yaklaşım, Kelime-i Şahadet’i, hiçbir bedel ödemeyi gerektirmeyen, bedava bir ilan, bir açıklama hâline getir¬mektedir. Üzerinde imal-i fikir etmeden, vicdanıyla hissetmeden ve eylemiyle de samimiyetini ispat etmeden bu sözü söylemek ne kadar da kolaydır!
Şu anda İslam dünyasının durumu genelde işte bu düzeydedir.
Biraz daha cesur, biraz daha dindar ve biraz daha aydınlanmış biri isek, o zaman bu sözü sadece dille söylemekle yetinmeyip, ona “fikir ve düşünce “yi de katarız ve Kelime-i Şahadet’i söyleyince “Allah’ın var ve bir olduğu”nu da aklı¬mıza getiririz. Ancak bu da içeriği olmayan ve Allah’ın sadece matematiksel ola¬rak “bir” olduğunu ifade etmekten öteye geçmeyen bir sözdür. Hepimiz Allah’ın “bir” olduğunu bilmesine biliyoruz da peki “Bu bilginin gereklilikleri nedir?”, “Bu bilgi insan bilinci ve insanın var oluşu açısından ne anlama gelmektedir?”, “Dış dünyada bu bilginin bir etkisi var mıdır?” sorularının cevabına gelince, bu düzeyde olanların verecekleri fazla bir cevap yoktur. Böyle bir bilginin kupkuru ve güdük bir bilgiden öte bir anlamı yoktur. Zira Allah’ın “bir” olduğunu sade¬ce bilmek yeterli olsaydı, kimse Allah’a ortak koşmazdı. Şirk sadece Allah’ın iki veya daha fazla sayıda olduğunu söylemek değildir, aynı zamanda amaçlar ve hedefler konusunda da Allah’a ortak koşmak (şirk) demektir. Allah’ın “bir” olduğunu bildiği hâlde, gayr-i meşru ve dinin asla tasvip etmediği işler peşinde koşan, rüşvetin, şöhretin ve şehvetin esiri olup sürüklenen sayısız Müslüman(!) vardır. Işte bunların bir çoğu bile ahiliğe girmeyi imkansız kılan şeylerdir. Kelime-i Şahadet’ı söylemenin -bu sözü söylemenin dış dünyada karşılığı yok ise- koca kan inancından bir farkı yoktur.
Daha da dinine bağlı biri isek ve daha ileri görüşlü ve daha şuurlu/bilinçli biri isek, o zaman Kelime-i Şahadet nispeten insanın yaşadığı ve hissettiği bir şey hâline gelir. Artık Allah’ın “bir” olduğu bilgisi insan hayatı ve vicdanı ile daha sıkı bir irtibata geçer. Böyle biri söylediği bu sözün manasını idrak eder, içeriğini derununda hisseder, etkisini benliğinde fark eder. Ancak bu anlayış da hâlâ koca karı inancı düzeyindedir, çünkü bu bilginin dış dünyada ger¬çekleştirdiği herhangi bir şey yoktur ve hâlâ insanın iç dünyasını aşabilmiş, onun ötesine geçebilmiş değildir. Zira Allah hâlâ insanın içinde gizli, saklı, hapsedilmiş, bloke edilmiş bir bilinç düzeyindedir, etkisizdir, hareketsizdir, dinamik değil statiktir, aktif değil, pasiftir. Bu düzeyde, hayatla doğrudan ilişkili dünyevi ilgiler ve motivasyonlar daha güçlü olduğundan, insan hâlâ (Allah bilinciyle hareket etmekten çok) para, şöhret, fuhuş peşinde koşar veya içinde gizli bu Allah bilincinin etkisiyle hareket etmekten çok, geçim derdi vb. günlük hayatın dertleri ile hareket eder. Bunu tersinden ahiler için düşünürseniz islami ve edepli ahlaklı bir hayat yaşayan ahilerin aslında tevhid ve şehadet inancını tamamiyle özümsedikleri için bu yüksek ahlaka ulaştıklarını anlarsınız. Ama siz hala çocuk var babası yok derseniz bu inkar anlayışı sizi bir yere götürmez ve ne ahilik ne de kafanızda oluşturduğunuz ferdi ya da toplumsal ahlak gerçekleşmez. Hatanızın nedenini bile anlayamazsınız. Sürekli araba değiştirirsiniz ancak gidilen yol yanlıştır halbuki.
Din’e bağlılığımız açık-seçik hâle gelip de, “La ilahe illallah” sözünün bedelini ödemeye hazır olduğumuzda, artık realite ile daha sıkı bir ilişki içerisine gireriz, toplumun problemleriyle yakından ilgileniriz, fedakârlık için daha hazırlıklı hâle geliriz, daha cesur olur, daha az korku duyarız, içimiz daha pak ve saf hâle gelir, rutin gündelik işlere daha az boğuluruz. Artık Kelime-i Şahadet içeriden dışarıya çıkmaya başlamıştır. Artık Kelime-i Şahadet, sade¬ce bir söz, bir mana, bir bilinç hâli değil, bu Kelime-i Şahadetin bilfiil ger¬çekleştiği bir eylem’e dönüştüğü bir hâldir. Artık Kelime-i Şahadet hayata aktarılmaktadır. Pasif bilinç, eylem ve aksiyona dönüşmektedir. Hapsolmuş enerjiler serbest kalmakta ve realitede, dış dünyada icraata girişmek üzere yola çıkmaktadır. Ahilerin cesaretli olmaları ve ülke savunmalarında moğollara karşı koyan tek birlikler olmaları bu idrakli imanın aktif hale ahilik sistemi içinde getirilmesindendir. Fetret devrelerinde de Ankara’da yönetimi ele aldıkları daha sonra kendisi de bir Ahi olan Murat Hüdavendigara yönetimi teslim ettikleri biliniyor. Bunlar da iman gücünün bir parçası olarak sorumluluk duyma ve toplumu ülkeyi çıkmazdan kurtarmaya yönelik hareketlerdir.
Bina yeniden inşa edilecek ve bu düzeydeki bireylerden oluşan toplumlar tarihinin mecrasını değiştirmeye koyulacaklardır. İşte bazı düşülürlerin naza¬ri/teorik Tevhid ile ameli /pratik Tevhidin sentezinden kastettikleri de budur. Müslümanlar teorik Tevhid ile yetinip pratik Tevhidi terk ettiklerinde çök¬tüler, darmadağın oldular. Bugün onların salah ve felahları, nazari ve ameli, teorik ve pratik Tevhidin sentezini tekrar gerçekleştirmelerine bağlıdır. Ahilerin yaptığı tevhid’i nazari halden ameli hale çevirmeleriydi.
O hâlde Kelime-i Şahadet sadece bir söz ve bu sözün sadece sürekli olarak dille tekrarlanmasından ibaret değildir. Aksine Kelime-i Şahadetin anlamı, insanın toplum içinde yerini alması, çağına tanıklık etmesi, “İşte insanlar açlıktan ve hastalıklardan kitleler hâlinde ölüyorlar! İşte bu zenginlerin bulun¬duğu bir toplumdaki fakirlik sefaletidir! İşte bu da Müslümanlann -insanlık sahnesine çıkanlmış en hayırlı ümmetin- ülkelerinin apaçık işgal ve istilasıdır!” demesidir. Çünkü “şahadet”, ilan etmek şahitlik etmek, hazır bulunmak, onaylamak ve Allah yolunda hayatını feda etmek anlamlarına gelir.
Peki ne ilan edilecek, neye şahitlik edilecek, ne onaylanacak ve ne uğurda Allah için hayatımız feda edilecektir? Kısacası “şahadet”in çağdaş anlamı nedir? Cevap basittir: Burada şahadetten kastedilen, çağın gelişmelerini görmek, göz¬lemlemek, takip etmek, bu gelişmeleri değerlendirip yargıda bulunmak, realite ile fikir, Allah’ın mesajı ile toplumsal şartlar arasındaki uçurumu gözler önüne sermek, ilan etmek ve bu uğurda bir ömür harcayarak ölmektir. Çünkü çağına tanıklık eden o çağın şahididir. Bir başka açıdan “şahadet” insanoğlunun olduğu her toplumda, her mekân ve zamanda iyiliği emretmek, kötülükle mücadele etmek demektir, her türlü kötülüğü/şerri de engellemek ve karşı mücadeleye girişmek için eyleme, sözlü protestoya, yazılı-sözlü-görüntülü iletişim teknolo¬jilerini kullanmaya ve bilincini kötülüklere karşı -nefsinin aldanma ve baskılara boyun eğmemesi için- koruma altına almaya yönelmek demektir. Kısacası (Venezüella devlet başkam Hugo Chavez’e atfedilen “Dünyada olan her şey beni ilgilendirir. Dünyada olan biten her şey benim için mühimdir.” sözüyle işaret edildiği üzere) etrafımızda cereyan eden bütün olaylar ve gelişmeler karşısında “tavır almak, konumumuzu, safımızı, duruşumuzu belirlemek” demektir. dünyadaki savaşlar ve terör olayları petrol fiatları üzerinde %20′lik bir artış etkisi yaratıyor. haydi siz ilgilenmeyin. gerçi bu maddeci menfaatçi bir bakış açısı olmakla birlikte asıl dikkat edilmesi gereken temel dayanak insanlık ve merhamet bağlamında olmalıdır.
İnsanların ahiliği varken Allah’ın ahiliği de nereden çıktı diyebilirsiniz. Allahının mümin kulunun kalbine yerleşmesi bir birliktelik sayılabilir. Sonra elbette Allah’ın ahiliği onun kuluna merhameti, yiğitliği olarak anlaşılmalıdır. Şöyle düşünelim. Allah’ın yarattığı herşeyin yaratılış şekil özellik ve gayelerine baktığımızda bütün kainatın ortak bir merhamet noktasında birleştiğini görüyoruz. Galaksilerin arası o kadar açık ki hayatın olduğu bu ddünyamızın hiç bir başka gezegene çarpma olasılığı yok. güneş ile ısıtıyor, ay ile çekiyor ve makul bir gece örtüsü sunuyor. Gece karanlık haydi uyuyun ve işi bırakın diyor. bu sayede birlikte uyuyoruz. Kargaşa çıkmıyor. 23 derece eğiklikten mevsimlari yaratıyor. Neye ihtiyacınız fazlaysa o madde de fazla yaratılmış. Hava istemediğiniz kadar. Su yaygın, et yoksa baklagiller o eksikliği fakir için tamalıyor. Yağmur damlası düşerken fazla büyümüyor ve düşüşü yerçekiminin etkisini en aza indirerek yavaşca oluyor. Değilse kurşun gibi inmesi gerekirdi. Eisnstain diyor ki, kainatta herşey, en kolay, en verimli, en kısa yoldan, ve en mükemmel yaratılmıştır” diyor. bu kainatta kusur görebilecek olanın alnını karışlamak lazım.
Gelelim insana. İnsan da yaratılış itibariyle en mükemmel yapıdır. Motor verimi olarak insan %56 randımanla çalışır. Ama bizim bulduğumuz motorların verimi daima bundan düşüktür. Bir kalp bir ömür atar da hiç dinlenmez. O dinlenmesini iki farklı atışın ikincisinda yapar. Bir günde tonlarca kan pompalar. Sinirler, damarlar, yapının fiziki yararlılığı, ellerin parmakların durumu kavraması, yürümeye yatkınlık, yaralanmada kendi kendine tamir edebillmesi, kromozomlar, şifreler vesaire..
İşte bütün bu namütenahi özellkler Öncelikle Alla’ın müthiş bir ilminin olduğunu gösteriyor. İlim sıfatı. Ancak bu sıfatın nasıl ve ne yonde kullanıldığına bakıyorsunuz her incelik bir faydaya yönelik. Her fayda ise bir merhamet olarak açıklanamaz mı? Örneğin suda boğulmakta olan birisini gördünüz ve atlayıp onu kurtardığınızı düşünün. Bu bir can kurtarma yani fayda ve bu fayda başkaşsına karşı yapılmış yani merhamet. İşte bu bir ahilik sayıllması gerekmez mi?
Allah’ın bu noktadaki merhamet sıfatı RAHMAN sıfatıdır. Öyleki bu sıfatın şumulünü hiç kısmamış ve kendini inkar eden kafire dahi yaymıştır. Bu nedenle biz müslümanlar da maddi veya kol gücüyle bir yardım yapılması gerektiğinde kafirlere de yardımcı olmamız dinen gerekir. Sevmek ve dost tutmak ise yasaktır. Konuşulabilir fakat dostluk apayrı bir şeydir.
Cenabı Hakkın bütün esmai hüsnası tamamen merhamete zincirini oluşturur. Bir müslümanın cehennemde bir müddet Allah’ın gazap sıfatı sonucu yansa bile bu bir günahtan temizlenmedir ve arkası yine cennettir. Dolayısıyla sonu cennet olan şey merhemettir. Baba çocuğunu döver, doktor iğne vurur fakat hep faydaya yönelik geçici acılardır ve merhemet olarak değerlendirilmelidir.
Bu bağlamda insana namazın verilmesi de bir merhamettir. İnsan namazla ruhen bir rahatlamaya girer ve günün bütün streslerinden uzaklaşır. Tevekkülü insan namazla öğrenir. Bir insana tevekküllü ol demekle o insan tevekküllü olmaz. İşte ahilik prensiplerinde yer alan her türlü ahlaki prensibin uygulanabilmesi için temel malzeme namazdır. Adama diyorsunuz ki ahiliğin şu şu prensipleri var. Eee. O adam bu prensiplerin bir ahlak prensibi olduğunu zaten bilmiyor mu? Sorun ne? O kişi aptal mı? o da kendi kendine kalkıp bir kısmını uyguluyor zaten. Sizin ayrıcalığınız ne? İşte buradaki temel gıda maddesi NAMAZ’dır namaz.
Bu namazla dinlenmeyi sağlayan insanların normal işlerine döndüklerinde çalışmaları daha da kolaylaşır. Bedenen yogunluk bir miktar mola vermekle giderilebilir belki. Ancak kişinin fikirlerindeki bir yamulma, yodan sapma, kızgınlık, garaz, hiyanet, işyerine ve işe kötü davranma, makinayı kırmaya çalışma, ihmal etme, asık suratlılık bütün bunlar da kontrol ve öğütle aşıllması zor şeylerdir. Kişiyi işin başında her zaman kontrol edemezsiniz. Yada kontrol edilemez şeyler de olabilir. İşte o işçiyi her an kontrol etmenin tek yolu o kişiye ihlaslı namaz kıldırmanın yollarını aramaktır. Şahsen ben akıllı bir patron olsam namaz kılmıyor olsam bile işçilerime namaz kılmalarını öğütlerdim. Namaz kılmak bir uzlaşıya getirmek demek değildir işçiyi. Onu razı ederek çalıştırmaktır aslında. Son bir fayda da işçinin işine daha rahat odaklanmasını sağlar namaz. Bu işçinin doğru iş yapmasını sağlayan temel argümandır. Ve dürüst namaz kılan insanlar kılmayan insanlardan daha üstün bir verime sahiptir. Şeklen namaz kılanlar ise beş para etmezler. Onların da ihlas ve ihsan noktalarını yakalamaları gerekir. işte bir işletmenin hem fabrika olarak hem zaviye olarak çalışması gerekir ki ideal randımanı alan bir ahi işletmesi olabilsin. Dolayısıyla ahilerin akşam zaviyelerini ertesi günkü çalışma şevkinin bir parçası olarak telakki etmeliyiz. Ücretinde az bir ödeme dahi yapsanız onun dini işine ihanet etmesine izin vermez. Ancak din de işverene ücretini tam ve zamanında vermeyi emreder ki eksiği kul hakkında kalır ve işverenin ahirette boğazına düğümlenir.
ahi kul ahmed
Değerli ahiler,
Cenab-ı Hak bir hadisi kudside bilinmeyi murad ettiğini (ahbeptu-muhabbet) bunun için de kainatı yarattığını belirtiyor. Bu hadiste iki unsur göze çarpıyor. Birincisi muhabbet yani aşk. İkincisi gereğini yaptığı yaratma fiili. Yani, iş..
İşte siz de sevdiğiniz birine bu sevgiyi bildirmek isteseniz yapmanız gereken şey bir fedakarlık ölçüsünde bir şeydir. Bir çiçek almak, yahut ona yardım etmek, fedakarlık derecesinde elbisesini temizlemek, çocuksa gece kalkıp ilgilenmek. Yani bir emek sarfetmek. Yani sevgi aslında bir emek denilemez mi?
İşte ahilere atfedilen ancak onların bu sözü söylediğine dair bir kanıtın elimizde olmadığı “ALLAH DER ÇALIŞIRIZ” sözü aslında aşk ve iş kavramlarını bütünüyle barındırıyor denilebilir.
Konuya bu açıdan bakıldığında aşk kavramının kaynağının ilahi olduğu düşünülmelidir. Ancak insan Cenab-ı Hakka karşı saygı bazlı ve edepli bir sevgi duyabileceği gibi insan olarak eş olarak da cinsiyet bazlı sevgiler duyabilir. İşte bu sevginin de üst seviyeye çıkabilmesi için Allah için kavramına dayanması gerekir. Aksi halde cinsi bir sevgiden öte geçmez. İşte ilahi sevgininin kaynağı onun gönderdiği sınırlarla belirlenmiş dindir, yani İslam’dır. Ortada, açıkta yanan bir ateş düşünün. Bu ateşin her an çevreye sıçraması ve ekinleri, evleri yakması mümkündür. Ama ahiler şöyle yaparlar. O ateşin etrafını küçük taşlarla çevirirler, üzerine iki demir atar ve bir toprak kap koyup içine de bir şeyler koyarak bir şeyler pişirirler. Bunun anlamı ilahi veya cinsi her ne ise sevginin taşlarla kontrol altına alınması ve üzerine konulan yemekle de yararlı hale getirilmesidir. Kontrolden mana edeptir. Hazreti Rasülüllah miraca çıktığında Cenab-ı Hakk’ın yaklaş nidasına karşılık yaklaşmış ancak bir yay aralığı kalınca durmuştur. İşte bu edeptir. Kulluktır. Arkasından verilen hediye ise 5 vakit namazdır. İşte bu üç şey olan aşk, kulluk, ve namaz aynı anda ve aynı yerde miraçta, huzurda verilen üçü de birbiriyle bağlantılı ana unsurlardır.
Bunun arkasından Cenab-ı Allah’ın iş olarak kendine edinip altı günde yarattığı kainata insanı gönderişiyle ilgili olarak baktığımızda insanın dünyaya gönderilişinde hanginizin daha iyi amel işleyeceğini sınamak olduğu belirtilir mülk suresinde. Bunun anlamı şudur: amel ederek sevginin ispatlanması sorgulanmak istenmektedir gerçekte. Şöyle de düşünebilirsiniz bunu. Birisi sizi sevdiğini söyleyip duruyor fakat bunu ispat edecek hiç bir şey yapmıyor. Ne dersiniz ona. Defol başımdan demez misiniz? Bir çocuğu seviyorum diyeceğinize onun yanına çömelmek ve elinden tutmak daha anlamlı bir sevgi aktarımı olmaz mı sizce? Ya da babasının yüzüne çıplak olarak yatıvermiş çocuk sevgiyi güveni nasıl hisseder?
İngiliz oyun yazarı sheaksper bir oyununda oyuncuyu şöyle konuşturur. “karının senin için yaptığı fedakarlığa bak” burada sözkonusu olan fedakarlığın sevme fiiline dayandığıdır.
Bu kitapçığın ilerleyen sayfalarında göreceksiniz. Birisi bize dost olmak istemiş de bir de önce keramet anlamında bir güzel şiir sonra da kötü bir eşşek şiiri gönderdik. Birincide hoşnut oldu fakat ikincide bozuldu. Yani iyime iyi kötüme kötü dedi. Halbuki kötüme de iyi demeliydi. Biz de hemen onu çizdik. 20 gün sonra sözlerinden cayarak kendini belli ediverdi. Buradaki incelik şudur. Aşk ya da sevme fiilinin bir bütün olduğu, parçalanamayacağı ve tam bir bağlanmanın sözkonusu olması gerektiği şeklindedir.
Japonlar çokça intihar eden bir topluluktur. 5 yıl Amerika’da master yapmış bir kız evine döndüğünde ailesiyle karşı karşıya geçiyor. 3 metre uzaktan ellerini kavuşturup eğiliyor ve selamlıyor böylece. Hiç bir temas yok. işte sevginin aktarımı için aslında temas önemli bir unsur. Bu olmayınca kişide sevgi eksikliği oluyor ve biraz da psikolojik faktörler devreye girince haydi bakalım intihar. Mesela bu fakir sulu zırtlak bir ademdir ve herkesin koluna girer öyle götürürür. Kimse benim insanları sevdiğim kadar onlar beni sevemez. Biz Allah’ı dost tutarız onlar kendi gelir bize dost olurlar.
Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şey iş dediğimiz yada dini literatürde salih amel olarak geçen şeyler ve bunun yansımaları aşktan kaynaklanmaktadır. Bu sevme fiili öylesine bir ihtiyaç ki kişi eğer bu sevgiyi Allah’a yöneltemezse gider olmadık yerlere başını vurur. Kadına aşırı yönelir ilahım der, parti başkanına yönelir peygamber gibi görmeye başlar, onsuz ortada kalacağını düşünür, karizmatik liderler bu tür etkilerin artığı dönemleri oluştururlar, bilmem nereyi kurtardı der, bilmem şu savaşı kazandı der, o olmasaydı kurtulamazdık der, resminden heykelinden rozetinden medet umar. Halbuki İslam’da asla bir liderin ilahlaşması yoktur ve kendisi dahi kul diye hitap edin demiş ve mezarının ziyaret dışında imdat beklenen yer haline getirilmemesini hadisi ile emretmiştir. Bütün bunlar dinin iyi tanınmaması ve imanın güçlü olmamasındandır. Çünkü iman güçlü olmayınca önce yolunu şaşırıyor sonrada o iman sevgi eksikliğinden hareket noktasına ulaşmıyor, feda edeceği bir şey de olmuyor.
İşte burada ima etmek istediğimiz şey sevginin gücünün imanla kendini ortaya koyması ve bu sevgi gücünün iş veya amel dediğimiz hareket sahasına intikalidir. Mesela oğlan kızı seviyor ve masanın üstünden aşıp gidiyor. Ne derse alıyor, parası yok borca giriyor, nereye derse geliyor.
İşte sevginin gücü olarak imana yansıması, beraberinde merhameti tetikliyor, yiğitliği sağlıyor, cömertliği artırıyor, insan sevgisini artırıyor, iyi işleri getiriyor, doğal sonuç olarak namaz kılmasını sağlıyor, yani ibadetlerdeki üşenmeyi kaldırıyor ve kolaylaştırıyor, artırıyor da artırıyor….
İşte sonuç olarak gelmek istediğimiz nokta ahlak olarak nitelenebilecek temel argüman ya da fedakarlıkların temelde taa Cenab-ı Allah’tan başlayarak neşet ettiğini bir diğer adla ahlakın temelinin din olduğunu vurgulamak istiyoruz.
Bugün bütün dünyada var olan kültürlerin tamamının temelinde bir şekilde ilahi dinler vardır. Bozulmuş ve şirke dönüşmüş Musevilik, Hırıstiyanlık, Budizm, Konfüçyüzm, Shintoizm (Japonya) gibi dinlerin hepsinde de ahlak ilkeleri hala vardır. Ancak İslam’ın mükemmel yapılandırması olmadığı için insanlar ahlaklı olmuyorlar. Avrupa ben eğitirim dedi sonuç felaket ve suç oranları düşmüyor. Bu kitapçığın sonunda merhametle ilgili makaleleri bulacaksınız.
İnançsız bir insan da merhametli ve ahlaklı olmaya çalışabilir şüphesiz. İnsanda doğuştan bir merhamet bazı insanlara biraz fazla verilmiş olabilir. Buna fitri ahlak diyoruz. Bu merhamet bütün kainatta dağılmış bir haldedir ve Cenab-ı Hakk’ın Rahman sıfatının bir tecellisidir ki bu merhamet müslüman kafir farkettirmeden verip dağıtır. Ancak bu merhametin dışında bir de idraki olan merhamet yada ahlak var ki, bunun kazanılabilmesi için İslam’a girip iman derecesini çokca artırıp namazdan ve hiç bir görevden üşenmeden severek ve isteyerek canını feda edercesine korkusuz, tevekküllü, nasibe inanmış, rızkına razı, okuyan, mesleğini düzgün yapıp doğru çalışan sonuç olarak tam bir müslüman olmakla elde edilir.. Bu ahlakı idraki düşük, formalite için namaz kılan, bencil müslümanlar edinemez.. Bugün müslümanların perişan bir yaşam sürmelerinin temel nedeni iman derecesinin düşüklüğüdür. Yani Kuran’ı terketmişlerdir. Camide müslüman desem ihlası ve ihsanı yok, yatıp yatıp kalkıyor, ne okuduğunun fakında değil, namaz idraki yok ki bu ibadet ahlaka dönüşsün. İşinde kafirle aynı işi yapıyor, faizci, işçi hakkını tam vermiyor, evinde mum tutturuyor zalim. Halbuki Allah ona eşini de işini de mallını da evladını da parasını da, evini de emanet olarak verdi ve geri alacak.. oysa o benim dedi ve mülkiyeti ilan etti. işte bütün sıkıntılar mülkiyet olarak görmekten kaynaklanıyor. Benim param diyor ve ihtiyacının değil canının çektiği onlarca ve pahalı şeyleri alıyor. Evler tıka basa çul çabut dolu. Ve fakire verecek şey kalmıyor.
En son varmak istediğimiz yer şurasıdır ki; Ahilik kurulurken islami bir ülkeden (Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah’dan) alınmıştır. Onun kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’ndan. O tarihler zaten Türkmenlerin Anadolu’ya akın ettikleri ve müslüman oldukları bir döneme rastlar.
ahi kul ahmed
Güllerim
Ahi güllerim
Sizleri çok özlerim
Yanımda hep
Bir ahi beklerim
Güllerim güllerim
Ben hep
Hakka gül derenim
Ahilerim
Canlarım
Güllerim
BAŞSÖZ
Allah’ın (cc.) adıyla, Hz. Muhammed (a.s)’a salatü selam olsun.
Değerli Okuyucu,
Elinizde bulunan bu küçük kitapçık Kırşehir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği’nin Ahiliğe küçük bir hizmet sağlamak amacıyla talebi üzerine acizane Kırşehir, Aşıkpaşa Mahallesi Tekke Sokak’ta yetişmiş bir kardeşiniz olarak tarafımızdan hazırlanmıştır. Fikri çalışma bu acizden, maliyetlerini karşılamak da anılan birlikten olmuştur.
Bu satırları yazmaya başlarken, bir yandan Müslümanların terörist olmadıkları, onların da diğer insanlar gibi barıştan yana oldukları yolundaki, bildik/alışılmış yorumların -iyi niyet¬li- bir yenisini dinliyordum görsel basında. Öte yandan da seni, onu ve beni yani bizi nasıl bir geleceğin beklediğini düşünüyor, gelecekte neler yapılması gerektiği sorusunu -hemen her gün sorduğum bu soruyu- kendime bir defa daha soruyordum.
Düşündükçe gördüm ki, -11 Eylül’ün, yeryüzünün gerçek şer odaklarının maskelerini düşürmesi ve insanlığın onları daha yakından tanımış olması gibi son derece müspet rolü yanında- İslam dünyası için de, tarihinin önemli bir dönüm noktasını teşkil etmesi de mümkündür. Zira İslam bir yandan 11 Eylül sürecinde Batı tarafından terör ile eşanlamlı hâle getirilmeye -kasıtlı olarak- çalışılmakta, buna mukabil İslam dünyası çok farklı tepkiler vermekte, daha doğrusu ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bocalamaktadır. Bu durumun tek kelimeyle manası İslam dünyasının tarihin dışında kalmasıdır.
Bir başka ifadeyle İslam dünyası tarihin öznesi değil, nesnesi durumundadır. Tarihin şu andaki öznesi olan Batı -Kıta Avrupası ve Amerikasıyla Batı- ise, insanlığı son derece vahim gelişmelerin eşiğine getirmiş bulunmaktadır. Batı, yeryüzünün beşeri-maddi bütün imkânlarını kendi egoizmi ve çıkarcılığı uğruna vahşice, hoyratça
zalimce, adaletsizce, müsrifçe talan etmeye devam etmekte ve bu düzeni “Globalizasyon” “Küreselleşme”
“yeni dünya düzeni” etiketi altında kendi dışındaki dünyaya dayatmaya ve kalıcı hâle getirmeye çalışmaktadır. İslami terminoloji ile ifade edecek olursak “şer odakları” her çeşidiyle “munker”i yay(gınlaştır)makta; “hayır odaklan” ise. her çeşidiyle “ma’rûf’u yeryüzünde egemen kılmakta başarısız kalmaktadırlar. Bu denklemde İslam dünyasının olması gereken yeri elbette ki “hayr”ın safında olmak, hatta öncülük rolü oynamaktır:
İşte böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı şahit olasınız, peygam¬ber de size karşı şahit olsun. (2/el-Bakara, 143)
Siz insanlar için [tarih sahnesine] çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği (ma’ruf) emreder kötülüğü (munker) yasaklar/engeller, Allah’a iman edersiniz. (3/ Âlu İmrân, 110)
Ne var ki İslam dünyası şu anda böyle bir rolü yerine getirebilecek durum¬da değildir, zira bunun için gerekli donanıma sahip değildir. Burada söz konusu olan “donanım” sadece madde planında “kalkınmışlık-gelişmişlik”ten ibaret değildir, Bilakis asıl donanım eksikliği hiç düşünmediğimiz bir alanla, yani “Müslümanlığımız” ile ilgilidir. Bu noktada “İslam dünyası İslam’dan uzaklaştığı için geri kalmıştır, tekrar İslam’a dönerse bütün problemler çözü¬lür” şeklindeki yüzeysel ve yaygın yaklaşımdan bir farkımızın olup olmadığı akla gelebilir.
İki söylem arasındaki zahiri benzerliğe rağmen, özde çok derin bir fark vardır. Bu derin fark yaygın söylemdeki “İslam’ın geçmişteki yorumlardan ibaret, geleneksel yaklaşımların tekrarı niteliğindeki geleneksel/taklidî bir “İslam” olması; her şeyin hazır İslami çözümlerinin elde mevcut olduğunun “varsayılması”; buna mukabil bizim işaret ettiğimiz “Müslümanlık”ın yeniden inşa edilmesi gereken bir “dünya görüşü” olmasıdır. Daha açık bir ifade ile İslam dünyası problemin sadece verili bir İslam’a dönmek kadar basit olmadığını; bilakis dönmeye ve ihya¬ya çalıştığı verili “İslam”ın birçok iç problemle karşı karşıya bulunduğunu, dolayısıyla kendi “İslam’ımızı kendimiz inşa etmekte mükellef olduğumuzu” bilmesi gerekir.
Yine bilmesi gerekir ki, bu yeniden inşa süreci parçacı ve yüzeysel değil, kapsamlı ve köklü bir çaba olmak zorundadır. Zira artık İslam sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık göz önüne alınarak ve gezegen ölçeğindeki gelişmelere merkezi bir önem verilerek yeniden formüle edilmek durumundadır. Bu yeni formülasyonu, “İslam’ı bir “dünya görüşü” olarak sunmak” şeklinde özetlemek mümkündür.
İşte elinizdeki bu küçük eserin temel hedefi İslam’ı bir “dünya görüşü” olarak sunabilmek için onun içinde ürettiği ve tamamen onun normlarına göre geliştirerek Türk gelenek ve görenekleriyle bezenerek akli bir usta (Ahi Evren) tarafından inşa edilerek piyasaya sürülen ve insana uygunluğu nedeniyle yaygınlaşan ve pislikleri arasına almayarak ve kesip atarak uzaklaştırmak suretiyle uzun bir yaşam sürme şansı elde eden AHİLİK anlatılmayaca fakat tanıtılıp sohbet şeklinde sevdirilmeye çalışılacaktır.
Bunun bir amacı da, bu suretle İslam dün¬yasının tarihe müdahil olmasını sağlamaya yönelik bir katkıda bulunmaktır.
Elinizdeki bu küçük çalışma dine dayandığı halde dinİ boyutu anlatılmamış bir Ahi kitapçığından, ya da siyasi ve ideolojik, ya da tarikat veya parti mülahazasıyla yazılmış ve aslından koparılmış bir Ahi kitabından farklı olacaktır. Öyle ki insanlar itikatlarındaki sapmalardan dolayı hemşericilik dinine yada ahi dinine tapmak istemektedirler. Allah’ın yücelmesi ve peygamberin örnek alınması gerekir ve bütün müslümanların ümmet ve kardeş olarak görülmesi gerekirken, hemşeriler, yada hemşerilerin içinde dar bir alanda ahilik için çalışmak istemektedirler. Bir üst paranteldeki bir başka sara hastalığı ise Milliyetçiliktir. Milliyetçilik, İslam’ı ve ümmeti parçalayan afazi bir hastalıktır.
Işte bu saydığımız hastalıklar Ahiliğin de bu tür insanlar tarafında kendi bakış açılarına göre yorumlamak istemeleriyle yeni bir afaziye yol açmaktadır. Tarafsızlıklar yitirilmektedir. Hatta Dr ünvanıyla yazanlar bile “aman İslam’ını anlatmayalım da Batılılar örnek alsınlar” dalalet veya gafletine düşebilmektedirler. Böylece Ahiliği İslamın bir başarısı olmaktan uzaklaştırıp İslam’ın tebliğ gücünü zayıflattığının farkında bile olmamaktadfırlar. Allah iman ve idrak versin onlara.bu, elma var ağacı yok demeye benzemektedir.
Bu noktada yapılması gereken şey şu olabilir.. Kırşehirdeki Ahilik Araştırma merkezi önce Enstitüye dönüştürülmelidir bir..bu dönüşüm yapılsın yapılmasın piyasaya çıkmak isteyen her Ahi kitabı bu merkezin onayından geçmesi teşvik ve sağlanabilir. Basılacak kitabın kapağına bu merkezin tasdikinden geçtiğine ilişkin bir logo ve ibare yazılırsa bu iş olur. Insanlar da adeta kalite kontrolden geçmiş gibi bu kitapları almaya yönelirler ve dışardakilerin satışı düşer. Ilgili merkeze duyurulur..
Bu küçük çalışma bu yönde bir kırılma ve yeni bir anlayışın yerleşmesi yönünde atılmış bir ilk adım olabilirse amacına ulaşmış olacaktır.
Bu vesileyle, bu çalışmanın, imkânsızı mümkün kılan imanın davasını yüklenecek olan “Âsım’ın Nesli”ne küçük bir öğüt olmasını diler, bu neslin yetişme¬sine de vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.